Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.
Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.
Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).
Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.
Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.
“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
18 Mayıs 2013 Cumartesi
Yaşamında hüzün eksik olmayanlara
"Hilmi Yavuz, denemelerinde ne sadece güzel söz söyleme ustasıdır ne de okurunu bir yığın kuru bilgiyle baş başa bırakır. Tartışır, kavgalara tutuşur, aydınlatır, tezler öne sürer ve okurunu yükseltir. Onun deneme yazarlığının bir ayrıcalığı da başkalarının bir kitapta anlatabildiği bir ‘mesele’yi, kısacık bir metnin sınırları içinde çözebilmesidir." - Ali Çolak
Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.
Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.
Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:
"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."
Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:
"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."
Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?
Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.
Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.
Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:
"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."
Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:
"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."
Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?
Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
17 Mayıs 2013 Cuma
Yeni maceralara atılmak ve kafiyeli mecralarda kaybolmak
Şiire dair bir tanım sunsam şu olurdu: En tekinsiz kaybolma ve iki mısra arasında başka şeyler bulmadır. Ademoğullarının ve Havvakızlarının, Dünyaya bahşettiği en güzel sihir müzikse, en nağmeli ve dolayısıyla efsunlu yazımdır şiir. Kimi zaman bir mısra koskoca bir romanın tetikleyemediği duyguları anımsatır ve duyumsananlar artık bizi biz yapanlardır.
İnsanların; şiirleri uğruna hapse düştüğü, sürüldüğü, acı çektiği ama sevildiği ve sonsuzlaştığı bir memleket bizimkisi. Kimi zaman parti sloganlarından daha etkili halk hareketleri yaratmış, kimi zaman karşıt görüşteki insanların da aslında bizden çok farklı olmadığını anlamamızı sağlamıştır. İşte, bu noktada Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi'ne bir parantez açmak gerekir ve bazen parantez içinde yazanlar bizi değiştirir.
Ataol Behramoğlu şairliğinin yanı sıra (hepimizin ezberden bildiği, Haluk Levent'in uzun seneler söylediği "Bu aşk burada biter / ve ben çekip giderim" onun eseridir) bu Antoloji ile de memleketimiz edebiyatına önemli bir katkı sağlamış. Modern Türk Şiirinin 1800 - 2000'li yılları arasında gezinen, "acaba bu şiir de var mı?" diye kendimize sorduğumuz sorulara, çoğunlukla olumlu yanıt veren 2 ciltlik bir seçki olmuş. Şiirle yeni tanışan, tanıştığı halde kendi tarzını henüz kafasında oturtamayan okurlar için özellikle tavsiye edeceğim. Fakat daha fazlası da var. Adını duymadığımız bazı şairlerin öyle güzel eserleri yer alıyor ki, kendimize daha nitelikli bir şiir zevki edindirebiliyoruz.
Kelimeler biraz yabancı mı kaldı? Bir de şöyle açıklayayım: Antoloji okuyarak olayın çok teknikleştiğini düşünmemek lazım. Şiir kendi tekniğini defalarca yıkan bir dal. O yüzden elimizdeki bilimsel esere sıkılarak yaklaşmamız gerekmiyor. Ben şahsen bu antolojiyi okurken çok eğleniyorum. Zira, sevdiğim insanları arayıp şiir falı bakıyorum.
Kitap - şiir falı bakmayı anlatmam gerekiyorsa kısaca belirteyim, kitabı kucağınıza alın, gözlerinizi kapayın ve bir sayfa açın. Karşınıza raslantı sonucu çıkan bu sayfayı da keyifle okuyun. İşte böyle okunduğunda, Ataol Behramoğlu antolojisi sizi zaten bildiğiniz şairlerin alıştığınız mısralarından çıkarıp, kimliklerine dair hiçbir fikrinizin olmadığı adamların ve kadınların (muhteşem kadın şairler var bu antolojide) hayallerine, korkularına, özlem ve aşklarına ortak ediyor. İkinci Cildin sonundaki kısa özgeçmişlerle de yeni bir serüvene atılmadan evvel cebinize bir harita koyuyor.
Sözün Özü, bu Antoloji size Türk Şiirinin yüzlerce kapısını birden aralıyor. Twitter aforizmalarının tatmin etmediği ruhunuzu özgürleştiriyor. Mısralarda, kafiyelerde ve kifayetli ölçüsüzlüklerde dilediğiniz gibi kulaç atabilmenizi sağlıyor. Her evde olması gereken, sıkıcılaşmadan okumanın tamamen okuyucusunun tercihinde olduğu bir derleme Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi.
Edebiyatımızın enginliğine hayran olurken, umarım siz de benim kadar eğlenir ve nitelikli vakit geçirdiğinizi hissedersiniz.
Herkese güzel şiir falları! Yaşasın Mısra! Yaşasın Cümlemizin Krallığı!
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
İnsanların; şiirleri uğruna hapse düştüğü, sürüldüğü, acı çektiği ama sevildiği ve sonsuzlaştığı bir memleket bizimkisi. Kimi zaman parti sloganlarından daha etkili halk hareketleri yaratmış, kimi zaman karşıt görüşteki insanların da aslında bizden çok farklı olmadığını anlamamızı sağlamıştır. İşte, bu noktada Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi'ne bir parantez açmak gerekir ve bazen parantez içinde yazanlar bizi değiştirir.
Ataol Behramoğlu şairliğinin yanı sıra (hepimizin ezberden bildiği, Haluk Levent'in uzun seneler söylediği "Bu aşk burada biter / ve ben çekip giderim" onun eseridir) bu Antoloji ile de memleketimiz edebiyatına önemli bir katkı sağlamış. Modern Türk Şiirinin 1800 - 2000'li yılları arasında gezinen, "acaba bu şiir de var mı?" diye kendimize sorduğumuz sorulara, çoğunlukla olumlu yanıt veren 2 ciltlik bir seçki olmuş. Şiirle yeni tanışan, tanıştığı halde kendi tarzını henüz kafasında oturtamayan okurlar için özellikle tavsiye edeceğim. Fakat daha fazlası da var. Adını duymadığımız bazı şairlerin öyle güzel eserleri yer alıyor ki, kendimize daha nitelikli bir şiir zevki edindirebiliyoruz.
Kelimeler biraz yabancı mı kaldı? Bir de şöyle açıklayayım: Antoloji okuyarak olayın çok teknikleştiğini düşünmemek lazım. Şiir kendi tekniğini defalarca yıkan bir dal. O yüzden elimizdeki bilimsel esere sıkılarak yaklaşmamız gerekmiyor. Ben şahsen bu antolojiyi okurken çok eğleniyorum. Zira, sevdiğim insanları arayıp şiir falı bakıyorum.
Kitap - şiir falı bakmayı anlatmam gerekiyorsa kısaca belirteyim, kitabı kucağınıza alın, gözlerinizi kapayın ve bir sayfa açın. Karşınıza raslantı sonucu çıkan bu sayfayı da keyifle okuyun. İşte böyle okunduğunda, Ataol Behramoğlu antolojisi sizi zaten bildiğiniz şairlerin alıştığınız mısralarından çıkarıp, kimliklerine dair hiçbir fikrinizin olmadığı adamların ve kadınların (muhteşem kadın şairler var bu antolojide) hayallerine, korkularına, özlem ve aşklarına ortak ediyor. İkinci Cildin sonundaki kısa özgeçmişlerle de yeni bir serüvene atılmadan evvel cebinize bir harita koyuyor.
Sözün Özü, bu Antoloji size Türk Şiirinin yüzlerce kapısını birden aralıyor. Twitter aforizmalarının tatmin etmediği ruhunuzu özgürleştiriyor. Mısralarda, kafiyelerde ve kifayetli ölçüsüzlüklerde dilediğiniz gibi kulaç atabilmenizi sağlıyor. Her evde olması gereken, sıkıcılaşmadan okumanın tamamen okuyucusunun tercihinde olduğu bir derleme Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi.
Edebiyatımızın enginliğine hayran olurken, umarım siz de benim kadar eğlenir ve nitelikli vakit geçirdiğinizi hissedersiniz.
Herkese güzel şiir falları! Yaşasın Mısra! Yaşasın Cümlemizin Krallığı!
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
14 Mayıs 2013 Salı
Sessiz bir çığlık
Bu kitabı tek bir cümleyle anlat deseler, "sessiz bir çığlık"derdim.
Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu'yu Romanya'dan Almanya'ya göç ettikten sonra yazmış. Neredeyse bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu kitap imgeleminizin sınırlarını zorlayacak. Baş kahramanımız İrene, hayatına giren 3 erkek, sürgün, özlem, aşk, arayış, kimliksizlik gibi duyguların şiirsel bir dille anlatıldığı romanda, bir anda kendimizi İrene ile özdeşleştirebiliriz. Daha doğrusu İrene yüzümüze bıçak kadar keskin bir ayna tutabilir. En azından bende öyle oldu...
Kentler, kentler, kentler... Yollar, yollar yollar... Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...Bunlar kitabı bitirdikten sonra içimde kalan yankıları oldu.
"Ve hiçbir düşünce İrene'yi kalmaya zorlamıyordu. Gitmeye de."
Eğer bir yere ait olamıyorsanız, aidiyetsizlik size hakim oluyordu. İrene'nin ve tabii ki İrene ekseninden sürgün edilen birçoğumuzun yaşadığı da buydu sanırım.
Tek Bacaklı Yolcu Herta Müller'in hayatının bir izdüşümü aslında. Zorluklar içinde geçen bir yaşam, Çavuşesku diktasına yenilmeyen bir duruş, doğduğu topraklarda azınlık olarak yaşamak ve kendi memleketinde kendi topraklarında kitaplarının yasaklanması, kaçırılması...
2009 yılında Tek Bacaklı Yolcu'yla Nobel Edebiyat Ödülü alan Müller'in bunu fazlasıyla hak ettiği kanaatindeyim.
Düşünmekten korkan insanlarsanız bu kitabı lütfen okumayın! Çünkü kitabın bitiminde hayata dair soru işaretlerinizin çoğaldığını göreceksiniz.
"Ağaçların yaprakları yaprakların arka yüzüydü. Ağaçlar ağaçların arka yüzüydü. Bütün kent kentin arka yüzüydü."
"Politikacılar telaş içindeydi. Ama yine de alınlarında iktidarın karanlığı vardı."
Soru işaretlerinizin hiç eksik olmadığı bir yaşam diliyorum.
Sevgiyle kalın...
“İnsan gittiği gibi geri gelmiyor, bir kez gittiğinizde başka biri oluyorsunuz, böyle de olunmak zorunda zaten.”
İpek Şen
Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu'yu Romanya'dan Almanya'ya göç ettikten sonra yazmış. Neredeyse bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu kitap imgeleminizin sınırlarını zorlayacak. Baş kahramanımız İrene, hayatına giren 3 erkek, sürgün, özlem, aşk, arayış, kimliksizlik gibi duyguların şiirsel bir dille anlatıldığı romanda, bir anda kendimizi İrene ile özdeşleştirebiliriz. Daha doğrusu İrene yüzümüze bıçak kadar keskin bir ayna tutabilir. En azından bende öyle oldu...
Kentler, kentler, kentler... Yollar, yollar yollar... Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...Bunlar kitabı bitirdikten sonra içimde kalan yankıları oldu.
"Ve hiçbir düşünce İrene'yi kalmaya zorlamıyordu. Gitmeye de."
Eğer bir yere ait olamıyorsanız, aidiyetsizlik size hakim oluyordu. İrene'nin ve tabii ki İrene ekseninden sürgün edilen birçoğumuzun yaşadığı da buydu sanırım.
Tek Bacaklı Yolcu Herta Müller'in hayatının bir izdüşümü aslında. Zorluklar içinde geçen bir yaşam, Çavuşesku diktasına yenilmeyen bir duruş, doğduğu topraklarda azınlık olarak yaşamak ve kendi memleketinde kendi topraklarında kitaplarının yasaklanması, kaçırılması...
2009 yılında Tek Bacaklı Yolcu'yla Nobel Edebiyat Ödülü alan Müller'in bunu fazlasıyla hak ettiği kanaatindeyim.
Düşünmekten korkan insanlarsanız bu kitabı lütfen okumayın! Çünkü kitabın bitiminde hayata dair soru işaretlerinizin çoğaldığını göreceksiniz.
"Ağaçların yaprakları yaprakların arka yüzüydü. Ağaçlar ağaçların arka yüzüydü. Bütün kent kentin arka yüzüydü."
"Politikacılar telaş içindeydi. Ama yine de alınlarında iktidarın karanlığı vardı."
Soru işaretlerinizin hiç eksik olmadığı bir yaşam diliyorum.
Sevgiyle kalın...
“İnsan gittiği gibi geri gelmiyor, bir kez gittiğinizde başka biri oluyorsunuz, böyle de olunmak zorunda zaten.”
İpek Şen
Zamanın çarkları ve insan
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eşsiz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne bir “düzen ve insan” kitabı demek yanlış olmaz. Düşler, olanaklar, gerçekler… Hepsi önce insanın arzularında ilk adımlarını atarlar. Önceleri bize mantık dışı görünen pek çok iş alanları bizler için şimdi hayatın vazgeçilmez ve içselleştirilmiş bir parçası haline gelmişlerdir. Şöyle bir düşünelim…
Bir meslek ya da iş alanı seçelim. Her ne olursa… Ayakkabı boyacılığı örneğin… Şimdi düşünelim bu mesleğe gerek var mı? Birçoğumuz yoldan geçerken yüzüne bile bakmayız, ama bazılarımız da önünde durur ve ayakkabı boyacısının verdiği kirli terlikleri giyer,onun ayakkabılarımızı boyamasını izleriz. O an bunu kendimizin yapabileceğini de biliriz ama
bunu düşünmeyiz, düşünme ihtiyacı duymayız. İşler, biraz da böyle kabul görürler bizler tarafından. Düşünceden eyleme…
Romanın iki ana karakterinden biridir Hayri İrdal. Sıkıntılarla dolu bir çocukluk ve yoksullukla, işsizlikle bezenmiş bir orta yaş dönemi. Hayri İrdal, genç yaşlarda yanında çalıştığı bir saatçiden öğrendiği saat tamirinin, günün birinde onu ülkenin ve dünyanın en tanınmış iş yerinin patronlarından biri yapacağını aklının ucundan bile geçirmez. Çevresindekilerden nasıl borç alabileceğini düşündüğü sırada tanıştığı Halit Ayarcı sayesinde bütün hayatı değişen bir adamdır o…
Bir yanda yaratılıştan gelen özgünlüğü ve sarsılmaz inancıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü düşüncesini doğuran, büyüten, ete kemiğe büründüren Halit Ayarcı; diğer yanda hayatı boyunca maddi ve ailevi sıkıntıların buhranından sıyrılamamış, Enstitü düşüncesine hiçbir zaman inanmasa bile Halit Ayarcı'nın yanında yer almış Hayri İrdal. İki farklı insan… Biri dünyayı ellerinde tutarken, öbürünün her gün sırtında taşıdığı, iki farklı yaşam ve kesişen yollar.
Bütün olanaksızlıklara ve zorluklara rağmen birinin sonsuz inancı, diğerinin ise sonsuz umutsuzluğuyla hayata geçen ütopik bir kurum: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Romanda her şeyden önce ön planda olan enstitü değildir. Ön planda tutulan, her sayfada insandır. İki farklı insan, aslında değişen toplumsal yapıyı simgelese de, dağılmış bir imparatorluğun küllerinden zorluklarla sıyrılıp doğmuş, ama sıkıntıları bitmemiş ülkeyi
anlatır. Ülke yeni bir düzene geçer. Bu düzende iş, işçi, müessese, girişimcilik ve zamana riayet etmesi gereken bir insan modeli vardır. Bu düzende insanlar ikiyüzlü, bu düzende insanlar kokuşmuş ve bu düzen siz ne kadar istekli olursanız olun özgünlüğü sıradanlaştırarak çarkları arasında onu sindirip kusan yeni tür bir insan yaratmaktadır. Yani Tanpınar’ın “Plak İnsanı."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bunu en başında reddeden, maddi yaşamının kötülüğünden dolayı inanmadan bu işe giren, ama aklı hep yoksul günlerindeki aile bağlarında kalan Hayri İrdal ile sarsılmaz inancın simgesi, “yapılamaz” sözcüğünü dünyasında barındırmayan, insanlara güvenen, özgünlüğün her daim modern dünya kalıplarını delip geçebileceğine inanan Halit Ayarcının, eşsiz metaforlarla donatılmış, öyküsüdür.
Ozan Şen
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Şiir varsa aşk, aşk varsa keder de vardır
Söylenecek sözler bittiği zaman ya da bir şeyler söylemeye mecal kalmadığı zaman insan içine döner. Şikâyet edeceği merci kendisi olur bir anda. Hem yaşamış olduğu geçmiş hem de tedirgin olduğu gelecek, bir anda insanın üzerine çullanır. Titrer bu durumda insan, kendine gelebilmek için. Ya bir kitap, ya bir şarkı ya da bir sükûnette teselliyi arar. Üçünün de buluştuğu bir kitap: Kimseye Etmem Şikayet. Kitabın ismini görür görmez Türk Sanat Müziği düşkünü bir amatör klarnetçi olarak heyecanlandım. Şarkının -eserin- hikâyesini merak ediyordum, ve elbette şairini de.
"Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime.
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime."
Yılmaz Öztuna'nın Türk Musikisi Ansiklopedisi'nde bu şarkının nihâvend bestesinin Kemani Serkis Efendi'ye ait olduğu yazar. Herkes de böyle kabul etmiştir. Oysa Turhan Taşan'ın Kadın Besteciler adlı kitabında ise hem güftenin hem de bestenin sahibi olarak İhsan Raif Hanım yazar. Doğru olan bilgi de budur. İhsan Raif Hanım şiirini yazdıktan sonra onu Suzinak makamının Curcuna usulünde bestelemiştir. Serkis Efendi ise şiiri Nihâvend makamında tekrar bestelemiştir. Muhtemelen bu son beste sevilmiş olacak ki, günümüze kadar da böyle gelmiş ve nihayet eserin hem güfte hem de beste sahibi olarak Serkis Efendi kalmıştır. Bir emeğin hakkını teslim etmek başlı başına bir emek.
2008'de Şişli Kaymakamı olarak göreve başlayan Mehmet Öklü, Hükumet Konağı olarak kullanılan binanın 19. yüzyılda Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Köse Mehmet Raif Paşa'ya ait tarihi ve meşhur Taş Konak olduğunu öğrenir. Mehmet Raif Paşa, II. Abdülhamid'in gözde valisi ve bakanı. Mehmet Öklü, türünün tek örneği olan konağı üç yıl süren bir çabadan sonra İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında restore ettirmiştir. Köse Raif Paşa'nın büyük kızı olan İhsan Raif Hanım'ın hayat hikâyesi, işte bu yaşanmışlıkla başlar. Ortaya, dönemin edebiyat havasını da estiren hüzünlü ama son derece gerçek bir roman çıkar.
"Biz neşelendiğimiz anda mahzun oluruz. Abad olduğumuz zaman da viran olur kalırız. Biz cefanın beslediği öyle aşk kuşlarıyız ki, kafesten azad olsak, hürriyete kavuşsak, uçar gider tuzağa düşeriz. Bu ne tezat, bu nasıl hayat!"
Sevr Antlaşması'nı imzalayan heyetin içinde yer alan Rıza Tevfik'in talebesi İhsan Raif Hanım, erken yaşta çok çalkantılı bir hayat yaşar. En büyük aşkı ise şiirdir. Hece vezninden asla vazgeçmez. O kadar ki, Ahmet Haşim, "Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım" der. "Beş Hececiler" olarak anılan şairlerin ablası olan İhsan Raif Hanım, Halide Edip, Fatma Aliye, Şair Nigâr ve Fehime Nüzhet ile birlikte İstiklâl Savaşı'na da destek olan öncü edebiyatçılarımızdandır.
"Gerçekten kafesteki muhabbetkuşlarının bile kafesi açılınca uçma hevesinden hürriyetin sonsuz esrikliğiyle tuzağa düştüğünü çok gördüm. Lakin uçmak onların yaratılışının icabı, vazgeçemezler ki! Hürriyet de bizim yaratılışımızın esasıdır, özüdür, bu devredilmez, vazgeçilmez hakkı yaşamaktan asla geri duramayız! Ona mecburuz. Esaret tecrübe edilecek nesne değildir zira! Tekrar olduğunu biliyorum ama söylemeden edemiyorum işte: Ancak bedelini ödeyenler hürriyeti hak edebilir.”
Şairin 1914 yılında evlenerek üçüncü evliliğini yaptığı Şahabettin Süleyman, Fecr-i Ati edebiyat akımının mensuplarındandır. Fevkalade bir aşk yaşanır. İki edebiyatçı, hayata aynı gözlerden aynı hassasiyetle bakan iki kalem erbabı, hüzün dolu bir birliktelik yaşar. Erken kaybettiği eşini, İhsan Raif Hanım her zaman övgüyle ve hürriyet duygusuyla hatırlar:
"Belki insanımızın, milletimizin hürriyet uğrunda aldığı mesafeyi, geldiği şerefli yeri göremedi Şahapcığım, ama yeryüzünde hürriyetin yerini tutabilecek bir şey olmadığını çok iyi anladı. Dünyada, insanın yaşama hakkına denk başka bir hak olmadığını bildiğimiz gibi."
Daha fazla detay vermekten korktuğum yegane romanlardan biri oldu Kimseye Etmem Şikayet. Bunda Mehmet Öklü'nün "hiç araya girmeyen üslubu" da büyük etken. Zira yazar, biyografi ve romanı birleştirirken, kendini de çok uzak tutmuş okuyucudan. Böylece okurken dönemi de soluk soluğa yaşıyoruz. Bazen İhsan Raif Hanım ile Şahabettin Süleyman'ın Avrupa seyahatlerinde onlara arkadaş, bazen de edebiyatçı dostlarıyla gerçekleştirdikleri keyifli bir masa sohbetine misafir oluyoruz. Üstelik kimler yok ki bu masada? Yahyâ Kemâl'ler, Taş Konak'ta başlayan ve büyük bir emeğin eseri olan roman o kadar "bizden" ki, "Acaba başka neleri unuttuk?" diye düşündürtüyor sürekli.
İhsan Raif Hanım'ın iç dünyası, tüm şiirlerinde zuhur etmiştir. Buna bir örnek vermek için güzide solistimiz Melihat Gülses'in okuduğu, şu şahane şiirini de hatırlamak gerekir:
"Ben esir-i handenim, üftâdenim ey gültenim,
Gözlerin Kur'an-ı aşkımdır, kucağın cennetim."
Şikâyetini kendine edenlere; şiir, edebiyat, aşk ve dolayısıyla keder dolu bir hayatın öyküsü...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
"Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime.
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime."
Yılmaz Öztuna'nın Türk Musikisi Ansiklopedisi'nde bu şarkının nihâvend bestesinin Kemani Serkis Efendi'ye ait olduğu yazar. Herkes de böyle kabul etmiştir. Oysa Turhan Taşan'ın Kadın Besteciler adlı kitabında ise hem güftenin hem de bestenin sahibi olarak İhsan Raif Hanım yazar. Doğru olan bilgi de budur. İhsan Raif Hanım şiirini yazdıktan sonra onu Suzinak makamının Curcuna usulünde bestelemiştir. Serkis Efendi ise şiiri Nihâvend makamında tekrar bestelemiştir. Muhtemelen bu son beste sevilmiş olacak ki, günümüze kadar da böyle gelmiş ve nihayet eserin hem güfte hem de beste sahibi olarak Serkis Efendi kalmıştır. Bir emeğin hakkını teslim etmek başlı başına bir emek.
2008'de Şişli Kaymakamı olarak göreve başlayan Mehmet Öklü, Hükumet Konağı olarak kullanılan binanın 19. yüzyılda Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Köse Mehmet Raif Paşa'ya ait tarihi ve meşhur Taş Konak olduğunu öğrenir. Mehmet Raif Paşa, II. Abdülhamid'in gözde valisi ve bakanı. Mehmet Öklü, türünün tek örneği olan konağı üç yıl süren bir çabadan sonra İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında restore ettirmiştir. Köse Raif Paşa'nın büyük kızı olan İhsan Raif Hanım'ın hayat hikâyesi, işte bu yaşanmışlıkla başlar. Ortaya, dönemin edebiyat havasını da estiren hüzünlü ama son derece gerçek bir roman çıkar.
"Biz neşelendiğimiz anda mahzun oluruz. Abad olduğumuz zaman da viran olur kalırız. Biz cefanın beslediği öyle aşk kuşlarıyız ki, kafesten azad olsak, hürriyete kavuşsak, uçar gider tuzağa düşeriz. Bu ne tezat, bu nasıl hayat!"
Sevr Antlaşması'nı imzalayan heyetin içinde yer alan Rıza Tevfik'in talebesi İhsan Raif Hanım, erken yaşta çok çalkantılı bir hayat yaşar. En büyük aşkı ise şiirdir. Hece vezninden asla vazgeçmez. O kadar ki, Ahmet Haşim, "Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım" der. "Beş Hececiler" olarak anılan şairlerin ablası olan İhsan Raif Hanım, Halide Edip, Fatma Aliye, Şair Nigâr ve Fehime Nüzhet ile birlikte İstiklâl Savaşı'na da destek olan öncü edebiyatçılarımızdandır.
"Gerçekten kafesteki muhabbetkuşlarının bile kafesi açılınca uçma hevesinden hürriyetin sonsuz esrikliğiyle tuzağa düştüğünü çok gördüm. Lakin uçmak onların yaratılışının icabı, vazgeçemezler ki! Hürriyet de bizim yaratılışımızın esasıdır, özüdür, bu devredilmez, vazgeçilmez hakkı yaşamaktan asla geri duramayız! Ona mecburuz. Esaret tecrübe edilecek nesne değildir zira! Tekrar olduğunu biliyorum ama söylemeden edemiyorum işte: Ancak bedelini ödeyenler hürriyeti hak edebilir.”
Şairin 1914 yılında evlenerek üçüncü evliliğini yaptığı Şahabettin Süleyman, Fecr-i Ati edebiyat akımının mensuplarındandır. Fevkalade bir aşk yaşanır. İki edebiyatçı, hayata aynı gözlerden aynı hassasiyetle bakan iki kalem erbabı, hüzün dolu bir birliktelik yaşar. Erken kaybettiği eşini, İhsan Raif Hanım her zaman övgüyle ve hürriyet duygusuyla hatırlar:
"Belki insanımızın, milletimizin hürriyet uğrunda aldığı mesafeyi, geldiği şerefli yeri göremedi Şahapcığım, ama yeryüzünde hürriyetin yerini tutabilecek bir şey olmadığını çok iyi anladı. Dünyada, insanın yaşama hakkına denk başka bir hak olmadığını bildiğimiz gibi."
Daha fazla detay vermekten korktuğum yegane romanlardan biri oldu Kimseye Etmem Şikayet. Bunda Mehmet Öklü'nün "hiç araya girmeyen üslubu" da büyük etken. Zira yazar, biyografi ve romanı birleştirirken, kendini de çok uzak tutmuş okuyucudan. Böylece okurken dönemi de soluk soluğa yaşıyoruz. Bazen İhsan Raif Hanım ile Şahabettin Süleyman'ın Avrupa seyahatlerinde onlara arkadaş, bazen de edebiyatçı dostlarıyla gerçekleştirdikleri keyifli bir masa sohbetine misafir oluyoruz. Üstelik kimler yok ki bu masada? Yahyâ Kemâl'ler, Taş Konak'ta başlayan ve büyük bir emeğin eseri olan roman o kadar "bizden" ki, "Acaba başka neleri unuttuk?" diye düşündürtüyor sürekli.
İhsan Raif Hanım'ın iç dünyası, tüm şiirlerinde zuhur etmiştir. Buna bir örnek vermek için güzide solistimiz Melihat Gülses'in okuduğu, şu şahane şiirini de hatırlamak gerekir:
"Ben esir-i handenim, üftâdenim ey gültenim,
Gözlerin Kur'an-ı aşkımdır, kucağın cennetim."
Şikâyetini kendine edenlere; şiir, edebiyat, aşk ve dolayısıyla keder dolu bir hayatın öyküsü...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Unutmamayı seçmek
Gerçekten unutmak istiyor muyuz? Neyi ne kadar anımsamaya çabalıyoruz? Bellek nasıl bir şey de yaşadığımız her anı her saniyeyi olmadık bir anda birleştiriveriyor geçmiş ile.
“Bir rüzgâr yok mu, anılar yaratan unutma rüzgârı, uğultusunu dinliyorum onun, yaşadıklarım için kalbim sızlıyor.”
Latife Tekin’in Unutma Bahçesi’ni okurken gözünüzün önüne sürekli fotoğraflar geliyor. İki gün öncesinden tutun da babanızın elinden tutup dondurma aldıktan sonra salıncağa koştuğunuz o güne kadar, o kısacık bir saniye kadarki âna kadar.
"Unuta unuta in aşağı sen... Madem anılar bizim atıklarımızmış, unutmanın sonuna var, anlarsın. Tanrı senin yüzüne bakıyor muymuş? Her şeyin başına dönmek isteyen nedir biliyor musun, akıl ister bunu. Aklı da kendi haline bırakmamak gerekir, aptalca işlere kalkışır çünkü..."
Kitabın dili gayet hafif ve akıcı. Konusu ise sürpriz olsun, çünkü bahsedersem tüm büyüsü kaçacak gibi geliyor. Baharın geldiği bu günlerde sessiz sessiz güneşin girdiği odanızda sizi alıp derinlere, kendi bahçenize götüren hatta “Yaşamadıklarınız da birer anı olabilir mi?” sorusunu düşündürten bir kitap. Düş bahçelerinizde kimin olup kimin oradan gitmesini istiyorsanız okuyun ve bir kez daha düşünü derim. Hangi anı ne kadar değer belleğinizde yaşamaya? Ya da belki de asla unutmak istemiyorsun, bununla yüzleşmeye hazır mısın?
“Aklımızdan çıkıp giden ne çok şey var, onların hepsi nerede yaşıyormuş acaba, doğrusu merak ettim. Anılarımızın bizden bağımsız sonsuz bir ömürleri mi var öyle? Unuttuğumuz şeyler kendi kendilerine yaşayıp gidiyor…”
Bir roman bittikten sonra kahramanlarının hâlâ içimde bir yerlerde yaşamlarını sürdürmelerini seviyorum. Unutma Bahçesi tam da böyle bir kitap.
Kitabın bir bölümünde Işık Ergüden’in bir mektubu yer alıyor: “Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben.”
Bu bölüm hiç yaşamamış gibi, olmamış gibi yaşamayı seçtiğimiz unutmamın sosyal ve toplumsal yönünü el alıyor yani insanın vahşi yönünü.
“Boşluğu ölçebilen tek şey var, sızı..."
Unutma rüzgârı size de essin, bırakın pencerenizden girsin, neleri alıp neleri bırakacağına siz karar verin.
Hiçbir şeyi unutmak için yaşamadık evet peki unutmamayı seçtiklerimiz?
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
“Bir rüzgâr yok mu, anılar yaratan unutma rüzgârı, uğultusunu dinliyorum onun, yaşadıklarım için kalbim sızlıyor.”
Latife Tekin’in Unutma Bahçesi’ni okurken gözünüzün önüne sürekli fotoğraflar geliyor. İki gün öncesinden tutun da babanızın elinden tutup dondurma aldıktan sonra salıncağa koştuğunuz o güne kadar, o kısacık bir saniye kadarki âna kadar.
"Unuta unuta in aşağı sen... Madem anılar bizim atıklarımızmış, unutmanın sonuna var, anlarsın. Tanrı senin yüzüne bakıyor muymuş? Her şeyin başına dönmek isteyen nedir biliyor musun, akıl ister bunu. Aklı da kendi haline bırakmamak gerekir, aptalca işlere kalkışır çünkü..."
Kitabın dili gayet hafif ve akıcı. Konusu ise sürpriz olsun, çünkü bahsedersem tüm büyüsü kaçacak gibi geliyor. Baharın geldiği bu günlerde sessiz sessiz güneşin girdiği odanızda sizi alıp derinlere, kendi bahçenize götüren hatta “Yaşamadıklarınız da birer anı olabilir mi?” sorusunu düşündürten bir kitap. Düş bahçelerinizde kimin olup kimin oradan gitmesini istiyorsanız okuyun ve bir kez daha düşünü derim. Hangi anı ne kadar değer belleğinizde yaşamaya? Ya da belki de asla unutmak istemiyorsun, bununla yüzleşmeye hazır mısın?
“Aklımızdan çıkıp giden ne çok şey var, onların hepsi nerede yaşıyormuş acaba, doğrusu merak ettim. Anılarımızın bizden bağımsız sonsuz bir ömürleri mi var öyle? Unuttuğumuz şeyler kendi kendilerine yaşayıp gidiyor…”
Bir roman bittikten sonra kahramanlarının hâlâ içimde bir yerlerde yaşamlarını sürdürmelerini seviyorum. Unutma Bahçesi tam da böyle bir kitap.
Kitabın bir bölümünde Işık Ergüden’in bir mektubu yer alıyor: “Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben.”
Bu bölüm hiç yaşamamış gibi, olmamış gibi yaşamayı seçtiğimiz unutmamın sosyal ve toplumsal yönünü el alıyor yani insanın vahşi yönünü.
“Boşluğu ölçebilen tek şey var, sızı..."
Unutma rüzgârı size de essin, bırakın pencerenizden girsin, neleri alıp neleri bırakacağına siz karar verin.
Hiçbir şeyi unutmak için yaşamadık evet peki unutmamayı seçtiklerimiz?
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)