Yaz geceleri şiir borçludur okura. Akşam serinliğinde hafif esen rüzgâr eşliğinde okunası şiirler vardır. Sardunyalara yakışan şiirler… Şiir iyidir. Yaşamı ve anı sevdirir.
“Tanrı Görmesin Harflerimi” şairin ikinci şiir kitabıdır. İki kez okudum kitabı, iki kez de faklı yerlerin altını çizdim. Şiir işte böyledir, anlıktır. Farketmezseniz yanınızdan geçip gider göremezsiniz, sakinlik ister.
“Şimdi hatırlıyorum
Zayıflamışsın, kendine bakmalısın
Derkenki yalınlığın,
Hatırladığım ne?
Anne oldum Deniz’e
Onun çocukluğunu emzireceğim
Ona içimi göstereceğim
Aklımı kaybetmediğimin hesabını vereceğim
Aklımı neden tuttuğumun hesabını
Bedenimde.”
“Hayat ne kadar karmaşıksa, iyilik o kadar yalın.”
“Zaman hızla geçiyor sanıyordum.
Yalan.
Geçmiyor,
Birikiyor acısı kavimlerin
Tarih bırakmıyor zamanı kuyusundan."
Hayat sizden arda kalanları aslında ardında bırakmaz, sürünerek yanınıza getirir.
Kitapta tabi ki bolca kadın öğesi ve hüzün var ama ondan daha çok; bir bahçede arkası dönük çiçeklerini sulayan bir ev sahibi var, yerleşik, gidememiş biri var. Bunları düşünürken dua eden biri. Size ortak, acılarından bile güçlenecebileceğiniz biri var “Şair” böyledir; kimi zaman kendi yalnızlığı ile sizi besler.
“Her şeyim benim olmasa da
Bu acı benim diyor insan.”
“İnsan bir yanılgıdır diyor tanrı.
Ve düzeltmek için varım,
Ama geciktim.
...
Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için acı veriyor
Sadece acı.”
Bejan Matur, şiirlerinde hem “Allah” hem de “Tanrı” terimlerini kullanıyor. Çocukluğu ile anneliğini, acıları ile anlık mutluluklarını okuyucuya fazla sezdirmeden karşılaştırıyor. İnanç ile kaderi iyi sentezliyor. “Acıysa da bizim, hepsi hayat, hepsi biziz” diyor.
“Diyorlar ki
Bir insanı yerin yedi kay dibine sallayın
Yine de Allah’ın üzerine düşecektir.
Dilerim öyledir.
Ve biliyorum ki
Yüceltir varlığı Allah
Düzende tutar
Ve aşkı biliyor olmalı ki
Kaosu öğretir.”
Sizi bilmem ama perdeler uçuşurken hafif müzik eşliğinde Matur’un dizeleri bana çok iyi geldi. Şiir ruhu dinlendirir. Ruhunuzu, hele ki bu karmaşık ve zor günlerde sıkı besleyin derim.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
28 Haziran 2013 Cuma
14 Haziran 2013 Cuma
İmkansız sevdaların karşılıksız âşıklarına
Aşk imkansızdır. “Toza sor” ise imkansız bir aşkın romanıdır. Aşk karşılıksızdır. Sevgi tek taraflıdır. “Toza sor”, sürüklenip gitmenin, toza bulanmanın resmedildiği romandır.
Bir karakter vardır Arturo Bandini diye adı olan. Camilla'ya aşık olur. Ama onu aşağılamaktan geri durmaz. Arturo Bandini sadece kendine değil egosuna da aşıktır çünkü... Kendisine göre yazardır. Sadece yazar değil büyük yazar. Roman yazar. Ama Camilla yoktur. Yazılanlar önemsiz hale gelir eğer Camilla onları okumazsa. Bandini aşkı içine atar, yazar. Romanını imzalar. Çölün sonsuzluğuna fırlatır. Camilla belki bir gün tozun içinde görür, farkeder ve okur diye...
John Fante, 1939 yayınlanan “Toza Sor” romanında şöyle der:
“Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım ekmeğe. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında, ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal...“
Beynimin pimini çeken romanlardan biri olan “Toza Sor” yazarı Fante'ye bir gün sordum. Kitabın adını açıklığa kavuşturması gerekliliğini. O da bana cevap verdi. Rüyamda: “Dünya tozdan geliyordu ve yine toz olacaktı...”
Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik ses tonu ile tavana bakarak konuştu:
“Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu; evet -bu gece beni seveceksin.”
“Nedir bu?” dedim.
Gülümsedi.
“Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim (...)”
Charles Bukowski'nin önerdiği şahane kitaplardan biri olan “Toza Sor” için Henry Chinaski şöyle sesleniyor kitabın girizgahında: “...derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu. Sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi. Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım. Fante benim tanrımdı ve tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. ama “Angel's Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün ordan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.”
Immo Guitti
twitter.com/immoguitti
Bir karakter vardır Arturo Bandini diye adı olan. Camilla'ya aşık olur. Ama onu aşağılamaktan geri durmaz. Arturo Bandini sadece kendine değil egosuna da aşıktır çünkü... Kendisine göre yazardır. Sadece yazar değil büyük yazar. Roman yazar. Ama Camilla yoktur. Yazılanlar önemsiz hale gelir eğer Camilla onları okumazsa. Bandini aşkı içine atar, yazar. Romanını imzalar. Çölün sonsuzluğuna fırlatır. Camilla belki bir gün tozun içinde görür, farkeder ve okur diye...
John Fante, 1939 yayınlanan “Toza Sor” romanında şöyle der:
“Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım ekmeğe. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında, ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal...“
Beynimin pimini çeken romanlardan biri olan “Toza Sor” yazarı Fante'ye bir gün sordum. Kitabın adını açıklığa kavuşturması gerekliliğini. O da bana cevap verdi. Rüyamda: “Dünya tozdan geliyordu ve yine toz olacaktı...”
Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik ses tonu ile tavana bakarak konuştu:
“Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu; evet -bu gece beni seveceksin.”
“Nedir bu?” dedim.
Gülümsedi.
“Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim (...)”
Charles Bukowski'nin önerdiği şahane kitaplardan biri olan “Toza Sor” için Henry Chinaski şöyle sesleniyor kitabın girizgahında: “...derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu. Sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi. Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım. Fante benim tanrımdı ve tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. ama “Angel's Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün ordan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.”
Immo Guitti
twitter.com/immoguitti
6 Haziran 2013 Perşembe
Heveslerinden kopmak istemeyenlere
"Suavi'nin fikir ve sanat hayatımızın geniş yelpazesinde her zaman söyleyecek bir sözü vardır. Şiire gelince. Sanıyorum, köşesine çekilip iç dünyasına dalıyor."
- Mustafa Kutlu
Kıymetli ağabeyim -kitabın da isim babası- İbrahim Tenekeci ile şiir üzerine yaptığım bir telefon konuşmasında, ondan, "Şiir meşguliyetin, şiir sevgin heves olarak kalmasın" nasihatini almış ve hemen "heves" kelimesini hafızamın "demirbaş" kalemine not etmiştim. Şiir geçici bir heves olmaması gerektiği gibi, aynı zamanda bir gençlik meşgalesi de olamaz. Gençlik aşkı ise hiç olmamalıdır. Şiir ayın 1'inde çekilen maaş da değildir, bir görev karşılığı beklenti değildir çünkü. İçten gelen, içle alakalı, içsel bir şeydir şiir. Suavi Kemal Yazgıç ağabey de içten, kalıcı bir heves yazıyor şiirlerini. Onu daha çok kitaplar üzerine yazdıklarından biliyor, şiirlerini de es geçmiyordum. Enerjisini ve üretkenliğini de takdir ediyordum, çünkü yeterince bezmişlik hakim çağımıza, toplumumuza. Ağabey dedim, çünkü kendisiyle tanıştım, görüştüm. Bu 4-5 saatlik görüşmede onu aklıma şöyle kazıdım: Sessiz ve sakin. Ve bu yüzden de kendime yakın buldum.
"Kapanan bir şeydim ben -ama ne?
Sımsıkı kilitlenen, ışık sızdırmayan
Soru sormayan, cevap vermeyen
Perdelerin, duvarların, örtülerin, panoların ardında
Karanlığa koyuverilmiş
Koyu karanlığa gömülmüş."
Profil Yayıncılık'tan mart 2013'de çıkan "Heves"in açılış şiirleri Münacaat ve Naat. Tıpkı İsmet Özel'in "Bir Yusuf Masalı"ndaki gibi. İsmet Özel'in Münacat'ı "Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı, ölmedim genç olarak" diye, iç dökerek başlıyor. Suavi Kemal Yazgıç ise Münacaat'ında çare arıyor, şöyle diyor:
"Rabbim bana bir cümle
Öğret ki amel edeyim
Bir cümle
Yorgunluk şeytanına karşı
İçimdeki firavuna
Kulluğumu hatırlatan bir cümle."
Şairin her şiirinde mutlak bir dert var. Her bir derdin ise çok güzel başlıkları. “Kandil İçin Sms, Baharatlı Bahar, Zur Judenfrage, Hükmen Mağlup, Şair Cenin Pozisyonunda, Sus Payı” adlı şiirler, adlarına sahip çıkarcasına başlıyor ve bitiyor. Suavi Kemal Yazgıç ne Türkçeyi ne de şiirini yormadan aktarıyor, heveslerimize yeniden göz atmamızı sağlıyor.
"Bir hevesle geçtim
Bir hevesle bıraktığım dünyadan
Bir hevesle yazıldığım listeden
Düşürüldüm bir başka hevesle."
Şiirsiz müzik, müziksiz şiir, bir el şakası gibidir. Ritm bu muhteşem ikiliyi dengeleyip bizi sofraya oturur, sofrayı kuran şairdir, fakat kaldıran okuyucu olur. Suavi Kemal Yazgıç'ın şiirlerinde ritm yüksek, kelime oyunları yok ve her şey bir ana haber bülteni sıcaklığında.
"Biz ki unuttuğumuz doğruların tahtına
Kendi uydurduğumuz yalanları oturtmuşuz
Biz ki kredi kartı borcunu patlatıp
Yaşama sevincimizi söküp atmışız kalbimizden."
Suavi Kemal Yazgıç'ın bir "Heves"le anlatmak istediği hiç şüphe yok ki dünya hayatının faniliği, sade ve iddiasız olması gerektiği. Ama bunu bir heves uğruna yapmıyor, hevesini ciddiye alıyor. Tıpkı yaşayışı ve mizacı gibi. Heveslerine yeniden sahip çıkmak isteyenlere, "bellidir bir parabellumun anlatacakları"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Mustafa Kutlu
Kıymetli ağabeyim -kitabın da isim babası- İbrahim Tenekeci ile şiir üzerine yaptığım bir telefon konuşmasında, ondan, "Şiir meşguliyetin, şiir sevgin heves olarak kalmasın" nasihatini almış ve hemen "heves" kelimesini hafızamın "demirbaş" kalemine not etmiştim. Şiir geçici bir heves olmaması gerektiği gibi, aynı zamanda bir gençlik meşgalesi de olamaz. Gençlik aşkı ise hiç olmamalıdır. Şiir ayın 1'inde çekilen maaş da değildir, bir görev karşılığı beklenti değildir çünkü. İçten gelen, içle alakalı, içsel bir şeydir şiir. Suavi Kemal Yazgıç ağabey de içten, kalıcı bir heves yazıyor şiirlerini. Onu daha çok kitaplar üzerine yazdıklarından biliyor, şiirlerini de es geçmiyordum. Enerjisini ve üretkenliğini de takdir ediyordum, çünkü yeterince bezmişlik hakim çağımıza, toplumumuza. Ağabey dedim, çünkü kendisiyle tanıştım, görüştüm. Bu 4-5 saatlik görüşmede onu aklıma şöyle kazıdım: Sessiz ve sakin. Ve bu yüzden de kendime yakın buldum.
"Kapanan bir şeydim ben -ama ne?
Sımsıkı kilitlenen, ışık sızdırmayan
Soru sormayan, cevap vermeyen
Perdelerin, duvarların, örtülerin, panoların ardında
Karanlığa koyuverilmiş
Koyu karanlığa gömülmüş."
Profil Yayıncılık'tan mart 2013'de çıkan "Heves"in açılış şiirleri Münacaat ve Naat. Tıpkı İsmet Özel'in "Bir Yusuf Masalı"ndaki gibi. İsmet Özel'in Münacat'ı "Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı, ölmedim genç olarak" diye, iç dökerek başlıyor. Suavi Kemal Yazgıç ise Münacaat'ında çare arıyor, şöyle diyor:
"Rabbim bana bir cümle
Öğret ki amel edeyim
Bir cümle
Yorgunluk şeytanına karşı
İçimdeki firavuna
Kulluğumu hatırlatan bir cümle."
Şairin her şiirinde mutlak bir dert var. Her bir derdin ise çok güzel başlıkları. “Kandil İçin Sms, Baharatlı Bahar, Zur Judenfrage, Hükmen Mağlup, Şair Cenin Pozisyonunda, Sus Payı” adlı şiirler, adlarına sahip çıkarcasına başlıyor ve bitiyor. Suavi Kemal Yazgıç ne Türkçeyi ne de şiirini yormadan aktarıyor, heveslerimize yeniden göz atmamızı sağlıyor.
"Bir hevesle geçtim
Bir hevesle bıraktığım dünyadan
Bir hevesle yazıldığım listeden
Düşürüldüm bir başka hevesle."
Şiirsiz müzik, müziksiz şiir, bir el şakası gibidir. Ritm bu muhteşem ikiliyi dengeleyip bizi sofraya oturur, sofrayı kuran şairdir, fakat kaldıran okuyucu olur. Suavi Kemal Yazgıç'ın şiirlerinde ritm yüksek, kelime oyunları yok ve her şey bir ana haber bülteni sıcaklığında.
"Biz ki unuttuğumuz doğruların tahtına
Kendi uydurduğumuz yalanları oturtmuşuz
Biz ki kredi kartı borcunu patlatıp
Yaşama sevincimizi söküp atmışız kalbimizden."
Suavi Kemal Yazgıç'ın bir "Heves"le anlatmak istediği hiç şüphe yok ki dünya hayatının faniliği, sade ve iddiasız olması gerektiği. Ama bunu bir heves uğruna yapmıyor, hevesini ciddiye alıyor. Tıpkı yaşayışı ve mizacı gibi. Heveslerine yeniden sahip çıkmak isteyenlere, "bellidir bir parabellumun anlatacakları"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
3 Haziran 2013 Pazartesi
Amerikalı olmak istemeyenlere
"Bugün insanların önünde iki seçenek var: Türk olmak ya da Amerikalı olmak. Modern dünya denilen şey, anti-Türk dünyadan başka bir şey değildir. Türk için Batılılaşma bâtıllaşmadır."
- İsmet Özel
Lütfi Bergen'in kitaplarının isimlerini yan yana koyalım: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlak Ayaklanması, İsyandan Dirliğe. Yani ortada çok ciddi bir dert var. Bu derde başkaldırıyor yazar. Önümüze adeta zorla konan "gelişme ideolojisi"ni reddediyor, masumiyetimize sahip çıkmamız gerektiğini belirtiyor. bu masumiyetin Anadolu'da yattığını söylüyor. Tüm bunları söylerken de çok ciddi örnekler ve verilerle kafamızdaki "batılılaşma"yı yerin dibine batırıyor. Batılılaşma safsatası düşüyor, bir tekme de okuyucu atmış oluyor.
"Modern teknoloji bize ahlâk bahşetmez. Dahası bize ahlâk ve erdem sahibi insanlar olarak yaşama imkânı vermez. Teknik çalışmalar, ahlâki yönelişimizi kısırlaştırmaktadır... Bize yeni bir çevre sunan teknik; makinaların, işleyişin, tiktakların, telaşın yapay ritmini icra eder."
Yeni dünya ve onun daima sığındığı teknolojik gelişmeler, ülkemizde de son yıllarda iyice yaşadığımız parksız kalma, yeşili görememe ve hava alamama gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle plazalar, ve alışveriş merkezleri, yürüyeceğimiz kaldırımlarla beraber içimizi de daraltıyor. Gün geliyor, kaldırımlarda yürüyemiyoruz. Bunda elbette otomobillere olan amansız merakımız da rol oynuyor.
"Yeni teknik dünya kır yeri olarak bana iki saat süren motorlu taşıt yolculuğundan sonra bulabileceğim sahalar gösterir."
İşte Lütfi Bergen, elimizden alınan tüm doğal haklarımızdan sorumlu tuttuğu "doyumsuz gelişme" anlayışına modernizm penceresinden bakarak hem çare üretiyor hem de "hayır" dedikten sonra "neden"ini de öğrenmemiz için çırpınıyor. Aydınlar ve teknik, ilkel adamın yaşamı, kapitalizme müstehak olmayışımız gibi meseleler, "Azgelişmişlik Üstünlüktür"de otopsi yapılarak irdeleniyor. Kitabın sonunda Alper Gürkan ve Suavi Kemal Yazgıç'ın Lütfi Bergen ile yaptığı söyleşiler, hem yazarı hem de yazarın modernizm karşıtlığındaki gerçekçiliğini öğrenmek için oldukça faydalı. Bu tip kitaplarda nadir görülen bir fikir olmuş söyleşilerin eklenmesi.
"Günümüzde üniversite eğitimi hem ara eleman denilen meslek yapılarına sekte vuruyor hem de genç bir nüfusu üretim dışı bırakıp tüketici kılıyor... Mesleki uzmanlaşma, üretimin yoğunlaşması, lüks tüketimin engellenmesi modern dünyaya cevabımızdır."
Bir kitabın kaynakçasından faydalanmak da son derece önemlidir. "Azgelişmişlik Üstünlüktür"ün kaynakçası son derece ciddi eserlerden oluşuyor. Çok özel isimlerin en ciddi eserlerinden istifade edilmiş, bunu görünce kitabın değeri de okuyucu da artıyor. Kitap daha da kıymetleniyor. Zaten bir kitap, yeni kitaplara kapı açıyorsa, doğru bir okuma yaptığınızın göstergesi oluyor. Kaynakçada sıklıkla dikkatimi çeken isimler: İsmet Özel, İlber Ortaylı, Ali Şeriati, Arnold Toynbee, İsmail Kara, Niyazi Berkes, Jean Baudrillard, Fernand Braudel, Ali Bulaç, Jürgen Habermas, Dostoyevski, Turgut Cansever, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Nurettin Topçu, J.J. Rousseau, Mete Tunçay, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Ziya Ülken, Max Weber, Paul Wittek ve niceleri.
"Önceleri tren yolunun Anadolu'yu kalkındıracağını ummuştuk. Ne kadar aldanmışız. Tren Anadolu'nun mahsullerini şehirlere getirecek bir millî istihsal muvazenesi yaratacaktı. Öyle olmadı. Tren mahsulü getirecek yerde, Anadolu'nun insanını İstanbul'a ve birkaç büyük şehre akın ettirmektedir."
Herkesin iyi dediği iyi olmadığı gibi, her gelişme de üstünlük değildir. İyi gibi görünen çok gelişme, her şeyi çökertebilir. Çökmemek ve güncel anlamda da olan bitenin farkında olmak için ciddi bir denemeye zihninizi hazırlayın.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- İsmet Özel
Lütfi Bergen'in kitaplarının isimlerini yan yana koyalım: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlak Ayaklanması, İsyandan Dirliğe. Yani ortada çok ciddi bir dert var. Bu derde başkaldırıyor yazar. Önümüze adeta zorla konan "gelişme ideolojisi"ni reddediyor, masumiyetimize sahip çıkmamız gerektiğini belirtiyor. bu masumiyetin Anadolu'da yattığını söylüyor. Tüm bunları söylerken de çok ciddi örnekler ve verilerle kafamızdaki "batılılaşma"yı yerin dibine batırıyor. Batılılaşma safsatası düşüyor, bir tekme de okuyucu atmış oluyor.
"Modern teknoloji bize ahlâk bahşetmez. Dahası bize ahlâk ve erdem sahibi insanlar olarak yaşama imkânı vermez. Teknik çalışmalar, ahlâki yönelişimizi kısırlaştırmaktadır... Bize yeni bir çevre sunan teknik; makinaların, işleyişin, tiktakların, telaşın yapay ritmini icra eder."
Yeni dünya ve onun daima sığındığı teknolojik gelişmeler, ülkemizde de son yıllarda iyice yaşadığımız parksız kalma, yeşili görememe ve hava alamama gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle plazalar, ve alışveriş merkezleri, yürüyeceğimiz kaldırımlarla beraber içimizi de daraltıyor. Gün geliyor, kaldırımlarda yürüyemiyoruz. Bunda elbette otomobillere olan amansız merakımız da rol oynuyor.
"Yeni teknik dünya kır yeri olarak bana iki saat süren motorlu taşıt yolculuğundan sonra bulabileceğim sahalar gösterir."
İşte Lütfi Bergen, elimizden alınan tüm doğal haklarımızdan sorumlu tuttuğu "doyumsuz gelişme" anlayışına modernizm penceresinden bakarak hem çare üretiyor hem de "hayır" dedikten sonra "neden"ini de öğrenmemiz için çırpınıyor. Aydınlar ve teknik, ilkel adamın yaşamı, kapitalizme müstehak olmayışımız gibi meseleler, "Azgelişmişlik Üstünlüktür"de otopsi yapılarak irdeleniyor. Kitabın sonunda Alper Gürkan ve Suavi Kemal Yazgıç'ın Lütfi Bergen ile yaptığı söyleşiler, hem yazarı hem de yazarın modernizm karşıtlığındaki gerçekçiliğini öğrenmek için oldukça faydalı. Bu tip kitaplarda nadir görülen bir fikir olmuş söyleşilerin eklenmesi.
"Günümüzde üniversite eğitimi hem ara eleman denilen meslek yapılarına sekte vuruyor hem de genç bir nüfusu üretim dışı bırakıp tüketici kılıyor... Mesleki uzmanlaşma, üretimin yoğunlaşması, lüks tüketimin engellenmesi modern dünyaya cevabımızdır."
Bir kitabın kaynakçasından faydalanmak da son derece önemlidir. "Azgelişmişlik Üstünlüktür"ün kaynakçası son derece ciddi eserlerden oluşuyor. Çok özel isimlerin en ciddi eserlerinden istifade edilmiş, bunu görünce kitabın değeri de okuyucu da artıyor. Kitap daha da kıymetleniyor. Zaten bir kitap, yeni kitaplara kapı açıyorsa, doğru bir okuma yaptığınızın göstergesi oluyor. Kaynakçada sıklıkla dikkatimi çeken isimler: İsmet Özel, İlber Ortaylı, Ali Şeriati, Arnold Toynbee, İsmail Kara, Niyazi Berkes, Jean Baudrillard, Fernand Braudel, Ali Bulaç, Jürgen Habermas, Dostoyevski, Turgut Cansever, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Nurettin Topçu, J.J. Rousseau, Mete Tunçay, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Ziya Ülken, Max Weber, Paul Wittek ve niceleri.
"Önceleri tren yolunun Anadolu'yu kalkındıracağını ummuştuk. Ne kadar aldanmışız. Tren Anadolu'nun mahsullerini şehirlere getirecek bir millî istihsal muvazenesi yaratacaktı. Öyle olmadı. Tren mahsulü getirecek yerde, Anadolu'nun insanını İstanbul'a ve birkaç büyük şehre akın ettirmektedir."
Herkesin iyi dediği iyi olmadığı gibi, her gelişme de üstünlük değildir. İyi gibi görünen çok gelişme, her şeyi çökertebilir. Çökmemek ve güncel anlamda da olan bitenin farkında olmak için ciddi bir denemeye zihninizi hazırlayın.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
29 Mayıs 2013 Çarşamba
Yeniden sevmek isteyenlere
Kitap karşımıza bir kostüm ile sunulur. Romain Gary, Emile Ajar kostümünü giyer. Bir başka yüzünü. Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülünün bir yazara birden fazla verilmemesi kuralını bu kostüm ile aşmıştır, Romain Gary. 1956'da kendi adıyla aldığı ödülü ikinci kez 1975'te Emile Ajar kostümüyle yazdığı bu romanıyla almıştır. Bu gerçek yazarın ölümünden sonra vasiyetname olarak basılan kitapta şu yalın cümleyle ifade edilmiştir: “Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım”.
Kitap, eski bir fahişe olan Madam Rosa ve ona bağlı yetimhanede büyüyen Momo'nun öyküsünü anlatır. Annesi hayat kadını olan küçük Momo, hayata dair çıkarımlarda bulunur. O bulundukça, okuyucu sarsılır. Bir kez daha dünyaya lanet ederek... Momo, en büyük çıkarımı ise gözyaşları üzerine yaparken hayatsal yorgunluk beyinde toplanır: “Bana hep garip gelen gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü?”
Mutluluk bir alışkanlıktır. Altı çizilesi cümlelerden birinde öyle bir çıkarım vardır çünkü: “Kendilerine eroin iğnesi yapan bütün veletler mutluluk alışkanlığına tutulurlar, bunun da hiç acıması yoktur, çünkü mutluluk özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir. Ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir”.
Bazı romanlar hayata muhteşem bir pencereden bakar. Her şeyin güzel olduğu. Bazı romanlarsa karanlıktır. Bu kitap ise öylece yaşayanların sevinci de, hüznü de abartmayanların edebiyatı ile çerçevelenir. Momo çocuktur. Momo varlık yolculuğundadır. Madamı da öyle sever. Bir çocukmuşcasına.
Hayat devam eder. Tabii kitapta geçen kimi diyalogları sindirebilenler için:
- Ağlama yavrucuğum, yaşlıların ölmesi doğaldır. Senin önünde daha koskoca bir hayat var.
Beni korkutmaya mı çalışıyordu bu namussuz ne boktur? Kalktım.
- Tamam...
Biliyordum, daha koskoca bir yaşam vardı önümde, ama bu yüzden kendimi hasta edecek değildim.
- Yahudi barınağım orası Momo.
- Eh peki, iyi öyleyse.
- Anlıyor musun?
- Hayır, ama yok zararı, alışığım.
Konuşmalar karabasan olur, hayatımıza siner. Ne de olsa Madam Rosa, “karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır” derdi hep. Momo aşıktır. Kadına. Kadın ise Momo'ya. Sevgi yakındır artık... Sevgi, umuttur. Umutsa, hayat...
İşte tam bu raddede başlar Momo'ya ait olan yalnızlık: “Yere yattım, gözlerimi kapadım. Ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu, hastalanmaktan korktum. Böyle bir durumda eroin alan bir sürü herif tanıyorum, ama ben mutlu olmak için yaşamın kıçını yalayacak değilim. Yaşamı süslemek istemiyorum ben, bok yesin o. Birbirimize karşı hiçbir şey hissetmiyoruz. Yasal erginliğe kavuşacağım zaman televizyondaki gibi uçaklar kaçırıp, rehineler alıp, birşeyler istemek için tehditçilik yapacağım belki, henüz ne isteyeceğimi bilmiyorum, ama boktan bir şey olmayacak. Esaslı bir şey olacak yani. Şimdilik ne istemek gerektiğini söyleyemeyeceğim, profesyonel eğitimden geçmedim çünkü”.
Momo cümleler kurar. Biz okuruz. Sarsılarak. Şaşırarak...
“İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler bunu. Filozof olmak için söylemiyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.” (s. 41)
“Şimdi çocukları yaşama karşı korumak için yasal doğum kontrol hapı da vardı, gerçekten istekli olmak gerekiyordu.” (s. 58)
“Bambaşka şeylerle dolup taşan çok uzak bir yere gitmek isterdim. Bunu düşlemeye bile çalışmıyorum, berbat etmeyeyim diye.” (s. 79)
“Bana kalırsa kendini savunmaktan aciz ve artık hizmet görmek istemeyen insanlara yaşamı zorla burunlarına sokmak kadar rezil bir şey yoktur.” (s. 183)
Madam Lola ise Senegalli eski bir boksördür. Travestidir. Madam Rosa'yı ve Momo'yu anne şefkati ile besler. Madam Lola, bir erkek olarak çok güzel bir kadın sayılır, ağır siklet şampiyonluk döneminden kalma sesini bir yana bırakırsak... Fahişelik ise kitapta şöyle tarif edilir: “kendini hayatın zorluklarına karşı kıçıyla savunmak”. Momo, çocukları olmayı reddeder. Hatta bir çocuk olmayı. Bir fahişenin çocuğudur çünkü... Babası, annesini öldürmüştür ve bunu öğrendiğinizde her şeyi öğrendiğinizi anlatır Momo... Ve artık hiç çocuk değilsinizdir.
Romanı okuyanların ödülü ise, son söz ile açıklanır: “Sevmek gerek”.
Immo Guitti
twitter.com/immoguitti
Kitap, eski bir fahişe olan Madam Rosa ve ona bağlı yetimhanede büyüyen Momo'nun öyküsünü anlatır. Annesi hayat kadını olan küçük Momo, hayata dair çıkarımlarda bulunur. O bulundukça, okuyucu sarsılır. Bir kez daha dünyaya lanet ederek... Momo, en büyük çıkarımı ise gözyaşları üzerine yaparken hayatsal yorgunluk beyinde toplanır: “Bana hep garip gelen gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü?”
Mutluluk bir alışkanlıktır. Altı çizilesi cümlelerden birinde öyle bir çıkarım vardır çünkü: “Kendilerine eroin iğnesi yapan bütün veletler mutluluk alışkanlığına tutulurlar, bunun da hiç acıması yoktur, çünkü mutluluk özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir. Ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir”.
Bazı romanlar hayata muhteşem bir pencereden bakar. Her şeyin güzel olduğu. Bazı romanlarsa karanlıktır. Bu kitap ise öylece yaşayanların sevinci de, hüznü de abartmayanların edebiyatı ile çerçevelenir. Momo çocuktur. Momo varlık yolculuğundadır. Madamı da öyle sever. Bir çocukmuşcasına.
Hayat devam eder. Tabii kitapta geçen kimi diyalogları sindirebilenler için:
- Ağlama yavrucuğum, yaşlıların ölmesi doğaldır. Senin önünde daha koskoca bir hayat var.
Beni korkutmaya mı çalışıyordu bu namussuz ne boktur? Kalktım.
- Tamam...
Biliyordum, daha koskoca bir yaşam vardı önümde, ama bu yüzden kendimi hasta edecek değildim.
- Yahudi barınağım orası Momo.
- Eh peki, iyi öyleyse.
- Anlıyor musun?
- Hayır, ama yok zararı, alışığım.
Konuşmalar karabasan olur, hayatımıza siner. Ne de olsa Madam Rosa, “karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır” derdi hep. Momo aşıktır. Kadına. Kadın ise Momo'ya. Sevgi yakındır artık... Sevgi, umuttur. Umutsa, hayat...
İşte tam bu raddede başlar Momo'ya ait olan yalnızlık: “Yere yattım, gözlerimi kapadım. Ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu, hastalanmaktan korktum. Böyle bir durumda eroin alan bir sürü herif tanıyorum, ama ben mutlu olmak için yaşamın kıçını yalayacak değilim. Yaşamı süslemek istemiyorum ben, bok yesin o. Birbirimize karşı hiçbir şey hissetmiyoruz. Yasal erginliğe kavuşacağım zaman televizyondaki gibi uçaklar kaçırıp, rehineler alıp, birşeyler istemek için tehditçilik yapacağım belki, henüz ne isteyeceğimi bilmiyorum, ama boktan bir şey olmayacak. Esaslı bir şey olacak yani. Şimdilik ne istemek gerektiğini söyleyemeyeceğim, profesyonel eğitimden geçmedim çünkü”.
Momo cümleler kurar. Biz okuruz. Sarsılarak. Şaşırarak...
“İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler bunu. Filozof olmak için söylemiyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.” (s. 41)
“Şimdi çocukları yaşama karşı korumak için yasal doğum kontrol hapı da vardı, gerçekten istekli olmak gerekiyordu.” (s. 58)
“Bambaşka şeylerle dolup taşan çok uzak bir yere gitmek isterdim. Bunu düşlemeye bile çalışmıyorum, berbat etmeyeyim diye.” (s. 79)
“Bana kalırsa kendini savunmaktan aciz ve artık hizmet görmek istemeyen insanlara yaşamı zorla burunlarına sokmak kadar rezil bir şey yoktur.” (s. 183)
Madam Lola ise Senegalli eski bir boksördür. Travestidir. Madam Rosa'yı ve Momo'yu anne şefkati ile besler. Madam Lola, bir erkek olarak çok güzel bir kadın sayılır, ağır siklet şampiyonluk döneminden kalma sesini bir yana bırakırsak... Fahişelik ise kitapta şöyle tarif edilir: “kendini hayatın zorluklarına karşı kıçıyla savunmak”. Momo, çocukları olmayı reddeder. Hatta bir çocuk olmayı. Bir fahişenin çocuğudur çünkü... Babası, annesini öldürmüştür ve bunu öğrendiğinizde her şeyi öğrendiğinizi anlatır Momo... Ve artık hiç çocuk değilsinizdir.
Romanı okuyanların ödülü ise, son söz ile açıklanır: “Sevmek gerek”.
Immo Guitti
twitter.com/immoguitti
27 Mayıs 2013 Pazartesi
Hâlimize gülelim mi, somurtalım mı?
"Wer sind wir? Wo kommen wir her? Wohin gehen wir? Was erwarten wir? Was erwartet uns?"
- Ernst Bloch
1885-1977 yılları arasında hatırı sayılır bir ömür yaşamış Alman filozof Ernst Bloch'un sıraladığı soruları Kalın Türk de soruyor: "Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Beklentimiz ne? Bizi ne bekliyor?". Peki kitap bu soruların tümüne cevap verebiliyor mu? Elbette hayır. Bunu kimse bir konuşmadan ve nihayet 53 sayfalık bir kitaptan bekleyemez. Bir kitabın boyutunu sayfaları değil, muhteviyatı belirler. Ve: "O boyut olmadan kalınlık da olmuyor". Kim düşünebilirdi ki İzmir'de 1993'de yapılmış bir konuşmanın, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra da aynı geçerliliğini koruyabileceğini? Evet İsmet Özel, bu yüzden özel. Ve evet; İsmet Özel, daima.
Kitabın "Temizinci Baskı Önsözü"nde İsmet Özel; "Ne desem? Tereddüt içindeyim. Türklükten söz etmek açacağım. Türklük beni tereddüde sevk ediyor" diyor ve bundan sonra, pek alışık olmadığımız bir biçimde, yalın bir üslupla derdini anlatıyor. Aslında hepimizin derdi. Birçok insanı öyle ve böyle takip ediyoruz. Peki ne olduklarını biliyor muyuz? Onların görüşlerini ezbere söylüyoruz. 20. yüzyılın başından beri süregelen bu hercümerç durum, en nihayetinde bir medeniyet çatışması yaşanmasına sebep oluyor. Zaten kitabın bilhassa son bölümleri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması"na sille tokat giriyor. İşte bu tokatların izleri, birlikte okuyalım:
"Bir ben miyim insan dediğimiz varlıkların şahısları ve şahsiyetleri arasındaki mesafenin hergün biraz daha büyümesinden korku duyan, rahatsız olan? Ülkenin bölünmesini dillerinden düşürmeyenler, şahsiyetlerinin bölünmesinden, içinde çırpınarak yaşadıkları, şahsiyet kopuşundan habersizler mi? Hastalıklarını ciddiye almadıklarını ve bu yüzden şifa beklemediklerini görüyorum... İnsanı ruh bütünlüğünden alıkoyan ortama aldırmıyorlar."
Samuel Huntington tezinde, "kimlik arayan ülkeler" diye başlıyor, biz de hasbinallah diyoruz. İsmet Özel de tam bu anda yetişip "Millet olma bilinci, millet nasıl olunur, millet olmanın faydaları nelerdir, olmazsak cehennemin dibinde yerimiz hazır mı?" gibi son derece önemli ve sürekli hatırlatılması gereken bir kavrama el ense çekiyor. Türkiye'deyiz fakat Türkiyeliliğimizde ısrarcı mıyız? Ortada bir tarif yok. Bize kimse millet tarifi yap(a)mamış, dolayısıyla baş edeceğimiz meselenin çapını bilmiyoruz. Dolayısıyla inceliğin de kalınlığın da bir önemi kalmıyor. Peki bu durumda ne şekilde hazırlanacağız ve nasıl davranacağız?
"Nerede olduğumuzu bildiysek, orada olmayı seçmişizdir aynı zamanda. Konu ne olursa olsun cehalet içine gömülüşümüz seçme yapmaya güç yetiremeyişimizin bir sonucudur. Neredeyiz? Olduğumuz yere bir ad verilmemişse ne orada, ne bir başka yerdeyiz."
Neden bu topraklardayız? Sonradan mı geldik? Bunu biz mi seçtik? Neden ve niye? Sonuç? Sorular uzuyor. Ancak bu soruları cevapları için bir ipucu var: Evvel refik, bad'el tarik. Önce yoldaş, sonra yol... Dünya savaşlarında sonra sadece dünya haritası değil, zihin haritaları da değiştirildi. Yoksa değiştirildi mi denmeli?
"XIX. asırdan itibaren dünyadaki bütün kültürler Batı medeniyeti tarafından darbeye maruz bırakılmış, güdükleştirilmiş, üreme organları kesilmiş kültürlerdir. Bu kültürlerin içinde hareket edenler sadece şaşkın şaşkın bakmayı bilirler; uyuşamadıkları için."
Uyumamak için, körleşmemek için -Elias Canetti'nin "Körleşme"sine selâm olsun!-, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek ve bu gidişe müdahale edebilmek için okunacak bir kitap Kalın Türk. Bunları bilmeden geçirilecek her uyku tehlikeli olduğu gibi, bizi de tehlikenin içinden çıkarmayacaktır. Zaten İsmet Özel'in 2007'de kurduğu ve başkanı olduğu İstiklal Marşı Derneği'nin de kuruluş sebebi buydu: Türkiye'nin ve Türklerin varlığının tehlike altında olması.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Ernst Bloch
1885-1977 yılları arasında hatırı sayılır bir ömür yaşamış Alman filozof Ernst Bloch'un sıraladığı soruları Kalın Türk de soruyor: "Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Beklentimiz ne? Bizi ne bekliyor?". Peki kitap bu soruların tümüne cevap verebiliyor mu? Elbette hayır. Bunu kimse bir konuşmadan ve nihayet 53 sayfalık bir kitaptan bekleyemez. Bir kitabın boyutunu sayfaları değil, muhteviyatı belirler. Ve: "O boyut olmadan kalınlık da olmuyor". Kim düşünebilirdi ki İzmir'de 1993'de yapılmış bir konuşmanın, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra da aynı geçerliliğini koruyabileceğini? Evet İsmet Özel, bu yüzden özel. Ve evet; İsmet Özel, daima.
Kitabın "Temizinci Baskı Önsözü"nde İsmet Özel; "Ne desem? Tereddüt içindeyim. Türklükten söz etmek açacağım. Türklük beni tereddüde sevk ediyor" diyor ve bundan sonra, pek alışık olmadığımız bir biçimde, yalın bir üslupla derdini anlatıyor. Aslında hepimizin derdi. Birçok insanı öyle ve böyle takip ediyoruz. Peki ne olduklarını biliyor muyuz? Onların görüşlerini ezbere söylüyoruz. 20. yüzyılın başından beri süregelen bu hercümerç durum, en nihayetinde bir medeniyet çatışması yaşanmasına sebep oluyor. Zaten kitabın bilhassa son bölümleri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması"na sille tokat giriyor. İşte bu tokatların izleri, birlikte okuyalım:
"Bir ben miyim insan dediğimiz varlıkların şahısları ve şahsiyetleri arasındaki mesafenin hergün biraz daha büyümesinden korku duyan, rahatsız olan? Ülkenin bölünmesini dillerinden düşürmeyenler, şahsiyetlerinin bölünmesinden, içinde çırpınarak yaşadıkları, şahsiyet kopuşundan habersizler mi? Hastalıklarını ciddiye almadıklarını ve bu yüzden şifa beklemediklerini görüyorum... İnsanı ruh bütünlüğünden alıkoyan ortama aldırmıyorlar."
Samuel Huntington tezinde, "kimlik arayan ülkeler" diye başlıyor, biz de hasbinallah diyoruz. İsmet Özel de tam bu anda yetişip "Millet olma bilinci, millet nasıl olunur, millet olmanın faydaları nelerdir, olmazsak cehennemin dibinde yerimiz hazır mı?" gibi son derece önemli ve sürekli hatırlatılması gereken bir kavrama el ense çekiyor. Türkiye'deyiz fakat Türkiyeliliğimizde ısrarcı mıyız? Ortada bir tarif yok. Bize kimse millet tarifi yap(a)mamış, dolayısıyla baş edeceğimiz meselenin çapını bilmiyoruz. Dolayısıyla inceliğin de kalınlığın da bir önemi kalmıyor. Peki bu durumda ne şekilde hazırlanacağız ve nasıl davranacağız?
"Nerede olduğumuzu bildiysek, orada olmayı seçmişizdir aynı zamanda. Konu ne olursa olsun cehalet içine gömülüşümüz seçme yapmaya güç yetiremeyişimizin bir sonucudur. Neredeyiz? Olduğumuz yere bir ad verilmemişse ne orada, ne bir başka yerdeyiz."
Neden bu topraklardayız? Sonradan mı geldik? Bunu biz mi seçtik? Neden ve niye? Sonuç? Sorular uzuyor. Ancak bu soruları cevapları için bir ipucu var: Evvel refik, bad'el tarik. Önce yoldaş, sonra yol... Dünya savaşlarında sonra sadece dünya haritası değil, zihin haritaları da değiştirildi. Yoksa değiştirildi mi denmeli?
"XIX. asırdan itibaren dünyadaki bütün kültürler Batı medeniyeti tarafından darbeye maruz bırakılmış, güdükleştirilmiş, üreme organları kesilmiş kültürlerdir. Bu kültürlerin içinde hareket edenler sadece şaşkın şaşkın bakmayı bilirler; uyuşamadıkları için."
Uyumamak için, körleşmemek için -Elias Canetti'nin "Körleşme"sine selâm olsun!-, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek ve bu gidişe müdahale edebilmek için okunacak bir kitap Kalın Türk. Bunları bilmeden geçirilecek her uyku tehlikeli olduğu gibi, bizi de tehlikenin içinden çıkarmayacaktır. Zaten İsmet Özel'in 2007'de kurduğu ve başkanı olduğu İstiklal Marşı Derneği'nin de kuruluş sebebi buydu: Türkiye'nin ve Türklerin varlığının tehlike altında olması.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
23 Mayıs 2013 Perşembe
Her dize bir çâredir arayana
"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum."
- Turgut Uyar, Geyikli Gece
İkinci Yeni dendiğinde akla gelen trio bellidir: Edip Cansever, Özdemir Asaf ve Turgut Uyar. Sonrasında gelecek olan isimler de malumdur: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer. İnatla Sezai Karakoç'u dahil etmiyorum bu akıma, edemiyorum. Haddim değil ama vicdan çoğu zaman hadden önce gelir. Gerçi Sezai Karakoç'un İkinci Yeniciler arasında gösterilmesi için nedenler olduğu gibi, onlardan çok ayrıştığı nedenler de vardır. Her neyse, konumuz Turgut Uyar şiiri ve YKY'nin Doğan Kardeş serisindeki seçme şiirlerden oluşan Göğe Bakma Durağı adlı kitabı.
Dönemin en haşmetli şiir eleştiricisi Nurullah Ataç tarafından takdir ve takdim edilen Turgut Uyar Kaynak Dergisi'nin şiir yarışmasında ona ikincilik kazandıran Arz-ı Hal adlı şiiriyle ile tüm gözleri dizelerine doğru çevirdi.
"Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!..."
1949'da yayımlanan Arz-ı Hal kitabından sonra sırasıyla Türkiyem (1952-1963) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) kitaplarıyla zirveye ulaştı Turgut Uyar. İlk kitabındaki hece ölçüsüyle yazılmış toplumsal konuların ağırlıklı olduğu şiirleri, sonraları içe dönülmüş yalnızlığın, çaresizliğin ve sıkıntının şiirleri olarak zuhur etti. Her ne kadar yenilikçi olsa da Turgut Uyar'ın gönlünde vazgeçilmez bir eskinin olduğuna inanıyorum. 1970'de yayımlanan Divan kitabı bunun ispatı gibidir. 1974'te Toplandılar ve 1982'de Kayayı Delen İncir'de bu kez sınıfsal mücadeleleri irdeledi şair. Halkın nefesi olmaya çalıştı sayfalarda.
"Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse."
1966'da eşinden ayrılıp Ankara'dan İstanbul'a gelen Turgut Uyar, Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Sonrasında ise evlilik ve bir çocuk: Hayri Turgut Uyar. Şimdilerde İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar'a, babası Turgut Uyar "Yapı" adlı bir şiir yazmıştır.
"Bir çocuk -adı hayri'ydi onun
Bir çocuk için hayli büyük bir ad
Ama büyüyecekti nasılsa
Severdi adını ayrıca
-görmediği dedesinin adıymış-."
Bir bireyin mutlu olabilmesi, toplumun da mutlu olabilmesi anlamına geliyordu önceleri Turgut Uyar için. Sonraları ise tam tersini; mutlu bir toplumun mutlu bir bireyi yetiştireceğini dile getirmeye çalışıyordu. Çaresizliğe en büyük tepkinin şiir olduğunu düşünürsek, her dize bir çaredir de aynı zamanda.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Turgut Uyar, Geyikli Gece
İkinci Yeni dendiğinde akla gelen trio bellidir: Edip Cansever, Özdemir Asaf ve Turgut Uyar. Sonrasında gelecek olan isimler de malumdur: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer. İnatla Sezai Karakoç'u dahil etmiyorum bu akıma, edemiyorum. Haddim değil ama vicdan çoğu zaman hadden önce gelir. Gerçi Sezai Karakoç'un İkinci Yeniciler arasında gösterilmesi için nedenler olduğu gibi, onlardan çok ayrıştığı nedenler de vardır. Her neyse, konumuz Turgut Uyar şiiri ve YKY'nin Doğan Kardeş serisindeki seçme şiirlerden oluşan Göğe Bakma Durağı adlı kitabı.
Dönemin en haşmetli şiir eleştiricisi Nurullah Ataç tarafından takdir ve takdim edilen Turgut Uyar Kaynak Dergisi'nin şiir yarışmasında ona ikincilik kazandıran Arz-ı Hal adlı şiiriyle ile tüm gözleri dizelerine doğru çevirdi.
"Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!..."
1949'da yayımlanan Arz-ı Hal kitabından sonra sırasıyla Türkiyem (1952-1963) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) kitaplarıyla zirveye ulaştı Turgut Uyar. İlk kitabındaki hece ölçüsüyle yazılmış toplumsal konuların ağırlıklı olduğu şiirleri, sonraları içe dönülmüş yalnızlığın, çaresizliğin ve sıkıntının şiirleri olarak zuhur etti. Her ne kadar yenilikçi olsa da Turgut Uyar'ın gönlünde vazgeçilmez bir eskinin olduğuna inanıyorum. 1970'de yayımlanan Divan kitabı bunun ispatı gibidir. 1974'te Toplandılar ve 1982'de Kayayı Delen İncir'de bu kez sınıfsal mücadeleleri irdeledi şair. Halkın nefesi olmaya çalıştı sayfalarda.
"Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse."
1966'da eşinden ayrılıp Ankara'dan İstanbul'a gelen Turgut Uyar, Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Sonrasında ise evlilik ve bir çocuk: Hayri Turgut Uyar. Şimdilerde İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar'a, babası Turgut Uyar "Yapı" adlı bir şiir yazmıştır.
"Bir çocuk -adı hayri'ydi onun
Bir çocuk için hayli büyük bir ad
Ama büyüyecekti nasılsa
Severdi adını ayrıca
-görmediği dedesinin adıymış-."
Bir bireyin mutlu olabilmesi, toplumun da mutlu olabilmesi anlamına geliyordu önceleri Turgut Uyar için. Sonraları ise tam tersini; mutlu bir toplumun mutlu bir bireyi yetiştireceğini dile getirmeye çalışıyordu. Çaresizliğe en büyük tepkinin şiir olduğunu düşünürsek, her dize bir çaredir de aynı zamanda.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)