24 Nisan 2013 Çarşamba

Kaygı her şeyin başlangıcıdır

"Ruhum ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak."
- Pindaros

Albert Camus okuyanlarımız bilir, 20. Yüzyıl varoluşçu felsefesi onun fısıldadıkları ile yankılanır. Kitap yukarıdaki alıntı ile başlar. Ve ilk giriş cümlesi ile yaşamın varlığı ve yokluğu üzerinde okuyucuyu sorgulamaya sevk eder:

"Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir."

Kitabın yazılma amacı her ne kadar bir yargıya varmak gibi görünse de; felsefeye yanıt bulmak değildir bence. Camus, II. Dünya Savaşı yıllarında, çağının uyumsuz insanını anlatan bir kitap yazmıştır. Çağımızda da bu uyumsuzluk hâlen devam etmektedir. Bir yandan kurulu dünya düzeni: “evet her şeyimiz var, güzel işlerimiz ve eşlerimiz, arkadaşlarımız” öte yandan; içinden çıkamadığımız “insan” ve “düşünce” . Yaşam bir gün sona erecekse, bunu her şeyden iyi biliyorsak neden yaşıyoruz? İşte, absürt ve uyumsuz insanın hikâyesi asıl burada başlıyor.

"Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep."

Kitabın ismi mitolojideki bu öyküden geliyor. Kaderine ve kederine boyun mu eğeceksin, yaşamın tüm değerlerini tadıp, baş mı kaldıracaksın?

Kitabın yazıldığı dönem, II. Dünya Savaşı zamanları; tek başına bunu bile -savaşı gereksiz ve saçma saydığı, intiharın ve ölümlerin çoğaldığı o yıllarda- çağına, yaşananlara, tarihine bir başkaldırı olarak sayabiliriz.

Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi , çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Başlar, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edinimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır."

Uyumsuz insan uyumsuzluğun farkına vardığında başkaldırı başlar ve başladığında ise gerisinde diğer soruları getirir; yani gösterdiğin çaba, meydan okuma ile ne kadar ve nasıl yaşayabileceksin?

"Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır."

"Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır."

Camus tüm bu saçmalığı ve uyumsuzluğu anlatırken, ölümlü olduğun bu dünyada didinirken yani, kitabın sonunda intiharı haksız çıkartır. “Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter."

Aslında elimde olsaydı da her satırını yazabilseydim buraya.

Peki, sizce hiçbir şeye sarılıp, sarınmadan yaşayabilir miyiz? Belki yalnızca hiçlikle...

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kaybetmeden önce değer bilenlere

80 yıl önce bugün binlerce genci, fikirdaşı, şiirlerini hayranlıkla okuyan onlarca insanı peşinden koşturacak, cümlelerin altını çizmekten kalemleri aşınacak kitapların sahibi dünyaya gelmiş. Şiirlerinin bazı dizelerini hava soğuk - ev sıcak fiziki denkleminin meydana getirdiği buğulu camlara yazmışlığım var çoğu zaman… Mesela “…insandan insana şükür ki fark var…” yazmıştım bir keresinde.

Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet

Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…

Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:

Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…

Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.

Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:

Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.

İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.

Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet

Ve son sözü yine o söylüyor:

Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.

Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari

20 Nisan 2013 Cumartesi

Huzursuzuz çok şükür

"İki yakam hiçbir zaman, hiçbir yaşımda bir araya gelmedi. Dünyaya en çok hayretle baktım. Bazen hayret ben oldum ama daha çok seyreden taraftım."
- Bülent Parlak, Dergâh, 276

Sevgili Huzursuzluğum, şair Bülent Parlak'ın Dergâh Dergisi ile başlayan şiir koşusunun ilk etabını tamamladığı, ilk kitabı. Selis Kitaplar tarafından mayıs 2010 itibariyle raflara gönderildi. O günden bugüne tüm huzursuzları daha da huzursuz olmak için çağırıyor. Yangına alevle gitmek de denebilir buna.

"Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım
Çehremde bir sürü göz havari gibi, anons gibi, çarpıntı gibi
Roma yakılırdı yanımda dönüp bakmazdım; ilkçağ, ortaçağ ve sen
Cennetten mi emmiştin sütünü bu güzellik nereden.
"

72 sayfalık, alman otoyolları gibi kazaya mahal vermeyecek titizlikte hazırlanmış huzursuzluk yolculuğunda, okuyucuyu en çok bekleyen şey yüksek konsantrasyon gerektiren ve ne hikmetse kolay ezberlenemeyen dizeler. Ben buna hayret ettim, ama hayret ederken de bir elimle alkış tutarken diğer elimle yakamı gevşettim. Sonra annem yanıma gelip "alkış cahiliye devri âdetidir" demedi, bu duruma bozuldum ve şöyle dedim Bülent Parlak dizelerinin hepsine: Zaten iyi olan taraf iz bırakmaktır, ezberlenmek değil. Şiir ezbere okunmaz. Şimdi toparlanın, gitmiyoruz.

"Soyunup manşet olsam zarar eden bir gazeteye
Örtülse kırbaçta aylak kalmış vücudum
Aklım çelinse,
Zarif bir şekilde ölsem; ilk iş gününde utangaç bir dilencinin
Sovyetlerden medet umanlar gülümsetecekse sizleri
Analarının kanserlerine alışacaksa evlatlar
Simsarlar kandırmayacaksa evine dönen askeri

Kalkın halay çekelim, ben orada öleceğim."

Kitabın bu ilk şiiri olan "Vakit Tamam Olurken Eksik Kalan Bir Şey"de, tüm huzursuzluğunu tanımlıyor Bülent Parlak: Coğrafyayı, vaziyeti, kendini ve kendi gibi olanları. Aynı ritmle nefes almadan ve aldırmadan dizeler devam ediyor. Şiirlerini bize ayakta okutmaya gayret ediyor. İsmet Özel söylemiştir; İstiklâl Marşı'nda olduğu gibi, şiir adamı ayağa kaldırır, kaldırmalıdır. Bülent Parlak da böyle düşünüyor ve "Dünyanın her köşesinde bütün milletler ve orduların, polislerin ayakta dinlediği tek şey varsa o da şiirdir. İstiklâl Marşı'nı bir düşünsene. Ayakta dinletir kendini bize, çünkü ayakta kalma imkânı imler. Ve biz bütün dünyalılar şiiri ayakta dinleriz" diyor. Haklıdır. En az "Noter Huzurunda Ölüm" adlı şiiri kadar haklıdır:

"Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin"

Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim.
"

Huzursuzluk aynı zamanda bir gülme biçimidir. Bu yüzden şiirlerin bazıları acı acı güldürür. Guiza'yı hatırlayalım. Acı acı gülen ve güldüren bir forvet idi. Kaçırdığı goller Fenerbahçe taraftarının canını çok acıttı, Guiza'nın her topla buluşması onları huzursuz etti. Galatasaraylı olanlar ise bu duruma acı acı güldü. Her neyse, Guiza neticede acı tatlı bir hatıra olarak kaldı.

"Guiza artık gol kaçırma, üvey taraftarıyım tuttuğum takımların
Magazin sayfalarından seçtiğin sevgililer bak başına dert oluyor
Gündüz tarifesinde ev kızı, gece tarifesinde çıyana dönüşen kızlar
Hiç yoksul olmamış, hiç kış geçirmemiş, çekirdek yemeyi bilmeyen kızlar
...
Evlenmek en çok alışveriş listesidir, bir de geç kalmak eve
Bunu sen de bilirsin: Hepimiz yatakta İspanyoluz Guiza.
"

Okuyucu için en kalıcı hasarlardan biri, kendi fikriyle kaynaşan bir dize okumak olsa gerek. Gazze için oturduğu yerden şiir yazanlara ve elindeki imkânları kullanıp orada burada yayımlayanları anla(ya)mayan ben, "Haritası Kayıp" adlı şiirde şu dizelerle karşılaşıp Bülent Parlak'ı tebrik etmek için elime telefonumu aldım. Numarası yoktu ama şiir çok güzeldi:

"Yani ben Hiroşima'yı duyunca Japon olan ben
Tombul ve yüzü kırışmış kadınları görünce üzülen ben
Kapı pervazlarından geçerken besmeleyi unutunca
Yüzü kızaran köylü adamlardan olmak isteyen ben
Elleri üşüyünce nereye koyacağını bilemeyen ben
Geceleri yatarken kutup ayıları üşümesin diye
Dua eden ben
Dişleri sararmış inşaatçılar yüzünden
Estetik cerrahlarına sarı zarf içinde kınama cezası veren ben
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz."

Neden mi? Şöyle diyor şair Bülent Parlak: "Birileri bombalar altında ölürken, rampalardan atılan füzelerin altında kalırken, akşamları pijamalarımızı giyip çekirdek yiyerek onlara şiir yazmamızı çok doğru bulmuyorum."

Ben de diyecek bir şey bulamıyorum ve tüm huzursuzluğumla susuyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Nisan 2013 Cuma

Hayatta her şeyin bir antitezi olmalı, öykünün bile

Kitabı elime ilk aldığımda kitabın arka kapağında yer alan Faulkner’ın cümlelerini pek ciddiye almamıştım. Şöyle diyor yazar:

Çılgın Palmiyeler’in ilk bölümünü bitirir bitirmez, bir şeylerin eksik kaldığını, öykünün pekiştirilmesi, müzikteki kontrpuan benzeri bir yöntemle güçlendirilmesi gerektiğini gördüm. Bunun üzerine, ‘Çılgın Palmiyeler’deki öykü yeniden canlanıncaya kadar ‘Irmak Baba’yı yazdım.”

Evet, bu romanda iki farklı öykü var aslında. Biri, Çılgın Palmiyeler, diğeri Irmak Baba. Ne karakterler ortak, ne yaşamlar. Birinde(Çılgın Palmiyeler) bir kocanın karısını nasıl kendi eliyle başka bir adama teslim ettiğini, kadının bu oyunda ne kadar ileri gidip nasıl bir tutkuyla yaşayabileceğini, aşığının ise girdiği bu zor yükün altında ne kadar zorlandığını göreceksiniz. Yasak aşk üstüne bugüne kadar çok şey yazılıp söylendi. Aklımıza bu konuda hiçbir şey gelmese bile Anna Karenina gelir. Çılgın Palmiyeler’in kahramanı Charlotte, Anna’ya birçok yönden benzese de ondan daha cesur bir kadın. Bu yüzden de tutkularını, mutluluklarını daha yoğun yaşıyor. Aşkın ölmeyeceğine, sadece ona layık değilsek bizi bırakıp gideceğine, ölenin biz olacağımıza inanıyor.  Harry’nin ise Charlotte’u sevmekten ve duruşuna imrenmekten başka yapabileceği bir şey yok. Hayır, Harry’e korkak demek istemiyorum. Kafası karışık demek daha doğru olur. Onun düşünceleri sayesinde belki de bir erkek tarafından yazılmış, kadınların yasak aşk yaşamasıyla ilgili en doğru cümleleri okudum.

“Erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasadışı aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, Tanrı’dan sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasadışı aşkın güçlükleriyle başa çıkabileceklerini göstermektir.”

Diğer hikâye olan Irmak Baba hakkında söyleyecek çok şeyim yok aslında. Hamile bir kadınla birlikte en zor şartlarda kürek çekmeye çalışan, kadının şiş karnına baktıkça midesi bulanan bir mahkûmun hikâyesi Irmak Baba. Ne bir solukta okudum diyebilirim ne de çok sürükleyici olduğundan dem vurabilirim. Aksine sonuna yaklaşana kadar sırf bitsin de Çılgın Palmiyeler’in diğer bölümüne geçeyim diye okuduğum bir öyküydü. Ama sonunda öyle bir yere getirdi ki beni, sadece getirdiği noktayı değil, dönüp geldiğim yolu da sevdim.  

Birbirimizden çok farklı hayatlar yaşamıyoruz aslında. En üstteki adamla en alttaki adamın yaşamı çok da ayrı değil. Bir mahkûmla bir doktor farklı amaçlar için yaşayıp aynı varışlarda bulabilirler kendilerini. Ve şimdi kitabın arka kapağı daha anlamlı benim için. Evet, hayatta her şeyin bir antiteze ihtiyacı vardır. Öykünün bile.

Ümran Kio

18 Nisan 2013 Perşembe

Zamana hak ettiği değeri vermek isteyenlere

Adı bile insandaki mütecessis tarafı ayağa kaldıran bu kitap özelde bir idam mahkûmunun son gününü anlatsa da genelde ölmeyi bekleyen biz insanların kendileri ile yüzleştikleri takdirde ne ile karşılaşabileceklerini gözler önüne seriyor. Hepimiz öleceğiz ve bu konuda mutabık olduğumuz için mutluyum. Yoksa nereye sığacak bunca insan? Aslında öleceğimiz konusunda sahip olduğumuz bilgisizlik işleri yoluna koyuyor. Demek istediğim bir insan öleceği zamanı bilse plansız ve programsız yaşayamazdı. Ya da zamana hak ettiği değeri vereceğim derken zamanı eline yüzüne bulaştırabilirdi. Sakındığı göze çöp batardı. Ölüm günü bilgisinin insana verilmeyişinin hikmeti üzerine söylenecek daha çok söz var. Ancak kısaca şunu belirtmeliyim ki insan öleceği günü bilmeyerek yaşamanın tadına varabiliyor. Ancak bu bilgiye sahip olmamak insanı aynı zamanda kendine karşı kör de edebiliyor. Bu elbette irade ile alâkalı bir durum. Yani iki dinleyip bir konuşan ve aklını kullanmayı bilen bir insansanız gece başınızı yastığa koyduğunuz vakit uyumaktan daha elzem olan vicdan muhasebesine yer ayırır, z raporunuzu alır uyursunuz. İnsan öleceği vakti bilse bile bunu yapar mıydı, işte o konuda emin değilim.

Faruk Erem’in dediği gibi, "suçluyu kazıyın altından insan çıkacaktır.". Mahkûm, her ne kadar öldürülecek kadar ağır bir suç işlemişse de insan oluşunu idamına bir gece kala fark eder. Hugo suçlu ile idamı değil insan ile idamı karşı karşıya getirir ve asırlarca suç ile suçluyu birbirinden ayıran giyotinin o keskin duruşunu devrim sonrası Fransa’da sorgular. Hugo kitapta idamın vahşiliği kadar idamı görsel seyir gibi zevkle izleyen insanların insanîliğinin ne derecek vahim olduğunu da gösterir.

Hugo hepimizin birer insan olduğunu idama mahkûm ve sabaha çıkamayacağı için insan yerine konulmayan bir adam üzerinden anlatır. Suçu suçlunun üzerinden kaldırır ve onu insan olarak ele almamız gerektiğini bize söyler. Bu bakış açısı hukuk fakültelerinde suç teorisi derslerinde öğrencilere kazandırılmaya çalışılır. Çünkü karşımızdaki azılı bir katil de olsa ona bu suçu işleten toplumsal, ekonomik ve sosyal nedenler olabilir. Romanımızdaki mahkûm da çocuklarına yedirecek ekmek bulamadığı için para karşılığı adam öldürmüştür. İdam gecesi mahkûmun "beni açlığa mahkûm eden ve beni suç işlemek zorunda bırakan devleti ve bakanlığı giyotin altına yatırın" diye devam adam bağırışları suçlunun altındaki insanı gösterir. Sinekleri öldürmek yerine bataklığı kurutmak daha çözüm odaklı bir davranış olacaktır. Mahkûmu sinek olarak kabul edersek idamları büyük bir zevkle gerçekleştiren cellatları ve idam anını çocukları ve eşleriyle tiyatro gibi izleyen Fransa halkını ve devletini bataklık olarak kabul edebiliriz. Nitekim Hugo bu romandan sonra yazdığı bir makalede bataklığın yavaş yavaş kuruduğuna işaret eder: "Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: "Tanrılar çekip gitsin!". Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: "Krallar çekip gitsin!". Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: "Cellâtlar çekip gitsin!". Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır."

Mahkûm öleceği günü biliyor ve son gecesini kendisi ile yüzleşerek geçiriyordu. Yanına gelen rahip onu Tanrı’ya yaklaştırmak istiyor ancak o yalnız kalmak istediğini söyleyerek rahibi yanından kovuyordu. Çünkü sabaha çıkamayacağını bilen bir insan için sığınılacak tek liman rahip değil Tanrı’ydı. Ölümüne saatler kalan bir adamın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Yapması gereken kendi içine dönmek ve orada unuttuğu kimi değerleri son bir kez hatırlamaktır. Ayna aranır ve son kez yüzüne bakmak ister. Mahkûmun kaldığı hücrede sadece giyotine gidecek olanlar kalmıştı. Mahkûm duvarlardaki yazıları okuyor ve kendi kendine her insanın dünyaya bir iz bırakıp gitme isteği olduğunu söylüyordu. Ölümüne bir gece kalan bir insanın dünyaya bırakabileceği tek iz ise hücresinin duvarına mesela aşkını kazımaktı.

"Zaten bu hayatta özlem duyacağım kadar beni üzebilecek ne kaldı ki? Aslında hapishanenin karanlık gündüzü ve kara ekmeği; kürek mahkumlarına çok az miktarda verilen çorbaya benzer yemek, horlandığımı görmem, o kadar eğitim almış birisi olmama rağmen, gardiyanlar ve diğer mahkumlarca aşağılanmak, sohbet edebileceğim ve anlattıklarını dinleyebileceğim özellikte bir insan görememek, yapmış olduğum ve bana yapılacak olan şeylerden dolayı tedirgince ürpermek. İşte celladın elimden alabileceği bütün servetim budur."

Roman yazıldığı dönemde ne gibi yankılar uyandırdı bu konuda bir bilgi edinemedim ancak tahmin ediyorum Hugo romanın sonunda mahkûmu öldürerek bir uyanışa neden oldu. Che Guavera’nın ölmeden evvel dediği gibi, "Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldürmüş olacaksın."

Muhammed Faruk Özcan

16 Nisan 2013 Salı

Cam kırıkları içinde kalmış bir münzevi

Fuseki

Bu kelime, GO oyununda Açılış’ı temsil eder ve az sonra cümlelerimi uğrunda utanmazca savuracağım Şibumi’nin ilk bölümü tam da bu Japonca terimle başlıyor. “Bana ne Japon oyunundan” diyenler, sizden birkaç kelime sabır dileneceğim. Çünkü sıkıcı bir Uzakdoğu masalı değil ruhunuza tavsiye ettiğim. Trevanian’ın başyapıtı olarak bilinen ve benim hali hazırda okuyup da sevmeyen tek bir kadına veya erkeğe rastlamadığım Şibumi, temelde bir serüven romanı. Sizi yormadan Şangay’a, Japonya’ya ve Bask diyarına sürükleyecek. Hapishanelere girecek, mağaraları keşfedecek, şifre çözecek ve kiraz ağaçlarının arasında vedalaşacaksınız.

Cesetler sağa sola savruluyor, gizli odalarda kan donduran pazarlıklar yapılıyor ve ne idüğü belirsiz bir adam her nasılsa tüm Kapitalist sistemin sorunu haline geliyor. Tabii bu Sorun’un normal döşenmiş bir salonda, adam öldürebilmek için 200’den fazla eşyayı silah olarak kullanabilmesi gibi minicik bir detayı atlamamak gerek. Fakat sayfalar akıp kahramanımızın ömründe yolculuk ettiğinizde, karşınızda bir cinayet makinesinden fazlasını bulacaksınız. Çünkü Nicholai’den başka hiçbir cinayet makinesinin tek hayali, 3 tane çiçeğin ekili olduğu bir bahçe değildir.

Temel aldığı serüven kurgusunun üzerinde felsefi bir tango ile süzülen bir roman Şibumi. Yazarın yaşanan hayatla büyük derdi var ve bir katilin adımlarını takip eden gözleriniz siyasetin, istihbarat dünyasının önümüze serdiği ilizyonları narenciye sıkacağı ile aralayacak. Bir sistem eleştirisi, küçük balıkların sırf başkalarını yutma sevdasından nasıl küçük kaldığına dair bir destan. Filmler ve çok satan romanlar sayesinde hayallerimize dayatılan güç, aşk, para, şöhret ve çevre gibi kavramlarla sükûnet, sevgi, anı, saygı ve dostluğun soluksuz bir mücadelesi. Dünyanın her alanında hükmünü keyifle süren Tüccar zihniyetin münzevi şairlere açtığı savaşın hikâyesi. Yalnızlığın kalabalıktan kaçışı hakkında, masumiyeti Northrop uçakları ile parçalanmış ve cam kırıkları içinde kalmış bir masal.

Neden bahsettiğimi anlamamış olabilirsiniz, buraya kadarı makul. Zira serüven dedim, katil dedim, sistem eleştirisi, tüccar ve şair dedim. Bunu adı Japonca “Sadelik” anlamına gelen bir roman için kullandım ve her şeyi bir GO terimi ile başlattım. Çılgınca, değil mi? Bana sorarsanız kesinlikle öyle. Ancak garanti ediyorum bu delilik, zekânızda kıvılcımlar tetikleyecek. Dürüst olayım, ruhunuza bir kitabı yalanlarla sunamam, yazarın bir serüven romanında neden oyun terimini kullandığını önerdiğim sayfalardan evvel ben de anlamlandıramazdım. Fakat şimdi biliyorum ki “Hayat, GO’nun basitleştirilmiş halidir.

Ruhunuza yapacağım Tsuru no Sugomori şudur ki; eğer 6 Ağustos’ta ne olduğunu biliyorsanız, 70’li yıllarda yazılmasına rağmen asla yaşlanmayacak bu kitabı okumadan geçmeyin.

Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin

Bu kitabı okumanın cezası: Farkındalık

“Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır. Burada anlattığım şeyler önce sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.”  Uyarısıyla başlayan bir kitap Tıkanma. Chuck Palahniuk deyince aklımıza sadece “Dövüş Kulübü” nün gelmemesi gerektiğini anımsatan bir kitap.

Kitabın kahramanı Victor Mancini “sürekli kahramanlar” yaratarak hayatını devam ettirmektedir. Şöyle ki bulunduğu restoranda boğazına takılan yiyecekle boğulma numarası yapmakta, kendisini kurtaran kişinin hayatına bir kahramanlık hikâyesi katmaktadır. Ve tabii aynı kişinin kendisinden sorumlu olmasını da sağlamaktadır. Buradan kazandığı parayla da annesinin tedavi masraflarını karşılamaktadır.

Sakın Victor’a acımaya başlamayın. Onunki pek “ah yazık, annesinin tedavi masrafları için kendini tehlikeye atıyor.” durumu değil. Mancini anne ve babaların “kitlelerin yeni afyonu” olduğunu düşünen ve Tanrının olmadığı bir dünyada annelerin Tanrı olduğuna inanan bir seks bağımlısı. Yeterince insan onu severse, sevgiye ihtiyacı olmayacağına, yeterince kazanıp başarılı olursa başka hiçbir şey yapmak istemeyeceğine, yeterince insan ona bakarsa bir daha asla başka birinin dikkatini çekmek zorunda kalmayacağına ve eğer yeterince zeki olursa günün birinde yeteri kadar seks yapabileceğine inanan bir çocuğun inandıklarını adım adım takip edip büyümüş hali. Hayatıysa mastürbasyon yapmadığı her gün için eve bir kaya getiren arkadaşıyla birlikte arka sokaklarda geçiyor. 

Yeraltı edebiyatının mutlulukla pek ilgisi olduğunu sanmıyorum. O yüzden bu kitap şu ruh haline iyi gelir diyemeyeceğim. Mancini’nin yürüdüğü sokakları Amerika sokakları olarak düşünüp yabancılaşamazsınız. Çünkü hepinizin o kadar koşuşturmanın sonunda geleceğiniz yer bir hiçliğin orta noktası. “Ve belki de bilmek önemli değil” O yüzden Palahniuk’a katılıyorum: bu kitabı okuyunca her şey daha kötü olacak. Çünkü fark edeceksiniz. Cahilliğin kutsal sayıldığı bir yüzyılda fark etmenin cezası tecavüz, cinayet ve hırsızlıklardan daha ağır olmalı. Bu ve bunun gibi kitaplardan sonra ömür boyu farkındalık cezasına çarptırılacaksınız. Üzgünüm.

“Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”

Ümran Kio