9 Mayıs 2013 Perşembe

Bir tahta bavul içinde saklanmış mektupları okumak isteyenlere

"Nâzım’ın, 1933’ ten 1950’ ye kadar, on yedi yıl boyunca, çeşitli cezaevlerinden kendisine yazdığı mektupları, Piraye bir tahta bavulda saklardı. Ceviz ağacından yapılmış, 41 x 26 x 14 cm boyutlarında küçük bir tahta bavul. Küçük olduğu için, belki "çanta" demek daha doğru. Bu ceviz çantayı ona Nâzım sanırım Çankırı Cezaevindeyken yapmıştı.”

Piraye’nin küçük tahta çantada sakladığı mektupları oğlu Memet Fuat derlemiş, toplamış, kitaplaştırmış. Ne iyi yapmış! İnsan mektupları okurken, Nazım’ın aklından, kalbinden geçenlerin arasında dolaşıyor sanki… Ve her satırda Nazım’ın Piraye’ye duyduğu derin aşk çarpıyor okuyanın yüzüne.

"Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin’in inkılâbı ve inkılâbın Marx’ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet’in Hatice Zekiye Pirayende Piraye’yi sevmesi gibi seviyorum."

Hapishanede mektuplar bekleyişini anlatıyor Nazım, şiirler yazıyor:

"Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
Uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : - "Pîrâye,
Pîrâye !.." - diye..."

Nazım, hapishane hayatından, gündelik telaşlarından bahsediyor sık sık; neler yaptığından, neler yapmak istediğinden, neleri yapamamanın acısını çektiğinden…

"Bizi esir ettiler. Bizi hapse attılar. Beni duvarların içinde, seni duvarların dışında."

Mektupları okurken Nazım’la Piraye’nin aşkının ötesinde, dönemin siyasi havasını da okuyorsunuz. Nazım’ın hayatının, yaşadıklarının şiirine nasıl yansıdığını görüyorsunuz apaçık. Ve en çok da, mektupları okurken, Piraye kadar sevilmiş bir kadın olmak istiyorsunuz…

"Bu geç vakit
Bu sonbahar gecesinde
Kelimelerinle doluyum;
Zaman gibi, madde gibi ebedî,
Göz gibi çıplak,
El gibi ağır
Ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
Kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
Yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
Onlar : ana,
Onlar : kadın
Ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
Kelimelerin insandılar..."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Aydınlığı mağaralarda arayanlara

"Allah'ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı,
sahici münevver..."

- Necip Fazıl, Cemil Meriç hakkında

Bu Ülke
, Umrandan Uygarlığa ve Mağaradakiler. Birbirini tamamlama gayesiyle yazılmış bu üç şaheseri   bitirdikten sonra, Cemil Meriç okumanın haklı mağrurluğunu elde edersiniz. Bir mağrurluk mudur? Elbette. Amacı; beynimizin o bir türlü çalış(a)mayan "fikir" mağarasını harekete geçirmek olan "münzevi fikir işçisi" Cemil Meriç, Mağaradakiler'de önce mühim şahsiyetleri, sonra kavramları, biterken de görmeye alışkın olduğumuz fotoğrafların asıllarını sunuyor önümüze. Adını bildiğimiz meşhurların zikrini de bilmek, bir fotokopi misali oradan alıp buraya koyduğumuz kavramların hakiki dertlerini öğrenmek, kafamıza ezbere taktiklerle kakılan düşüncelerin niyetini keşfetmek için müthiş bir keşif bu kitap. Tanzimat'tan bu yana yaşadığımız miskinliği bir kenara atmak için "yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek", kitabın mütevazı amacı.

"Tiyatroda biri öksürünce herkes öksürür, boğazında bir kaşıntı duyar herkes. Taklit insiyâkı, insiyâkların en güçlülerinden biri. Karşı koydunuz mu sinirleriniz gerilir, bir suçluluk duygusu içine düşersiniz. Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?"

Aslında Mağaradakiler'in açılış sayfasındaki Horatius hicvi, kitabın derdini çok açık bir şekilde önümüze koyuyor: Quid rides? De te fabula narratur. Meali: Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen. Türlü türlü oyunlara sahne olan memleket topraklarında, karşımıza sürekli bir mesele geliyor. Biz bu meselelerle uğraşıyoruz, bu meseleler üzerine konuşuyoruz. Ezbere ya da değil. Peki meseleyi ne kadar biliyoruz? Köküne inebiliyor muyuz? Sevdiğimiz bir şeyi neden sevdiğimizi, nefret ettiğimiz bir şeyden ise neden nefret ettiğimizi ne kadar sorgulayabiliyoruz? Tüm bunlar için adım atmaya kalktığımızda, bir "boş ver!" çınlamıyor mu kulaklarımızda? Alışmak, hastalıktır. Alışılmışın dışına çıkmak için tedavi şarttır. İlaç: mücadele.

"İktidar aydından hoşlanmaz. Napolyon, çağının en büyük düşünce adamlarını ideolog diye küçümser. İdeolog, dalgacı, hayalperest, dünyadan habersiz kimsedir, Napolyon'un dilinde. Faşizm'ler, topyekûn aydın düşmanı. Galiba Goering, "kültürden söz edildiğini duyunca elim tabancama gider" demiş. Lenin'e göre aydın, "kendini dünyanın tuzu biberi sanır, ama pisliğidir sadece". Oyunun kuralı bu, baştakiler düşmandır aynalara; hele çirkinliklerini büyütüyorsa.. Ne var ki aydın, aydının da vur abalıyası. Bahane her devirde aynı: Göreve ihanet etmek."

Kurşun gibi. Hayatında eline hiç silahını almamış bir insanın silahla karşılaşması kadar ürkütücü bir okuma. Her konuda bir bildiğiniz yıkılıyor, kitabın her bölümü bittiğinde bilgisiz kalıyorsunuz. Düşünün ki, öyle bir bilgilenme. Nihilizm, popülizm, anarşizm, ihtilâl, inkılâp, sol, sağ, devrim, aydın, Osmanlı aydını, entelektüel, intelijansiya, Paris, İstanbul, Suavi, liberalizm, terakki, hürriyet, Asya, yeni Osmanlılar, dünya görüşleri, 60'lar, şiir, müceddit, hiciv. Bu terimleri yahut meşhurları yeniden öğreneceksiniz. Ya da farklı bir noktadan bakmaya başlayacaksınız. Bu da birçok bilginizi unutmaya sebep olacak. Dolayısıyla mağlupken, galip olacaksınız.

"Tabular, tabular.. Her adımda, şuura dur emrini veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında, elinde bıçak, bekleyen bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lâğımında boğduktan sonra, ellerimizi yıkayıp, "efendim bizde filozof yetişmiyor" diye ah-u vahlar."

Ne kadar tanıdık öyle değil mi? Aslında daha önce ziyaret ettiğimiz ya da kıyısından döndüğümüz düşünceler. Fakat bir türlü gerçek bir ziyaret cesareti bulamıyoruz. Yine bu minvalde bir örnek:

"Sağ, kavuğuna çekilmiş; münzevî, mazlum, muzdarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, mânâsını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla fethedilmez."

Cemil Meriç'le erken tanışmak, bir takım yanlışların kıyısından dönmek gibidir. Geç tanışıldığında ise imdadımıza bir atasözü yetişebilir: Zararın neresinden dönülse kârdır. Fazla geç kalmadan, o yanlışlar mağarasına inip, doğruları keşfetmeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Hurafelerin hamalı olmak istemeyenlere

2010 yılında bir arkadaşımın İstanbul Kriterleri hediyesi ile tanıdığım İbrahim Paşalı’nın peşini o gün bugündür bırakmadım. Her pazar, Yeni Şafak’ta yazılarını okur ve her yazıdan sonra "evet İbrahim Paşalı bu milletin vicdanıdır" diye içimden geçirirdim. Vicdan ne demek diye bakacak olursak demek istediğim çok daha iyi anlaşılır. Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç (Bkz: TDK, Vicdan). Paşalı öyle şeyler söyler ki aslında herkesin söylemek istediği (ortak vicdan) ancak kimsenin söyleyemediği şeylerdir bunlar. Paşalı’nın yazdıkları hem ortak kusurlarımız hem de ortak cevaplarımızdır. Sanki Paşalı elini omzumuza atar ve "bak kardeşim bu iş böyle olmaz" der gibi ağabey nasihati verir. O yüzden okurken cesaretlenmeniz gayet normal bir durumdur.

Entelektüellerin Hurafeleri o çok severek takip ettiğim yazıların gözden geçirilip, üstleri başları düzeltilip yeniden okuyucunun beğenisine sunulmuş hâli. Köpek insanı ısırsa haber olmaz ancak insan köpeği ısırsa haber olur diye bir çıkarım var. Onu şöyle değiştirebiliriz: Entelektüel yeşil soğan yerken yakalansa insanın köpeği ısırması gibi haber olur. Entelektüelin içinde bulunduğu toplumun gerçeklerini gözlemleyip onlar üzerine düşünmesi gerekir. İbrahim Paşalı bu işin hiç de sanıldığı gibi olmadığını, dünyaya kapalı kibrine açık bir pencereden ahkâm kesmenin entelektüellik olmadığını, olsa da hurafe ile dolu olduğunu söylüyor. Hani yazan-çizen camianın çok kullandığı bir deyim vardır: Türkiye’nin gerçekleri. Yeşil soğan bu ülkenin bir gerçeğidir ve entelektüel yeşil soğan yemelidir.

Tam da bu noktada entelektüel ile âlimin farkı ortaya çıkmaktadır. Âlim yaşadığı çağa tanık olur. Entelektüel ise yaşadığı çağı kendisinin şekillendirdiğini düşünür. Bir meclise girdiğiniz takdirde eğer orada bir âlim varsa bunu anlamamanız gerekir. Çünkü âlim ilmiyle aynı zamanda amel eder. Entelektüel ise Paşalı’nın deyimiyle ihtimallerin hamalıdır. Hamallık kişi üzerinde sırıtır ve bir mecliste entelektüel kim anlaşılır. Bu sebeple sorulara çözüm bulması için güvenilen entelektüel daha başka sorular ile karşımıza çıkar. Soru sormaktan bıkmaz. Çünkü her ihtimali düşünür ve bu yüzden hiç yol alamaz. Entelektüeller Kemal Tahir’i haklı çıkarmak için adeta yarışırlar: "Bu ülkenin aydınları Yalova’dan ötesini bilmez."

Başlık bir yazıda okurla yüz göz olan ilk kısımdır. Bu yüzden okuru tahrik etmesi (harekete geçirmesi) ve konu hakkında fikir vermesi gerekir. Bu sefer kitaptan alıntı yapmak yerine birkaç başlığı sizlerle paylaşacağım:

Şehirliler Köyleri Bozmasaydı, Köylüler de Şehirleri Bozmayacaktı
Halk Yaparsa "Sosyal Linç", Sanatçılar Yaparsa "Demokratik Tepki"
Çamlıca Tepesindeki Cami de Gökdelendir
Halkın Pembe Dizileri Varsa, Entelektüellerin de Pembe Fikirleri Vardır
İslamcı İsrail: İran

Gördüğünüz gibi seçtiğim başlıklar Paşalı’nın rahatsızlık duyduğu meselelerin ne olduğunu az çok hissettiriyor.

İbrahim Paşalı yazılarında söylenmesi gerekeni söyleyen bir isimdir. Yani dünya görüşü ne olursa olsun eğer bir hurafe etrafında konuşuluyorsa Paşalı olay yerine intikal eder ve "dur" ihtarı ile işlerin sanıldığı gibi olmadığını gözler önüne serer. İnsan kavramlar ile düşünür. Yazar öncelikle hurafenin sis perdesi gibi üzerini kapattığı kavramı bize gösterir. Ne de olsa güneş balçıkla sıvanmaz. Kavram üzerinden konu hakkında düşünülmesi gerekeni düşündürür. Bu anlamda Paşalı aktüel siyaset konuşmaz. Aktüel siyasetin perdelediği hakikati konuşur. Gece Yürüyüşü, Makam Arabası gibi televizyon programlarından İbrahim Paşalı'yı takip edenler kitabın bir sohbet, muhabbet havasında aktığını fark edeceklerdir.

Cenap Şahabettin, "Sürüden ayrılanı sürü sevmez" demiş. Kurt elbette kapar orası ayrı mevzu. Ancak Paşalı bu yazıları ile sürüden ayrılmıştır. Allah için ben onu seviyorum. Rize’den kötü adam çıkmaz diyeceğim ancak politik bir duruş sergilediğim fikri cereyan edebilir. Bunu söylerken Rizeli dostlarımı kast ediyorum. Paşalı da bir Rizeli olarak iyi bir adamdır. Onu sevdiğime göre sürüden değilim diye iyice övünebilirim. Allah Paşalı’yı kurtlardan korusun.

Muhammed Faruk Özcan

29 Nisan 2013 Pazartesi

Merak eden ve o merakıyla kalanlara

Trakya'dan çıkan şairleri ve yazarları sayarken zorlanabiliriz. Hatta "Trakya'dan şair çıkmaz" da denir. Bunda hakikat payı çok olsa da, arada turnanın gözünden vurulduğu -bu ne cinayettir- da oluyor.

1963 Kırklareli doğumlu şairimiz Birhan Keskin, özellikle 1991-2002 yılları arasında yayımlanan 5 şiir kitabıyla takdirleri toplamıştı. Metis Yayınları da bu 5 kitabı bir araya getirerek 2005 yılında "Kim Bağışlayacak Beni" adıyla şiir severlerle buluşturmuştu.

Bu 5 kitap; Delilirikler (1991), Bakarsın Üzgün Dönerim (1994), Cinayet Kışı (1996), Yirmi Lak Tablet (1999) ve Yeryüzü Halleri'nden (2002).

"Kor bir yankıdan başka nedir ki taş?
Dünyada bir heves değil midir insan?

Yokluk ateşiyle tutunduk varlığa
Çatladık, kırıldık
Ağrıdık.
"

Şairin hakkında araştırma yaparken, bir şiir severin Birhan Keskin'i "Türk şiirinde bir makam" olarak tanımlaması çok hoşuma gitmişti. Şiirleri her ne kadar makam farkı gözetilmeksizin yazılmış olsa da, aslında hissi olarak çok belirgin bir makama sahip. Bazen 3 dizede şiirin lezzetine doyulurken, bazen de koca bir şiir doyuramıyor şiir okuyucusunun doyumsuzluğunu.

"İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki
Bölünmüş bir hatırayım ben
Yeryüzüne dağılan.
"

Birhan Keskin şiirlerinde en çok karşılaştığım kelimeler, aslında şairin derdini -dertlerini- özetliyor. Taş, heves, hatıra, kırılmak, insan, toprak, yokluk, acı, şaşkınlık, ruh, köprü, bu kelimelerden bazıları. Kendi derdiyle karşısındakinin derdi arasında öyle güzel bir köprü kuruyor ki şair, geçiyoruz kendimizle kalarak.

"Geç benden, ben dururum, ben beklerim, geç benden,
Ama nereye geçersin benden ben bilemem.

Dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında,
Dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da.
"

Kitabın 5 ayrı şiir kitabından meydana geldiğini belirtmiştim, bu geçişlerde karşımıza güzel düzyazılar geliyor. Bir nevi, karşılaşacağımız şiirlerin ana düşüncesi. Madem iştahlandırdım bunu diyerek, bu yazılardan birini paylaşmak da şart oldu.

"İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? Geçmiş; üstümüzü her gece onunla örttüğümüz... uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz.
...
Ve, insan
Sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek.
"

Her şey gayet açık ama bir o kadar da derin Birhan Keskin şiirinde. Tüm şiirlerinin sonunda bir soru var gibi. O da aslında kitabın ismi. Cevabı da kitaptadır belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

27 Nisan 2013 Cumartesi

Yakın tarihe, daha yakından bakmak

Çok partili dönem ve 27 Mayıs Askeri Müdahalesi halen daha tarih araştırmacılarının ve tarih okuyucularının yeterli ilgisine mazhar olamamış, karanlıkta kalmış zamanlar olarak önümüzde duruyor. Halbuki günümüzde dahi ateşi her kesimde hissedilen, ülke gündeminden yarım asırdır katiyen düşmeyen “asker-siyasi” çekişmesinin rövanşist duygularının filizlendiği mühim bir dönemden bahsediyoruz.

1908’de genç bir İttihatçı, 27 Mayıs’ta tutuklu bir cumhurbaşkanı, 12 Eylül’de ise ömrünün son deminde bir kanaat önderi olarak 3 nesil darbeyi tahlil eden Celal Bayar coğrafyamızda gelişen darbeler için “Osmanlı’dan kalma bir gelenek olarak asker-medrese işbirliğinin siyasi güce müdahale etme arzusu” tespitini yapar. Yazarımız H. Emre Oktay’da 27 Mayıs’ın acı hikayesine bu tarihi vurguyu yaparak başlıyor. Öncelikle darbe geleneğinin menşeini ve Osmanlı’nın son dönemindeki benzer askeri müdahaleleri okuyucuya anımsatıyor.

Kendisi de 27 Mayıs’ın mağdur ve merhumlarından Faruk Oktay’ın oğlu olan H. Emre Oktay o dönem yaşadıklarını, yaşayanların ağızlarından birebir kaydettikleri ile harmanlayıp sunuyor. Özellikle 3 dönem boyunca halkın yoğun ilgisine mazhar olmuş ve ezici rakamlar ile iktidara layık görülmüş Adnan Menderes ve arkadaşlarının ne denli soğuk, gayrihukuki ve anti hümanist uygulamalar ile tutsak ve nihayet idam edildiğini etkileyici bir edebi dil ile aktarıyor. Yazar olaya dair fotograflar, vurucu diyaloglar ve betimlemeler ile okuyucularına adeta eş zamanlı bir belgesel, bir dram filmi izletiyor.

Bunun yanında darbe öncesi vaziyet ve İnönü’nün yaklaşımı, Yassıada’da tutukluluk günleri, ordunun tutuklu siyasiler için başlattığı kara propaganda, mahkemeler ve idamlar, darbenin görünen ve görünmeyen sebepleri-sonuçları birer tarihi döküm olarak sunuluyor.

27 Mayıs Askeri Müdahalesi ve Adnan Menderes’in infazı bugünün asker-siyasi çekişmesini kavrayamayanlar için hususiyetle okunması ve idrak edilmesi gereken tarihi süreçlerdir. Bu kitapla beraber malum dönemi özellikle inceleyenler nihayet fark edecektir; iç siyasetimizin son 50 yılı bol miktarda 27 Mayıs hesaplaşması ihtiva etmektedir.

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

24 Nisan 2013 Çarşamba

Kaygı her şeyin başlangıcıdır

"Ruhum ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak."
- Pindaros

Albert Camus okuyanlarımız bilir, 20. Yüzyıl varoluşçu felsefesi onun fısıldadıkları ile yankılanır. Kitap yukarıdaki alıntı ile başlar. Ve ilk giriş cümlesi ile yaşamın varlığı ve yokluğu üzerinde okuyucuyu sorgulamaya sevk eder:

"Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir."

Kitabın yazılma amacı her ne kadar bir yargıya varmak gibi görünse de; felsefeye yanıt bulmak değildir bence. Camus, II. Dünya Savaşı yıllarında, çağının uyumsuz insanını anlatan bir kitap yazmıştır. Çağımızda da bu uyumsuzluk hâlen devam etmektedir. Bir yandan kurulu dünya düzeni: “evet her şeyimiz var, güzel işlerimiz ve eşlerimiz, arkadaşlarımız” öte yandan; içinden çıkamadığımız “insan” ve “düşünce” . Yaşam bir gün sona erecekse, bunu her şeyden iyi biliyorsak neden yaşıyoruz? İşte, absürt ve uyumsuz insanın hikâyesi asıl burada başlıyor.

"Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep."

Kitabın ismi mitolojideki bu öyküden geliyor. Kaderine ve kederine boyun mu eğeceksin, yaşamın tüm değerlerini tadıp, baş mı kaldıracaksın?

Kitabın yazıldığı dönem, II. Dünya Savaşı zamanları; tek başına bunu bile -savaşı gereksiz ve saçma saydığı, intiharın ve ölümlerin çoğaldığı o yıllarda- çağına, yaşananlara, tarihine bir başkaldırı olarak sayabiliriz.

Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi , çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Başlar, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edinimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır."

Uyumsuz insan uyumsuzluğun farkına vardığında başkaldırı başlar ve başladığında ise gerisinde diğer soruları getirir; yani gösterdiğin çaba, meydan okuma ile ne kadar ve nasıl yaşayabileceksin?

"Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır."

"Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır."

Camus tüm bu saçmalığı ve uyumsuzluğu anlatırken, ölümlü olduğun bu dünyada didinirken yani, kitabın sonunda intiharı haksız çıkartır. “Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter."

Aslında elimde olsaydı da her satırını yazabilseydim buraya.

Peki, sizce hiçbir şeye sarılıp, sarınmadan yaşayabilir miyiz? Belki yalnızca hiçlikle...

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kaybetmeden önce değer bilenlere

80 yıl önce bugün binlerce genci, fikirdaşı, şiirlerini hayranlıkla okuyan onlarca insanı peşinden koşturacak, cümlelerin altını çizmekten kalemleri aşınacak kitapların sahibi dünyaya gelmiş. Şiirlerinin bazı dizelerini hava soğuk - ev sıcak fiziki denkleminin meydana getirdiği buğulu camlara yazmışlığım var çoğu zaman… Mesela “…insandan insana şükür ki fark var…” yazmıştım bir keresinde.

Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet

Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…

Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:

Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…

Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.

Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:

Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.

İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.

Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet

Ve son sözü yine o söylüyor:

Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.

Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari