Bir çocuk dünyaya geldiği andan itibaren bir yetişkinin kaderini ne kadar değiştirebilir? Başarılarla dolu bir hayata daha fazla ne katabilir?.. Müzik insan ruhunu nerelere taşıyabilir?.. Peki insan ruhu nasıl özgürleşir?..
"Musikimiz, bizim için, varlık felsefemizin aynası olmuştu. Hatta, pusulamız!"
Prof. Dr. Mim Kemal Öke tüm bu soruların cevabını “Aşkla Dans/ Türkler, Tasavvuf ve Musiki” kitabında veriyor merak edenlere.
Down Sendromlu bir evlat sahibi olarak yaşamında zorlu bir dönemece giren Öke, kızının özel hastalığı sayesinde bu zorluğu çok önemli bir avantaja çevirir edindiği tecrübelerle.
Aynı kaderi deneyimleyen pek çok ebeveyn gibi ilk zamanlarda “vurgun” yemiş hissi yaşayan Öke, kendi tanımınca “ilahi bir tecelli” sayesinde kızıyla farklı bir yolculuğa çıkar ilerleyen zamanlarda. Asıl kimliğini, kişiliğini ve ruhunu bulduğu bir yolculuğa...
"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?”
- Yunus Emre
Ailecek çıkılan bir Ege yolculuğunda, kızının Yunus Emre'nin biri ilahisi vasıtasıyla müzikle arasında kurduğu bağı farkeder; o andan itibaren müzik (Türk Tasavvuf Musikisi) hayatlarının en seçkin kısmına oturuverir. Terapi amaçlı beraberce katıldıkları müzik, ritim ve raks dersleri yaşadıkları dramı büyük bir keyfe dönüştürür. Mim Kemal Öke, siyasetçi kimliğinden sıyrılıp müzikolojinin içinde bulur kendini. Yaptığı incelemeler sonucu, âlemde her şeyin bir titreşim hali içerisinde olduğu ve bu titreşimlerden enerjinin ortaya çıktığı bulgusuna varır. Ona göre ilahi güç kendisini ritim ve ton, diğer bir deyişle müzik aracılığı ile kendini belli eder.
“Tanrı en büyük müzisyendir.”
- Yunan Hermetik Kozmolojisi
Dramatik bir şekilde başlayıp, keyifli bir yolculuğa dönüşen bu deneyimlerini “Aşkla Dans” kitabında çeşitli başlıklar altında anlatan Öke; Uygarlık, çağdaş dünyanın yalnızlığı, değişen zamanlar ve insan ruhunun arayışı üzerine yoğunlaşır. Nietzsche, Goethe, Mevlâna, İbn-i Arabi, Lao-Tzu gibi geçmiş zamanlara damga vuran önemli filozofların yanı sıra, şimdiki zaman ilim insanlarından alıntılarla iddialarını desteklerken, müziğin kökenine inerek Orta Asya'dan Afrika ve Amerika'ya kadar uzanan bir müzikal keyfi yaşatır okuruna.
“İnsan ne olduğunu, gerçek varlığını inkâr eden tek yaratıktır.”
- A. Camus
İnsanlığın varoluşsal ıstırabının ilacının tasavvuf, musiki ve raksta olduğunu iddia eden yazar, insanın metafiziksel derinliğe Aşk'la varabileceğini öne sürer. Aşkın insanoğlunun uygarlaşma misyonunun “burağı” (aracı) olduğunu vurgular. Birlik görüşünün (Vahdet-i Vücut) Organik Dünya Görüşü'nü, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmelliğini sağlayabileceğini dile getirir.
“Katreler ırmağa, ırmak erdi bahre, cem olup, karışup birbirine hâlâ o derya olmuşuz.”
- Niyazî-i Mısri
Mim Kemal Öke, bu denemesiyle zamanın ruhu olarak “Organik Dünya Görüşü” yerine, “Mekanik Dünya Görüşünü” ikame edenlere karşı bir duruş sergiliyor. Ona bu duruşu sağlayan ise kızıyla birlikte yaşadığı müzikal, ruhsal, manevi deneyimler oluyor.
“Modernite dediğimiz dünyaya bakış açısı bir anda değil, yüzyılları deviren bir süreç şeklinde Avrupa'da gerçekleşmiş ve oradan bütün dünyaya yayılmıştı. Ve modernleşme uzmanların da kaydettiği gibi Batı'nın geçmişinde üç büyük devrimin birbirlerini tetiklemeleri sonucunda karşımıza yeni insanı çıkartmıştır: Modern insan! Daha doğrusu modernitenin kafesindeki insan!”
Modernitenin kafesinden kurtulup musiki ile ruhunu özgür bırakmak isteyenlere...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
22 Mayıs 2013 Çarşamba
18 Mayıs 2013 Cumartesi
Gorgo'lara göz yuman Türkiye'ye
“sakın sevgili okurlarım
diyor Leylâ Erbil Tuhaf Bir Erkek kitabında. Sonra da anlatıyor org çalan sevgili tuhaf erkeği… Evlendikten sonra kendini bulmacaya veren, orgunu bile yatağın altına gömen, sevişmek için bile şart koşan erkeği. Düşlerinin zeminini ölümün yeşillendirdiği sevda anlatıyor sevgilisi ve eşi bünyamin’i. Aslında Hurşit, Zurşid, Mümin ve Bünyamin’i kullanarak tuhaf bir erkeğin evrelerini anlatıyor. Nasıl değiştiğini anlatıyor, memleketin gorgo felaketiyle nasıl altüst olduğunu anlatıyor, gorgo'ların birbirinden farkı olmadığını anlatıyor. Kitaplarında hâlâ politik söylemlerden kaçınmadan yazan birkaç yazardan biri olan Leylâ Erbil, bu kitabında diğer kitaplarına kıyasla daha az gönderme yapsa da deyim yerindeyse on ikiden vuruyor ve tuhaf olanın bambaşka bir şey olduğunu gösteriyor okuruna. Hayır, tuhaf bir erkek bir metafor değil. Ama daha kitabın başında anlatacağını söylediği o erkeği, kitabın ortalarına doğru anca anlatmaya başlıyor. Bu da bir tesadüf değil. Tuhaf bir erkeği anlatması için anlatması gereken çok şey var. Okuyucunun çekip alması gereken izler tüm bahsettikleri. Kazıyıp düşünmemiz gereken şeyler. Gorgo'ların unutmamızı istediği, bizimse unutmadığımızı sanıp çoktan kapattığımız konular. Bizi tuhaflaştıran her şey.
bütün bu saçma hayatı
kendimi acındırmak için
anlattığımı sanmayın
acımam ben kendime
sadece
yakınlaştırmayı isterim
varlığımı sizinkine
canciğer olmayı
nedenini bilemem
isterim işte tuhaf bir erkek nasıldır
bilin isterim”
kendimi acındırmak için
anlattığımı sanmayın
acımam ben kendime
sadece
yakınlaştırmayı isterim
varlığımı sizinkine
canciğer olmayı
nedenini bilemem
isterim işte tuhaf bir erkek nasıldır
bilin isterim”
diyor Leylâ Erbil Tuhaf Bir Erkek kitabında. Sonra da anlatıyor org çalan sevgili tuhaf erkeği… Evlendikten sonra kendini bulmacaya veren, orgunu bile yatağın altına gömen, sevişmek için bile şart koşan erkeği. Düşlerinin zeminini ölümün yeşillendirdiği sevda anlatıyor sevgilisi ve eşi bünyamin’i. Aslında Hurşit, Zurşid, Mümin ve Bünyamin’i kullanarak tuhaf bir erkeğin evrelerini anlatıyor. Nasıl değiştiğini anlatıyor, memleketin gorgo felaketiyle nasıl altüst olduğunu anlatıyor, gorgo'ların birbirinden farkı olmadığını anlatıyor. Kitaplarında hâlâ politik söylemlerden kaçınmadan yazan birkaç yazardan biri olan Leylâ Erbil, bu kitabında diğer kitaplarına kıyasla daha az gönderme yapsa da deyim yerindeyse on ikiden vuruyor ve tuhaf olanın bambaşka bir şey olduğunu gösteriyor okuruna. Hayır, tuhaf bir erkek bir metafor değil. Ama daha kitabın başında anlatacağını söylediği o erkeği, kitabın ortalarına doğru anca anlatmaya başlıyor. Bu da bir tesadüf değil. Tuhaf bir erkeği anlatması için anlatması gereken çok şey var. Okuyucunun çekip alması gereken izler tüm bahsettikleri. Kazıyıp düşünmemiz gereken şeyler. Gorgo'ların unutmamızı istediği, bizimse unutmadığımızı sanıp çoktan kapattığımız konular. Bizi tuhaflaştıran her şey.
Leylâ Erbil okuyan herkesin önce
bahsetmek istediği şey yazarın dilidir. Kendisiyle tanışma şerefine nail olmuş
biri olarak ne konuşurken ne de yazarken kullandığı dili övmek bana düşmez. Bu
dilin güçlülüğünün nereden geldiğini anlamak için Erbil’in bir röportajından
alıntı yapmak gerekir:
“1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz. Galatasaray Lisesi
önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl
yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu
dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum.”
Yine bir röportajında "Sizden tuhaf bir erkeğin tanımını yapmanızı istesek ne derdiniz?" sorusuna "duygusal zekası yüksek, içi çürük bir adama da benziyor, şaşkın biraz, zavallı gibi, tüm insanlara benzer demonik, aciz, korkak, elinden tutulması gerekenlerden belki" yanıtını veren Leylâ Erbil'in bu kitabını okumak yeterli tuhaf bir erkeğin ne olduğunu anlamak için. Tuhaf Türkiye'ye dair geride kalan aşkları, dostlukları, "unsur"ları, despotlukları görmek için.
İçinde büyük harf bile bulamayacağınız bu kitabı süsleyen ve aynı
zamanda kitabın ithaf edildiği Komet’in resimlerini incelemek de ayrı bir deneyim
katacak yolculuğunuza. Hâsılıkelam, her gün yeni bir acıklı olayın yaşandığı,
şaşırtıcı akıl dışı açıklamaların yapıldığı ülkemizde dokunulması, okunması,
seyredilmesi gereken sayfaların sahibidir Leylâ Erbil. Ziyaret edilmesi
gerekir.
"üstelik
allah'ın içine gizlenerek
konuşuyor
o yüzden
bu yeni gorgo zamanında
kimse kimseyle
doya doya sevişemiyor
konuşamıyor örüşemiyor"
Ümran Kio
Sınır boyunca yürüyüp giden bir hoop sesi
Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.
Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.
Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).
Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.
Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.
“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.
Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).
Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.
Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.
“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
Yaşamında hüzün eksik olmayanlara
"Hilmi Yavuz, denemelerinde ne sadece güzel söz söyleme ustasıdır ne de okurunu bir yığın kuru bilgiyle baş başa bırakır. Tartışır, kavgalara tutuşur, aydınlatır, tezler öne sürer ve okurunu yükseltir. Onun deneme yazarlığının bir ayrıcalığı da başkalarının bir kitapta anlatabildiği bir ‘mesele’yi, kısacık bir metnin sınırları içinde çözebilmesidir." - Ali Çolak
Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.
Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.
Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:
"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."
Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:
"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."
Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?
Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.
Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.
Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:
"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."
Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:
"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."
Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?
Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
17 Mayıs 2013 Cuma
Yeni maceralara atılmak ve kafiyeli mecralarda kaybolmak
Şiire dair bir tanım sunsam şu olurdu: En tekinsiz kaybolma ve iki mısra arasında başka şeyler bulmadır. Ademoğullarının ve Havvakızlarının, Dünyaya bahşettiği en güzel sihir müzikse, en nağmeli ve dolayısıyla efsunlu yazımdır şiir. Kimi zaman bir mısra koskoca bir romanın tetikleyemediği duyguları anımsatır ve duyumsananlar artık bizi biz yapanlardır.
İnsanların; şiirleri uğruna hapse düştüğü, sürüldüğü, acı çektiği ama sevildiği ve sonsuzlaştığı bir memleket bizimkisi. Kimi zaman parti sloganlarından daha etkili halk hareketleri yaratmış, kimi zaman karşıt görüşteki insanların da aslında bizden çok farklı olmadığını anlamamızı sağlamıştır. İşte, bu noktada Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi'ne bir parantez açmak gerekir ve bazen parantez içinde yazanlar bizi değiştirir.
Ataol Behramoğlu şairliğinin yanı sıra (hepimizin ezberden bildiği, Haluk Levent'in uzun seneler söylediği "Bu aşk burada biter / ve ben çekip giderim" onun eseridir) bu Antoloji ile de memleketimiz edebiyatına önemli bir katkı sağlamış. Modern Türk Şiirinin 1800 - 2000'li yılları arasında gezinen, "acaba bu şiir de var mı?" diye kendimize sorduğumuz sorulara, çoğunlukla olumlu yanıt veren 2 ciltlik bir seçki olmuş. Şiirle yeni tanışan, tanıştığı halde kendi tarzını henüz kafasında oturtamayan okurlar için özellikle tavsiye edeceğim. Fakat daha fazlası da var. Adını duymadığımız bazı şairlerin öyle güzel eserleri yer alıyor ki, kendimize daha nitelikli bir şiir zevki edindirebiliyoruz.
Kelimeler biraz yabancı mı kaldı? Bir de şöyle açıklayayım: Antoloji okuyarak olayın çok teknikleştiğini düşünmemek lazım. Şiir kendi tekniğini defalarca yıkan bir dal. O yüzden elimizdeki bilimsel esere sıkılarak yaklaşmamız gerekmiyor. Ben şahsen bu antolojiyi okurken çok eğleniyorum. Zira, sevdiğim insanları arayıp şiir falı bakıyorum.
Kitap - şiir falı bakmayı anlatmam gerekiyorsa kısaca belirteyim, kitabı kucağınıza alın, gözlerinizi kapayın ve bir sayfa açın. Karşınıza raslantı sonucu çıkan bu sayfayı da keyifle okuyun. İşte böyle okunduğunda, Ataol Behramoğlu antolojisi sizi zaten bildiğiniz şairlerin alıştığınız mısralarından çıkarıp, kimliklerine dair hiçbir fikrinizin olmadığı adamların ve kadınların (muhteşem kadın şairler var bu antolojide) hayallerine, korkularına, özlem ve aşklarına ortak ediyor. İkinci Cildin sonundaki kısa özgeçmişlerle de yeni bir serüvene atılmadan evvel cebinize bir harita koyuyor.
Sözün Özü, bu Antoloji size Türk Şiirinin yüzlerce kapısını birden aralıyor. Twitter aforizmalarının tatmin etmediği ruhunuzu özgürleştiriyor. Mısralarda, kafiyelerde ve kifayetli ölçüsüzlüklerde dilediğiniz gibi kulaç atabilmenizi sağlıyor. Her evde olması gereken, sıkıcılaşmadan okumanın tamamen okuyucusunun tercihinde olduğu bir derleme Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi.
Edebiyatımızın enginliğine hayran olurken, umarım siz de benim kadar eğlenir ve nitelikli vakit geçirdiğinizi hissedersiniz.
Herkese güzel şiir falları! Yaşasın Mısra! Yaşasın Cümlemizin Krallığı!
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
İnsanların; şiirleri uğruna hapse düştüğü, sürüldüğü, acı çektiği ama sevildiği ve sonsuzlaştığı bir memleket bizimkisi. Kimi zaman parti sloganlarından daha etkili halk hareketleri yaratmış, kimi zaman karşıt görüşteki insanların da aslında bizden çok farklı olmadığını anlamamızı sağlamıştır. İşte, bu noktada Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi'ne bir parantez açmak gerekir ve bazen parantez içinde yazanlar bizi değiştirir.
Ataol Behramoğlu şairliğinin yanı sıra (hepimizin ezberden bildiği, Haluk Levent'in uzun seneler söylediği "Bu aşk burada biter / ve ben çekip giderim" onun eseridir) bu Antoloji ile de memleketimiz edebiyatına önemli bir katkı sağlamış. Modern Türk Şiirinin 1800 - 2000'li yılları arasında gezinen, "acaba bu şiir de var mı?" diye kendimize sorduğumuz sorulara, çoğunlukla olumlu yanıt veren 2 ciltlik bir seçki olmuş. Şiirle yeni tanışan, tanıştığı halde kendi tarzını henüz kafasında oturtamayan okurlar için özellikle tavsiye edeceğim. Fakat daha fazlası da var. Adını duymadığımız bazı şairlerin öyle güzel eserleri yer alıyor ki, kendimize daha nitelikli bir şiir zevki edindirebiliyoruz.
Kelimeler biraz yabancı mı kaldı? Bir de şöyle açıklayayım: Antoloji okuyarak olayın çok teknikleştiğini düşünmemek lazım. Şiir kendi tekniğini defalarca yıkan bir dal. O yüzden elimizdeki bilimsel esere sıkılarak yaklaşmamız gerekmiyor. Ben şahsen bu antolojiyi okurken çok eğleniyorum. Zira, sevdiğim insanları arayıp şiir falı bakıyorum.
Kitap - şiir falı bakmayı anlatmam gerekiyorsa kısaca belirteyim, kitabı kucağınıza alın, gözlerinizi kapayın ve bir sayfa açın. Karşınıza raslantı sonucu çıkan bu sayfayı da keyifle okuyun. İşte böyle okunduğunda, Ataol Behramoğlu antolojisi sizi zaten bildiğiniz şairlerin alıştığınız mısralarından çıkarıp, kimliklerine dair hiçbir fikrinizin olmadığı adamların ve kadınların (muhteşem kadın şairler var bu antolojide) hayallerine, korkularına, özlem ve aşklarına ortak ediyor. İkinci Cildin sonundaki kısa özgeçmişlerle de yeni bir serüvene atılmadan evvel cebinize bir harita koyuyor.
Sözün Özü, bu Antoloji size Türk Şiirinin yüzlerce kapısını birden aralıyor. Twitter aforizmalarının tatmin etmediği ruhunuzu özgürleştiriyor. Mısralarda, kafiyelerde ve kifayetli ölçüsüzlüklerde dilediğiniz gibi kulaç atabilmenizi sağlıyor. Her evde olması gereken, sıkıcılaşmadan okumanın tamamen okuyucusunun tercihinde olduğu bir derleme Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi.
Edebiyatımızın enginliğine hayran olurken, umarım siz de benim kadar eğlenir ve nitelikli vakit geçirdiğinizi hissedersiniz.
Herkese güzel şiir falları! Yaşasın Mısra! Yaşasın Cümlemizin Krallığı!
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
14 Mayıs 2013 Salı
Sessiz bir çığlık
Bu kitabı tek bir cümleyle anlat deseler, "sessiz bir çığlık"derdim.
Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu'yu Romanya'dan Almanya'ya göç ettikten sonra yazmış. Neredeyse bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu kitap imgeleminizin sınırlarını zorlayacak. Baş kahramanımız İrene, hayatına giren 3 erkek, sürgün, özlem, aşk, arayış, kimliksizlik gibi duyguların şiirsel bir dille anlatıldığı romanda, bir anda kendimizi İrene ile özdeşleştirebiliriz. Daha doğrusu İrene yüzümüze bıçak kadar keskin bir ayna tutabilir. En azından bende öyle oldu...
Kentler, kentler, kentler... Yollar, yollar yollar... Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...Bunlar kitabı bitirdikten sonra içimde kalan yankıları oldu.
"Ve hiçbir düşünce İrene'yi kalmaya zorlamıyordu. Gitmeye de."
Eğer bir yere ait olamıyorsanız, aidiyetsizlik size hakim oluyordu. İrene'nin ve tabii ki İrene ekseninden sürgün edilen birçoğumuzun yaşadığı da buydu sanırım.
Tek Bacaklı Yolcu Herta Müller'in hayatının bir izdüşümü aslında. Zorluklar içinde geçen bir yaşam, Çavuşesku diktasına yenilmeyen bir duruş, doğduğu topraklarda azınlık olarak yaşamak ve kendi memleketinde kendi topraklarında kitaplarının yasaklanması, kaçırılması...
2009 yılında Tek Bacaklı Yolcu'yla Nobel Edebiyat Ödülü alan Müller'in bunu fazlasıyla hak ettiği kanaatindeyim.
Düşünmekten korkan insanlarsanız bu kitabı lütfen okumayın! Çünkü kitabın bitiminde hayata dair soru işaretlerinizin çoğaldığını göreceksiniz.
"Ağaçların yaprakları yaprakların arka yüzüydü. Ağaçlar ağaçların arka yüzüydü. Bütün kent kentin arka yüzüydü."
"Politikacılar telaş içindeydi. Ama yine de alınlarında iktidarın karanlığı vardı."
Soru işaretlerinizin hiç eksik olmadığı bir yaşam diliyorum.
Sevgiyle kalın...
“İnsan gittiği gibi geri gelmiyor, bir kez gittiğinizde başka biri oluyorsunuz, böyle de olunmak zorunda zaten.”
İpek Şen
Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu'yu Romanya'dan Almanya'ya göç ettikten sonra yazmış. Neredeyse bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu kitap imgeleminizin sınırlarını zorlayacak. Baş kahramanımız İrene, hayatına giren 3 erkek, sürgün, özlem, aşk, arayış, kimliksizlik gibi duyguların şiirsel bir dille anlatıldığı romanda, bir anda kendimizi İrene ile özdeşleştirebiliriz. Daha doğrusu İrene yüzümüze bıçak kadar keskin bir ayna tutabilir. En azından bende öyle oldu...
Kentler, kentler, kentler... Yollar, yollar yollar... Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...Bunlar kitabı bitirdikten sonra içimde kalan yankıları oldu.
"Ve hiçbir düşünce İrene'yi kalmaya zorlamıyordu. Gitmeye de."
Eğer bir yere ait olamıyorsanız, aidiyetsizlik size hakim oluyordu. İrene'nin ve tabii ki İrene ekseninden sürgün edilen birçoğumuzun yaşadığı da buydu sanırım.
Tek Bacaklı Yolcu Herta Müller'in hayatının bir izdüşümü aslında. Zorluklar içinde geçen bir yaşam, Çavuşesku diktasına yenilmeyen bir duruş, doğduğu topraklarda azınlık olarak yaşamak ve kendi memleketinde kendi topraklarında kitaplarının yasaklanması, kaçırılması...
2009 yılında Tek Bacaklı Yolcu'yla Nobel Edebiyat Ödülü alan Müller'in bunu fazlasıyla hak ettiği kanaatindeyim.
Düşünmekten korkan insanlarsanız bu kitabı lütfen okumayın! Çünkü kitabın bitiminde hayata dair soru işaretlerinizin çoğaldığını göreceksiniz.
"Ağaçların yaprakları yaprakların arka yüzüydü. Ağaçlar ağaçların arka yüzüydü. Bütün kent kentin arka yüzüydü."
"Politikacılar telaş içindeydi. Ama yine de alınlarında iktidarın karanlığı vardı."
Soru işaretlerinizin hiç eksik olmadığı bir yaşam diliyorum.
Sevgiyle kalın...
“İnsan gittiği gibi geri gelmiyor, bir kez gittiğinizde başka biri oluyorsunuz, böyle de olunmak zorunda zaten.”
İpek Şen
Zamanın çarkları ve insan
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eşsiz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne bir “düzen ve insan” kitabı demek yanlış olmaz. Düşler, olanaklar, gerçekler… Hepsi önce insanın arzularında ilk adımlarını atarlar. Önceleri bize mantık dışı görünen pek çok iş alanları bizler için şimdi hayatın vazgeçilmez ve içselleştirilmiş bir parçası haline gelmişlerdir. Şöyle bir düşünelim…
Bir meslek ya da iş alanı seçelim. Her ne olursa… Ayakkabı boyacılığı örneğin… Şimdi düşünelim bu mesleğe gerek var mı? Birçoğumuz yoldan geçerken yüzüne bile bakmayız, ama bazılarımız da önünde durur ve ayakkabı boyacısının verdiği kirli terlikleri giyer,onun ayakkabılarımızı boyamasını izleriz. O an bunu kendimizin yapabileceğini de biliriz ama
bunu düşünmeyiz, düşünme ihtiyacı duymayız. İşler, biraz da böyle kabul görürler bizler tarafından. Düşünceden eyleme…
Romanın iki ana karakterinden biridir Hayri İrdal. Sıkıntılarla dolu bir çocukluk ve yoksullukla, işsizlikle bezenmiş bir orta yaş dönemi. Hayri İrdal, genç yaşlarda yanında çalıştığı bir saatçiden öğrendiği saat tamirinin, günün birinde onu ülkenin ve dünyanın en tanınmış iş yerinin patronlarından biri yapacağını aklının ucundan bile geçirmez. Çevresindekilerden nasıl borç alabileceğini düşündüğü sırada tanıştığı Halit Ayarcı sayesinde bütün hayatı değişen bir adamdır o…
Bir yanda yaratılıştan gelen özgünlüğü ve sarsılmaz inancıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü düşüncesini doğuran, büyüten, ete kemiğe büründüren Halit Ayarcı; diğer yanda hayatı boyunca maddi ve ailevi sıkıntıların buhranından sıyrılamamış, Enstitü düşüncesine hiçbir zaman inanmasa bile Halit Ayarcı'nın yanında yer almış Hayri İrdal. İki farklı insan… Biri dünyayı ellerinde tutarken, öbürünün her gün sırtında taşıdığı, iki farklı yaşam ve kesişen yollar.
Bütün olanaksızlıklara ve zorluklara rağmen birinin sonsuz inancı, diğerinin ise sonsuz umutsuzluğuyla hayata geçen ütopik bir kurum: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Romanda her şeyden önce ön planda olan enstitü değildir. Ön planda tutulan, her sayfada insandır. İki farklı insan, aslında değişen toplumsal yapıyı simgelese de, dağılmış bir imparatorluğun küllerinden zorluklarla sıyrılıp doğmuş, ama sıkıntıları bitmemiş ülkeyi
anlatır. Ülke yeni bir düzene geçer. Bu düzende iş, işçi, müessese, girişimcilik ve zamana riayet etmesi gereken bir insan modeli vardır. Bu düzende insanlar ikiyüzlü, bu düzende insanlar kokuşmuş ve bu düzen siz ne kadar istekli olursanız olun özgünlüğü sıradanlaştırarak çarkları arasında onu sindirip kusan yeni tür bir insan yaratmaktadır. Yani Tanpınar’ın “Plak İnsanı."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bunu en başında reddeden, maddi yaşamının kötülüğünden dolayı inanmadan bu işe giren, ama aklı hep yoksul günlerindeki aile bağlarında kalan Hayri İrdal ile sarsılmaz inancın simgesi, “yapılamaz” sözcüğünü dünyasında barındırmayan, insanlara güvenen, özgünlüğün her daim modern dünya kalıplarını delip geçebileceğine inanan Halit Ayarcının, eşsiz metaforlarla donatılmış, öyküsüdür.
Ozan Şen
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)