New York'tan buraya kalpazanın birinin peşinden geldik. Birçok takma ismimden en aktifi şu an için Matt Bomer, Fransa'da da en çok bu isimle bilinirim zaten. Neyse, az önce Peter'in beni bıraktığı dükkandan bir şekilde sıvıştım, üzerime de bir palto buldum bu sıcakta. Takip kelepçemi de söktüm. Beni kaçmaya teşvik eden Gökdemir İhsan(3) adlı bir yazarın İngilizceye çevrilmiş bir romanıydı(2): Exercices de Fiction.(5) 33 farklı kurgu. Güzeldi. Oulipo'yu sevmiştim.
Aslında yazarın(3) beklediğinden daha büyük etki bırakmıştı bu kitap halk üzerinde. Ülkesi dışında da sevilmişti. Hemen hemen herkeste fötr şapka olmasını ondan sonra anlamlandırmıştım. Bildiğiniz üzere benim ayırt edici özelliklerimden biri de fötr şapkamdır. Kahramanı kendimle özdeşleştirdim bu yüzden. Bu arada elimdeki romanla(2) yürümeye devam ediyorum elbette.
Paris'te elinde kitapla yürüyen biri daha az dikkat çekiyor. Kitabı kapattıktan sonra aklıma gelen ilk şey ægroto dum anima est, spes est(4) olmuştu. Madem ki ölmedim kaçmalıyım dedim. Peter'la dostluğumuz iyiydi ama özgürlük dostluklardan daha güzeldi. Ya da ayağımdaki kelepçeden bilemiyorum. Şimdi alarma geçmişlerdir herhalde.
Ezberlediğim s hattı durağını elimle koymuş gibi buldum öğlen sıcağında. Gerçekten de kalabalıktı. Umarım Peter'ın kitaptan haberi yoktur diye geçirdim içimden. Benim şapkamdaki kurdelanın yerine sicim bağlanmıştı. Bulabildiğim tek model buydu. Atladım otobüse.
Akıntı o kadar güçlüydü ki burnumu tutamadım. (Pardon bu başka bir hikayeydi.) Arkaya ilerlemek durumunda kaldım. Herkes bana bakıyor. Bir hırsız için, hem de az yakalananlarından olan benim için kötü bir his bu. Terlemeye başlıyorum. Aksi gibi arkamdaki meczup da üzerime abanıyor. Lanet olası elini cebime atıyor. Bak sen! Hırsızı soyan hırsız, inanılmaz. ama ne kendimi ne onu açık edebilirdim. Kendi türünü koruma refleksiydi bu. "İhtiyar üzerime abanmaktan vazgeç, sırtım yara bere içinde!" diye feryat ettim. İhtiyar gülümsedi ve elini ben bir şey yapmadım manasında iki yana açtı.
İnsanlar biraz da iğrenmeyle bakıyorlar şimdi. Hemen boşalan bir yere oturdum. Ayaklarımın altı acıyor. Bana bakmaktan vazgeçtiler. İndim. İhtiyar da inmişti. Aptal herif neyin peşindesin hala diye sessizce kendi kendime söylenerek adımlarımı hızlandırdım. Karmaşık bir rota izliyordum, öyle ki ben bile nereye gittiğimi unutmuştum. Vakit geçiyordu ve palto yüzünden iyice terlemeye başlamıştım. En sonunda kendimi saint lazarre garında buldum. Lanet olası yer.
Peter ortalarda yoktu ama bana yöneltilen onlarca silahtan bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. Arkamdan şebek gülümsemesiyle giren ihtiyara bakıyordum ki hemen arkasında polisin silahının sırtına dayanmasıyla gülümsemesi silindi. Onun da haberi yoktu demek ki.
- Peter Burke, sanırım sizin adamı yakaladık.
- Geliyorum.
On dakika kadar sonra Peter geldi. İnterpoldeki meslektaşlarına teşekkür ettikten sonra yanıma doğru seğirtti.
- Ee Neal, kaçıyordun neredeyse...
- Neredeyse kaçılmaz. Sahi nasıl buldunuz beni, ben bile nereye gittiğimi bilmiyordum.
- Şansımıza askıda duran şu paltoyu aldın da, düğmesinin hemen altındaki vericiden (düğmenin olması gereken yere bastırarak) seni takip edebildik. Kalpazanın adamlarının seni takip ettiğini gördük. Sonrasında bu pezevenk de bindi otobüse, sonra sizi takip ettik, durumdan tamamen habersizdiniz.
- Hasiktir, diye söylendim.
Gar birbirine girmeden interpol oradan ayrıldı. Belki de romandaki(2) bulmacanın tamamını çözmem gerekliydi. "Gökdemir İhsan(3) dedim, seni bir daha okuyacağım.". Saint Lazarre'a küfrettim ekip otosuna binerken.
(1) Gökdemir ihsan bir romancı değildir.
(2) Kurmaca alıştırmaları bir roman değildir.
(3) X eşittir Gökdemir İhsan ise.
(4) Lat. Hasta nefes aldıkça ümit vardır.
(5) Kurmaca alıştırmalarının havalı söylenişi.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
11 Şubat 2015 Çarşamba
30 Ocak 2015 Cuma
Hayatın her ânı bir musiki makamı
"Keman mıdır yay mıdır, güneş midir ay mıdır
Zülfüne bendolmuşam, ayrılmak kolay mıdır."
- Urfa Türküsü
"Ayrılık ateşten bir ok, nazlı yardan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmayam dağlar."
- Hicâz Şarkı
Her yıl yazdığı yeni bir hikâyeyle okuyucuyu bambaşka yolculuklara çıkaran edebiyatımızın usta kalemi Mustafa Kutlu; bu kez musikişinas bir baba-oğulun hikâyesini aktarıyor. Tiren'de Bir Keman, yarım saatlik fasıl gibi.
Klasik Türk Müziği'nden onlarca eseri konuk eden hikâye, yer yer hüzünlendiriyor, yer yer coşturuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da ağlatıyor. Zaten gerek klasik eserlerimiz gerek türkülerimiz bu toprakların yaşam öyküsünü, yani bizlerin hayatını yalın bir biçimde anlatır durur asırlardır. Mesela bir Erzincan türküsü "Gurbet elde bir hâl geldi başıma / ağlama gözlerim Mevlâ kerîmdir" der, beri yanda Şükrü Tunar'ın hüzzam bestesi "Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş / yâre giden yollarda hasret oldu bana eş" çıkıverir, gurbeti de hasreti de kemanın tellerinden aynı trene kor.
Ademoğlu bir sabaha kaderin sillesiyle uyanıverir, akşamına varmadan da neşvesiyle tanışır. Ömür böyledir. Bu yüzden "Kaderde ne varsa etme merak / uyma kendi nefsine Hakk'ın emrine bırak / altundan ağacın olsa zümrütten yaprak, akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak" buyrulmuş. Ama işte dedik ya ademoğlunu da anca kara toprak doyuruyor, düşüyor kaderinin peşine. Hani denmiş ya "Kediyi merak öldürüyor" diye, aslında insanı da öyle. Neyi merak ediyorsun? Neyi merak ettiğini bile aslında bilmiyorsun.
Kemanî Kenan ile oğlu Sadullah'ın birbirine benzer, kederli ve ibret verici ama her şeye rağmen de notaları vesilesiyle lezzetli hayatını okuyoruz Tiren'de Bir Keman'da. Ne lezzet ne lezzet. Mustafa Kutlu bu, hiç olmadık bir sayfada okuyucuyu kuru ekmek yenen sofraya oturtur, bir sonraki sayfada da trenin içine kondurur. Ama her nerede olursa olunsun hep bir keman sesi vardır arkada.
"Ne demiş şarkı "Ben seni unutmak için sevmedim". Sadullah ara sıra annesini soruyor. Kenan onu kucaklayıp pencereye götürüyor. Ordan görünen ıhlamurun dallarında birbirlerine sokulmuş kumruları gösteriyor.
- Annen gelecek oğlum. Kuşlar öyle diyor.
- Ama kuşlar ku, ku diyor.
- İşte o, annen gelecek üzülme demek."
Kenan, büyük aşkı Semiramis'i sanat dünyasına hazırlarken başına gelecekleri de biliyor aslında. Sahnelerin büyülü dünyası Semiramis'i kanatları altına alıveriyor, o da uçuyor. Patron Ali Rıza'nın "Bir kuş tuttuk, kafese koyduk. Öterse iyi düdük" dediği Semiramis öyle bir ötüyor ki, Kenan bir başına kalıyor hayat kafesinde oğluyla birlikte. Naime Hanım'a tutunuyor bazen de.
"Bir gün Kenan sanki içine doğmuş gibi meyhaneye değil eve gitti. Evin önünde bir kalabalık. O ân içinde bir tel koptu. Bir şarkı çıkıverdi: "Görmedim ömrümün âsude geçen bir demini". Annem mi, oğlum mu, diye endişelendi. Feleğin oku Naime Hanım'a isabet etmiş. Tarhana çorbasını ocaktan indirirken aniden düşüvermiş, tencere bir yana kendi bir yana. Kalp krizi... Hayat bu işte. Çorbayı pişirirsin ama içmek nasip olmaz."
Derken Kenan karar veriyor, kaderinin peşinde düşüveriyor. Hani yazar "Ya tahammül ya sefer" demiş ya, o da seferi tercih edenlerden. Oğlu Sadullah'la memleketi geziyor. Kah ekmek parası için, kah derun sevdasını unutabilmek için. Kenan bu, musiki biliyor. Az çok isim de yapmış. Gittiği yerde boş durmuyor, başından bela da eksik olmuyor. Derken yarasını gömüyor, yeni bir aşk bile buluyor. Sadullah ise her gün birine emanet büyüyor. Ama o da kemanı öğreniyor, sesi de var. Babasının emanetini hakkıyla taşıyor. Ama hayat onu pek taşıyamıyor, yalnız kaldığı zamanlarda ona hüzzam, uşşak, segâh, hicâz eşlik ediyor. Tıpkı babası gibi.
"Babasının buruşuk pardösüsünü duvara asmıştı. Ceket, pantolon ve iç çamaşırlarını Sabır Ana bir fakire vermişti. Ayakkabıları giyilecek gibi değildi, altı delinmiş, attılar. Demiryolcuların hatırası bir köstekli demiryolcu cep saati. Onu da pardösünün yanına asmıştı. Bir dörtgen kol saati. Nacar marka. Onu da cep saatinin yanına. Anası-babası-kendisi görünen o yıpranmış fotoğrafı da kol saatinin yanına asmıştı. Cüzdandan birkaç yüz lira çıkmıştı. Bu da Sado'nun okul masrafı. İşte Kenan'dan kalanların tamamı bu kadar. Ve elbette yılların kemanı."
Babasızlığın, fukaralığın, kemanın ve kaderin Sadullah'ı götürdüğü hikâye ise ne tuhaftı. Yürek burkan, can acıtan, bazen nağmelerle hüzne bulandıran. Araya ufak tefek neşelerin ve keyiflerin girdiği. Yine hayat gibi.
Kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kaparken, yani kitap biterken aklıma düşen şarkı çalmaya el'an devam ediyor. Güfte Ömer Bedrettin Uşaklı'ya, beste Kaptanzade Ali Rıza Bey'e ait. Hicâzdır, akılda kalır: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Zülfüne bendolmuşam, ayrılmak kolay mıdır."
- Urfa Türküsü
"Ayrılık ateşten bir ok, nazlı yardan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmayam dağlar."
- Hicâz Şarkı
Her yıl yazdığı yeni bir hikâyeyle okuyucuyu bambaşka yolculuklara çıkaran edebiyatımızın usta kalemi Mustafa Kutlu; bu kez musikişinas bir baba-oğulun hikâyesini aktarıyor. Tiren'de Bir Keman, yarım saatlik fasıl gibi.
Klasik Türk Müziği'nden onlarca eseri konuk eden hikâye, yer yer hüzünlendiriyor, yer yer coşturuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da ağlatıyor. Zaten gerek klasik eserlerimiz gerek türkülerimiz bu toprakların yaşam öyküsünü, yani bizlerin hayatını yalın bir biçimde anlatır durur asırlardır. Mesela bir Erzincan türküsü "Gurbet elde bir hâl geldi başıma / ağlama gözlerim Mevlâ kerîmdir" der, beri yanda Şükrü Tunar'ın hüzzam bestesi "Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş / yâre giden yollarda hasret oldu bana eş" çıkıverir, gurbeti de hasreti de kemanın tellerinden aynı trene kor.
Ademoğlu bir sabaha kaderin sillesiyle uyanıverir, akşamına varmadan da neşvesiyle tanışır. Ömür böyledir. Bu yüzden "Kaderde ne varsa etme merak / uyma kendi nefsine Hakk'ın emrine bırak / altundan ağacın olsa zümrütten yaprak, akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak" buyrulmuş. Ama işte dedik ya ademoğlunu da anca kara toprak doyuruyor, düşüyor kaderinin peşine. Hani denmiş ya "Kediyi merak öldürüyor" diye, aslında insanı da öyle. Neyi merak ediyorsun? Neyi merak ettiğini bile aslında bilmiyorsun.
Kemanî Kenan ile oğlu Sadullah'ın birbirine benzer, kederli ve ibret verici ama her şeye rağmen de notaları vesilesiyle lezzetli hayatını okuyoruz Tiren'de Bir Keman'da. Ne lezzet ne lezzet. Mustafa Kutlu bu, hiç olmadık bir sayfada okuyucuyu kuru ekmek yenen sofraya oturtur, bir sonraki sayfada da trenin içine kondurur. Ama her nerede olursa olunsun hep bir keman sesi vardır arkada.
"Ne demiş şarkı "Ben seni unutmak için sevmedim". Sadullah ara sıra annesini soruyor. Kenan onu kucaklayıp pencereye götürüyor. Ordan görünen ıhlamurun dallarında birbirlerine sokulmuş kumruları gösteriyor.
- Annen gelecek oğlum. Kuşlar öyle diyor.
- Ama kuşlar ku, ku diyor.
- İşte o, annen gelecek üzülme demek."
Kenan, büyük aşkı Semiramis'i sanat dünyasına hazırlarken başına gelecekleri de biliyor aslında. Sahnelerin büyülü dünyası Semiramis'i kanatları altına alıveriyor, o da uçuyor. Patron Ali Rıza'nın "Bir kuş tuttuk, kafese koyduk. Öterse iyi düdük" dediği Semiramis öyle bir ötüyor ki, Kenan bir başına kalıyor hayat kafesinde oğluyla birlikte. Naime Hanım'a tutunuyor bazen de.
"Bir gün Kenan sanki içine doğmuş gibi meyhaneye değil eve gitti. Evin önünde bir kalabalık. O ân içinde bir tel koptu. Bir şarkı çıkıverdi: "Görmedim ömrümün âsude geçen bir demini". Annem mi, oğlum mu, diye endişelendi. Feleğin oku Naime Hanım'a isabet etmiş. Tarhana çorbasını ocaktan indirirken aniden düşüvermiş, tencere bir yana kendi bir yana. Kalp krizi... Hayat bu işte. Çorbayı pişirirsin ama içmek nasip olmaz."
Derken Kenan karar veriyor, kaderinin peşinde düşüveriyor. Hani yazar "Ya tahammül ya sefer" demiş ya, o da seferi tercih edenlerden. Oğlu Sadullah'la memleketi geziyor. Kah ekmek parası için, kah derun sevdasını unutabilmek için. Kenan bu, musiki biliyor. Az çok isim de yapmış. Gittiği yerde boş durmuyor, başından bela da eksik olmuyor. Derken yarasını gömüyor, yeni bir aşk bile buluyor. Sadullah ise her gün birine emanet büyüyor. Ama o da kemanı öğreniyor, sesi de var. Babasının emanetini hakkıyla taşıyor. Ama hayat onu pek taşıyamıyor, yalnız kaldığı zamanlarda ona hüzzam, uşşak, segâh, hicâz eşlik ediyor. Tıpkı babası gibi.
"Babasının buruşuk pardösüsünü duvara asmıştı. Ceket, pantolon ve iç çamaşırlarını Sabır Ana bir fakire vermişti. Ayakkabıları giyilecek gibi değildi, altı delinmiş, attılar. Demiryolcuların hatırası bir köstekli demiryolcu cep saati. Onu da pardösünün yanına asmıştı. Bir dörtgen kol saati. Nacar marka. Onu da cep saatinin yanına. Anası-babası-kendisi görünen o yıpranmış fotoğrafı da kol saatinin yanına asmıştı. Cüzdandan birkaç yüz lira çıkmıştı. Bu da Sado'nun okul masrafı. İşte Kenan'dan kalanların tamamı bu kadar. Ve elbette yılların kemanı."
Babasızlığın, fukaralığın, kemanın ve kaderin Sadullah'ı götürdüğü hikâye ise ne tuhaftı. Yürek burkan, can acıtan, bazen nağmelerle hüzne bulandıran. Araya ufak tefek neşelerin ve keyiflerin girdiği. Yine hayat gibi.
Kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kaparken, yani kitap biterken aklıma düşen şarkı çalmaya el'an devam ediyor. Güfte Ömer Bedrettin Uşaklı'ya, beste Kaptanzade Ali Rıza Bey'e ait. Hicâzdır, akılda kalır: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
"Sana bir kaç bakış açısı sunacağım" diyen kitap
"Kanellahu lem yekun maahu şey, el'an kema kan!"*
Muhayyelattan bir alemden haber, saman kağıtlarına düşmüş, haberleri yeni ulaştı diyarıma. Ki bu hikaye sekiz kısımdan müteşekkildir, farazi bir zaman diliminde, farazi kişilerin, farazi kurguları üzerine yazılmış, gaybdan haber vermeyen bir kitap. Ama az biraz neler olacağını söylüyor. "İşlenmeyen bir konu kalmamıştır, eyvallah." diyor yazar, ama kurgu noktasında nefesimizle yarış edebiliriz diye ekliyor.
- İstediğimiz hikayeden başlayabiliyor muyuz Gökdemir İhsan efendi?
- Tabii ki.
Katakofti. Kapak: Ahmet Gürlen.
Kitap her bölümü okusanız ya da okumasanız bile size istediğiniz bakış açısından başlama şansı veriyor. Tarzlar da değişiyor her bölümde. Hatta bakış açıları farklı zamanlarda yazılmış muhtemelen. Kitabında yazar, gidiş yolunu kendince düzenlemiş. Saminen** demiş mesela girişte. Görünce hemen son öyküye gittim.
Ne yaptın sen filan demeyin. belki de yazara olan güvenimden, belki de başka şeylerden elimdeki kitabın tek sayfada çözümü veren veya bu iddiada olan bir kitap olmadığını biliyordum. İstediğim yerden okumaya başlamak istiyorsam, bunu yaparım. Biçimsel kaygıdan ve tek yönlü kurgulardan uzaklaşmamın sebeplerinden bir de budur. En son bakıştan başladım, daha doğrusu daldım diyelim.
Gördüm ki aslında benim değiştirmek istediğim akış çizgisi değişmiyor, nereden başlarsan başla aynı yere ulaşıyorsun, sadece nüansları sonra görmek ile önceden görmek arasında tercih yapıyorsun.
Bildiklerimizi ne kadar biliyoruz, faydalı bilgi nedir, varlık nedir? Bunlara cevap arar insan. Kitap diyor ki "Ben bunları bilmiyorum, ama sen bunları arıyorsan gel yamacıma, sana bir kaç bakış açısı sunacağım.". Sen muhasebeni yap. Dünyan karanlık bir zindan mı, uçsuz bucaksız bir ova mı, yoksa zaman bağımsız mekan bağımlı bir yer mi? Düşün diyor. İkra!**** emrine uyarak başlıyoruz.
Her kitabı kapadığınızda düşüncelerinizi yakalayabilirseniz, o kitapla alakalı tek bir cümle geçtiğini görürsünüz, daha sonraki okumalarınız sadece ayrıntıların tadına daha fazla varmak için olur genelde. Bu kitabı kapadığımda aklımdan geçen şuydu:
"Sonsuzluk bütünü değil de, bütünün parçalarını tanımlamak için kullanılır.". Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, asıl bilgiden uzaklaşırız ayrıntılara takıldıkça. Mutlaka bulmacalar vardır, ama bulmaca addettiklerinizin çözümü, kısaltmasından bulduğunuz bir elementinin adının, size çağrıştırdıkları kadar faydalıdır belki de. Bilemeyiz.
Son olarak Galip'ten ve Yunus'tan yapılan alıntılar, harf illüstrasyonları gayet güzel. hacminden daha fazla şeyler vaadediyor. Tasavvufi göndermeler de bir o kadar güzel, başka bir bakışa geçileceğinde toparlamak için verilen beyitler ise ayrı leziz. Ki aslında ecnebilerin dediği noovell tarzında bir eserdir bu kitap.
Son olarak ben de Muhiddin'den*** bir alıntı yapayım madem:
"Bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır
Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır..."
* Allah vardı ve ondan başka bir varlık yoktu. hala ondan başka varlık yok.
** Sekizinci olarak.
*** Muhyiddin İbn Arabi.
**** Oku! (Kur'an-ı Kerim 96/1)
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
Muhayyelattan bir alemden haber, saman kağıtlarına düşmüş, haberleri yeni ulaştı diyarıma. Ki bu hikaye sekiz kısımdan müteşekkildir, farazi bir zaman diliminde, farazi kişilerin, farazi kurguları üzerine yazılmış, gaybdan haber vermeyen bir kitap. Ama az biraz neler olacağını söylüyor. "İşlenmeyen bir konu kalmamıştır, eyvallah." diyor yazar, ama kurgu noktasında nefesimizle yarış edebiliriz diye ekliyor.
- İstediğimiz hikayeden başlayabiliyor muyuz Gökdemir İhsan efendi?
- Tabii ki.
Katakofti. Kapak: Ahmet Gürlen.
Kitap her bölümü okusanız ya da okumasanız bile size istediğiniz bakış açısından başlama şansı veriyor. Tarzlar da değişiyor her bölümde. Hatta bakış açıları farklı zamanlarda yazılmış muhtemelen. Kitabında yazar, gidiş yolunu kendince düzenlemiş. Saminen** demiş mesela girişte. Görünce hemen son öyküye gittim.
Ne yaptın sen filan demeyin. belki de yazara olan güvenimden, belki de başka şeylerden elimdeki kitabın tek sayfada çözümü veren veya bu iddiada olan bir kitap olmadığını biliyordum. İstediğim yerden okumaya başlamak istiyorsam, bunu yaparım. Biçimsel kaygıdan ve tek yönlü kurgulardan uzaklaşmamın sebeplerinden bir de budur. En son bakıştan başladım, daha doğrusu daldım diyelim.
Gördüm ki aslında benim değiştirmek istediğim akış çizgisi değişmiyor, nereden başlarsan başla aynı yere ulaşıyorsun, sadece nüansları sonra görmek ile önceden görmek arasında tercih yapıyorsun.
Bildiklerimizi ne kadar biliyoruz, faydalı bilgi nedir, varlık nedir? Bunlara cevap arar insan. Kitap diyor ki "Ben bunları bilmiyorum, ama sen bunları arıyorsan gel yamacıma, sana bir kaç bakış açısı sunacağım.". Sen muhasebeni yap. Dünyan karanlık bir zindan mı, uçsuz bucaksız bir ova mı, yoksa zaman bağımsız mekan bağımlı bir yer mi? Düşün diyor. İkra!**** emrine uyarak başlıyoruz.
Her kitabı kapadığınızda düşüncelerinizi yakalayabilirseniz, o kitapla alakalı tek bir cümle geçtiğini görürsünüz, daha sonraki okumalarınız sadece ayrıntıların tadına daha fazla varmak için olur genelde. Bu kitabı kapadığımda aklımdan geçen şuydu:
"Sonsuzluk bütünü değil de, bütünün parçalarını tanımlamak için kullanılır.". Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, asıl bilgiden uzaklaşırız ayrıntılara takıldıkça. Mutlaka bulmacalar vardır, ama bulmaca addettiklerinizin çözümü, kısaltmasından bulduğunuz bir elementinin adının, size çağrıştırdıkları kadar faydalıdır belki de. Bilemeyiz.
Son olarak Galip'ten ve Yunus'tan yapılan alıntılar, harf illüstrasyonları gayet güzel. hacminden daha fazla şeyler vaadediyor. Tasavvufi göndermeler de bir o kadar güzel, başka bir bakışa geçileceğinde toparlamak için verilen beyitler ise ayrı leziz. Ki aslında ecnebilerin dediği noovell tarzında bir eserdir bu kitap.
Son olarak ben de Muhiddin'den*** bir alıntı yapayım madem:
"Bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır
Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır..."
* Allah vardı ve ondan başka bir varlık yoktu. hala ondan başka varlık yok.
** Sekizinci olarak.
*** Muhyiddin İbn Arabi.
**** Oku! (Kur'an-ı Kerim 96/1)
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
24 Ocak 2015 Cumartesi
Yola çıkmaya karar veren kadınlar
“Hanımlar bu yolculukta öyle hadiseler cereyan edecek ki sersemleyeceksiniz. Sersemlemek iyidir. Zihniniz bulanır, kalbiniz böylece berraklaşır. Yapmanız lazım gelenler ortadan kalkınca, olmamız lazım gelen kadınlar olacaksınız. Etrafınıza bakın göreceksiniz ki hayat bizim nefesimizde."
“Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu muhakkak yol yazar.”
Yola çıkmak gerekti, iyi ya da kötü bir menzile ulaşmak, kaderi yenemesek de ondan kaçmaya çalışmak. Özgürlüğü yeniden elde etmek için bir yola gitmek gerekti; o yoldan dönüş olduğunu bilse de ya da Ödipus gibi bilmese de. Yol, yolcu, yolculuk! Bir istikamet belirlemek, son durağı olmayan bir istikamet. Dünya ise bu yolculuğun bir aşaması. Var olmak, yaşamak, ölüm, tekrar dirilme hepsi bir yolculuktur. İnsanın yolculuğu hiçbir zaman bitmez sadece yenisiyle yer değiştirir. Bazen bir şeye doğrudur bu yolculuk, bazen bir şeyden olur, bazen de bir şey için. Yunus’a göre Hakk’ı içinde arama, İbn-i Arabî’ye göre ilahi isimler arasında intikal yani Maksad’a Tanrı’ya yolculuk. İnsan her daim yolcu!
“Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da sırlarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor okuru dört yaralı kadının yoldaşlığında. Bu dört kadın yaralı, kırılgan filan ama dışarıdan bakınca sonu belirsiz bir yola çıkmaya, kadın dayanışmasını sonuna kadar götürmeye ve birbirlerine çok özellerini açmaya cesaret edebilecek kadar canavar gibi kadınlar. Kadınca bir yol hikâyesine sahip olan roman anaerkil kültün tanrıçalarının, tek tanrılı dinlerin kadına yönelik bütün aşağılamalarına rağmen biçim değiştirerek varlıklarını sürdürmelerini şu sözlerle anlatıyor:
"Bakma sen, kadınlar tanrıçalarını asla terk etmezler. Sadece gizlenmeleri için onlara yeni kostümler dikerler!"
"Fatima, Dido, El kahina, Sibel, Meryem... adına ne dersen. Kadın tanrı kılık değiştirir sadece. Tahmin edersin ki erkek dünyasında hayatta kalmak için kıvrak olmak gerekiyor!"
Kitabın anlatıcısı; romanın yazarı ve ana karakteri Ece Temelkuran’ın kendisi olduğunu düşündüren isimsiz kahraman bir Türk gazeteci-yazar olarak çıkıyor karşımıza. Arap Baharı ülkelerini inceleyen, yakın zamanda işsiz kalmış bu kadın gazeteci, Tunus’ta kaldığı bir otelde, Maryam adlı Mısırlı bir kadın ve Amira adlı Tunuslu bir başka kadınla tanışır. Kaynaşıp beraber kafa çekmeye başlayan bu üçlü, otelin karşısındaki apartmanda balkonda oturmuş demlenen bir yaşlı hanıma kadeh kaldırırlar ve asıl macera bundan sonra başlar. Yaşlı hanım Madam Lilla, bu üç hanımı davet ettiği bir yemekte onları kendi intikam öyküsünün peşinde uzun bir yolculuğa çıkmaya ikna eder. Tunus’tan Libya’ya, oradan da Mısır’a ve Lübnan'a kadar giden, çölleri aşan bu yolcukta dört kadın da sırlarını birbirlerinden saklamaya çalışırlar fakat işler pek de umdukları gibi gitmez.
"İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları geçeceğini hiç kestiremiyor. Kaybolduğunuz çöl, sizi bulanla aynı olmuyor..."
"Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek… Hayat, şimdi, burada.”
Sağlam bir yol hikâyesine sahip romanın içinde kadına ve yaşama dair her şey var: Aşk, macera, güncel politika, tarih, İslam, mitoloji, kadınların ikilemleri, toplumsal cinsiyet rollerini ve oryantalizm. Bazen bu kavramların hepsi tek bir romanın içinde çok fazla kaçmış gibi dursa da okurken insanın soluğunu kesiyor bazı anlarda. En sık kullanılan bir tabirle “erkek gibi kadınlar” tanımına sahip bu hanımlar buram buram dişilik ve annesiz kız çocuklarının kırılganlığını taşıyor. Kitabın en vurucu ve sıra dışı yanı bu karakterlerin Ortadoğu’nun yarattığı imajla tektipleştirilmemiş Müslüman kadın karakterler olması. Batı’nın gördüğü oryantalizme açıktan savaş açan Temelkuran, “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da belli coğrafyalara dair kitapları ve kadınları okurken karşılaştığımız ve çoğu zaman içselleştirdiğimiz klişelere karşı bombalar yağdırıyor.
Madam Lilla gibi bir kadınla yola çıkmak demek onun bu kadınlar hakkındaki şu görüşlerini de kabul etmek demek: Siz zaten bir parça dünyalarınızdan atılmışsınız, size ailenizde, ülkenizde yer yok, dahası onlar sizden korkuyor (134). Ve bununla didişmek yerine, bu durumu kabul edip hayat denilen maceranın ya da kaderinizi yazma teşebbüslerinizin tadını çıkarmaya bakın. Tüm o masalsı havasına rağmen yasemin kokulu rakılar içen bilge kadınların ve tanrıçaların ağzından müthiş tespitlerle ve altı çizilesi şiirsel söz oyunları, metaforlarla dolu roman kahramanı ve okuru olan kadınlara Dido, El Kahina, Haypatya, Ümmü Gülsüm, Amy Winehouse gibi dünya tarihinin önemli kadın karakterleriyle seslenerek gaz veriyor bazı anlarda.
Son yılların yakın coğrafyadaki siyasi gelişmelerine ve toplumsal olaylarına değinen romanda karakterler de oldukça politize ve aktif eylemciler olarak çıkıyor karşımıza. Ama hikâyenin biraz daha içine girip derinleştikçe anlaşılıyor ki yaşları 30’ları geçen bu kadınlar için devrim sanki bahane âşık olmak, dans etmek, sevişmek şahane. Aşk’ı bulmak ve onu yaşamaktır asıl mesele…
"Bazen rüzgâr esmez. Esmedi mi esmez yıllarca. İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder. Bir yandan onların alayı, bir yandan senin kendine biçtiğin başı sonu olmayan eza… Dert dermansızlaşır. Gençken gelir geçer böyle kuraklıklar. Ama ömrün ortasındaysan.” “Aşk bir tereddüt anında gelir hanımlar. Bir küçük tökezleme ve işiniz biter. Yılların tecrübesi, bir ömrün zaferleri, külyutmaz aklın yaş tahtaya basmazlığı… Bir küçük tereddüt anını bekler aşk, kurduğunuz saray devrilir."
Dedik ya yazının başında yola çıkmak gerek, insan her daim yolcu. “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” da sağlam bir yol hikâyesi. “Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu mutlaka yol yazar” dediği gibi anlatıcının, herkesin hikâyesi ve yolunun sonu farklı.
"Bilakis ömür çok uzun. Hiç de öyle göz açıp kapayıncaya kadar değil. Fakat tek bir şartı var. Kaderini, gönlünü ferah tutarak seveceksin. Ancak sahiplenilmemiş hayatlar kısadır. Yaşamayı istediğin bir ömürde hep yeterince vakit vardır. Yanlış hikâye yoktur. Siz, kaderiniz ne zahmetli olursa olsun hariçte kalmamaya bakın. Ömür o vakit kısalır işte."
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
“Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu muhakkak yol yazar.”
Yola çıkmak gerekti, iyi ya da kötü bir menzile ulaşmak, kaderi yenemesek de ondan kaçmaya çalışmak. Özgürlüğü yeniden elde etmek için bir yola gitmek gerekti; o yoldan dönüş olduğunu bilse de ya da Ödipus gibi bilmese de. Yol, yolcu, yolculuk! Bir istikamet belirlemek, son durağı olmayan bir istikamet. Dünya ise bu yolculuğun bir aşaması. Var olmak, yaşamak, ölüm, tekrar dirilme hepsi bir yolculuktur. İnsanın yolculuğu hiçbir zaman bitmez sadece yenisiyle yer değiştirir. Bazen bir şeye doğrudur bu yolculuk, bazen bir şeyden olur, bazen de bir şey için. Yunus’a göre Hakk’ı içinde arama, İbn-i Arabî’ye göre ilahi isimler arasında intikal yani Maksad’a Tanrı’ya yolculuk. İnsan her daim yolcu!
“Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da sırlarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor okuru dört yaralı kadının yoldaşlığında. Bu dört kadın yaralı, kırılgan filan ama dışarıdan bakınca sonu belirsiz bir yola çıkmaya, kadın dayanışmasını sonuna kadar götürmeye ve birbirlerine çok özellerini açmaya cesaret edebilecek kadar canavar gibi kadınlar. Kadınca bir yol hikâyesine sahip olan roman anaerkil kültün tanrıçalarının, tek tanrılı dinlerin kadına yönelik bütün aşağılamalarına rağmen biçim değiştirerek varlıklarını sürdürmelerini şu sözlerle anlatıyor:
"Bakma sen, kadınlar tanrıçalarını asla terk etmezler. Sadece gizlenmeleri için onlara yeni kostümler dikerler!"
"Fatima, Dido, El kahina, Sibel, Meryem... adına ne dersen. Kadın tanrı kılık değiştirir sadece. Tahmin edersin ki erkek dünyasında hayatta kalmak için kıvrak olmak gerekiyor!"
Kitabın anlatıcısı; romanın yazarı ve ana karakteri Ece Temelkuran’ın kendisi olduğunu düşündüren isimsiz kahraman bir Türk gazeteci-yazar olarak çıkıyor karşımıza. Arap Baharı ülkelerini inceleyen, yakın zamanda işsiz kalmış bu kadın gazeteci, Tunus’ta kaldığı bir otelde, Maryam adlı Mısırlı bir kadın ve Amira adlı Tunuslu bir başka kadınla tanışır. Kaynaşıp beraber kafa çekmeye başlayan bu üçlü, otelin karşısındaki apartmanda balkonda oturmuş demlenen bir yaşlı hanıma kadeh kaldırırlar ve asıl macera bundan sonra başlar. Yaşlı hanım Madam Lilla, bu üç hanımı davet ettiği bir yemekte onları kendi intikam öyküsünün peşinde uzun bir yolculuğa çıkmaya ikna eder. Tunus’tan Libya’ya, oradan da Mısır’a ve Lübnan'a kadar giden, çölleri aşan bu yolcukta dört kadın da sırlarını birbirlerinden saklamaya çalışırlar fakat işler pek de umdukları gibi gitmez.
"İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları geçeceğini hiç kestiremiyor. Kaybolduğunuz çöl, sizi bulanla aynı olmuyor..."
"Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek… Hayat, şimdi, burada.”
Sağlam bir yol hikâyesine sahip romanın içinde kadına ve yaşama dair her şey var: Aşk, macera, güncel politika, tarih, İslam, mitoloji, kadınların ikilemleri, toplumsal cinsiyet rollerini ve oryantalizm. Bazen bu kavramların hepsi tek bir romanın içinde çok fazla kaçmış gibi dursa da okurken insanın soluğunu kesiyor bazı anlarda. En sık kullanılan bir tabirle “erkek gibi kadınlar” tanımına sahip bu hanımlar buram buram dişilik ve annesiz kız çocuklarının kırılganlığını taşıyor. Kitabın en vurucu ve sıra dışı yanı bu karakterlerin Ortadoğu’nun yarattığı imajla tektipleştirilmemiş Müslüman kadın karakterler olması. Batı’nın gördüğü oryantalizme açıktan savaş açan Temelkuran, “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da belli coğrafyalara dair kitapları ve kadınları okurken karşılaştığımız ve çoğu zaman içselleştirdiğimiz klişelere karşı bombalar yağdırıyor.
Madam Lilla gibi bir kadınla yola çıkmak demek onun bu kadınlar hakkındaki şu görüşlerini de kabul etmek demek: Siz zaten bir parça dünyalarınızdan atılmışsınız, size ailenizde, ülkenizde yer yok, dahası onlar sizden korkuyor (134). Ve bununla didişmek yerine, bu durumu kabul edip hayat denilen maceranın ya da kaderinizi yazma teşebbüslerinizin tadını çıkarmaya bakın. Tüm o masalsı havasına rağmen yasemin kokulu rakılar içen bilge kadınların ve tanrıçaların ağzından müthiş tespitlerle ve altı çizilesi şiirsel söz oyunları, metaforlarla dolu roman kahramanı ve okuru olan kadınlara Dido, El Kahina, Haypatya, Ümmü Gülsüm, Amy Winehouse gibi dünya tarihinin önemli kadın karakterleriyle seslenerek gaz veriyor bazı anlarda.
Son yılların yakın coğrafyadaki siyasi gelişmelerine ve toplumsal olaylarına değinen romanda karakterler de oldukça politize ve aktif eylemciler olarak çıkıyor karşımıza. Ama hikâyenin biraz daha içine girip derinleştikçe anlaşılıyor ki yaşları 30’ları geçen bu kadınlar için devrim sanki bahane âşık olmak, dans etmek, sevişmek şahane. Aşk’ı bulmak ve onu yaşamaktır asıl mesele…
"Bazen rüzgâr esmez. Esmedi mi esmez yıllarca. İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder. Bir yandan onların alayı, bir yandan senin kendine biçtiğin başı sonu olmayan eza… Dert dermansızlaşır. Gençken gelir geçer böyle kuraklıklar. Ama ömrün ortasındaysan.” “Aşk bir tereddüt anında gelir hanımlar. Bir küçük tökezleme ve işiniz biter. Yılların tecrübesi, bir ömrün zaferleri, külyutmaz aklın yaş tahtaya basmazlığı… Bir küçük tereddüt anını bekler aşk, kurduğunuz saray devrilir."
Dedik ya yazının başında yola çıkmak gerek, insan her daim yolcu. “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” da sağlam bir yol hikâyesi. “Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu mutlaka yol yazar” dediği gibi anlatıcının, herkesin hikâyesi ve yolunun sonu farklı.
"Bilakis ömür çok uzun. Hiç de öyle göz açıp kapayıncaya kadar değil. Fakat tek bir şartı var. Kaderini, gönlünü ferah tutarak seveceksin. Ancak sahiplenilmemiş hayatlar kısadır. Yaşamayı istediğin bir ömürde hep yeterince vakit vardır. Yanlış hikâye yoktur. Siz, kaderiniz ne zahmetli olursa olsun hariçte kalmamaya bakın. Ömür o vakit kısalır işte."
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
19 Ocak 2015 Pazartesi
Rahmetli Üsküdar'ı iyi bilenlerin kitabı
"Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri!
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri."
- Yahya Kemal Beyatlı
Geçen akşam ana haber bültenlerinde bir balıkçının söylediklerine rast geldim. Balık fiyatlarının neden birden arttığını merak eden muhabire "Hava soğudu mu, kar kış geldi mi böyle oluyor" dediğini işitmekle birlikte şoka girdim. Böyle bir "esnaf geleneği"nin olduğunu ne okumuş ne de duymuştum. Öyle ki bu sabah da başka bir esnaf, bilhassa manav ürünlerinin neden büyük şehirlerde değişik fiyatlarda sunulduğunu "Alım gücünün yüksek olduğu semtlerde işler değişiyor" diyerek yorumlayınca, sinirlerime hâkim olamadım. Bazılarımız sinirlenince kabiliyeti doğrultusunda hareket eder. Bizim gibiler de işte anca kitaptır, musikidir, belki şiirdir. Kısacası ahuvahlar içinde seyirci kaldığım gündem benim aklıma bir kitap düşürdü. Size biraz ondan söz etmek istedim.
Ömrünün tamamını tıpkı dedeleri ve nineleri gibi Üsküdar'da geçirmiş olan merhum Ahmed Yüksel Özemre'nin Üsküdar üçlemesini oluşturan kitapları şöyledir: Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı, Üsküdar Ah Üsküdar, Üsküdar'ın Üç Sırlısı. Bu yazıyla birlikte üçlemenin ilk kitabını da fakir önermiş oldu. "Ah Üsküdar Ah"da derin bir tahassürle Üsküdar'ın geleneklerini, edeplerini, örfünü, adetlerini, insanlarını, esnafını, kısacası hem tanık olduğu hem de görmüş geçirmiş Üsküdarlılarla birlikte öğrendiği "Üsküdar yaşamını" anlatıyor Özemre. Okuyanları bilir ki üslubu çok lezzetli ve bir o kadar hikâye kıvamındadır. Şurası da unutulmamalı ki yazdıklarının çoğunu tarih kitapları ve bilhassa anılar, biyografiler doğrulamaktadır. Madem kitabı önermeye esnaftan başladım, işte "eski" Üsküdar esnafı hususunda kitaptan bir alıntı:
"O devirde Üsküdar esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan, ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı. Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya kalkışanlar gibi değillerdi. çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi. O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!” derdi."
Üzerine yorum yapmaya gerek var mı? Benim gibi 80'li yılların sonlarına doğru dünyaya gelen kuşağın belki çocukluğunda rastladığı, belki de ancak babalarından veya dedelerinden işittiği hadiseler. Şunu da belirtmek gerekir ki Özemre, ömrünün son yıllarında Üsküdar esnafından bir hayli yakınır. Meyveyi, sebzeyi, balığı ve tavuğu "müşterisine" allayıp pullayıp sahte bir biçimde satan esnafla zaman zaman kavga eder, onları uyarır, fakat nafile... Üsküdar'ın kadınları ve çocukları hakkında çok manidar gözlemleri var yazarın. Mesela kadınlar hakkında "Üsküdar'ın kadınları, genellikle, genç kızlıklarında zayıf fakat evliliklerinde balık etinde olurlar ve, genellikle, kocalarından da daha uzun yaşarlardı. Kocaları vefât ettikten sonra, istisnaî hâller hâriç, genç iken dul kalmış olsalar bile genellikle bir daha evlenmezler; ve, eğer çocukları evlenmiş de ayrı ev açmışlarsa, "çocuklarına yük olmasınlar" diye de kendi evlerinde hür ve tek başlarına oturmayı, "tencerelerini kendilerinin kaynatmasını" tercih ederlerdi." der. Çocuklar hakkında da hem kendi çocukluğunu katarak hem de hayıflanarak şunları söyler: "Bütün sâhil çocukları gibi Üsküdar'ın çocukları da denize âşıktılar; yazın Paşalimanı, Kavak İskelesi, Şemsipaşa, Salacak ve çifte Kayalar sâhillerinin kırallarıydılar. Buralarda etraflarını umursamaz bir neşeyle denize girer ya da ellerinde oltalarla kayabalığı tutarlardı. Benim gibi "Muhallebi çocukları" ise, sokağa yalnız başına çıkmalarına destûr verilinceye kadar, Salacak Aile Gazinosu'nun altındaki Salacak Plâjı'ndan babalarının ya da ağabeylerinin refâkatinde denize girmişlerdir. Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar'ında çocuklar mukaddesti. Herkes ama herkes onlara hissettirmeden onları kollar, gözetirdi. Onun içindir ki aileler mutmain, çocuklar da mes'uddu."
Hangi semtten gelirse gelsin havasıyla ve suyuyla insanı büyüleyen bir iklimi var Üsküdar'ın. Bu fakir de evlilik münasebetiyle 2014'ün haziran ayında ömründe ilk defa Anadolu yakasında ikamet etmeye başladı ve taşınır taşınmaz da bu iklimi Acıbadem'de dahi hissetmeye başladı. Ara ara meydana gelen lodosun üzerimdeki etkisinin karşılığını yine kitapta buldum:
"Çocukluğumda lodosun hüküm sürdüğü günlerde annemde, babamda ve babaannemde ortaya çıkan sinirlilik, bitkinlik ve başağrıları beni hayrete düşürürdü. Hanımların lodoslu havalara rastlayan toplantı günlerinde ise hep lodosun kendileri ve yakınları üzerindeki etkilerinden söz edilirdi. Bu günlerin başlıca eğlencesi olan tombalada tombalayı çeken hanım meselâ 68'i 89 diye okuyup da sonra hatâsını fark eder, özürlerle düzeltirse hanımlar onu üzmemek için: "Normal efendim, normal! Bu lodos kimde hâl, dikkat bırakıyor ki?" diye ahkâm keserlerdi. Ben lodosun neden benim üzerimde bu türlü bir tesiri olmadığına hayret eder durur, bu tesirin tezâhürünü insanların aşırı hassasiyetine ve biraz da dikkati celbetmek ya da (o zamanların radyosuz, televizyonsuz ortamında) üzerinde konuşulacak bir mevzu ihdâs etmek eğilimlerine bağlardım. Ama 65 yaşımdan sonra lodoslu havalarda bende de aşırı bir yorgunluk zuhur etmeye başlayınca lodosun bu gücünü teslim etmek zorunda kaldım. Daha sonra da öğrendim ki eski İstanbul'da lodosun hüküm sürdüğü günlerde kadılar "Lodos, muhâkeme kābiliyetimizi bozar da adâlete uymayan bir karar veririz" endîşesiyle herhangi bir karar vermekden kaçınırlar; kararı poyrazlı bir güne ertelerlermiş."
Yine balıkçı hassasiyetime geri dönmek isterim. Baştan söyleyeyim balık tutmaya merakım yoktur. Babamın balıklar hakkında ihtisas sahası o kadar geniştir ki gözüne bakıp sülalesini sayar, kuyruğuna bakarak nereden geldiğini anlar, pullarından meteorolojik tahminler yapar. İşte eskinin balıkçıları da müşterisine "para" gözüyle bakmaz, ona en taze balığı emeğinden fazlasını talep etmeden temin edermiş. Yazar da şimdinin balıkçılarını balıkçı olarak değil, balık satıcısı olarak görüyor:
"Ne yazıktır ki eski Üsküdar'ın voli çeviren balıkçılarının o mutantan nidâları yerini artık: orkinos yavrularını torik, sarıkanatı lüfer, vonosu uskumru ve Norveç'den ithâl liparileri de palamut zanneden ve onları bu isimler altında satan echel-i cühelâ, nev-zuhur [balıkçı değil] "balık satıcıları"nın ısrarlı ve sulu çığırtkanlığına terketmiş bulunmaktadır... Birkaç senedenberidir de Üsküdar'da Eminönü'ye kalkan dolmuş motorlarının yanındaki rıhtımda mekân tutmuş olan balık satıcılarının bir kısmı Norveç'den ithâl edilen dondurulmuş "lipari"leri, yâni azman uskumruları, "Palamut" ve hattâ "Tâze Şile Palamudu" etiketleriyle teşhir etmekte ve kulak tırmalayan bir çığırtkanlıkla reklâm edip halka gagalamaktadırlar."
Son olarak, "Musiki ruhun gıdasıdır" sözünün hayat bulmuş semtlerinden biri olan eski Üsküdar'da; ezanlardan kuş seslerine kadar gün tamamen ahenk içindeymiş. Üsküdar'ın sadece şeyhleri, dervişleri, balıkçıları, sokak satıcıları, şairleri, hanendeleri, sazendeleri değil delileri bile ciddi bir musiki ahlâkından nasibi almış. Halkın hassasiyetinin egzoz seslerine karışmadığı günlerden bir bilgi olsun:
"Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi."
Üsküdar, kendini kaybetmiş kentleşmenin, otomobilleşmenin ve kaybolan hassasiyetlerin inadına yaşıyor, yaşam mücadelesi veriyor. Yeniden eski günlerine dönmesi imkânsız gibi görünüyor. Umutsuzluğun bize bir faydası yok ama en azından bu kitabı okuyarak nelerin kaybedildiği ve nelerin yeniden temin edilebileceği anlaşılabilir. Yazarı rahmetle yad ederken, kitabın da çırpındığımız bu koşullarda öneminin giderek arttığını düşünüyorum. Bu kitap naçizane, artık rahmetli olan Üsküdar'ı tanımak isteyenlere ve hatta iyi bilenlere, varsa haklarını helal etme niyetiyle...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri."
- Yahya Kemal Beyatlı
Geçen akşam ana haber bültenlerinde bir balıkçının söylediklerine rast geldim. Balık fiyatlarının neden birden arttığını merak eden muhabire "Hava soğudu mu, kar kış geldi mi böyle oluyor" dediğini işitmekle birlikte şoka girdim. Böyle bir "esnaf geleneği"nin olduğunu ne okumuş ne de duymuştum. Öyle ki bu sabah da başka bir esnaf, bilhassa manav ürünlerinin neden büyük şehirlerde değişik fiyatlarda sunulduğunu "Alım gücünün yüksek olduğu semtlerde işler değişiyor" diyerek yorumlayınca, sinirlerime hâkim olamadım. Bazılarımız sinirlenince kabiliyeti doğrultusunda hareket eder. Bizim gibiler de işte anca kitaptır, musikidir, belki şiirdir. Kısacası ahuvahlar içinde seyirci kaldığım gündem benim aklıma bir kitap düşürdü. Size biraz ondan söz etmek istedim.
Ömrünün tamamını tıpkı dedeleri ve nineleri gibi Üsküdar'da geçirmiş olan merhum Ahmed Yüksel Özemre'nin Üsküdar üçlemesini oluşturan kitapları şöyledir: Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı, Üsküdar Ah Üsküdar, Üsküdar'ın Üç Sırlısı. Bu yazıyla birlikte üçlemenin ilk kitabını da fakir önermiş oldu. "Ah Üsküdar Ah"da derin bir tahassürle Üsküdar'ın geleneklerini, edeplerini, örfünü, adetlerini, insanlarını, esnafını, kısacası hem tanık olduğu hem de görmüş geçirmiş Üsküdarlılarla birlikte öğrendiği "Üsküdar yaşamını" anlatıyor Özemre. Okuyanları bilir ki üslubu çok lezzetli ve bir o kadar hikâye kıvamındadır. Şurası da unutulmamalı ki yazdıklarının çoğunu tarih kitapları ve bilhassa anılar, biyografiler doğrulamaktadır. Madem kitabı önermeye esnaftan başladım, işte "eski" Üsküdar esnafı hususunda kitaptan bir alıntı:
"O devirde Üsküdar esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan, ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı. Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya kalkışanlar gibi değillerdi. çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi. O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!” derdi."
Üzerine yorum yapmaya gerek var mı? Benim gibi 80'li yılların sonlarına doğru dünyaya gelen kuşağın belki çocukluğunda rastladığı, belki de ancak babalarından veya dedelerinden işittiği hadiseler. Şunu da belirtmek gerekir ki Özemre, ömrünün son yıllarında Üsküdar esnafından bir hayli yakınır. Meyveyi, sebzeyi, balığı ve tavuğu "müşterisine" allayıp pullayıp sahte bir biçimde satan esnafla zaman zaman kavga eder, onları uyarır, fakat nafile... Üsküdar'ın kadınları ve çocukları hakkında çok manidar gözlemleri var yazarın. Mesela kadınlar hakkında "Üsküdar'ın kadınları, genellikle, genç kızlıklarında zayıf fakat evliliklerinde balık etinde olurlar ve, genellikle, kocalarından da daha uzun yaşarlardı. Kocaları vefât ettikten sonra, istisnaî hâller hâriç, genç iken dul kalmış olsalar bile genellikle bir daha evlenmezler; ve, eğer çocukları evlenmiş de ayrı ev açmışlarsa, "çocuklarına yük olmasınlar" diye de kendi evlerinde hür ve tek başlarına oturmayı, "tencerelerini kendilerinin kaynatmasını" tercih ederlerdi." der. Çocuklar hakkında da hem kendi çocukluğunu katarak hem de hayıflanarak şunları söyler: "Bütün sâhil çocukları gibi Üsküdar'ın çocukları da denize âşıktılar; yazın Paşalimanı, Kavak İskelesi, Şemsipaşa, Salacak ve çifte Kayalar sâhillerinin kırallarıydılar. Buralarda etraflarını umursamaz bir neşeyle denize girer ya da ellerinde oltalarla kayabalığı tutarlardı. Benim gibi "Muhallebi çocukları" ise, sokağa yalnız başına çıkmalarına destûr verilinceye kadar, Salacak Aile Gazinosu'nun altındaki Salacak Plâjı'ndan babalarının ya da ağabeylerinin refâkatinde denize girmişlerdir. Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar'ında çocuklar mukaddesti. Herkes ama herkes onlara hissettirmeden onları kollar, gözetirdi. Onun içindir ki aileler mutmain, çocuklar da mes'uddu."
Hangi semtten gelirse gelsin havasıyla ve suyuyla insanı büyüleyen bir iklimi var Üsküdar'ın. Bu fakir de evlilik münasebetiyle 2014'ün haziran ayında ömründe ilk defa Anadolu yakasında ikamet etmeye başladı ve taşınır taşınmaz da bu iklimi Acıbadem'de dahi hissetmeye başladı. Ara ara meydana gelen lodosun üzerimdeki etkisinin karşılığını yine kitapta buldum:
"Çocukluğumda lodosun hüküm sürdüğü günlerde annemde, babamda ve babaannemde ortaya çıkan sinirlilik, bitkinlik ve başağrıları beni hayrete düşürürdü. Hanımların lodoslu havalara rastlayan toplantı günlerinde ise hep lodosun kendileri ve yakınları üzerindeki etkilerinden söz edilirdi. Bu günlerin başlıca eğlencesi olan tombalada tombalayı çeken hanım meselâ 68'i 89 diye okuyup da sonra hatâsını fark eder, özürlerle düzeltirse hanımlar onu üzmemek için: "Normal efendim, normal! Bu lodos kimde hâl, dikkat bırakıyor ki?" diye ahkâm keserlerdi. Ben lodosun neden benim üzerimde bu türlü bir tesiri olmadığına hayret eder durur, bu tesirin tezâhürünü insanların aşırı hassasiyetine ve biraz da dikkati celbetmek ya da (o zamanların radyosuz, televizyonsuz ortamında) üzerinde konuşulacak bir mevzu ihdâs etmek eğilimlerine bağlardım. Ama 65 yaşımdan sonra lodoslu havalarda bende de aşırı bir yorgunluk zuhur etmeye başlayınca lodosun bu gücünü teslim etmek zorunda kaldım. Daha sonra da öğrendim ki eski İstanbul'da lodosun hüküm sürdüğü günlerde kadılar "Lodos, muhâkeme kābiliyetimizi bozar da adâlete uymayan bir karar veririz" endîşesiyle herhangi bir karar vermekden kaçınırlar; kararı poyrazlı bir güne ertelerlermiş."
Yine balıkçı hassasiyetime geri dönmek isterim. Baştan söyleyeyim balık tutmaya merakım yoktur. Babamın balıklar hakkında ihtisas sahası o kadar geniştir ki gözüne bakıp sülalesini sayar, kuyruğuna bakarak nereden geldiğini anlar, pullarından meteorolojik tahminler yapar. İşte eskinin balıkçıları da müşterisine "para" gözüyle bakmaz, ona en taze balığı emeğinden fazlasını talep etmeden temin edermiş. Yazar da şimdinin balıkçılarını balıkçı olarak değil, balık satıcısı olarak görüyor:
"Ne yazıktır ki eski Üsküdar'ın voli çeviren balıkçılarının o mutantan nidâları yerini artık: orkinos yavrularını torik, sarıkanatı lüfer, vonosu uskumru ve Norveç'den ithâl liparileri de palamut zanneden ve onları bu isimler altında satan echel-i cühelâ, nev-zuhur [balıkçı değil] "balık satıcıları"nın ısrarlı ve sulu çığırtkanlığına terketmiş bulunmaktadır... Birkaç senedenberidir de Üsküdar'da Eminönü'ye kalkan dolmuş motorlarının yanındaki rıhtımda mekân tutmuş olan balık satıcılarının bir kısmı Norveç'den ithâl edilen dondurulmuş "lipari"leri, yâni azman uskumruları, "Palamut" ve hattâ "Tâze Şile Palamudu" etiketleriyle teşhir etmekte ve kulak tırmalayan bir çığırtkanlıkla reklâm edip halka gagalamaktadırlar."
Son olarak, "Musiki ruhun gıdasıdır" sözünün hayat bulmuş semtlerinden biri olan eski Üsküdar'da; ezanlardan kuş seslerine kadar gün tamamen ahenk içindeymiş. Üsküdar'ın sadece şeyhleri, dervişleri, balıkçıları, sokak satıcıları, şairleri, hanendeleri, sazendeleri değil delileri bile ciddi bir musiki ahlâkından nasibi almış. Halkın hassasiyetinin egzoz seslerine karışmadığı günlerden bir bilgi olsun:
"Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi."
Üsküdar, kendini kaybetmiş kentleşmenin, otomobilleşmenin ve kaybolan hassasiyetlerin inadına yaşıyor, yaşam mücadelesi veriyor. Yeniden eski günlerine dönmesi imkânsız gibi görünüyor. Umutsuzluğun bize bir faydası yok ama en azından bu kitabı okuyarak nelerin kaybedildiği ve nelerin yeniden temin edilebileceği anlaşılabilir. Yazarı rahmetle yad ederken, kitabın da çırpındığımız bu koşullarda öneminin giderek arttığını düşünüyorum. Bu kitap naçizane, artık rahmetli olan Üsküdar'ı tanımak isteyenlere ve hatta iyi bilenlere, varsa haklarını helal etme niyetiyle...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
16 Ocak 2015 Cuma
Düşünmemek bile istemek
Bir kitaba roman demeniz sadece sizi bağlar. Onun nasıl okunacağına siz karar vermezsiniz. belki bazı türlere yakın olabilir, ama o türün tüm özelliklerini taşımaz. Bu "Selman Bayer kitabı"nın en güzel özelliklerinden biri. nasıl okuyacağınıza göre değişiyor çehresi.
Öncelikle Hayâli çok güzel anlatmış, nerede duracağını güzelce seçmiş ve tüm manzarayı önümüze koymuş. Tüm susuzluklarından, tüm beklentilerden, tüm boşa çıkan umutlardan ve kendi içindeki tüm kavgalardan bahsetmiş. Öyle de olmalı, ne kadar severseniz sevin tüm hayatınız bir kişi olmaz, hele bu çağda.
Açılış sahneleri ve kapanış sahneleri hiç tutmaz zaten, babalar oğullarına eziyet ederler ve geceleri uyumamak gösterebileceğiniz ilk başkaldırı olur, sonra sessiz sakin içten büyür içinizdekiler. Bir noktada patlarsınız, hemen ardından bir şüpheye düşersiniz, sonra devam edersiniz. Daha ilk kendi başınıza yaptığınız işte geri dönmek olmaz diye. Sonra kendi kendinizi yıpratmamak için yaptıklarınız, dönemeyişleriniz sizi yıpratır.
Sonra Selman abi, sessizlikten bahsetmiş. susmanın güzelliğinden. İnsan düşünmemek bile istiyor ya, ondan da bahsetmiş. İrili ufaklı aldığımız bir sürü karardan, bunların durumundan, hayatı kaçırmaktan ve korkusundan, değişim korkusundan bahsetmiş. Bir tırtılken gördüğü dünyayı, peteğe girip çıktıktan sonra uçmayı bilen genç bir arı ne kadar dünyayı tanıyorsa o kadar tanırmışız hayatı, belli bir dönemimizde. Sonra uçmaya alıştıkça bulaşırmış işler tepemize: çalışmak, sorumluluk, insanlar, -mış gibi yapmalar ve daha nicesi. Buz dağının görünmeyen kısmında hep iyi cevaplar saklarmışız biz.
Bir kapıyı kapattığınızda arkasındaki her şeyi, gittiğinizde de geride kalan mahallenin hepsini geride bırakırsınız ya, ondan herkes çocukluğuna dönmek ister. Orada kalan iyi şeyler için. İyiden çok kötüler vardır: bize tutamaklıktan çok ayakbağı olan insanları geride bırakıp her şeye yeniden başlamaya yorgundur insan. Ondan dönemeyiz, gidemeyiz hemen karar alıp.
Her apartman dairesi gibi, her kitabında yönü vardır. Bu kitap müstakil bir ev ama sanki kuzeyinin önü yola baktığı için daha çok kullanılmış. Sıcak yanları da eksik edilmemiş.
Selman abi, ilk romanında kendi önünü açmış aslında. Hesaplarının kapatabildiğini kapatmış, kapatamadığıyla da kendi hesaplaşacak anlaşılan. İstediği kadar otobiyografik olsun, tüm kitabın tefsiri bana kalırsa "asr'a and olsun ki insan hüsrandadır."
Ki aslında içinde Emir Sultan Camii geçen bir kitap bu. Mahalleden, ailede geri planda kalmış insanlardan, öğretmenlerden, babalardan, pederzedelerden, oğulzedelerden, Mesnevi'den bahis açan, açtığı bahsi kapatan. Kitap kahramanı olmayı, kendi hayatının başrolüne tercih etmemiş bir insanın hikayesi.
Okumak güzel bir emirdir. Uymak gerek. Ben üç kere uydum bu kitap için. Allah kabul etsin.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
Öncelikle Hayâli çok güzel anlatmış, nerede duracağını güzelce seçmiş ve tüm manzarayı önümüze koymuş. Tüm susuzluklarından, tüm beklentilerden, tüm boşa çıkan umutlardan ve kendi içindeki tüm kavgalardan bahsetmiş. Öyle de olmalı, ne kadar severseniz sevin tüm hayatınız bir kişi olmaz, hele bu çağda.
Açılış sahneleri ve kapanış sahneleri hiç tutmaz zaten, babalar oğullarına eziyet ederler ve geceleri uyumamak gösterebileceğiniz ilk başkaldırı olur, sonra sessiz sakin içten büyür içinizdekiler. Bir noktada patlarsınız, hemen ardından bir şüpheye düşersiniz, sonra devam edersiniz. Daha ilk kendi başınıza yaptığınız işte geri dönmek olmaz diye. Sonra kendi kendinizi yıpratmamak için yaptıklarınız, dönemeyişleriniz sizi yıpratır.
Sonra Selman abi, sessizlikten bahsetmiş. susmanın güzelliğinden. İnsan düşünmemek bile istiyor ya, ondan da bahsetmiş. İrili ufaklı aldığımız bir sürü karardan, bunların durumundan, hayatı kaçırmaktan ve korkusundan, değişim korkusundan bahsetmiş. Bir tırtılken gördüğü dünyayı, peteğe girip çıktıktan sonra uçmayı bilen genç bir arı ne kadar dünyayı tanıyorsa o kadar tanırmışız hayatı, belli bir dönemimizde. Sonra uçmaya alıştıkça bulaşırmış işler tepemize: çalışmak, sorumluluk, insanlar, -mış gibi yapmalar ve daha nicesi. Buz dağının görünmeyen kısmında hep iyi cevaplar saklarmışız biz.
Bir kapıyı kapattığınızda arkasındaki her şeyi, gittiğinizde de geride kalan mahallenin hepsini geride bırakırsınız ya, ondan herkes çocukluğuna dönmek ister. Orada kalan iyi şeyler için. İyiden çok kötüler vardır: bize tutamaklıktan çok ayakbağı olan insanları geride bırakıp her şeye yeniden başlamaya yorgundur insan. Ondan dönemeyiz, gidemeyiz hemen karar alıp.
Her apartman dairesi gibi, her kitabında yönü vardır. Bu kitap müstakil bir ev ama sanki kuzeyinin önü yola baktığı için daha çok kullanılmış. Sıcak yanları da eksik edilmemiş.
Selman abi, ilk romanında kendi önünü açmış aslında. Hesaplarının kapatabildiğini kapatmış, kapatamadığıyla da kendi hesaplaşacak anlaşılan. İstediği kadar otobiyografik olsun, tüm kitabın tefsiri bana kalırsa "asr'a and olsun ki insan hüsrandadır."
Ki aslında içinde Emir Sultan Camii geçen bir kitap bu. Mahalleden, ailede geri planda kalmış insanlardan, öğretmenlerden, babalardan, pederzedelerden, oğulzedelerden, Mesnevi'den bahis açan, açtığı bahsi kapatan. Kitap kahramanı olmayı, kendi hayatının başrolüne tercih etmemiş bir insanın hikayesi.
Okumak güzel bir emirdir. Uymak gerek. Ben üç kere uydum bu kitap için. Allah kabul etsin.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
15 Ocak 2015 Perşembe
Entelektüel kimdir?
Edward Said'in Entelektüel'i, sürgün, yabancı (çevresine ve insanlara), marjinal (çağına göre). Edward Said gibi sürekli gezen, çevresindekilere karşı duyarsız olmayan ve tutumlarını belli prensiplere göre almaya çalışmış bir insandan beklenen bir kitap.
Tamamı Said'in konsferanslarından ve panellerinden alınan yazılarda, oldukça farklı tanımlara göre çıkarsama yapılmış. Bunun yanında farklı coğrafyalardaki durumlara göre bu çıkarsamalar değerlendirilmiş, kitabın yazıldığı zamana göre güncel denilebilecek örneklerle tasdik edilmiş.
Said'in genel çerçevesini çizdiği enetelektüel tanımı ise şu çerçevede:
Sürgün: İnsanın doğal ortamından uzaklaşmadıkça ya da bu elinden alınmadıkça rahatlığını koruyacağını söylüyor. Entelektüel'in rahatsız olması gerektiğini ve bunun algıları açacağına inanan Said, İran devriminden sonra ülkesine dönen bir kaç aydının yaşadıklarıyla bu savını desteklemiş. Önceden İran'daki otoritenin yapyıklarına karşı iyi tutumlar sergileyen bu aydınlar, sürgünden dönünce otoritenin yaptıklarına daha göz yummaya başlamışlar.
Yabancı: Sürgün olan aydının yeni bulunduğu ortamda kendini yabancı hissetmesi ve tutumlarını buna göre oluşturması, öte yandan içinde bulunduğu ortamın otoritesini rahatlıkla sorgulayabilecek halde kalmasını sağlıyor Said'e göre.
Marjinal: Said'in marrjinal tanımı, daha ziyade sözünü çekinmeden söyleyebilen ve bunun geleneklere uygun olup olmamasını takmayan kişi çerçevesinde. Bu da entelektüel'imizin rahatsızlığı ve algılarının açık olması sayesinde yanlışları söyleyebilecek durumda olması manasına geliyor.
Entelektüel salt iyi ya da kötü değildir. Said iyi ve kötü algılarının milletten millete ve gelenekten geleneğe göre değiştiğini söylüyor. Bunun çağdan çağa dahi değişebildiğini aynı aydının faklı senelerde halktan ve otoriteden aldığı tepkileri önümüze sererek güçlendiriyor. Medyanın yönledirmesini ve otoritenin baskıcı tutumlarının da iyi ve kötü algısında değişiklik yaptığı göz önüne alınırsa Said bu noktada çok da haksız değil. O yüzden salt iyi ya da kötü olmak enelektüel'in amacı olamaz.
Said entelektüelin olayları dini veya tinsel olmayan şekilde değerlendirmesinin gerekliliğini vurguluyor. Bunun entelektüel'in bağımsızlığını ve obkeltifliğini etkileyebileceğini belirterek, önyargılardan arınarak olaylara bakılması gerektiğinden dem vuruyor. Keza milliyet konusundaki görüşleri de bunu destekler nitelikte: Sırf geldiği milleti yermemek adına gelenekte olan ya da oluşmuş yanlıştan bahsetmemek yanlıştır.
Politika entelektüelin uzak durması gereken alanlardan biridir. Halk içinden biri olan (aynı zamanda halk için yabancı, halka yabancı değil) entelektüel, halka karşı hükümetin ya da otoritenin yanında bulunmamalıdır. Entelektüel bağımlılılarından dolayı doğruyu belirtemeyecek durumda olduğunda vasfını ve geçerliliğini yitirmesi manasına gelir: O sadece iyi nutuk atabilen ve halkı yönlendiren biridir artık.
Entelektüel'in ne zaman entelektüel olduğu ya da kimin entelektüel sayılıp sayılmayacağı noktasında literatürde bulunan bir çok tanımı veren Said, kendi entelektüel tanımını kitabının başlığında da verdiği ve yukarıda da açıkladığımız tanımlar üzerine kuruyor. Çoğu yerde kendinden de örnek vermekten çekinmemiş. Bunun anlatımı güçlendirdiğini belirtmeden geçmeyelim.
Elbette tukardaki kavramların dolaylı olarak refere ettiği bir kaç kavramdan bahsetmek gerek. Bunlar entelektüelin uzmanlığı, kişiliği, yanılabilmesi ve zamanına ait insanlar olmaları gerektiğidir.
Kişi sadece kendi alanında uzmanlaşarak entelektüel olamaz. Farklı alanlardaki sorunları görmesi, aynı zamanda bunları dile getirmesi, bunların pratikte karşılığının hemen olup olmamasından önemlidir. Zira entelktüel belirttiği ya da gördüğü haksızlıkları dile getirerek bunların çözümü yolunda ilk adımı atmış sayılır. Hemen karşıklık bulması mümkün değildir, zira bu görüşler marjinal olabilir, otorite tarafından yasaklanmış olabilir, gelenekle uyuşmadığı için bir kenara atılabilir. Ama entelktüel tüm bunlara rağmen görüşünün arkasında durmaya devam etmeli ve gördüğü yanlışlık ortadan kalkıncaya kadar bunu sürdürmelidir.
Öte yandan entelektüel kendisinin yanlışlanamaz olduğuna inanmamalı, farklı görüşlere açık olmalı ve bunları değerlendirmesini bilmelidir. Her türlü bilginin güvenirliliği tartışmalıdır entelektüele göre, kendi çıkarsamaları da gözönüne aldığı postülalardan biri yanlış olduğunda yanlış olacaktır. Hatasında ısrarcı olmaması gerekir.
Entelektüel zamanın insanı olma özelliğini taşır: İçinde bulunduğu çağın sorunlarına çözümler üretir ve yeni ufuklar açar. Buradan entelektüelin kendisini takip eden çağda görüşlerinin tamamen yanlış olacağı sonucu çıkmamalıdır. Zira bulunan bir çözüm, o çözüm yanlışlanana ya da yanlış süreçlere neden oluncaya kadar kullanılır. Öte yandan entelektüelin kendisinden sonraki çağda hatırlanma gerekliliği yoktur. Zira Said'in yaptığı tanım da bunu gerektirmiyor.
Kitapta Edward Said'in kendisinden bahsettiği kısımlarda, bariz bir hayal kırıklığı ve sürgün hissini belli oluyor. Ama bunun kitabın objektifliğini etkilemediğini belirtmek gerek. Kendine verdiği referanslar konferanslarda gelebilecek soruların cevabı niteliğinde.
Kitabın beslendiği kaynaklardaki çeşitlilik, okuyucunun kitabın tek bir ağızdan veya yönden bahsetmediğini, olası tüm tanımların değerlendirmeye alındığını görmesi için.
Kitap verilen konferansların metinlerden oluştuğu için, okuyucu bölüm sonlarındaki sonuçlarla yetinmek durumunda. Kitap Said'in bahsettiği entelktüel'in üslubuyla yazılmış. Kendi fikrini empoze etmeyi değil, araştırmayı teşvik edici nitelikte bir çalışma. Nihayetinde entelektüelin fiziki ya da ölçülebilen niteliklerinden ziyade daha genel ama sınırları belli olan bir tanımla entelektüel'in bizatihi kendisini kendisine tanımasına ve duruşunu belirlemesine kolaylık sağlama amacı taşımakta. Bu aynı zamanda, kitabın yazım üslubundan ve duruluğundan dolayı, sokağa entelektüel'i tanıma fırsatı vermekte.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
Tamamı Said'in konsferanslarından ve panellerinden alınan yazılarda, oldukça farklı tanımlara göre çıkarsama yapılmış. Bunun yanında farklı coğrafyalardaki durumlara göre bu çıkarsamalar değerlendirilmiş, kitabın yazıldığı zamana göre güncel denilebilecek örneklerle tasdik edilmiş.
Said'in genel çerçevesini çizdiği enetelektüel tanımı ise şu çerçevede:
Sürgün: İnsanın doğal ortamından uzaklaşmadıkça ya da bu elinden alınmadıkça rahatlığını koruyacağını söylüyor. Entelektüel'in rahatsız olması gerektiğini ve bunun algıları açacağına inanan Said, İran devriminden sonra ülkesine dönen bir kaç aydının yaşadıklarıyla bu savını desteklemiş. Önceden İran'daki otoritenin yapyıklarına karşı iyi tutumlar sergileyen bu aydınlar, sürgünden dönünce otoritenin yaptıklarına daha göz yummaya başlamışlar.
Yabancı: Sürgün olan aydının yeni bulunduğu ortamda kendini yabancı hissetmesi ve tutumlarını buna göre oluşturması, öte yandan içinde bulunduğu ortamın otoritesini rahatlıkla sorgulayabilecek halde kalmasını sağlıyor Said'e göre.
Marjinal: Said'in marrjinal tanımı, daha ziyade sözünü çekinmeden söyleyebilen ve bunun geleneklere uygun olup olmamasını takmayan kişi çerçevesinde. Bu da entelektüel'imizin rahatsızlığı ve algılarının açık olması sayesinde yanlışları söyleyebilecek durumda olması manasına geliyor.
Entelektüel salt iyi ya da kötü değildir. Said iyi ve kötü algılarının milletten millete ve gelenekten geleneğe göre değiştiğini söylüyor. Bunun çağdan çağa dahi değişebildiğini aynı aydının faklı senelerde halktan ve otoriteden aldığı tepkileri önümüze sererek güçlendiriyor. Medyanın yönledirmesini ve otoritenin baskıcı tutumlarının da iyi ve kötü algısında değişiklik yaptığı göz önüne alınırsa Said bu noktada çok da haksız değil. O yüzden salt iyi ya da kötü olmak enelektüel'in amacı olamaz.
Said entelektüelin olayları dini veya tinsel olmayan şekilde değerlendirmesinin gerekliliğini vurguluyor. Bunun entelektüel'in bağımsızlığını ve obkeltifliğini etkileyebileceğini belirterek, önyargılardan arınarak olaylara bakılması gerektiğinden dem vuruyor. Keza milliyet konusundaki görüşleri de bunu destekler nitelikte: Sırf geldiği milleti yermemek adına gelenekte olan ya da oluşmuş yanlıştan bahsetmemek yanlıştır.
Politika entelektüelin uzak durması gereken alanlardan biridir. Halk içinden biri olan (aynı zamanda halk için yabancı, halka yabancı değil) entelektüel, halka karşı hükümetin ya da otoritenin yanında bulunmamalıdır. Entelektüel bağımlılılarından dolayı doğruyu belirtemeyecek durumda olduğunda vasfını ve geçerliliğini yitirmesi manasına gelir: O sadece iyi nutuk atabilen ve halkı yönlendiren biridir artık.
Entelektüel'in ne zaman entelektüel olduğu ya da kimin entelektüel sayılıp sayılmayacağı noktasında literatürde bulunan bir çok tanımı veren Said, kendi entelektüel tanımını kitabının başlığında da verdiği ve yukarıda da açıkladığımız tanımlar üzerine kuruyor. Çoğu yerde kendinden de örnek vermekten çekinmemiş. Bunun anlatımı güçlendirdiğini belirtmeden geçmeyelim.
Elbette tukardaki kavramların dolaylı olarak refere ettiği bir kaç kavramdan bahsetmek gerek. Bunlar entelektüelin uzmanlığı, kişiliği, yanılabilmesi ve zamanına ait insanlar olmaları gerektiğidir.
Kişi sadece kendi alanında uzmanlaşarak entelektüel olamaz. Farklı alanlardaki sorunları görmesi, aynı zamanda bunları dile getirmesi, bunların pratikte karşılığının hemen olup olmamasından önemlidir. Zira entelktüel belirttiği ya da gördüğü haksızlıkları dile getirerek bunların çözümü yolunda ilk adımı atmış sayılır. Hemen karşıklık bulması mümkün değildir, zira bu görüşler marjinal olabilir, otorite tarafından yasaklanmış olabilir, gelenekle uyuşmadığı için bir kenara atılabilir. Ama entelktüel tüm bunlara rağmen görüşünün arkasında durmaya devam etmeli ve gördüğü yanlışlık ortadan kalkıncaya kadar bunu sürdürmelidir.
Öte yandan entelektüel kendisinin yanlışlanamaz olduğuna inanmamalı, farklı görüşlere açık olmalı ve bunları değerlendirmesini bilmelidir. Her türlü bilginin güvenirliliği tartışmalıdır entelektüele göre, kendi çıkarsamaları da gözönüne aldığı postülalardan biri yanlış olduğunda yanlış olacaktır. Hatasında ısrarcı olmaması gerekir.
Entelektüel zamanın insanı olma özelliğini taşır: İçinde bulunduğu çağın sorunlarına çözümler üretir ve yeni ufuklar açar. Buradan entelektüelin kendisini takip eden çağda görüşlerinin tamamen yanlış olacağı sonucu çıkmamalıdır. Zira bulunan bir çözüm, o çözüm yanlışlanana ya da yanlış süreçlere neden oluncaya kadar kullanılır. Öte yandan entelektüelin kendisinden sonraki çağda hatırlanma gerekliliği yoktur. Zira Said'in yaptığı tanım da bunu gerektirmiyor.
Kitapta Edward Said'in kendisinden bahsettiği kısımlarda, bariz bir hayal kırıklığı ve sürgün hissini belli oluyor. Ama bunun kitabın objektifliğini etkilemediğini belirtmek gerek. Kendine verdiği referanslar konferanslarda gelebilecek soruların cevabı niteliğinde.
Kitabın beslendiği kaynaklardaki çeşitlilik, okuyucunun kitabın tek bir ağızdan veya yönden bahsetmediğini, olası tüm tanımların değerlendirmeye alındığını görmesi için.
Kitap verilen konferansların metinlerden oluştuğu için, okuyucu bölüm sonlarındaki sonuçlarla yetinmek durumunda. Kitap Said'in bahsettiği entelktüel'in üslubuyla yazılmış. Kendi fikrini empoze etmeyi değil, araştırmayı teşvik edici nitelikte bir çalışma. Nihayetinde entelektüelin fiziki ya da ölçülebilen niteliklerinden ziyade daha genel ama sınırları belli olan bir tanımla entelektüel'in bizatihi kendisini kendisine tanımasına ve duruşunu belirlemesine kolaylık sağlama amacı taşımakta. Bu aynı zamanda, kitabın yazım üslubundan ve duruluğundan dolayı, sokağa entelektüel'i tanıma fırsatı vermekte.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)