“Ey bu bahçelerde esen eski şarkılar: Nerdesiniz?
Belki de ulu ağaçların yapraklarına saklanmış: Susuyorsunuz.”
- Bâki Süha Ediboğlu (Kürdîlihicazkâr: Avni Anıl)
Toplu şiirler, şair için ne kadar kıymetliyse okuyucu için de bulunmaz nimet. Zira bulunmayan o ilk kitaplar, merak edilen o ilk şiirler, şairin şiir serüveni direkt olarak izlenebiliyor toplu şiirlerle. Son dönem Türk şiiri üzerine bahsedeceğimiz ilk isimlerden Hüseyin Akın, edebiyatımızdaki 25. yılını doldurmuş şairlerden. Ülke Kitap tarafından taptaze yayımlanan “Sevmek, Karanfil ve Kiraz” işte bu 25 yılın şiirini ortaya koyuyor. Burada yine başa dönüyoruz, daha önce yayımlanan şiir kitaplarının bulunmasının çok zor olduğunu, özellikle de ilk iki kitabı bulmanın imkansızlığını düşünürsek toplu şiirlerin okuyucunun kütüphanesine nasıl bir zenginlik katacağını da anlayabiliriz.
Şiirlerinde ölümle burun buruna bir koku verir Hüseyin Akın. Fakat bunu dervişane, yani ölümün hayatın en doğal hâli olduğunu vurgulayarak yapar. Kanaviçe Kırları adlı şiirinde “Der ki içimden bir ses, sen hep öyle yalın kal / yol ne kadar çekse de durduk yerde ölünür” dizelerinden bunu anlayabiliyoruz. Hayatın içinde bir erkeğin yaşayabileceği en zirve ve en çöküntü duygular da yine şairin şiirinde bir izlek. Buradan Bakınca şiirince “Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü” dizeleri de bunun bir örneği olsun. Yer yer kafiye, yer yer de modern şiir teknikleri Hüseyin Akın’ın şiirinde bolca bulunuyor. Şair bir yerde durmuyor, kendini en iyi nasıl ifade edecekse orada yer bulmak, yer yoksa da yer açmak istiyor. Bu sebeple uzun dizeler de görebiliyoruz, lirik ve kısa ifadeler de. Ama içinde hep bir özgünlük, hep bir özgürlük. Kumaştan Çalan Terzi şiirine bakalım: “Benim dilim varmıyor “nehir düştü!” demeye / çalınmış kumaşlardan terzi bir dağ dikiyor.”
Toplu şiirlerin kronolojik irtibatı düşünülünce, okunan şairdeki tabiri caizse kuruluş, gelişme ve yükselme, duraklama dönemlerini yakalayabiliyoruz. Hüseyin Akın’ın toplu şiirlerinde daima bir kuruluş heyecanı, sürekli bir gelişme ve yükselme emeği, kesintisiz bir durgunluk var. Coşkuyla münasebeti hiç kesilmiyor okuyucunun. Özellikle Çöl Vaazları kısmında şair, okuyucunun eline kalemi aldırıyor. Burada şimdi bir duralım. Günümüz şairinin temel kaygılarından “altı çizilecek dize” ile Hüseyin Akın’ın “ele kalem aldırma” coşkusu arasında bir irtibat yok. Burada ciddi bir mübayenet var. Zira okuyucunun hafızasına çalışıyor şair, buradaki çalışmaktan bir boksörü hafızada canlandırmak mümkün. Dizenin hafızaya ve gönle kolay yerleşeni makbuldür. Bu yüzden Çöl Vaazları kısmı diğer bölümler arasından sıyrılıyor. Gol sevinci için formasını çıkarmayı tercih eden bir ileri uç oyuncusu gibi.
“Şafak sökmeden daha alfabeyi”, “Aklıma düşürür hep yaşamak tasasını / ey aşk, ışıklı odalarda beni yeniden doğur”, “Bir parmak kalkıyor, mazereti var / hayat diyeceğini asla unutmaz”, “Sanki bana benziyorsun birazcık içten gülsen / Harbiye’den Elmadağ’a bir uçtan uca gülsen”, “Nerde bir yol daralsa sanki annem oluyor / bu gök denizinde ay takılırken oltaya”, “Nolurdu bizi bir kez göze alsa yaşamak / hatırlasa yürürken yalnız bıraktığını / evlerin kapılardan dışarı aktığını”, kitabın Çöl Vaazları bölümünden dizeler. Elbette bu “bölüm” isimlendirmesi doğru değil, toplu şiirlerde bölümlerin adlarının zaten daha önce yayımlanmış kitaplarının adları olduğunu belirtmemize pek de gerek yok.
Kitapta dört bölüm olduğundan bahsetmiştim. Sevmek, Karanfil ve Kiraz adlı ilk bölüm, Hüseyin Akın’ın 1986-1996 yılları arasında yazdığı şiirlerde oluşuyor. Oldukça doyurucu bir bölüm. İlk şiir “Kırk Numara İstanbul”dan son şiir “Ölesiye”ye kadar fasıl dinliyor gibi oluyoruz. Belirli bir makamda peşrevle başlıyor; kâr, birinci beste, ikinci beste, ağır semai, yürük semai ve saz semaisi şeklinde ilerliyor gibi adeta. İkinci bölüm “Ay Tanığım Olsun” adında. 1990-1998 yıllarını kapsıyor. İsmi gibi, coşkun ve sevgi içerikli şiirler dikkat çekiyor. “Sevgi Sloganları” ile başlıyor, “Arkadaşlarım” ile bitiyor. Tabutta Rövaşata filmindeki şu repliği hatırlatıyor: Ama arkadaşlar iyidir. Üçüncü bölüm olan “Çöl Vaazları”, şairin 1998-2001 arasında yazdığı şiirlerden oluşuyor. Hüseyin Akın’ın, çektiği her okla hedefi tam isabet vurduğu şiirler bu bölümde. Şairin geçmişe gelecekten bakması, çekip gitme isteği ve ölümün tüm samimiyeti gizli dizelerde. Kalpten gelen isyanı naif bir sesle çıkarıyor Hüseyin Akın:
“İşte gidiyorum ne dediğimi bilmeden
Küçüldükçe göğüm serinliklere çarpıyor gölgem
Baltalardan daha kesin duanıza muhtacım!..”
(Kedi Gölü)
“Jilet kirletir kanı, acıyı iple çeker
Ölüm değmemiş hayat elbet dokunaklıdır.”
(Giderayak)
“Gece geldi unutuşa dayandı
Bir kitaptan tam karşıya geçerken
Bütün sözler tutuldu
Bütün sayfalar yandı.”
(Geceye Dipnot)
Son bölüm Kumaştan Çalan Terzi, şairin 2001-2003 şiirlerini barındırıyor. Hüseyin Akın’ın kenara çekilme devri diyebiliriz bu bölüm için. “İşte şiirler burada, bense oradayım”, yani aynı yerde. Ancak burada okuyucuya bir sunum yapılıyor zarif bir tepside. Günümüzle içli dışlı, halet-i ruhiye temsili bir şiir olan “Mezin Dayı”dan:
“Nasıl olsa boşalmış zamanın zembereği
Bu metal gülümseyiş bu dijital çocuklar
Bir tek düşleri gerçek, çıkmayan sakalları
Sen bir halvet kollarsın, bir nefeslik kaçamak
Tutmuşsun yakasını bir salavattır gider
Mıhı çıkmış dünyanın boş bir inattır gider.”
Şiirdeki üslubunu denemelerinde de kurmuş, “lezzete düşkün” okuyucuya hitap eden, daima temiz bir disiplinle yazan Hüseyin Akın’ın 25 yıllık öyküsü diyebiliriz Sevmek, Karanfil ve Kiraz için. Sevmek güzel, karanfil dokunaklı, kiraz coşkun…
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazının tamamı kirkincikapi.com'da yayımlanmıştır.
7 Temmuz 2014 Pazartesi
2 Temmuz 2014 Çarşamba
Kendisiyle yüzleşmek isteyenlere
Doğa Tarihi, Hakan Bıçakçı’nın 2014 etiketli son romanı. Kitabı diğerlerinden farklı yapan ilk şey Bıçakçı’nın hikâyenin merkezine bu defa bir kadın karakteri oturtmuş olması. Hatta öyle ki tüm hikaye müthiş bir ego rüyası içerisinde Doğa isimli metropol hanımefendisinin etrafında pür dikkat dönmekte.
Yazar tüm romanlarında olduğu gibi Doğa Tarihi'nde de aynı yolu izlemiş; usul bir giriş, hafif bir çalkalanma ve koyu bir patlama. Toplamda üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü "Eski Ayna", bir halka ilişkiler şirketinde üst düzey personel olarak çalışan Doğa ile okurun tanışma seansı. Bu bölümde 30’lu yaşlarının ortalarında yetişkin bir kadının dünyasından günümüzün tıkır tıkır basıp geçtiğimiz konularına, haşır huşur yırtıp önemsizce çöp kutularının en dibine attığımız detay meselelerine sokuluyoruz.
Hatırlamak istemediği ancak her fırsatta karşısına dikilen bir taşra geçmişi olan Doğa’nın iş, aile, ilişki, dostluk hırsları arasında kaybolmaya başlamadan önceki suni parlama ve yükselme dönemlerine eğilen "Eski Ayna" aynı zamanda sonun başlangıç sinyallerini de okurun sağına soluna yerleştirerek varış noktasına elleri boş ulaşmamaları adına yazar tarafından takdir edilesi bir başarıyla kurgulanmış.
En iyi arkadaşı iki ayda bir değişen, hayatının slogan sözü iki ayda bir değişen, en büyük tutkusu Facebook’ta fotoğraf paylaşıp diğer insanları kendisiyle kıyaslamak olan, en önemli takıntısı iş arkadaşı Alev’den daha başarılı olmak olan, en güçlü korkusu kilo almak olan Doğa! Enler içinde bir hiç olduğunu fark ettiği anda tozpembe görünen hayatı hızlı bir şekilde kararmaya başlıyor ve Eski ayna parçalanarak ruhunda tamiri imkânsız kesikler açıyor. Ancak doğa bu parçalanmadan da korkulu rüyası olan göğüslerini birkaç beden büyüterek kendi tabiriyle "zaferle" çıkmayı başarıyor.
"Dış görünüşüyle aklını bozmuştu. Kendi hayatıyla meşgul olmayı bırakıp başkalarının hayatıyla meşgul olmaya başlamıştı. Kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakıyordu kendine. Onaylanma hevesiyle. Hayatındaki her türlü eksiklik duygusunu, türlü maddi aşırılıklarla telafi etmeye alışmıştı. Mutlaka zengin, genellikle kaba ve her zaman can sıkıcı adamlarla takılıyordu. Zevk almayı değil zevk alıyor gibi görünmeyi seçmişti."
Paragrafıyla Doğa’nın durum özetini veren Bıçakçı tek bir karaktere yüklediği binlerce farklı ve akışkan anlama eşlik eden binlerce soru işareti ve bunların cevaplarında kişinin kendisiyle ilgili bulabileceği ince eleştirilerle dikiliyor karşımıza. Ve modern çağın sosyal hayatımıza zorlamayla soktuğu internet mecralarının kişisel ilişkiler üzerinde yarattığı derin tahribat, kendisini plazalar ve bol güvenlikli siteler arasında süren bir döngüye hapsetmiş bireyin yalnızlığı, bu yalnızlıktan kurtulmak adına yarattığı kolay kırılabilir desteksiz ve son derece basit bir dünya, o dünyanın para şöhret ilgi odaklı sınırları gibi konulara temas ediyor.
Romanın ikinci bölümü "Yeni Ayna" başlığıyla açılıyor. Eskiyi geride bırakmakta son derece karalı olan Doğa sevgilisi Onur'la birlikte yurt dışı seyahatine çıkıyor. Kendisiyle ilgili yeni kararlar alırken iş hayatında çeşitli atılımlar ve yükselmeler yaşıyor (Firmanın reklam yüzü olmak ve ilk kez tek başına şehir dışında bir sunuma çıkmak gibi) Doğa’nın İstanbul’dan yanında kimse olmadan kendi ayakları üzerinde ayrılışını aktaran bu bölüm karakterin sorumluluk duygusu, modernitenin dayattıklarından ayrı kaldığındaki küçülüşü ve metropolün ölümcül bir bağımlısı olduğunu fark etmesi bakımından hikaye gidişatında küçük ama önemsiz gözüken, fakat önem yükü son derece ağır bir bölüm olarak resmediliyor.
Okuyana her kitabında canlı kanlı çizgi roman kahramanları sunan Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi'nde bunu daha güçlü bir şekilde başarıyor. Doğayı hayal etmek belki de kendi içimizde onlarca doğa taşıyor oluşumuzdan son derece kolay. Hatları, yüzü, hal, hareket ve tavırları hatta yaşlı görünmemek adına azaltmaya çabaladığı jest ve mimiklerindeki geçişler bile okuyucu tarafında en ince detayıyla belirginleştiriliyor. Yeni Ayna’nın lekelenmeye başladığı bölüm sonuna doğru Doğa kitabın kapak görselinde de resmedildiği gibi adeta bir parfüm şişesinin içerisinde sonsuz bir boşlukta, hiçbir yere tutunamadan savrulmaya başlıyor. Önce babası, sonra sevgilisi, sonra en yakın arkadaşı ve son olarak büyük bir hırs ve tutkuyla bağlı olduğu yaşam amacı haline getirdiği işi parçalanıyor.
"Dünyanın en hızlı gülümseyen insanıydı Doğa. Red Kit’in silahını çekip kendi gölgesini vurmasından bile hızlı…. Kendi tiksintisinin karşısına geçip gülebilirdi. İçeride sıktığı dişlerini göstermeden."
Kitabın son ve en can alıcı bölümü olan "İki Ayna Arasında"da ise Doğa artık zaman, akıl ve duygu karmaşasında ve kendinden habersiz yaşam amacını işgal eden yapaylıkların istilasına maruz kalıyor. Eski etiketsiz günlerine duyduğu özlem korkunç kâbuslarla gün yüzüne çıkarken Doğa yalnızlığını sağda solda belirmeye başlayan küçük adamlarla konuşarak eksiltmeye çalışıyor. Birlikte yaşadığı annesini ve küçük köpeğini evden uzaklaştıran doğa boş vermişliğin tehlikeli kıyılarında durgun görünümlü fırtınaya gebe sulara kendisini bırakıveriyor. Hem’de tüm çıplaklığı ve tüm arınmışlığıyla. Aynalardan hangisinde daha güzel göründüğüne bir türlü karar veremeyen Doğa ikisi arasında sıkışıp kalıyor ve kendi sonuna doğru adım adım ilerliyor.
Bıçakçının okuyanını yormayan ancak her sayfada kendisine defalarca hayran bırakan anlatımı gündeliğin ölümcüllüğüne karşı Doğa üzerinden başlatılmış bir isyan gibi. Okurken "bunu ben de yapıyorum" denilemeyecek bir sayfa kitapta yok gibi. Bu anlamda bir özeleştiri metni olma niteliğini de barındırıyor Doğa Tarihi. Doğa’nın kısa ve çalkantılı tarihi günümüz insanına Bıçakçı kaleminden iddialı bir ültimatom. Kendisini eleştirmekten çekinmeyenlere, kendi kimliğini daha iyi analiz etmeyi arzu edenlere sıcak yaz günlerinde dolu dolu bir seans vadediyor...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Yazar tüm romanlarında olduğu gibi Doğa Tarihi'nde de aynı yolu izlemiş; usul bir giriş, hafif bir çalkalanma ve koyu bir patlama. Toplamda üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü "Eski Ayna", bir halka ilişkiler şirketinde üst düzey personel olarak çalışan Doğa ile okurun tanışma seansı. Bu bölümde 30’lu yaşlarının ortalarında yetişkin bir kadının dünyasından günümüzün tıkır tıkır basıp geçtiğimiz konularına, haşır huşur yırtıp önemsizce çöp kutularının en dibine attığımız detay meselelerine sokuluyoruz.
Hatırlamak istemediği ancak her fırsatta karşısına dikilen bir taşra geçmişi olan Doğa’nın iş, aile, ilişki, dostluk hırsları arasında kaybolmaya başlamadan önceki suni parlama ve yükselme dönemlerine eğilen "Eski Ayna" aynı zamanda sonun başlangıç sinyallerini de okurun sağına soluna yerleştirerek varış noktasına elleri boş ulaşmamaları adına yazar tarafından takdir edilesi bir başarıyla kurgulanmış.
En iyi arkadaşı iki ayda bir değişen, hayatının slogan sözü iki ayda bir değişen, en büyük tutkusu Facebook’ta fotoğraf paylaşıp diğer insanları kendisiyle kıyaslamak olan, en önemli takıntısı iş arkadaşı Alev’den daha başarılı olmak olan, en güçlü korkusu kilo almak olan Doğa! Enler içinde bir hiç olduğunu fark ettiği anda tozpembe görünen hayatı hızlı bir şekilde kararmaya başlıyor ve Eski ayna parçalanarak ruhunda tamiri imkânsız kesikler açıyor. Ancak doğa bu parçalanmadan da korkulu rüyası olan göğüslerini birkaç beden büyüterek kendi tabiriyle "zaferle" çıkmayı başarıyor.
"Dış görünüşüyle aklını bozmuştu. Kendi hayatıyla meşgul olmayı bırakıp başkalarının hayatıyla meşgul olmaya başlamıştı. Kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakıyordu kendine. Onaylanma hevesiyle. Hayatındaki her türlü eksiklik duygusunu, türlü maddi aşırılıklarla telafi etmeye alışmıştı. Mutlaka zengin, genellikle kaba ve her zaman can sıkıcı adamlarla takılıyordu. Zevk almayı değil zevk alıyor gibi görünmeyi seçmişti."
Paragrafıyla Doğa’nın durum özetini veren Bıçakçı tek bir karaktere yüklediği binlerce farklı ve akışkan anlama eşlik eden binlerce soru işareti ve bunların cevaplarında kişinin kendisiyle ilgili bulabileceği ince eleştirilerle dikiliyor karşımıza. Ve modern çağın sosyal hayatımıza zorlamayla soktuğu internet mecralarının kişisel ilişkiler üzerinde yarattığı derin tahribat, kendisini plazalar ve bol güvenlikli siteler arasında süren bir döngüye hapsetmiş bireyin yalnızlığı, bu yalnızlıktan kurtulmak adına yarattığı kolay kırılabilir desteksiz ve son derece basit bir dünya, o dünyanın para şöhret ilgi odaklı sınırları gibi konulara temas ediyor.
Romanın ikinci bölümü "Yeni Ayna" başlığıyla açılıyor. Eskiyi geride bırakmakta son derece karalı olan Doğa sevgilisi Onur'la birlikte yurt dışı seyahatine çıkıyor. Kendisiyle ilgili yeni kararlar alırken iş hayatında çeşitli atılımlar ve yükselmeler yaşıyor (Firmanın reklam yüzü olmak ve ilk kez tek başına şehir dışında bir sunuma çıkmak gibi) Doğa’nın İstanbul’dan yanında kimse olmadan kendi ayakları üzerinde ayrılışını aktaran bu bölüm karakterin sorumluluk duygusu, modernitenin dayattıklarından ayrı kaldığındaki küçülüşü ve metropolün ölümcül bir bağımlısı olduğunu fark etmesi bakımından hikaye gidişatında küçük ama önemsiz gözüken, fakat önem yükü son derece ağır bir bölüm olarak resmediliyor.
Okuyana her kitabında canlı kanlı çizgi roman kahramanları sunan Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi'nde bunu daha güçlü bir şekilde başarıyor. Doğayı hayal etmek belki de kendi içimizde onlarca doğa taşıyor oluşumuzdan son derece kolay. Hatları, yüzü, hal, hareket ve tavırları hatta yaşlı görünmemek adına azaltmaya çabaladığı jest ve mimiklerindeki geçişler bile okuyucu tarafında en ince detayıyla belirginleştiriliyor. Yeni Ayna’nın lekelenmeye başladığı bölüm sonuna doğru Doğa kitabın kapak görselinde de resmedildiği gibi adeta bir parfüm şişesinin içerisinde sonsuz bir boşlukta, hiçbir yere tutunamadan savrulmaya başlıyor. Önce babası, sonra sevgilisi, sonra en yakın arkadaşı ve son olarak büyük bir hırs ve tutkuyla bağlı olduğu yaşam amacı haline getirdiği işi parçalanıyor.
"Dünyanın en hızlı gülümseyen insanıydı Doğa. Red Kit’in silahını çekip kendi gölgesini vurmasından bile hızlı…. Kendi tiksintisinin karşısına geçip gülebilirdi. İçeride sıktığı dişlerini göstermeden."
Kitabın son ve en can alıcı bölümü olan "İki Ayna Arasında"da ise Doğa artık zaman, akıl ve duygu karmaşasında ve kendinden habersiz yaşam amacını işgal eden yapaylıkların istilasına maruz kalıyor. Eski etiketsiz günlerine duyduğu özlem korkunç kâbuslarla gün yüzüne çıkarken Doğa yalnızlığını sağda solda belirmeye başlayan küçük adamlarla konuşarak eksiltmeye çalışıyor. Birlikte yaşadığı annesini ve küçük köpeğini evden uzaklaştıran doğa boş vermişliğin tehlikeli kıyılarında durgun görünümlü fırtınaya gebe sulara kendisini bırakıveriyor. Hem’de tüm çıplaklığı ve tüm arınmışlığıyla. Aynalardan hangisinde daha güzel göründüğüne bir türlü karar veremeyen Doğa ikisi arasında sıkışıp kalıyor ve kendi sonuna doğru adım adım ilerliyor.
Bıçakçının okuyanını yormayan ancak her sayfada kendisine defalarca hayran bırakan anlatımı gündeliğin ölümcüllüğüne karşı Doğa üzerinden başlatılmış bir isyan gibi. Okurken "bunu ben de yapıyorum" denilemeyecek bir sayfa kitapta yok gibi. Bu anlamda bir özeleştiri metni olma niteliğini de barındırıyor Doğa Tarihi. Doğa’nın kısa ve çalkantılı tarihi günümüz insanına Bıçakçı kaleminden iddialı bir ültimatom. Kendisini eleştirmekten çekinmeyenlere, kendi kimliğini daha iyi analiz etmeyi arzu edenlere sıcak yaz günlerinde dolu dolu bir seans vadediyor...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
26 Haziran 2014 Perşembe
Ankara'yı lütfen içinizden okuyunuz
"Git vatan! Kabe'de siyaha bürün
Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat
Birini Kerbela'da Meşhed'e at
Kainatta o hey'etinle görün!"
- Namık Kemal
"Ne örümcek ne yosun, ne mucize, ne füsun;
Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter!"
- Kemalettin Kamu
"Türklük asla babanın, ananın dölüyle alakalı bir şey değildir. Türklük doğrudan doğruya senin kalbinle alakalı bir şeydir. Senin kalbin de Kâ'be'dedir."
- İsmet Özel
Yukarıda örneğini gördüğünüz gibi, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir!" gibi bir saadet devrinden "Asmayalım da besleyelim mi?" gibi bir felaket devrine geldik. Ve son büyük Türk şairinin dediği gibi bu felaketin içinde olmamıza rağmen laik, demokrat ve neşeliyiz. Belki de bu üçü olduğumuz(?) için felaketin içindeyiz... Bütün bu geçiş süreci vatanın tam kalbinde oldu, Ankara'da. Bahsettiğimiz vatanın aslan gibi bir milleti var idi, devletiyle omuz omuza, kol kola, artık hüve'l bâki. Şimdi devlet vatan, millet gurbet mi? Gurbetle vatan birbirine uzak kavramlar gibi görünse de aslında birbirine çok yakındır, ortada bir kalp varsa. Mesela Kemalettin Kamu "gurbet şairi", Namık Kemal de "vatan şairi" olarak bilinir. Çünkü ilki vatanın kalbini yanlış yerde aramış ve bulamamış, ikincisi ise vatanın kalbini tam isabet denilecek yerden yakalamıştır. Bu kardeşiniz de sizlere şimdi "Türkiye sevgisi imandandır" diyen bir adamın kitabını önerecek. Ebubekir Kurban'ın, nam-ı diğer Bekir Fuat'ın, Ankara'nın bağrı olan bir arkadaş milliyetçisinin kitabını.
Bu kitap Ankara'yı anlatıyor. Başkentte gidilecek restoranları, kalınacak otelleri ve hatta yüzülecek su alanlarını bile bulabilirsiniz, dersem yer misiniz? Çakı gibi Ankara yazıları arasında Ebubekir Kurban'ın trajikomik üslubu okuyucuyu Mona Lisa yapıyor. Bir yanımız ağlıyor, bir yanımız gülüyor. Elimiz kolumuz durmuyor, kaşımız gözümüz oynuyor. Neden? Çünkü başkent başkent olalı böyle zulüm görmedi. Neler var Ankara yazılarında? Memurluğun 10 Emri, Protokol Top 10, Mabetsiz Şehrin Siyaset Sözlüğü, Yeni Başlayanlar İçin Arz-Rica Denklemi, Anıtkabir Ziyaret Kuralları... Bakın bu konu başlıkları şaka değil. Ankara'da yaşıyorsanız ağzınızda sakızla gezmek, birine ismiyle hitap etmek, eskitilmiş kot pantolonla meclis kapısına dayanmak, sadece işemek için Burger King'e girmek falan kolay şeyler değil. Adım başı resmiyet, yol boyunca diploması. Ama kolunuza giren bir Ebubekir Kurban var. Dolayısıyla sakin olun, ayakkabınızı boyayın, parfümünüzü sıkın, dilinize hakim olarak yola koyulun. Gerisi E-buk'un insafına kalıyor zaten.
Ankara'da telefon, çok insafsız bir şeydir:
"Telefonla arandığınızda direkt siz çıkıyorsanız, bu hiç de önemli adam olmadığınızı, alelade bir memur olduğunuzu gösterir. Yok, telefonlarınız sekreter tarafından bağlanıyorsa gerçekten büyümüşsünüz demektir. Ayrıca arkadaşlarınızı bile sekreterinize bağlatıyorsanız bu büyümenin çok ötesinde bir şeydir."
İstanbul'da bir şeyin moda olma vasfı saniyeliktir, Ankara'da ise bürokratiktir:
"Yıllar önce İstanbul'da yaptığım absürd esprilere, anlattığım fıkralara Ankaralıların bayıldığını fark ettim. Yahu diyorum kendi kendime, burada bir sorun var... Valla zor oldu ama çözdüm. Şöyle oluyor: Malum memur şehri Ankara. Orada ya da burada karşınıza çıkan on kişiden yedisi bir kurumda ya bir memur ya da bilmem ne daire başkanı. Fıkrayı dinleyen Ankaralı diyor ki kendi kendine: Abi ben güleyim de, ne olur ne olmaz! Yarın bir gün bu adam karşıma ya bir genel müdür ya milletvekili ya da bakan olarak çıkabilir, maazallah! Öyle yani."
Ankara'da maaşlar yatmadan devrim yapılmaz:
"Yirmi-yirmi beş civarında Ankaralı memur toplanmış, Meclis’i basacaklar. Sloganlar eşliğinde yola çıkıyorlar ama mesela caddeden karşıdan karşıya geçerken kırmızı ışıkta duruyorlar. Böyle bir manzarayla karşılaşıyorsunuz, sonra neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Ya da şöyle bir şey oluyor, üç beş arkadaşınıza “Hadi devrim yapalım” diyorsunuz, sonra arkadaşlarınızdan biri size diyor ki “Abi üç gün sonra yapsak olmaz mı?” Niye diye sorduğunuzda,“Bugün ayın 12’si de” diyor!"
Nisan 2014'te bu kardeşiniz ahir ömründe ilk defa Ankara'ya gitti ve orada hem Ebubekir Kurban'la tanıştı hem de Bekir Fuat'la çay-sigara yaptı. Dikkatinizi cezbederim ki ikisi birbirinden çok farklı kişilerdir. Yetmedi hem yazarın kitaplarını imzalı aldı hem de kendi şiir kitabını imzalayıp hediye etti. Ücret alınmadı diye hatırlıyorum, onu İbrahim "İhtiyar" Çolak bilir.
Ebubekir Kurban'ın kitapları birer dua kitabı mahiyetindedir. Öyle bir biter ki ellerinizi açıp "amin!" dersiniz. Halbuki "el-fatiha!" dememiştir kitaplarının sonunda yazar. Kendisi Erciyes yürekli bir adam olduğundan uzaktan görülür, leb demeden leblebiyi çaktırır aklı başında olana. Bu yüzden "çok içeriden" konuşur ve yazar.
İstanbul'da yaşayıp Ankara hakkında atıp tutanları ve hatta Ankara edebiyatı yapanları bir köşeye atıp Ebubekir Kurban'a kulak verilmelidir. Şu kardeşiniz uzun yıllardır hem kulak hem göz veriyor, bir şey kaybetmiyor. Çünkü gönülden okumak başka bir şeydir ve el-kolla ilgili değildir. Allah elini verip kolunu kaptıranlardan etmesin, amin.
Not: Ankara'ya yolunuz düşerse önce İhtiyar Kitabevi'ne gidin. İbrahim ağabeye benim adımı verin, muhtemelen "adam değil" diyecek ve çay ikram edecektir. İkram derken, "in mutfağa al" diyebilir. Sonra biraz soluklanın, zaten Ebubekir ağabey de gelir. Kendisine şahane insan Gökhan Özcan'ın ve acayip iyi biri Bülent Akyürek'in kitaplarını da imzalatabilirsiniz. Ama önce kendi kitaplarını alın, ayıp olmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat
Birini Kerbela'da Meşhed'e at
Kainatta o hey'etinle görün!"
- Namık Kemal
"Ne örümcek ne yosun, ne mucize, ne füsun;
Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter!"
- Kemalettin Kamu
"Türklük asla babanın, ananın dölüyle alakalı bir şey değildir. Türklük doğrudan doğruya senin kalbinle alakalı bir şeydir. Senin kalbin de Kâ'be'dedir."
- İsmet Özel
Yukarıda örneğini gördüğünüz gibi, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir!" gibi bir saadet devrinden "Asmayalım da besleyelim mi?" gibi bir felaket devrine geldik. Ve son büyük Türk şairinin dediği gibi bu felaketin içinde olmamıza rağmen laik, demokrat ve neşeliyiz. Belki de bu üçü olduğumuz(?) için felaketin içindeyiz... Bütün bu geçiş süreci vatanın tam kalbinde oldu, Ankara'da. Bahsettiğimiz vatanın aslan gibi bir milleti var idi, devletiyle omuz omuza, kol kola, artık hüve'l bâki. Şimdi devlet vatan, millet gurbet mi? Gurbetle vatan birbirine uzak kavramlar gibi görünse de aslında birbirine çok yakındır, ortada bir kalp varsa. Mesela Kemalettin Kamu "gurbet şairi", Namık Kemal de "vatan şairi" olarak bilinir. Çünkü ilki vatanın kalbini yanlış yerde aramış ve bulamamış, ikincisi ise vatanın kalbini tam isabet denilecek yerden yakalamıştır. Bu kardeşiniz de sizlere şimdi "Türkiye sevgisi imandandır" diyen bir adamın kitabını önerecek. Ebubekir Kurban'ın, nam-ı diğer Bekir Fuat'ın, Ankara'nın bağrı olan bir arkadaş milliyetçisinin kitabını.
Bu kitap Ankara'yı anlatıyor. Başkentte gidilecek restoranları, kalınacak otelleri ve hatta yüzülecek su alanlarını bile bulabilirsiniz, dersem yer misiniz? Çakı gibi Ankara yazıları arasında Ebubekir Kurban'ın trajikomik üslubu okuyucuyu Mona Lisa yapıyor. Bir yanımız ağlıyor, bir yanımız gülüyor. Elimiz kolumuz durmuyor, kaşımız gözümüz oynuyor. Neden? Çünkü başkent başkent olalı böyle zulüm görmedi. Neler var Ankara yazılarında? Memurluğun 10 Emri, Protokol Top 10, Mabetsiz Şehrin Siyaset Sözlüğü, Yeni Başlayanlar İçin Arz-Rica Denklemi, Anıtkabir Ziyaret Kuralları... Bakın bu konu başlıkları şaka değil. Ankara'da yaşıyorsanız ağzınızda sakızla gezmek, birine ismiyle hitap etmek, eskitilmiş kot pantolonla meclis kapısına dayanmak, sadece işemek için Burger King'e girmek falan kolay şeyler değil. Adım başı resmiyet, yol boyunca diploması. Ama kolunuza giren bir Ebubekir Kurban var. Dolayısıyla sakin olun, ayakkabınızı boyayın, parfümünüzü sıkın, dilinize hakim olarak yola koyulun. Gerisi E-buk'un insafına kalıyor zaten.
Ankara'da telefon, çok insafsız bir şeydir:
"Telefonla arandığınızda direkt siz çıkıyorsanız, bu hiç de önemli adam olmadığınızı, alelade bir memur olduğunuzu gösterir. Yok, telefonlarınız sekreter tarafından bağlanıyorsa gerçekten büyümüşsünüz demektir. Ayrıca arkadaşlarınızı bile sekreterinize bağlatıyorsanız bu büyümenin çok ötesinde bir şeydir."
İstanbul'da bir şeyin moda olma vasfı saniyeliktir, Ankara'da ise bürokratiktir:
"Yıllar önce İstanbul'da yaptığım absürd esprilere, anlattığım fıkralara Ankaralıların bayıldığını fark ettim. Yahu diyorum kendi kendime, burada bir sorun var... Valla zor oldu ama çözdüm. Şöyle oluyor: Malum memur şehri Ankara. Orada ya da burada karşınıza çıkan on kişiden yedisi bir kurumda ya bir memur ya da bilmem ne daire başkanı. Fıkrayı dinleyen Ankaralı diyor ki kendi kendine: Abi ben güleyim de, ne olur ne olmaz! Yarın bir gün bu adam karşıma ya bir genel müdür ya milletvekili ya da bakan olarak çıkabilir, maazallah! Öyle yani."
Ankara'da maaşlar yatmadan devrim yapılmaz:
"Yirmi-yirmi beş civarında Ankaralı memur toplanmış, Meclis’i basacaklar. Sloganlar eşliğinde yola çıkıyorlar ama mesela caddeden karşıdan karşıya geçerken kırmızı ışıkta duruyorlar. Böyle bir manzarayla karşılaşıyorsunuz, sonra neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Ya da şöyle bir şey oluyor, üç beş arkadaşınıza “Hadi devrim yapalım” diyorsunuz, sonra arkadaşlarınızdan biri size diyor ki “Abi üç gün sonra yapsak olmaz mı?” Niye diye sorduğunuzda,“Bugün ayın 12’si de” diyor!"
Nisan 2014'te bu kardeşiniz ahir ömründe ilk defa Ankara'ya gitti ve orada hem Ebubekir Kurban'la tanıştı hem de Bekir Fuat'la çay-sigara yaptı. Dikkatinizi cezbederim ki ikisi birbirinden çok farklı kişilerdir. Yetmedi hem yazarın kitaplarını imzalı aldı hem de kendi şiir kitabını imzalayıp hediye etti. Ücret alınmadı diye hatırlıyorum, onu İbrahim "İhtiyar" Çolak bilir.
Ebubekir Kurban'ın kitapları birer dua kitabı mahiyetindedir. Öyle bir biter ki ellerinizi açıp "amin!" dersiniz. Halbuki "el-fatiha!" dememiştir kitaplarının sonunda yazar. Kendisi Erciyes yürekli bir adam olduğundan uzaktan görülür, leb demeden leblebiyi çaktırır aklı başında olana. Bu yüzden "çok içeriden" konuşur ve yazar.
İstanbul'da yaşayıp Ankara hakkında atıp tutanları ve hatta Ankara edebiyatı yapanları bir köşeye atıp Ebubekir Kurban'a kulak verilmelidir. Şu kardeşiniz uzun yıllardır hem kulak hem göz veriyor, bir şey kaybetmiyor. Çünkü gönülden okumak başka bir şeydir ve el-kolla ilgili değildir. Allah elini verip kolunu kaptıranlardan etmesin, amin.
Not: Ankara'ya yolunuz düşerse önce İhtiyar Kitabevi'ne gidin. İbrahim ağabeye benim adımı verin, muhtemelen "adam değil" diyecek ve çay ikram edecektir. İkram derken, "in mutfağa al" diyebilir. Sonra biraz soluklanın, zaten Ebubekir ağabey de gelir. Kendisine şahane insan Gökhan Özcan'ın ve acayip iyi biri Bülent Akyürek'in kitaplarını da imzalatabilirsiniz. Ama önce kendi kitaplarını alın, ayıp olmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
25 Haziran 2014 Çarşamba
Hem yazma hem de okuma sevinci veren bir kitap
“Yazmak” genellikle kavgayla, mücadeleyle, hüzünle birlikte anılan bir uğraş. Sevinç kelimesiyle birlikte anılması pek de alışılageldik bir durum değil. İnsanların büyük bir bölümü sevinci gayrıciddi bir duygu diye algılıyor besbelli. Yazmak gibi “ciddi” bir iş onlara göre sevinçle değil kederle yapılabilir sanki. Sevincin, neşenin sığ birer duygudan ibaret olduğu fikrini kolay kolay sorgulayamayacağımızın, hele hele poetik bir yazıda telaffuz bile edemeyeceğimizin farkındayım. Ancak en uzun yolculuk bile bir ilk adımla başlar. O adımı da Mustafa Aydoğan attığı için gönül rahatlığı ile devamı adımlar atabilirim.
İki şiir arasında susmayan bir şair Mustafa Aydoğan. Ancak yazıları şiirlerinin bir izahatnamesi değil. Aydoğan şiir yazma ile aynı saiklerle denemeler kaleme alıyor. Sevinç kelimesi burada önemli. Aydoğan şiiri bir iftar sevincine benzetiyor. “Şiir, acıdan doğmaz, inanıştan doğar.” diyen bir şaire de bu benzetme uygundur zaten. İyi şiirin okurla buluşmasını şairi için de okuru için de bir iftar gibi anlatır. Bir şiirin yazılmasıyla okunması esnasında var kılınan özel bir iletişimin, elektriğin ürünü olduğunu öğreniriz ondan.
Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar altı bölümde öbeklenmiş. Poetik Sevinç, Sanatın Boyutları, Sanatçının Tutumu, Dergi, Şair ve Şiiri ve Söyleşiler üst başlıklarında yer alıyor bu bölümler ve isminden de anlaşılacağı üzere Mustafa Aydoğan ile yapılan söyleşilerden yapılmış bir seçmenin yer aldığı son bölüm haricindeki yazılarda Aydoğan’ın şiire, şaire ve genel olarak sanata ilişkin fikri mesaisini takip ediyoruz.
Aydoğan’a göre şiir yazılınca değil okununca tamamlanan ve her okumada yeniden tamamlanıyor. Bu yüzden de şiirin imkânları şairin imkânlarıyla sınırlı değil. “Şairin imkânlarıyla yüklenmiş olan şiir okurdan da bir şeyler alır. Bunu, şiirin okurda yeniden gerçekleşmesi diyebiliriz.” diyen Aydoğan’a göre bir şiiri kuşaklar boyunca yaşatan da bu imkândır. Bugün de gündemde olan şiir ölüyor mu/geri mi çekiliyor sorusuna Aydoğan 67 yıl önce de bu sorunun sorulduğunu hatırlatıp zamanın şairlerini örnek göstererek bu sorunun muhal olduğunu söylüyor ve Türk şiirinin geleceğinin metafizik duyarlılıkta olduğunu savunuyor. Metafizik şiirin ifade kanalı olarak da lirik şiiri görüyor Aydoğan. Anlık bir ürperişin, okurun ve şairin burnunun yokun burnuna değişinin ancak lirik ve metafizik bir şiirle mümkün olduğu bir şiir yazan Mustafa Aydoğan’ın şiir hakkındaki yazılarında da başka bir damarı savunması beklenemezdi elbette.
Şair ve Şiiri başlıklı bölümde sadece Mustafa Aydoğan’ı etkileyen şairler yer almıyor. Aydoğan kimi zaman vefa duygusuyla kimi zaman da kendi poetik çevçevesinin dışındaki şiiri eleştirmek için seçtiği şairlerin şiirlerini derinlemesine bir okumaya tabi tutuyor. Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Arif Ay, Asaf Halet Çelebi, Behçet Necatigil, Cahit Yeşilyurt, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl, Erdem Bayazıt, İlhan Berk, İsmet Özel, Ahmet Muhip Dıranas, Ragıp Karcı, Turgut Uyar bu bölümde her biri hakkında bir yazının odaklandığı şairler. Aydoğan bu bölümde söz konusu şairler ve şiirleri hakkındaki düşüncelerini yazarken arka planda bir yandan genel olarak şiirle şairi arasındaki ilişkiyi bir yandan da kendi şiirini mümkün kılan poetik görüşlerini de kaleme almış oluyor. Böylece şiirin imkânının şairin imkânından daha fazla olduğu fikri de tecelli etmiş oluyor. Nitekim Aydoğan İbrahim Tenekeci’nin sorularını yanıtlarken sözü buraya da getirmeyi ihmal etmiyor: “Başkaları hakkında konuşmaya cüret etmenin kendimi sorgulamaya cüret etmekle aynı anlama geldiğini gördüm. Meğer başkaları benden başlıyormuş. Onların maceraları, benim şahsi maceramda bir çıkıntı, bir dipnot, bir tefsirmiş. Bunun tam tersi de sonuç veriyor. Ben, başkalarından müteşekkilmişim.” Bu bölümle ilgili söylenebilecek bir başka bahis ise sanatta benin bizden büyük olduğunu söyleyen, yani sanatın muhatabı olan bize anlam veren benin Aydoğan’ın seçtiği özne-şairler aracılığıyla berraklığa kavuştuğunu görmemiz. Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar arasındaki bağları yakalayanlar için her yazı içinde yer alan anlamdan daha büyük bir anlama/tabloya ulaştıracaktır. Bu da Yazma Sevinci’ni bir yazılar toplamı olmaktan kurtarıp bütünlüklü bir kitap olarak görmemizi/anlamamızı sağlayacaktır.
Şiiri “şairlik” taslamadan yazması denemeleri de “yazarlık” taslamadan yazıyor. Rahat bir kalemi var. Düzyazılarında da şiirlerinde olduğu gibi alttan alta bir ritim duyuluyor. Meramını okunmaz bir dille yazmıyor Mustafa Aydoğan. Kendini okutuyor ve yine de söyleyeceklerinden taviz vermiyor. Yalın ve derinlikli bir anlatımla inşa ediyor yazdıklarını.
“Zaten olması gereken de bu” dediğinizi duyar gibiyim. Olması gerekeni ciddiye alan erbabı kalem sayısı maalesef pek fazla sayılmaz. Mustafa Aydoğan olması gerekenin üzerine çıkan erbabı kalem sayısı ise çok daha az.
İşte bu yüzden “Yazma Sevinci” hem yazma hem de okuma sevinci veren bir kitap.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
*Bu yazının tamamı İtibar Dergisi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar altı bölümde öbeklenmiş. Poetik Sevinç, Sanatın Boyutları, Sanatçının Tutumu, Dergi, Şair ve Şiiri ve Söyleşiler üst başlıklarında yer alıyor bu bölümler ve isminden de anlaşılacağı üzere Mustafa Aydoğan ile yapılan söyleşilerden yapılmış bir seçmenin yer aldığı son bölüm haricindeki yazılarda Aydoğan’ın şiire, şaire ve genel olarak sanata ilişkin fikri mesaisini takip ediyoruz.
Aydoğan’a göre şiir yazılınca değil okununca tamamlanan ve her okumada yeniden tamamlanıyor. Bu yüzden de şiirin imkânları şairin imkânlarıyla sınırlı değil. “Şairin imkânlarıyla yüklenmiş olan şiir okurdan da bir şeyler alır. Bunu, şiirin okurda yeniden gerçekleşmesi diyebiliriz.” diyen Aydoğan’a göre bir şiiri kuşaklar boyunca yaşatan da bu imkândır. Bugün de gündemde olan şiir ölüyor mu/geri mi çekiliyor sorusuna Aydoğan 67 yıl önce de bu sorunun sorulduğunu hatırlatıp zamanın şairlerini örnek göstererek bu sorunun muhal olduğunu söylüyor ve Türk şiirinin geleceğinin metafizik duyarlılıkta olduğunu savunuyor. Metafizik şiirin ifade kanalı olarak da lirik şiiri görüyor Aydoğan. Anlık bir ürperişin, okurun ve şairin burnunun yokun burnuna değişinin ancak lirik ve metafizik bir şiirle mümkün olduğu bir şiir yazan Mustafa Aydoğan’ın şiir hakkındaki yazılarında da başka bir damarı savunması beklenemezdi elbette.
Şair ve Şiiri başlıklı bölümde sadece Mustafa Aydoğan’ı etkileyen şairler yer almıyor. Aydoğan kimi zaman vefa duygusuyla kimi zaman da kendi poetik çevçevesinin dışındaki şiiri eleştirmek için seçtiği şairlerin şiirlerini derinlemesine bir okumaya tabi tutuyor. Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Arif Ay, Asaf Halet Çelebi, Behçet Necatigil, Cahit Yeşilyurt, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl, Erdem Bayazıt, İlhan Berk, İsmet Özel, Ahmet Muhip Dıranas, Ragıp Karcı, Turgut Uyar bu bölümde her biri hakkında bir yazının odaklandığı şairler. Aydoğan bu bölümde söz konusu şairler ve şiirleri hakkındaki düşüncelerini yazarken arka planda bir yandan genel olarak şiirle şairi arasındaki ilişkiyi bir yandan da kendi şiirini mümkün kılan poetik görüşlerini de kaleme almış oluyor. Böylece şiirin imkânının şairin imkânından daha fazla olduğu fikri de tecelli etmiş oluyor. Nitekim Aydoğan İbrahim Tenekeci’nin sorularını yanıtlarken sözü buraya da getirmeyi ihmal etmiyor: “Başkaları hakkında konuşmaya cüret etmenin kendimi sorgulamaya cüret etmekle aynı anlama geldiğini gördüm. Meğer başkaları benden başlıyormuş. Onların maceraları, benim şahsi maceramda bir çıkıntı, bir dipnot, bir tefsirmiş. Bunun tam tersi de sonuç veriyor. Ben, başkalarından müteşekkilmişim.” Bu bölümle ilgili söylenebilecek bir başka bahis ise sanatta benin bizden büyük olduğunu söyleyen, yani sanatın muhatabı olan bize anlam veren benin Aydoğan’ın seçtiği özne-şairler aracılığıyla berraklığa kavuştuğunu görmemiz. Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar arasındaki bağları yakalayanlar için her yazı içinde yer alan anlamdan daha büyük bir anlama/tabloya ulaştıracaktır. Bu da Yazma Sevinci’ni bir yazılar toplamı olmaktan kurtarıp bütünlüklü bir kitap olarak görmemizi/anlamamızı sağlayacaktır.
Şiiri “şairlik” taslamadan yazması denemeleri de “yazarlık” taslamadan yazıyor. Rahat bir kalemi var. Düzyazılarında da şiirlerinde olduğu gibi alttan alta bir ritim duyuluyor. Meramını okunmaz bir dille yazmıyor Mustafa Aydoğan. Kendini okutuyor ve yine de söyleyeceklerinden taviz vermiyor. Yalın ve derinlikli bir anlatımla inşa ediyor yazdıklarını.
“Zaten olması gereken de bu” dediğinizi duyar gibiyim. Olması gerekeni ciddiye alan erbabı kalem sayısı maalesef pek fazla sayılmaz. Mustafa Aydoğan olması gerekenin üzerine çıkan erbabı kalem sayısı ise çok daha az.
İşte bu yüzden “Yazma Sevinci” hem yazma hem de okuma sevinci veren bir kitap.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
*Bu yazının tamamı İtibar Dergisi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
13 Haziran 2014 Cuma
Türk aydınının sürgünle imtihanı
Tanzimat'tan sonra ortaya çıkan "aydın" kuşağı ülkesini, insanını ve içtami yapısını sevmedi, sevemedi. Frankofon dönemde, Fransa'yı kutsadı. Almancı oldu, Anglo - Sakson uygarlığı yine kutsal kabul etti, Amerika'nın öne çıkmasıyla birlikte popüler kültür ve ABD kültüründen hazzetmediğini dile getirse bile Amerika ile bağlarını gevşetmedi. Fakat bu toprakların insanıyla yan yana gelmekten sürekli kaçtı, kaçmaya da devam ediyor. Dürüst ve namuslu olan aydınlar yaptıkları hataların farkına vardıklarında bunu ikrardan çekinmediler. Aynen Rıza Tevfik ve Refik Halit Karay gibi…
"Türk Feylosofu" Rıza Tevfik gibi isimler bir dönem Türk ve Türkiye düşmanı olduklarını, Avrupa hayatının medeniliği ve özgürlüğü karşısında gözlerinin kamaştığını, Avrupa'yı adeta "cennet" olarak gördüklerini, çocuklarını da aynen Avrupalı gibi yetiştirmek istediklerini ve fakat sonradan gerçeği anladıklarını açıkça yazabilmiş, samimi öz eleştiri yapabilmiş aydınlarımızdandır. Çocuklarının misyoner eline düşme ihtimalini düşündükçe neredeyse deliye döneceğini anlatır. Ama bu hassasiyeti taşımayan ailelerin ve aydınların çocuklarının gerçekten "özgür" atmosferde yetişenlerin Müslüman, Hristiyan, Musevi hiçbir inancı, geleneği ve kültürü benimsemediğini adeta özgürlük adı altın kültürsüz, köksüz, bağsız yetiştiklerini de bütün açıklığıyla anlatır. Rıza Tevfik sadece "tatlı su" frenklerini bu sınıfa yerleştirmez, Türkiye'de doğup, Avrupa'da eğitime giden ve 40 sene orada kalan birinin Batılı olma ihtimalinin bulunmadığını da ayrıca ekleme ihtiyacı hisseder.
Türk edebiyatının en önemli hikayecilerinden birinin, Refik Halit Karay'ın üstadı ve her şeyi olarak gördüğü Feylosofumuz Rıza Tevfik'e yazdığı mektuplar, Türkiye'de bir dönemin anlaşılması için oldukça mühimdir. Kitap Karay'ın Rıza Tevfik’e yazdığı mektuplarına yer verirken, çok az sayıda da olsa feylosof'un Refik Halit'e yazdığı mektupları da içerir.
150'likler kapsamında yurtdışında Karay'ın Halep, Feylesof'un Cünde'de yaşamaya mecbur edilen, sürülen iki aydının yaşamına, sürgün hayatlarında neler yaptıklarına, özlemlerine ve pişmanlıklarına bu mektuplarda rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Mektuplardan öğrendiğimize göre, Refik Halit'in de Batı sever bir dönemi olmuştur ama Batıyı tanıdıkça, sürgünlerde kaldıkça memleketin ne manaya geldiği çok daha rahat anlaşılabilir.
Yazarın Karakutusu: Mektuplar, Anılar, Günlükler
Edebiyat eserleri, yazarından çoğunlukla bağımsızlaşarak eserlerin yazıldığı dönemi yani gerçekliği, yazarın atmosferini, kişiliğini her zaman yansıtmayabilir. Anılar, biyografiler, tanıklıklar, günlükler ve elbette mektuplar bu eksiği gideren yazarların ruh halini, gündelik dilini, mahremini, eserleri kaleme alırken içinde bulunduğu kültürü, atmosferi aktaran çok önemli kaynaklardır. Mesela Refik Halit gibi güçlü bir hikayecinin, Rıza Tevfik karşısında kurduğu hiyerarşik yapı, onun altında ezilen cümleleri ve hitapları, Rıza Tevfik'in ona "Kendini bana beğendirebilirsen, Dörtler Meclisi'ne reis olursun" gibi ibareleri zihnimizdeki Refik Halit imgesine zarar vermiyor değil. Fakat genel olarak Refik Halit'in hangi şart altında olursa olsun yazıdan, okumadan, kitaptan kopmaması yazıdan önce okumaya önem vermesi ayrıca altı çizilecek bir özellik gibi görünüyor.
Refik Halit'in mektuplarını okurken, aslında hep merak ettiğim bir konunun detaylarını da öğrendim. Edebiyat tarihlerinde hatta biyografilerde aydınların sürgüne gönderildiklerini üstün körü şekilde okuduk fakat onların sürgünde nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları, ne yiyip içtikleriyle pek ilgilenmedik. Bu açıdan mektuplar önemli bilgiler içeriyor. Refik Halit, üstadı Rıza Tevfikle kendilerini "pis boğaz" olarak nitelendirir. Refik Halit, Halep'ten gönderdiği hemen her mektubunda yedikleri ve içtikleriyle ilgili malumat aktarır, yeni yemek tarifleri ve icatlarından bahseder. Halep gibi bir yerde bugün bile Türk gibi yaşayan, bu kültürü devam ettiren şehirde bile kendini tecrit eden, dışarı çıkmayan bir Refik Halitle karşılaşırız. Bugün iç savaş nedeniyle yıkılan Halep çarşısına yılda bir kere inen Refik Halit evde okumak, yazmak, yemek yapıp yemekten oluşan bir döngünün içindedir. Suriye'de zayıf bir matbuat hayatı olmasına rağmen gazete çıkarmaktan vazgeçmez, gazete hazırlıklarıyla meşgul olur. Burada hemen akla Mehmet Akif'in sürgünlüğü geliyor. Refik Halit'e göre çok daha fakir olan İstiklal Marşı şairi, hatıralarında Refik Halit gibi ne yemek ne kadın ve meyhane zevkleri anlatmıştı; sadece yoksulluk, sadece pişmanlıklar, ilim, şiir, inandığı hayatın özlemini dile getirmekle yetinmişti.
Sürgünde Öğrenilen Hakikat: Vatan Mensubiyettir!
İttihatçılarla kavga yaşayan bunun neticesinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na girerek siyaset yapan Refik Halit, siyasetin kendisine göre olmadığını söylerken bir yandan da partideki dava arkadaşlarına hakaretler etmekten, onların hacı - hoca görüşlerinden nefret ettiğini açıkça yazar. Sürgünün özelliği budur zaten. Vakit çok, meşgale az, kin had safhasına çıktığında tüm eski defterler karıştırılır, dostluklar, arkadaşlıklar, fikirler, hatalar bir bir gözden geçirilir. Bu bakımdan Refik Halit'in mektuplarında çok malzeme bulunmasa bile meseleyi izah eden örneklere rastlanabilir.
Burada dikkat çeken bir husus var. Kendisini yurtdışında sürgüne maruz bırakan, 150'likler kapsamına alan, sürekli olarak basın tarafından "hain"sıfatıyla anılan Refik Halit yıllar geçtikçe Mustafa Kemal'e ilgi duymaya başlar. Kemalist kadrodan nefretini aynen İttihatçılarda olduğu gibi sık sık belirten yazarın, Türkiye'deki düzeni desteklediği Mustafa Kemal'e “yaşasın” diye hitap ettiği, onu "dahi" diye vasıflandırdığı görülür.
Artık 50 yaşına gelip, çoluk çocuklar büyüyüp, sorumluluklar artıp hala sürgün hayatı devam ettikçe gençlik döneminin uçarı fikirleri de kaybolmaya başlar. Refik Halit "rind olarak geleceği düşünmemenin" iyi olduğu kanaatini terk ederek ülkesine dönüp, çocukları için iyi bir gelecek kurma isteğini yüksek sesle dile getirmeye başlar. Yazar çok okunan, yazıları ve kitaplarından iyi telifler alabilen, yazdıklarıyla geçinebilen ender kalem erbaplarından olduğu için Türkiye'ye döndüğünde memurluk talep etmeyeceğini de önemli bir not olarak mektuplarında dile getirir.
Refik Halit'in mektupları, vatan, millet kavramlarına ukalaca, küçümseyerek bakan bir aydının, Refik Halit Karay’ın sürgüne çıktıktan sonra fikirlerindeki değişimi göstermesi bakımından ibretamiz önemdedir.
"Ecnebi idarelerini görmeyince gözümüz açılmamıştı. Birçok meselelerde haksız olduğumuzu anladık" diyen yalnız Refik Halit yalnız Rıza Tevfik değil belki de bir dönem, bir çağ, Türk modernleşmesinin kendisidir.
Türk aydınının her kuşak için kaide haline gelen şu gerçeği öğrenmek için mutlaka büyük yıkımlara, pişmanlıklara, sürgünlere mi ihtiyacı olmalıdır sorusu maalesef her dem tazeliğini koruyor: "Vatan sadece taş, toprak değilmiş. Eş, dost, kardeş ve ünsiyet zevki imiş."
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
"Türk Feylosofu" Rıza Tevfik gibi isimler bir dönem Türk ve Türkiye düşmanı olduklarını, Avrupa hayatının medeniliği ve özgürlüğü karşısında gözlerinin kamaştığını, Avrupa'yı adeta "cennet" olarak gördüklerini, çocuklarını da aynen Avrupalı gibi yetiştirmek istediklerini ve fakat sonradan gerçeği anladıklarını açıkça yazabilmiş, samimi öz eleştiri yapabilmiş aydınlarımızdandır. Çocuklarının misyoner eline düşme ihtimalini düşündükçe neredeyse deliye döneceğini anlatır. Ama bu hassasiyeti taşımayan ailelerin ve aydınların çocuklarının gerçekten "özgür" atmosferde yetişenlerin Müslüman, Hristiyan, Musevi hiçbir inancı, geleneği ve kültürü benimsemediğini adeta özgürlük adı altın kültürsüz, köksüz, bağsız yetiştiklerini de bütün açıklığıyla anlatır. Rıza Tevfik sadece "tatlı su" frenklerini bu sınıfa yerleştirmez, Türkiye'de doğup, Avrupa'da eğitime giden ve 40 sene orada kalan birinin Batılı olma ihtimalinin bulunmadığını da ayrıca ekleme ihtiyacı hisseder.
Türk edebiyatının en önemli hikayecilerinden birinin, Refik Halit Karay'ın üstadı ve her şeyi olarak gördüğü Feylosofumuz Rıza Tevfik'e yazdığı mektuplar, Türkiye'de bir dönemin anlaşılması için oldukça mühimdir. Kitap Karay'ın Rıza Tevfik’e yazdığı mektuplarına yer verirken, çok az sayıda da olsa feylosof'un Refik Halit'e yazdığı mektupları da içerir.
150'likler kapsamında yurtdışında Karay'ın Halep, Feylesof'un Cünde'de yaşamaya mecbur edilen, sürülen iki aydının yaşamına, sürgün hayatlarında neler yaptıklarına, özlemlerine ve pişmanlıklarına bu mektuplarda rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Mektuplardan öğrendiğimize göre, Refik Halit'in de Batı sever bir dönemi olmuştur ama Batıyı tanıdıkça, sürgünlerde kaldıkça memleketin ne manaya geldiği çok daha rahat anlaşılabilir.
Yazarın Karakutusu: Mektuplar, Anılar, Günlükler
Edebiyat eserleri, yazarından çoğunlukla bağımsızlaşarak eserlerin yazıldığı dönemi yani gerçekliği, yazarın atmosferini, kişiliğini her zaman yansıtmayabilir. Anılar, biyografiler, tanıklıklar, günlükler ve elbette mektuplar bu eksiği gideren yazarların ruh halini, gündelik dilini, mahremini, eserleri kaleme alırken içinde bulunduğu kültürü, atmosferi aktaran çok önemli kaynaklardır. Mesela Refik Halit gibi güçlü bir hikayecinin, Rıza Tevfik karşısında kurduğu hiyerarşik yapı, onun altında ezilen cümleleri ve hitapları, Rıza Tevfik'in ona "Kendini bana beğendirebilirsen, Dörtler Meclisi'ne reis olursun" gibi ibareleri zihnimizdeki Refik Halit imgesine zarar vermiyor değil. Fakat genel olarak Refik Halit'in hangi şart altında olursa olsun yazıdan, okumadan, kitaptan kopmaması yazıdan önce okumaya önem vermesi ayrıca altı çizilecek bir özellik gibi görünüyor.
Refik Halit'in mektuplarını okurken, aslında hep merak ettiğim bir konunun detaylarını da öğrendim. Edebiyat tarihlerinde hatta biyografilerde aydınların sürgüne gönderildiklerini üstün körü şekilde okuduk fakat onların sürgünde nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları, ne yiyip içtikleriyle pek ilgilenmedik. Bu açıdan mektuplar önemli bilgiler içeriyor. Refik Halit, üstadı Rıza Tevfikle kendilerini "pis boğaz" olarak nitelendirir. Refik Halit, Halep'ten gönderdiği hemen her mektubunda yedikleri ve içtikleriyle ilgili malumat aktarır, yeni yemek tarifleri ve icatlarından bahseder. Halep gibi bir yerde bugün bile Türk gibi yaşayan, bu kültürü devam ettiren şehirde bile kendini tecrit eden, dışarı çıkmayan bir Refik Halitle karşılaşırız. Bugün iç savaş nedeniyle yıkılan Halep çarşısına yılda bir kere inen Refik Halit evde okumak, yazmak, yemek yapıp yemekten oluşan bir döngünün içindedir. Suriye'de zayıf bir matbuat hayatı olmasına rağmen gazete çıkarmaktan vazgeçmez, gazete hazırlıklarıyla meşgul olur. Burada hemen akla Mehmet Akif'in sürgünlüğü geliyor. Refik Halit'e göre çok daha fakir olan İstiklal Marşı şairi, hatıralarında Refik Halit gibi ne yemek ne kadın ve meyhane zevkleri anlatmıştı; sadece yoksulluk, sadece pişmanlıklar, ilim, şiir, inandığı hayatın özlemini dile getirmekle yetinmişti.
Sürgünde Öğrenilen Hakikat: Vatan Mensubiyettir!
İttihatçılarla kavga yaşayan bunun neticesinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na girerek siyaset yapan Refik Halit, siyasetin kendisine göre olmadığını söylerken bir yandan da partideki dava arkadaşlarına hakaretler etmekten, onların hacı - hoca görüşlerinden nefret ettiğini açıkça yazar. Sürgünün özelliği budur zaten. Vakit çok, meşgale az, kin had safhasına çıktığında tüm eski defterler karıştırılır, dostluklar, arkadaşlıklar, fikirler, hatalar bir bir gözden geçirilir. Bu bakımdan Refik Halit'in mektuplarında çok malzeme bulunmasa bile meseleyi izah eden örneklere rastlanabilir.
Burada dikkat çeken bir husus var. Kendisini yurtdışında sürgüne maruz bırakan, 150'likler kapsamına alan, sürekli olarak basın tarafından "hain"sıfatıyla anılan Refik Halit yıllar geçtikçe Mustafa Kemal'e ilgi duymaya başlar. Kemalist kadrodan nefretini aynen İttihatçılarda olduğu gibi sık sık belirten yazarın, Türkiye'deki düzeni desteklediği Mustafa Kemal'e “yaşasın” diye hitap ettiği, onu "dahi" diye vasıflandırdığı görülür.
Artık 50 yaşına gelip, çoluk çocuklar büyüyüp, sorumluluklar artıp hala sürgün hayatı devam ettikçe gençlik döneminin uçarı fikirleri de kaybolmaya başlar. Refik Halit "rind olarak geleceği düşünmemenin" iyi olduğu kanaatini terk ederek ülkesine dönüp, çocukları için iyi bir gelecek kurma isteğini yüksek sesle dile getirmeye başlar. Yazar çok okunan, yazıları ve kitaplarından iyi telifler alabilen, yazdıklarıyla geçinebilen ender kalem erbaplarından olduğu için Türkiye'ye döndüğünde memurluk talep etmeyeceğini de önemli bir not olarak mektuplarında dile getirir.
Refik Halit'in mektupları, vatan, millet kavramlarına ukalaca, küçümseyerek bakan bir aydının, Refik Halit Karay’ın sürgüne çıktıktan sonra fikirlerindeki değişimi göstermesi bakımından ibretamiz önemdedir.
"Ecnebi idarelerini görmeyince gözümüz açılmamıştı. Birçok meselelerde haksız olduğumuzu anladık" diyen yalnız Refik Halit yalnız Rıza Tevfik değil belki de bir dönem, bir çağ, Türk modernleşmesinin kendisidir.
Türk aydınının her kuşak için kaide haline gelen şu gerçeği öğrenmek için mutlaka büyük yıkımlara, pişmanlıklara, sürgünlere mi ihtiyacı olmalıdır sorusu maalesef her dem tazeliğini koruyor: "Vatan sadece taş, toprak değilmiş. Eş, dost, kardeş ve ünsiyet zevki imiş."
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
10 Haziran 2014 Salı
İslâm korkusu mu? Türk korkusu mu?
Türk Korkusu kitabıyla Batının Osmanlı İmparatorluğu özelinden Türkler hakkındaki kanaatlerini ele alan akademisyen ve romancı Özlem Kumrular şimdi de meseleyi daha ileri götürerek İslam Korkusu'nu kaleme aldı. Doğan Kitap'tan çıkan eser, gerçekten İslam Korkusu'nu mu anlatıyor? Kumrular'ın emek mahsulü eseri, Batının İslam Korkusu'nu anlatmaktan ziyade yine Türk korkusunu işlemeye devam ediyor. Esasında bu çalışma Türk Korkusu kitabının devamı niteliğindedir.
İslam Korkusu'nun en büyük özelliği tamamen Batılı kaynakları kullanmasında. Özellikle "anlatılar ve seyahatnameler" üzerinden ortaya çıkarılan "korku", sadece didaktik ve kuru bir döküm ile aktarılmıyor, anlatanların psikolojilerini, bilinçaltlarını da sarih şekilde ele veriyor. Egemen devletin gücü çoğu zaman, görülmekten çok "üretilmiştir". Türk imgesi biraz da rivayetlere dayalı kehanetlere bağlı olarak gelişmiş ve Türkler "Tanrı'nın cezası, şeytanın aracı, inanç düşmanı, düzen bozucusu, kısaca Deccal" olarak tanımlanmıştır.
1. Haçlı Seferleri anlatılarında sıkça rastladığımız, doğuda bal nehirleri, altın eşyalar türünden zenginlikler Ortaçağ boyunca Batıyı peşinden koşturdu. İslam Korkusu'nda "havaya yükselip düşmemek, su üstünde seccadeyle gitmek, ateşe ve kaynar su dolu kazana girip yanmamak gibi doğaüstü yetenekler"in yanında, "huriler, şaraptan ırmaklar ve şatafatlı bahçelerle dolu cennet" tasvirleri çok yaygındır. Kumrular, gündelik hayata yansımış ve Batı insanını motive eden bu anlatıların Batının sadece algısı olmadığını, Türklere karşı bilenmelerinin nedeni olduğunu da vurgular, kitap boyunca.
2. Batının bilinçaltında "kafir Türkler" imgesi İslam'ın Hristiyanlık ile olan münasebetlerinden doğar. Özlem Kumrular'ın kitabındaki en net vurgulardan biri Hristiyan Batının İslam'ın itikadî mesajıyla Peygamberi'ne olan düşmanlığının çok keskin olduğudur. İslam'ın kendisinden önceki dinleri ilga etmesi Batılıların moderniteye giden süreçte önemli belirleyicilerinden olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşacak oryantalist tezlerin menşei aslında halkın arasında da yaygın olan hakaretamiz yargılardır: "Sizin dininiz öteki dünyada sütten, baldan ve şaraptan nehirlerin yanı sıra lezzetli yiyecekler, çok sayıda kadın ve kapatma, meleklerle ilişki (…) Bu bir öküzün ya da eşeğin cenneti olabilir, insanoğlunun değil!". Bunların yanında Peygamberimize çok ağır hakaretler de yapılmaktadır.
İslam ile Batı Arasındaki Farklar
3. Özlem Kumrular'ın objektif biçimde yansıttığı gerçeklerden bir tanesi de Batının zulümleri. Belki bundan daha önemlisi Batının Müslümanlardan gelen "birlikte yaşama" tekliflerini kesin olarak reddetmesi. Bunun en belirgin örneği tabi ki Endülüs. İspanyolları Reconquista'nın tek mümessili olarak görmek elbette hatalı olur. Bu süreçte Batı Müslümanlara üç ihtimalli bir öneri getirir: ölüm, sürgün, din değiştirme. Topraklarını terk etmek istemeyenler için en müspeti din değiştirme olarak görünmüş ve Morisko kimliği altında zahiren Hristiyan ama özde İslam olarak kendilerini tanımlamış kimselere Batı itimat etmemiştir. Kumrular "iyi Hristiyan testi"nin yaygınlığını gözler önüne sererken, kızgın demir içirmekten, kafatasını sıkıştırmaya kadar 13 adet işkence yöntemini anlatır. Sonuçta Batıda "temiz kan" furyası başlamıştır. Kanın temizliği Yahudi ve Müslüman kanının karışmamasına bağlanmıştır. Bilmiyoruz Mao Engizisyondan etkilenmiş midir ama yapılan işkencelerin ücretini ölen Müslümanların ailelerinden istemeyi ihmal etmemiş Avrupalılar.
4. Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu büyük oranda Türk Korkusu üzerine kurulmuş. Çünkü üzerinde durulan zaman dilimi yani Ortaçağ, İslam ile Türkün birbirinden ayrı düşünülmediği bir çağdır. Kumrular sık sık Türk kelimesinden İslam anlaşıldığını ve Batıda Müslüman olanlara "Türk oldu" denildiğini vurgular. Kumrular Osmanlı üzerinden Türklerin kurduğu imparatorluğun Batıdan ayrılan tarafları üzerinde durarak Müslümanların kendilerini üstün görmelerinin nedenini de vurgular: "Bizler her zaman Türklerin ayağına gideriz, onlar bir defa olsun Batıya gelmez; bu bizim ihtiyacımızın açık bir belirtisidir." Kumrular'ın yaptığı alıntılarda, Türklerin kurduğu sistemin hakkı verilir. Kendileri gibi yaşamayanlara zorlama yapılmadığı, inanca müdahale etmedikleri, can ve mal emniyetinin yerinde olduğu gibi hususlarda Türk korkusu yerini övgüye bırakır. Türkleri Avrupa'dan kovmanın "tek amaç" olduğunun altını çizen yazar, bu bakımdan İnebahtı yenilgisi üzerinde de genişçe durur. Batılı seyyahların Osmanlı topraklarına yaptıkları seferlerdeki ilginç anekdotlardan, ihtida etmiş Batılılar için düzenlenen törenlerin detaylı olarak anlatılmasına kadar bir çok önemli bilgi kitapta yerini alır.
Özlem Kumrular, Müslüman ile Batılılar arasındaki yaşayış farklılığını ilginç gözlemleri aktararak ortaya koyar. Batılılar Müslümanların "koşar gibi değil mutedil adımlarla" yürüdükleri, üzerinde hayvan ve insan figürlü saatleri reddettikleri, çok çalımlı oldukları, yeryüzünde kendilerinden daha üstün ve yiğit insan olmadığına inandıkları, güzel endamlı olup, topal ve kambur olmadıkları, hayra ve adalete düşkünlerini uzun uzun anlatır. Kumrular seyyahların sözlerinden geniş bir yeme içme bölümü de hazırlamış. Osmanlı'da Hristiyan nüfusun bulunmadığı yerlerde şarap edinmenin neredeyse imkansızlığı dile getirilerek, Müslümanların Avrupalılarla damak tadının birbirine zıt olduğu aktarılır. Yemekte fazla oyalanmadan, "Allah'a şükür" denilerek kalkılmasını, yer sofrasına oturmanın getirdiği eşitliği Avrupalı seyyahlar saygıyla beraber tuhaf bulurlar.
Kitabın başında Kumrular, İtalya'daki bir savaştan kesit sunar. Fatih, İstanbul'u fethetmeden 14 yıl önce İtalya'da kadırgalar izleyenlerin şaşkın bakışları altında dağlardan yürütülmüştür. Bu olay Fatih'in dehasına gölge düşürür mü? Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu kitabı bu korkunun gündelik hayat nezdindeki karşılığını gözler önüne sermekle birlikte Müslümanlar ile Batı arasındaki ayrılığın köklü temellerine de işaret eder. "Gemilerin dağlardan aşırılması" örneği bile Türk korkusunun abartılmış olduğu fikrini yeterince işleyebilir. İslam Korkusu kaliteli bir araştırma olarak temayüz ederken "metnin ideolojisi" bağlamında örtük mesajını da gayet net biçimde verebilmektedir.
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
İslam Korkusu'nun en büyük özelliği tamamen Batılı kaynakları kullanmasında. Özellikle "anlatılar ve seyahatnameler" üzerinden ortaya çıkarılan "korku", sadece didaktik ve kuru bir döküm ile aktarılmıyor, anlatanların psikolojilerini, bilinçaltlarını da sarih şekilde ele veriyor. Egemen devletin gücü çoğu zaman, görülmekten çok "üretilmiştir". Türk imgesi biraz da rivayetlere dayalı kehanetlere bağlı olarak gelişmiş ve Türkler "Tanrı'nın cezası, şeytanın aracı, inanç düşmanı, düzen bozucusu, kısaca Deccal" olarak tanımlanmıştır.
1. Haçlı Seferleri anlatılarında sıkça rastladığımız, doğuda bal nehirleri, altın eşyalar türünden zenginlikler Ortaçağ boyunca Batıyı peşinden koşturdu. İslam Korkusu'nda "havaya yükselip düşmemek, su üstünde seccadeyle gitmek, ateşe ve kaynar su dolu kazana girip yanmamak gibi doğaüstü yetenekler"in yanında, "huriler, şaraptan ırmaklar ve şatafatlı bahçelerle dolu cennet" tasvirleri çok yaygındır. Kumrular, gündelik hayata yansımış ve Batı insanını motive eden bu anlatıların Batının sadece algısı olmadığını, Türklere karşı bilenmelerinin nedeni olduğunu da vurgular, kitap boyunca.
2. Batının bilinçaltında "kafir Türkler" imgesi İslam'ın Hristiyanlık ile olan münasebetlerinden doğar. Özlem Kumrular'ın kitabındaki en net vurgulardan biri Hristiyan Batının İslam'ın itikadî mesajıyla Peygamberi'ne olan düşmanlığının çok keskin olduğudur. İslam'ın kendisinden önceki dinleri ilga etmesi Batılıların moderniteye giden süreçte önemli belirleyicilerinden olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşacak oryantalist tezlerin menşei aslında halkın arasında da yaygın olan hakaretamiz yargılardır: "Sizin dininiz öteki dünyada sütten, baldan ve şaraptan nehirlerin yanı sıra lezzetli yiyecekler, çok sayıda kadın ve kapatma, meleklerle ilişki (…) Bu bir öküzün ya da eşeğin cenneti olabilir, insanoğlunun değil!". Bunların yanında Peygamberimize çok ağır hakaretler de yapılmaktadır.
İslam ile Batı Arasındaki Farklar
3. Özlem Kumrular'ın objektif biçimde yansıttığı gerçeklerden bir tanesi de Batının zulümleri. Belki bundan daha önemlisi Batının Müslümanlardan gelen "birlikte yaşama" tekliflerini kesin olarak reddetmesi. Bunun en belirgin örneği tabi ki Endülüs. İspanyolları Reconquista'nın tek mümessili olarak görmek elbette hatalı olur. Bu süreçte Batı Müslümanlara üç ihtimalli bir öneri getirir: ölüm, sürgün, din değiştirme. Topraklarını terk etmek istemeyenler için en müspeti din değiştirme olarak görünmüş ve Morisko kimliği altında zahiren Hristiyan ama özde İslam olarak kendilerini tanımlamış kimselere Batı itimat etmemiştir. Kumrular "iyi Hristiyan testi"nin yaygınlığını gözler önüne sererken, kızgın demir içirmekten, kafatasını sıkıştırmaya kadar 13 adet işkence yöntemini anlatır. Sonuçta Batıda "temiz kan" furyası başlamıştır. Kanın temizliği Yahudi ve Müslüman kanının karışmamasına bağlanmıştır. Bilmiyoruz Mao Engizisyondan etkilenmiş midir ama yapılan işkencelerin ücretini ölen Müslümanların ailelerinden istemeyi ihmal etmemiş Avrupalılar.
4. Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu büyük oranda Türk Korkusu üzerine kurulmuş. Çünkü üzerinde durulan zaman dilimi yani Ortaçağ, İslam ile Türkün birbirinden ayrı düşünülmediği bir çağdır. Kumrular sık sık Türk kelimesinden İslam anlaşıldığını ve Batıda Müslüman olanlara "Türk oldu" denildiğini vurgular. Kumrular Osmanlı üzerinden Türklerin kurduğu imparatorluğun Batıdan ayrılan tarafları üzerinde durarak Müslümanların kendilerini üstün görmelerinin nedenini de vurgular: "Bizler her zaman Türklerin ayağına gideriz, onlar bir defa olsun Batıya gelmez; bu bizim ihtiyacımızın açık bir belirtisidir." Kumrular'ın yaptığı alıntılarda, Türklerin kurduğu sistemin hakkı verilir. Kendileri gibi yaşamayanlara zorlama yapılmadığı, inanca müdahale etmedikleri, can ve mal emniyetinin yerinde olduğu gibi hususlarda Türk korkusu yerini övgüye bırakır. Türkleri Avrupa'dan kovmanın "tek amaç" olduğunun altını çizen yazar, bu bakımdan İnebahtı yenilgisi üzerinde de genişçe durur. Batılı seyyahların Osmanlı topraklarına yaptıkları seferlerdeki ilginç anekdotlardan, ihtida etmiş Batılılar için düzenlenen törenlerin detaylı olarak anlatılmasına kadar bir çok önemli bilgi kitapta yerini alır.
Özlem Kumrular, Müslüman ile Batılılar arasındaki yaşayış farklılığını ilginç gözlemleri aktararak ortaya koyar. Batılılar Müslümanların "koşar gibi değil mutedil adımlarla" yürüdükleri, üzerinde hayvan ve insan figürlü saatleri reddettikleri, çok çalımlı oldukları, yeryüzünde kendilerinden daha üstün ve yiğit insan olmadığına inandıkları, güzel endamlı olup, topal ve kambur olmadıkları, hayra ve adalete düşkünlerini uzun uzun anlatır. Kumrular seyyahların sözlerinden geniş bir yeme içme bölümü de hazırlamış. Osmanlı'da Hristiyan nüfusun bulunmadığı yerlerde şarap edinmenin neredeyse imkansızlığı dile getirilerek, Müslümanların Avrupalılarla damak tadının birbirine zıt olduğu aktarılır. Yemekte fazla oyalanmadan, "Allah'a şükür" denilerek kalkılmasını, yer sofrasına oturmanın getirdiği eşitliği Avrupalı seyyahlar saygıyla beraber tuhaf bulurlar.
Kitabın başında Kumrular, İtalya'daki bir savaştan kesit sunar. Fatih, İstanbul'u fethetmeden 14 yıl önce İtalya'da kadırgalar izleyenlerin şaşkın bakışları altında dağlardan yürütülmüştür. Bu olay Fatih'in dehasına gölge düşürür mü? Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu kitabı bu korkunun gündelik hayat nezdindeki karşılığını gözler önüne sermekle birlikte Müslümanlar ile Batı arasındaki ayrılığın köklü temellerine de işaret eder. "Gemilerin dağlardan aşırılması" örneği bile Türk korkusunun abartılmış olduğu fikrini yeterince işleyebilir. İslam Korkusu kaliteli bir araştırma olarak temayüz ederken "metnin ideolojisi" bağlamında örtük mesajını da gayet net biçimde verebilmektedir.
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
5 Haziran 2014 Perşembe
Omurgasızlaştırılma ve Türklük
“Sisifos'u gördüm” diyordu Homeros ve anlatıyordu onun hikâyesini. Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos, korkunç işkenceler içerisinde, kocaman bir kayayı habire tepeye doğru itiyordu. Kaya tam tepeye vardı varacak, bir güç itiyordu onu gerisin geri, aşağıya doğru yuvarlanıyordu baş belası kaya. Sisifos yeniden tepeye çıkarmaya çalışıyordu kayayı ve hep böyle devam ediyordu. Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı, Omurgasızlaştırılmış Türklük (Dergâh Yay., İst., 2010) adlı eserinde "bilim" der "tam 1900lerin başında edinildi edinilecekti ki, bir takım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez dört duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslâm medeniyeti çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamağa devamı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek: Tekrar kalkış noktasındayız. Türklüğün Makûs talihi, efsane kahramanı Sisifos’unkine ne de benziyor!" ( Duralı… s. 100).
… "Dörtnala gelip uzak asya'dan akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" Türkler, 'dışevlilik' yapmış ve yakın kan bağı ile evliliği yasaklamışlardı. Aile, ataerkil ve çoğunlukla tekeşli olup atasoyuna göre yürürdü. İnanç düzenleri bakımından 'içevlilik' kuralına bağlı olan topluluklardan farklı olarak Türkler'in milliyetleri kavmi tabana oturmaz. Böylece kan bağına tazammun etmeyen imparatorluk devletleri kurabilmişler ve 'ülkü' (Müslüman olunmadan önce içeriği müphemdi) edinebilmişlerdir. Ülkü, karşı konulamaz cinsten bir çağrının açık bir biçime bürünmüş hâlidir. Çağrının ete kemiğe bürünmesi tabi ki de bir anda olacak iş değildir. Bunun için yüzyıllar geçmiş, tabiri caiz ise Sisifos yaz kış demeden kayayı tepeye çıkarıp durmuştur. Türkler, İpek yolunu ele geçirmek ve onun getirilerinden pay almayı amaçladıklarından, anayurtlarından kopmuş ve batıya doğru yönelmişlerdir. İran'ı devre dışı bırakan Türkler Çin ile ilkin Doğu-Roma, ardından da Bizans arasındaki ticaretin aracısı olmuşlardır. Avrasya medeniyet ekseni üzerindeki iki aşırı uç arasındaki bahsi geçen ticaret, gelişi güzel olmamakla birlikte, mal, tavır, hüner, zanaat, fikir ile zihniyet değiş tokuşudur. Türkler, tarihleri boyunca sürekli yeni yurtlar edinmişler ve her seferinde yeni bir kültür belirlenimine tabî olmuşlardır. Mamafih, kimi temel özelliklerini yitirmemişlerdir. "Bu değişmez özelliklerin dördü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme, ordu yürütme yetisi ile soy sop saplantısından berî olmadır." (Duralı… s. 32).
Türkler, tarihi seyir göz önüne alındığında, gerek klasik İslam gerekse Avrupalı düşünürler tarafından anlaşılamamıştır. Braudel'in deyimi ile "uzun süre"[2] dilimleri içerisinde ve "büyük alanlarda" konumlanması gereği Türklerin kültür belirlenimleri sürekli olarak değişmiş ve bu nedenle özgün düşünce düzen şebekeleri inşâa edilememiştir. Türkistan olarak anılan Çin, Hint, İran ile Hıristiyan Bizans'ın yollarının kesiştiği havzada, Türkler 'Burkancılığı, Mazdacılığı, Maniciliği ve Hıristiyanlığın bir kolu olup da İstanbul piskoposu Nestorios'a izafeten Nasturîliği benimsemişler ve kendi Göktanrıcı, konar-göçer-avcı ve çobanlık-hayvancılık, maden işletmeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı kültür değerleriyle mezcetmişlerdir (Duralı… s. 33).
Güçlü bir devletin çatısı altında birleşerek barışa, esenlik ile gönence ulaşmak arzu ve amacıyla kurulan ilk Türk devleti olan Göktürklerden bugüne amaç ve hedefler hep aynı olmuştur: Hoşgörü, sevgi ve adâlet. Sevil Nuriyeva, "Kayıp Tarih- Enver Paşa" adlı belgesel filminde ‘dünya Türklerin sayesinde selâmete kavuşacaktır ve ben buna inanıyorum’ derken, aslında binyıllık ülküyü dile getiriyordu. Orhon kitâbelerine bakarsak, "Emniyeti ve adâleti sağlamayı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir camia"dan[3] bahsedilir yani Türk'ün ülküsünden. İslamiyet öncesi tarihsel ve kültürel birikimiyle Türklük adeta İslam'a beden olmaya hazırlanmıştır. Sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât denilen ulu ülkü ete kemiğe bürünmüştür. "M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün belli başlı inanç câmialarına… girip çıkmış Türklüğün, hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslamın yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir (...)Türklerin, imparatorluk devleti kurmak uğruna savaşma iradesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır." (Duralı… s. 59).
Talas Savaşı sonrasında Türk boyları Müslümanlaşmış, Dârülİslamda, çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir. Müslümanlaşmayanlar ise zamanla Moğollaşarak veya Çinlileşerek Türklüklerini yitirmişlerdir. Müslümanlaşmakla yetinmeyen Türkler, İslam dininin taşıyıcısı, dünya çapında öncüsü ve savunucusu da olmuşlardır (Duralı… s. 62). "Divân-ı Hikmet"lerin yazılmaya başlandığı bu dönemde, güçlü ve süreklilik arz eden devlet teşkilatlanmaları kuvvetlendirilmeye çalışılıyor ve ülkü hayat buluyordu. "Türklük tarih boyunca bir medeniyetten diğerine geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahi birinden öbürüne geçmiştir. Türklük İslamdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensûpken Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki, olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir" (Duralı… s. 78). Gelenek, medeniyet câmiaları değişse de, hikmet ehli kişilerce devam ettirilmiş, İslam öncesi ve dışında kalan medeniyet dairelerinde 'kam', 'bilge', 'goşt'; İslami devirde 'veliler'e, 'erenler'e uzanan kesintisiz bir hat mevcudiyetinde korunmuştur. Yine aynı şekilde, askerlik ve savaşçılık alanında İslam medeniyetinde gâzilik, önceki medeniyet ortamında 'alp' olarak belirmiştir. Bu kesintisiz süreç, "Devletiebedmüddet" yani Osmanlı Devleti ile doruk noktasına ulaşmıştır. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti yönetiminin tarihsel kökenleri konusunda şu yargıda bulunur: "Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavramı, İslam öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hıristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliğine geçmişti. 11. ve 13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş haliyle de Osmanlılara geçmiştir."[4]
Anlaşılacağı üzere, kesintisizce süreç devam etmekte ve Türklük bulunduğu bütün medeniyetlerin izleriyle ülküsünü beslemekteydi; ta ki 19. yüzyılda kara bulutlar İslam dünyasının üzerine çökene değin. Wallerstein'in deyimi ile "modern-dünya sistem" imparatorluklara son vermekte ve dünyayı yeniden şekillendirmekte idi. 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in dünya ticareti üzerinde pay sahibi olmak, daha doğrusu bu ticaretin belirleyicisi olabilmek için başlattığı "coğrafi keşifler" neticesinde, sermaye merkezleri "doğu"dan "batı"ya doğru kaymakta ve A. G. Frank'ın belirttiği üzere yüklü bir şekilde dolaşıma sokulan altın ve gümüş ise imparatorluk sistemlerinin ekonomilerini sarsmaktaydı.[5] Ekonomi alanında baş gösteren bu süreç daha sonrasında Batı merkezli hegemonyanın sağlamlaştırılması amacıyla düşünsel-bilimsel alanlarda da kendini gösterecekti. R. Bacon ve Ockham'lı William'dan başlayan deneyci görüşler, İngiltere'nin dünya çapındaki fetihleri ile yaygınlık kazanacaktı. Mekanikçi nedensel yöntem ile deneyi esas alan görüşler fizik dünyasında Newton'un Yeniçağ fiziğine vücut vermişlerdir. Zamanla Avrupa'ya mâl edilen akılcı-deneyci felsefe-bilim sistemleri özü itibari ile İngiliz dünya görüşünün esasıdır. Böylece Avrupa bir yandan gerek reel gerekse de düşünsel-bilimsel anlamda yeni bir dünyaya açılırken öte yandan da önüne çıkan kuvvetleri saf dışı etmeyi amaçlamış oluyordu.
… Hannibal' a, tarihteki en büyük üç generalin adı sorulduğunda "Büyük İskender, Pyrrhos ve ben" demişti. Epir Kralı Pyrrhos, Romalılara karşı büyük bir zafer kazandıysa da, bu zafer çok pahalıya mal olmuştu. Büyük kayıplar pahasına kazanılan zafer anlamına gelen "Pyrrhos Zaferi" deyişi buradan çıkmaktaydı. Milli Mücadeleden tükenmiş halde çıkışımızı Pyrrhos' un zaferine benzetebiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sérves’de bedenimize el konulmuştu. Milli Mücadele zaferimiz neticesinde Lozan'da "Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslim edeceksiniz!" takası teklif edilmişti (Duralı, s. 133). İsmet Özel konu ile ilgili "Devlette Devamlılık, Millette Kesinti" adlı makalesinde; "Devamlılık İslam'a Dünya Sistemi karşısında İslam'a mahsus bir alanın tecavüzden masun kılınmasına ilişkindi. Beri yandan kopuşun ilişkin olduğu husus idare tarzından başka bir şey değildi. Ne yapıldıysa zaruretten yapıldı."[6] der. Amaç belli idi: Türk'ün İslamsızlaştırılması, bu yolla Türk'ün "omurgasızlaştırılması" yani dünyanın Türksüzleştirilmesi. Bedenin kurtarılmasına karşın, ruhun esaret altına alınması ile yüzyılların birikimi tam meyvelerini vereceği anda, süreç kesintiye uğratılmıştı ve özellikle 1930larda esrârengiz eller tarafından Türk nesilleri ile geçmişi arasına geçit vermez duvarlar örülmüştü. Kültürün oluşturulmasını öyle basit sanan, bir nevi ‘toplum mühendisliği’ edâsıyla hareket edenler, poturuyla dağdan henüz yeni inenlerdi. Ne yazık ki, kaderimize ve kısmetimize hâkim olan onlardır (Duralı, s. 101).
sonuç
Toplumun maddi-manevi yapılanmasının şartlara uyarlanması, bir başka topluma katılması anlamına gelmez. Tonyukuk ve Bilge Han arasındaki ayrılığın konusu da Türkler için hep bu nokta olmuştur. Çevresine ayak uyduramayan canlı türünün yok olacağı gibi, değişen koşullara ayak uyduramayan ve tabiri caizse mutasyona uğrayan Türkler de, Türklüklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Göktürklerden, Safevilere ‘taklît ve neticesinde teslim olma’, giderek yok olma gibi sonuçlar doğurmuştur. Göktürkler, Burkancılık yoluyla Çin potasında erirken, Safeviler de Farslılaşmışlardır. Bugün ise, Türk milletinin karşısında iki yol vardır ya müslümanlığı hatırlatılacak, kendine dönecek ya da aydınlanmacı-sermayeci, Protestan-Anglikan medeniyetinin esaretinde "omurgasızlaştırılacaktır". İki bin yıldır Türk'ün halledemediği meselenin özü de, aynen Tonyukuk ile Bilge Hanın arasındaki görüş ayrılığıdır. Tonyukuk'un yanında yer alan ve yüzyıllarca bıkmadan usanmadan kayayı doruklara taşıyan Sisifos'un yani bizlerin yapması gereken, milli-toplumsal hafızanın kurtarılıp diriltilmesinden başka bir şey olmasa gerek.
[1] İlkin José Ortega y Gasset (1883–1955), ‘Omurga’ kavramını, İspanyolların durumunu tasvir etmek amacıyla kaleme aldığı "Espana Invertebrada" ("Omurgasızlaştırılmış İspanya") eserinde kullanmıştır. Şaban Teoman Duralı, Türkler için aynı kavramı kullanmakta beis görmemiştir.
[2] Braudel'e göre uygarlıklar uzun süreli gerçekliklerdir, hareketleri yavaş ve bulunduğu coğrafyaya sımsıkı bağlıdırlar. Braudel, İskender'in "Yakın Doğu'yu" fethinden Hz. Muhammed'in zaferine kadar olan bin yıllık süreci değerlendirirken, her şeyin bir anda başa döndüğünü, bin yıllık süre zarfının sanki bölgede hiç yaşanmadığını ve Yunan dili ile düşüncesinin toz duman oluşunu gözlemler. Braudel'in anlatmak istediği "uzun süre" zarfı içerisinde siyaset, ekonomi ve kültür birlikteliklerinin de olduğudur. Fernand Braudel, Akdeniz: Mekân ve Tarih, Metis Yayınları (Çev: Necati Erkurt), İstanbul 2007, s.97–116.
[3] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, s.267.
[4] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600) (Çev: Ruşen Sezer), YKY., İst., s.71.
[5] A. G. Frank, Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel Ekonomi (Çev: K. Kurtul), İmge Kit., Ank., 2010, s.98–108.
[6] İsmet Özel, Cuma Mektupları 7, Şûle Yay., İst., 2002, s.18.
Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
* Bu yazının tamamı Dergâh dergisinin 264. sayısında yayımlanmıştır.
… "Dörtnala gelip uzak asya'dan akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" Türkler, 'dışevlilik' yapmış ve yakın kan bağı ile evliliği yasaklamışlardı. Aile, ataerkil ve çoğunlukla tekeşli olup atasoyuna göre yürürdü. İnanç düzenleri bakımından 'içevlilik' kuralına bağlı olan topluluklardan farklı olarak Türkler'in milliyetleri kavmi tabana oturmaz. Böylece kan bağına tazammun etmeyen imparatorluk devletleri kurabilmişler ve 'ülkü' (Müslüman olunmadan önce içeriği müphemdi) edinebilmişlerdir. Ülkü, karşı konulamaz cinsten bir çağrının açık bir biçime bürünmüş hâlidir. Çağrının ete kemiğe bürünmesi tabi ki de bir anda olacak iş değildir. Bunun için yüzyıllar geçmiş, tabiri caiz ise Sisifos yaz kış demeden kayayı tepeye çıkarıp durmuştur. Türkler, İpek yolunu ele geçirmek ve onun getirilerinden pay almayı amaçladıklarından, anayurtlarından kopmuş ve batıya doğru yönelmişlerdir. İran'ı devre dışı bırakan Türkler Çin ile ilkin Doğu-Roma, ardından da Bizans arasındaki ticaretin aracısı olmuşlardır. Avrasya medeniyet ekseni üzerindeki iki aşırı uç arasındaki bahsi geçen ticaret, gelişi güzel olmamakla birlikte, mal, tavır, hüner, zanaat, fikir ile zihniyet değiş tokuşudur. Türkler, tarihleri boyunca sürekli yeni yurtlar edinmişler ve her seferinde yeni bir kültür belirlenimine tabî olmuşlardır. Mamafih, kimi temel özelliklerini yitirmemişlerdir. "Bu değişmez özelliklerin dördü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme, ordu yürütme yetisi ile soy sop saplantısından berî olmadır." (Duralı… s. 32).
Türkler, tarihi seyir göz önüne alındığında, gerek klasik İslam gerekse Avrupalı düşünürler tarafından anlaşılamamıştır. Braudel'in deyimi ile "uzun süre"[2] dilimleri içerisinde ve "büyük alanlarda" konumlanması gereği Türklerin kültür belirlenimleri sürekli olarak değişmiş ve bu nedenle özgün düşünce düzen şebekeleri inşâa edilememiştir. Türkistan olarak anılan Çin, Hint, İran ile Hıristiyan Bizans'ın yollarının kesiştiği havzada, Türkler 'Burkancılığı, Mazdacılığı, Maniciliği ve Hıristiyanlığın bir kolu olup da İstanbul piskoposu Nestorios'a izafeten Nasturîliği benimsemişler ve kendi Göktanrıcı, konar-göçer-avcı ve çobanlık-hayvancılık, maden işletmeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı kültür değerleriyle mezcetmişlerdir (Duralı… s. 33).
Güçlü bir devletin çatısı altında birleşerek barışa, esenlik ile gönence ulaşmak arzu ve amacıyla kurulan ilk Türk devleti olan Göktürklerden bugüne amaç ve hedefler hep aynı olmuştur: Hoşgörü, sevgi ve adâlet. Sevil Nuriyeva, "Kayıp Tarih- Enver Paşa" adlı belgesel filminde ‘dünya Türklerin sayesinde selâmete kavuşacaktır ve ben buna inanıyorum’ derken, aslında binyıllık ülküyü dile getiriyordu. Orhon kitâbelerine bakarsak, "Emniyeti ve adâleti sağlamayı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir camia"dan[3] bahsedilir yani Türk'ün ülküsünden. İslamiyet öncesi tarihsel ve kültürel birikimiyle Türklük adeta İslam'a beden olmaya hazırlanmıştır. Sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât denilen ulu ülkü ete kemiğe bürünmüştür. "M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün belli başlı inanç câmialarına… girip çıkmış Türklüğün, hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslamın yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir (...)Türklerin, imparatorluk devleti kurmak uğruna savaşma iradesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır." (Duralı… s. 59).
Talas Savaşı sonrasında Türk boyları Müslümanlaşmış, Dârülİslamda, çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir. Müslümanlaşmayanlar ise zamanla Moğollaşarak veya Çinlileşerek Türklüklerini yitirmişlerdir. Müslümanlaşmakla yetinmeyen Türkler, İslam dininin taşıyıcısı, dünya çapında öncüsü ve savunucusu da olmuşlardır (Duralı… s. 62). "Divân-ı Hikmet"lerin yazılmaya başlandığı bu dönemde, güçlü ve süreklilik arz eden devlet teşkilatlanmaları kuvvetlendirilmeye çalışılıyor ve ülkü hayat buluyordu. "Türklük tarih boyunca bir medeniyetten diğerine geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahi birinden öbürüne geçmiştir. Türklük İslamdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensûpken Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki, olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir" (Duralı… s. 78). Gelenek, medeniyet câmiaları değişse de, hikmet ehli kişilerce devam ettirilmiş, İslam öncesi ve dışında kalan medeniyet dairelerinde 'kam', 'bilge', 'goşt'; İslami devirde 'veliler'e, 'erenler'e uzanan kesintisiz bir hat mevcudiyetinde korunmuştur. Yine aynı şekilde, askerlik ve savaşçılık alanında İslam medeniyetinde gâzilik, önceki medeniyet ortamında 'alp' olarak belirmiştir. Bu kesintisiz süreç, "Devletiebedmüddet" yani Osmanlı Devleti ile doruk noktasına ulaşmıştır. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti yönetiminin tarihsel kökenleri konusunda şu yargıda bulunur: "Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavramı, İslam öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hıristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliğine geçmişti. 11. ve 13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş haliyle de Osmanlılara geçmiştir."[4]
Anlaşılacağı üzere, kesintisizce süreç devam etmekte ve Türklük bulunduğu bütün medeniyetlerin izleriyle ülküsünü beslemekteydi; ta ki 19. yüzyılda kara bulutlar İslam dünyasının üzerine çökene değin. Wallerstein'in deyimi ile "modern-dünya sistem" imparatorluklara son vermekte ve dünyayı yeniden şekillendirmekte idi. 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in dünya ticareti üzerinde pay sahibi olmak, daha doğrusu bu ticaretin belirleyicisi olabilmek için başlattığı "coğrafi keşifler" neticesinde, sermaye merkezleri "doğu"dan "batı"ya doğru kaymakta ve A. G. Frank'ın belirttiği üzere yüklü bir şekilde dolaşıma sokulan altın ve gümüş ise imparatorluk sistemlerinin ekonomilerini sarsmaktaydı.[5] Ekonomi alanında baş gösteren bu süreç daha sonrasında Batı merkezli hegemonyanın sağlamlaştırılması amacıyla düşünsel-bilimsel alanlarda da kendini gösterecekti. R. Bacon ve Ockham'lı William'dan başlayan deneyci görüşler, İngiltere'nin dünya çapındaki fetihleri ile yaygınlık kazanacaktı. Mekanikçi nedensel yöntem ile deneyi esas alan görüşler fizik dünyasında Newton'un Yeniçağ fiziğine vücut vermişlerdir. Zamanla Avrupa'ya mâl edilen akılcı-deneyci felsefe-bilim sistemleri özü itibari ile İngiliz dünya görüşünün esasıdır. Böylece Avrupa bir yandan gerek reel gerekse de düşünsel-bilimsel anlamda yeni bir dünyaya açılırken öte yandan da önüne çıkan kuvvetleri saf dışı etmeyi amaçlamış oluyordu.
… Hannibal' a, tarihteki en büyük üç generalin adı sorulduğunda "Büyük İskender, Pyrrhos ve ben" demişti. Epir Kralı Pyrrhos, Romalılara karşı büyük bir zafer kazandıysa da, bu zafer çok pahalıya mal olmuştu. Büyük kayıplar pahasına kazanılan zafer anlamına gelen "Pyrrhos Zaferi" deyişi buradan çıkmaktaydı. Milli Mücadeleden tükenmiş halde çıkışımızı Pyrrhos' un zaferine benzetebiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sérves’de bedenimize el konulmuştu. Milli Mücadele zaferimiz neticesinde Lozan'da "Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslim edeceksiniz!" takası teklif edilmişti (Duralı, s. 133). İsmet Özel konu ile ilgili "Devlette Devamlılık, Millette Kesinti" adlı makalesinde; "Devamlılık İslam'a Dünya Sistemi karşısında İslam'a mahsus bir alanın tecavüzden masun kılınmasına ilişkindi. Beri yandan kopuşun ilişkin olduğu husus idare tarzından başka bir şey değildi. Ne yapıldıysa zaruretten yapıldı."[6] der. Amaç belli idi: Türk'ün İslamsızlaştırılması, bu yolla Türk'ün "omurgasızlaştırılması" yani dünyanın Türksüzleştirilmesi. Bedenin kurtarılmasına karşın, ruhun esaret altına alınması ile yüzyılların birikimi tam meyvelerini vereceği anda, süreç kesintiye uğratılmıştı ve özellikle 1930larda esrârengiz eller tarafından Türk nesilleri ile geçmişi arasına geçit vermez duvarlar örülmüştü. Kültürün oluşturulmasını öyle basit sanan, bir nevi ‘toplum mühendisliği’ edâsıyla hareket edenler, poturuyla dağdan henüz yeni inenlerdi. Ne yazık ki, kaderimize ve kısmetimize hâkim olan onlardır (Duralı, s. 101).
sonuç
Toplumun maddi-manevi yapılanmasının şartlara uyarlanması, bir başka topluma katılması anlamına gelmez. Tonyukuk ve Bilge Han arasındaki ayrılığın konusu da Türkler için hep bu nokta olmuştur. Çevresine ayak uyduramayan canlı türünün yok olacağı gibi, değişen koşullara ayak uyduramayan ve tabiri caizse mutasyona uğrayan Türkler de, Türklüklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Göktürklerden, Safevilere ‘taklît ve neticesinde teslim olma’, giderek yok olma gibi sonuçlar doğurmuştur. Göktürkler, Burkancılık yoluyla Çin potasında erirken, Safeviler de Farslılaşmışlardır. Bugün ise, Türk milletinin karşısında iki yol vardır ya müslümanlığı hatırlatılacak, kendine dönecek ya da aydınlanmacı-sermayeci, Protestan-Anglikan medeniyetinin esaretinde "omurgasızlaştırılacaktır". İki bin yıldır Türk'ün halledemediği meselenin özü de, aynen Tonyukuk ile Bilge Hanın arasındaki görüş ayrılığıdır. Tonyukuk'un yanında yer alan ve yüzyıllarca bıkmadan usanmadan kayayı doruklara taşıyan Sisifos'un yani bizlerin yapması gereken, milli-toplumsal hafızanın kurtarılıp diriltilmesinden başka bir şey olmasa gerek.
[1] İlkin José Ortega y Gasset (1883–1955), ‘Omurga’ kavramını, İspanyolların durumunu tasvir etmek amacıyla kaleme aldığı "Espana Invertebrada" ("Omurgasızlaştırılmış İspanya") eserinde kullanmıştır. Şaban Teoman Duralı, Türkler için aynı kavramı kullanmakta beis görmemiştir.
[2] Braudel'e göre uygarlıklar uzun süreli gerçekliklerdir, hareketleri yavaş ve bulunduğu coğrafyaya sımsıkı bağlıdırlar. Braudel, İskender'in "Yakın Doğu'yu" fethinden Hz. Muhammed'in zaferine kadar olan bin yıllık süreci değerlendirirken, her şeyin bir anda başa döndüğünü, bin yıllık süre zarfının sanki bölgede hiç yaşanmadığını ve Yunan dili ile düşüncesinin toz duman oluşunu gözlemler. Braudel'in anlatmak istediği "uzun süre" zarfı içerisinde siyaset, ekonomi ve kültür birlikteliklerinin de olduğudur. Fernand Braudel, Akdeniz: Mekân ve Tarih, Metis Yayınları (Çev: Necati Erkurt), İstanbul 2007, s.97–116.
[3] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, s.267.
[4] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600) (Çev: Ruşen Sezer), YKY., İst., s.71.
[5] A. G. Frank, Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel Ekonomi (Çev: K. Kurtul), İmge Kit., Ank., 2010, s.98–108.
[6] İsmet Özel, Cuma Mektupları 7, Şûle Yay., İst., 2002, s.18.
Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
* Bu yazının tamamı Dergâh dergisinin 264. sayısında yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)