Uzun zamandır bir Emile Ajar kitabı okumayı arzuluyordum. Bilindik üşengeçlik
nedenlerinden ötürü bu arzumu sürekli erteliyordum. En sonunda geçen hafta gerekli işlemi
yaptım ve bu büyük yazarın önemli eserlerinden biri olan Onca Yoksulluk Varken’in sayfaları
içinde birkaç gün yaşadım.
Yaşadım diyorum çünkü nedeni basit: Kitap o kadar gerçek ki, içinde yaşadığımız, an be
an nefes alıp verdiğimiz bu dünya yalan / sahte kalıyor yanında. Şatafattan uzak, sadelikten
merkezli, sözünü esirgemeden bağıran, gerektiğinde fısıldaşan cümleler, paragraflar...
Biraz yazardan bahsedelim. Romain Gary, asıl adıyla Roman Kacew olan yazardır. Fransa’da
yazarların sadece bir kez alabildikleri Goncourt Ödülü’nü iki kere kazanmıştır. Ödülü bir
kez kullandığı isim olan Romain Gary, bir kez de herkesten sakladığı Émile Ajar adıyla
kazanmıştır. Takma ismi olan E. Ajar’ı da, 1979’da karısının şüpheli ölümünden bir yıl sonra
kendisini tabancayla vurmadan yazdığı intihar mektubuyla açıklamıştır. Özellikle intihar
mektubunun son iki cümlesi Hakan Günday’ın da Piç kitabında geçmektedir. “Çok eğlendim,
teşekkür ederim. Hoşçakalın.”
Paris’te geçen roman Onca Yoksulluk Varken’in baş karakteri 10 yaşında, annesinin ve
babasının kim olduğunu bilmeyen Arap milletinden Momo’dur. Babası zamanında Momo’yu,
bir zamanlar çok iyi hayat kadınlığı yapan şimdilerde ise hayat kadınlarının çocuklarına bakan
Madam Rosa’ya bırakmış. Hikâye Momo’nun ağzından anlatılarak savaş dönemi tahribatını,
insan psikolojisinin karmakarışıklığını, Batı’nın dayattığı mutsuzlukları, ötekileştirilenleri,
ve hepsinden de önemlisi “ötekileştirilenleri yoksulluğu” üzerinden hayat yoksulluğunu
anlatıyor. Hayat yokulluğu; birlikte yaşadığımız insanlara ne kadar değer verdiğimizi, onları
bırakmak zorunda kalsak bile seçimimizi yapıp sorumluluğu üstlenmemizi ahşap bir kazıkla
kalbimize sokuyor! Yazarımız Momo’yu öyle güzel konuşturuyor ki, böyle cevaplar verebilen
biri olmayı dahi arzuluyorsunuz. O zaman Momo’nun ağzından bir paragrafla kitabın ne
kadar hassas bünyelere iyi gelebileceğini özetleyelim:
“Madam Rosa’nın sadece ay sonunda gelen bir havale için bana baktığını önceleri
bilmiyordum. Bunu öğrendiğim zaman artık altı ya da yedi yaşımı doldurmuştum, parayla
bakıldığımı bilmek beni iyice sarstı. Madam Rosa’nın beni bedavaya sevdiğini, birbirimiz için
bir anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu.”
Tuna Bahar
4 Haziran 2012 Pazartesi
31 Mayıs 2012 Perşembe
Hem tarihe hem de sırlara vakıf olmak isteyenlere
Türkçeye şu ana kadar sadece "Gölün
Sırrı" romanıyla çevrilen 1967 Doğu Berlin doğumlu yazar ve yönetmen
Jenny Erpenbeck, işini hakkıyla yapan insanlardan.
Kendisi
hakkında hiçbir Türkçe kaynağa ulaşamadım. Ayfer Tunç'un "Jenny
Erpenbeck - Gölün Sırrı son on yılların romanı" tweeti dışında...
Gölün
Sırrı, yayım yönetmeni Levent Yılmaz'ın da dediği gibi 20. yüzyılın
sürekli gelişen ve yeni şeyler denenen roman dünyasındaki deneysel
çabaların bir ürünü. Kitabın adı her ne kadar "Gölün Sırrı" olsa da,
aslında Berlin yakınlarındaki bir ormanın içindeki evin hikâyesidir
okuduğumuz. Bu ev elbette bahsi geçen gölün kıyısındadır. Bu özel ve
öyküsü bol evde yaşanmışlıklar ardı ardına gelmektedir, gelecektir,
kitabın sonuna kadar değişmeyen tek kişi evin "Bahçıvan"ıdır.
Erpenbeck,
sadece bir ev hikâyesi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda 3. Reich,
Nazizm, Doğu Almanya tecrübesini de sayfalara satır satır yediriyor.
Uzun araştırmaların sonucu olan kitap bazı olayların anlatımı
sonlanırken sarsıcı bilgileri de içeriyor:
"Hava savaşının ilk kuralı saldırırken güneşi her zaman arkana almaktır."
"Macera dediğimiz şey, her zaman insanın cesaretle bir bilinmezin içine atılmasıdır."
"Mizah, insanın her şeye rağmen gülebilmesidir."
"Kelimeler sahipsiz kalıp, yalnız bir tesadüf eseri mi buraya, onun kafasının içine düştüler yoksa hakikaten ona mı aitler?"
"Anıları
artık kimin anıları? Kapkara zaman hep böyle akıp gider mi, insan
hiçbir şey yapmadan, öylesine otururken, zaman akıp gider ve taşlaşmış
bir çocuğu bile çekip götürür mü elinden tutup?"
"Doris şimdi bu pürüzsüz sessizliğin ve boşluğun ortasında, her şeyin var olduğu bir zamandan kalan anılara çarpıyor başını."
Erpenbeck'in
bu romanı modern dünya yazınıyla geleneksel değerleri bir araya
getirdiği için ayrıca dikkat çekmiştir. Böyle iyi edebiyat bizde
satmadığı(!) için korkumuz bu kitabın da baskılarının depolarda
çürümesidir.
Tuna Bahar
Tuna Bahar
29 Mayıs 2012 Salı
Arayışın kitabı
Baudolino,
zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın
güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu
italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich
Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde
Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki
yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını,
Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim
aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya,
vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino
büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi
maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı
seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve
dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet
Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.
Ozan Şen
Avrupa’nın içlerinden başlayıp
Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir
yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi
aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi
yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ
öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar
mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve
yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.
Kitaptaki karakterlerin her biri
yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu
yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda
yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi
orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…
Kitap, bir arayış içindeki bu
dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan
kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki
hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir.
Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima
ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini,
insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri
durmaz.
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Kaderini kim merak etmez ki?
Soluk soluğa okunan ve aynı şekildeki kurgusuyla okuru oturduğu yere mıhlayan bir kitaptır “Kader”.
Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)
10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:
"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."
“Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.
İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.
Tuna Bahar
Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)
10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:
"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."
“Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.
İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.
Tuna Bahar
27 Mayıs 2012 Pazar
İki harf arasında mekik dokuyanlara
“..Sonra da hayatı boyunca kurmuş olduğu bütün hayalleri düşündü. İçlerinden sadece biri gerçek olmuştu. o da gerçekleşmemesi gerektiği için hayal olarak kurulmuştu. sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: kim seçiyor acaba, dedi içinden. Hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı, yoksa o hayali kurduran mı?..”
AZ, Hakan Günday'ın son romanın adı. Aynı zamanda da müthiş bir kelime. Alfabenin başlangıç ve son harfi birleşiyor, ortaya “az” bir şeyler çıkıyor. Belki de içimizdeki tüm “çok”ları vurgulamak için...
Hayatımızdaki birçok şey küçük bir kelimeyle başlıyor. Bir işe başlarken, bir ilişkiye başlarken ya da veda ederken, yeni biriyle tanışırken yahut onay verirken ve reddederken. Tek kelimeyle çok anlamı ortaya koyabiliyoruz, iki harfle sonsuz ifade sunabiliyoruz. Adı küçük, kendi büyük bir roman AZ.
“Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.”
Bu romanda A'dan Z'ye şiddetin her türlüsü mevcut. Aşkın, nefretin, çocukların, inancın, hırsın, hayatın ve daha nice şeyin öfkesi saklı sayfalarda.
Bir harften öteki harfe geçene kadar veya yan yana getirene kadar mekik dokuyan, kendini “az” ifade etmeyi seven ve çok anlaşılmak istenen ruhlara...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
AZ, Hakan Günday'ın son romanın adı. Aynı zamanda da müthiş bir kelime. Alfabenin başlangıç ve son harfi birleşiyor, ortaya “az” bir şeyler çıkıyor. Belki de içimizdeki tüm “çok”ları vurgulamak için...
Hayatımızdaki birçok şey küçük bir kelimeyle başlıyor. Bir işe başlarken, bir ilişkiye başlarken ya da veda ederken, yeni biriyle tanışırken yahut onay verirken ve reddederken. Tek kelimeyle çok anlamı ortaya koyabiliyoruz, iki harfle sonsuz ifade sunabiliyoruz. Adı küçük, kendi büyük bir roman AZ.
“Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.”
Bu romanda A'dan Z'ye şiddetin her türlüsü mevcut. Aşkın, nefretin, çocukların, inancın, hırsın, hayatın ve daha nice şeyin öfkesi saklı sayfalarda.
Bir harften öteki harfe geçene kadar veya yan yana getirene kadar mekik dokuyan, kendini “az” ifade etmeyi seven ve çok anlaşılmak istenen ruhlara...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
24 Mayıs 2012 Perşembe
Çizik içinde kalmış hayatlara
“Annemi öldürdüm. Daha biraz önce.”
Bu iki cümleyle açılan romanda Şebnem İşigüzel 160 sayfaya küçük bir kızın, küçük bilgeliğini sığdırmış. İnsanın içini kanatan, kalbini sıkıştıran, okurken dahi yaşanan o haksızlıklara karşı elinizden kolunuzdan bir şey gelmediği ve gelemeyeceği için kendinize kızdığınız; hayatta ne çok kötülük var dediğiniz, iyi niyetli bir roman bu...
Kitap ilk çıktığında medyada epey yankı uyandırmıştı. Özellikle pedofiliyi işlemesi nedeniyle birçok kişi de Şebnem İşigüzel’i böyle hassas ve travmatik bir konuda kalem oynattığı için kutlamıştı. Nihayetinde Şebnem İşigüzel de dünkü çocuk değildir. Diskografisine baktığımızda bugün yeni baskıları yapılmaya devam eden 8 farklı kitabı olduğunu daha göreceksiniz. Küçük bir kız çocuğunun başına gelen ve kızı nevrotik bozukluklara kadar götürebilecek olan, insanın kanını donduran olayları arka arkaya sıralayan 1973 doğumlu, Antropoloji mezunu yazar aynı zamanda bir kız çocuğu annesidir de...
Küçük kız roman boyunca sizin inanamayacağınız kadar olgun, yazının başında dediğim gibi bilge ve erdemli konuşuyor. Dikkatli yazar kızın ağzından hemen ekliyor: “Bunları bana kalbim söyletiyor!”. Ne kadar trajik bir dünyada olursa olsun ağzından şu cümleler dökülüyor ve siz karamsar bir insan olduğunuz ve böyle bir cümleyi günlük hayatınızda kuramadığınız için kendinize kızıyorsunuz: “Ben bütün kalbimle mucizelere inanırım.”
Birçok metafor, olay örgüsü, karakter analizi, sapkın kişilikler ustaca resmedilmiş romanda. İddialı, aforizma olabilecek bir cümleye raslamak bile neredeyse imkânsız. İşigüzel, kodu mu oturtan cümleler yazmak yerine, kodu mu oturtan bir kitap yazmış. Bu kitabın ya tamamının altını çizeceksiniz ya da hiçbir yerini çizmeyeceksiniz. Özellikle çizik içinde kalmış hayatlara iyi gelecektir bu roman. Yine de biz bir paragraf alıntılayalım ki, küçük kızın ve yazarın hayatı dolu dolu yaşamaya dair öngörülerini fark edelim.
“Ağlıyordum ama ağlamanın sırası değildi. Geceleri beni ısıtan ayı postunun onların eline geçmesini engellemeliydim. Gece uykumda donarak ölmemeli, hayatta kalmalı, yaşamalıydım. Yaşamalıydım çünkü ileride kirpiklerim kadar çok mutlu günlerim, yıllarım olacağını umut ediyordum.”
Tuna Bahar
Bu iki cümleyle açılan romanda Şebnem İşigüzel 160 sayfaya küçük bir kızın, küçük bilgeliğini sığdırmış. İnsanın içini kanatan, kalbini sıkıştıran, okurken dahi yaşanan o haksızlıklara karşı elinizden kolunuzdan bir şey gelmediği ve gelemeyeceği için kendinize kızdığınız; hayatta ne çok kötülük var dediğiniz, iyi niyetli bir roman bu...
Kitap ilk çıktığında medyada epey yankı uyandırmıştı. Özellikle pedofiliyi işlemesi nedeniyle birçok kişi de Şebnem İşigüzel’i böyle hassas ve travmatik bir konuda kalem oynattığı için kutlamıştı. Nihayetinde Şebnem İşigüzel de dünkü çocuk değildir. Diskografisine baktığımızda bugün yeni baskıları yapılmaya devam eden 8 farklı kitabı olduğunu daha göreceksiniz. Küçük bir kız çocuğunun başına gelen ve kızı nevrotik bozukluklara kadar götürebilecek olan, insanın kanını donduran olayları arka arkaya sıralayan 1973 doğumlu, Antropoloji mezunu yazar aynı zamanda bir kız çocuğu annesidir de...
Küçük kız roman boyunca sizin inanamayacağınız kadar olgun, yazının başında dediğim gibi bilge ve erdemli konuşuyor. Dikkatli yazar kızın ağzından hemen ekliyor: “Bunları bana kalbim söyletiyor!”. Ne kadar trajik bir dünyada olursa olsun ağzından şu cümleler dökülüyor ve siz karamsar bir insan olduğunuz ve böyle bir cümleyi günlük hayatınızda kuramadığınız için kendinize kızıyorsunuz: “Ben bütün kalbimle mucizelere inanırım.”
Birçok metafor, olay örgüsü, karakter analizi, sapkın kişilikler ustaca resmedilmiş romanda. İddialı, aforizma olabilecek bir cümleye raslamak bile neredeyse imkânsız. İşigüzel, kodu mu oturtan cümleler yazmak yerine, kodu mu oturtan bir kitap yazmış. Bu kitabın ya tamamının altını çizeceksiniz ya da hiçbir yerini çizmeyeceksiniz. Özellikle çizik içinde kalmış hayatlara iyi gelecektir bu roman. Yine de biz bir paragraf alıntılayalım ki, küçük kızın ve yazarın hayatı dolu dolu yaşamaya dair öngörülerini fark edelim.
“Ağlıyordum ama ağlamanın sırası değildi. Geceleri beni ısıtan ayı postunun onların eline geçmesini engellemeliydim. Gece uykumda donarak ölmemeli, hayatta kalmalı, yaşamalıydım. Yaşamalıydım çünkü ileride kirpiklerim kadar çok mutlu günlerim, yıllarım olacağını umut ediyordum.”
Tuna Bahar
Tarihçiyle tarihi yaşamak
"Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz."
Prof. Mark L. Stein
Halil İnalcık, sadece ülkemizin değil dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi hiç şüphesiz. Böyle bir kıymetin değerini bilmek için hem eserlerini hem de kendisini iyi bilmemiz gerekiyor. Emine Çaykara'nın bu Nehir Söyleşi kitabından Halil İnalcık'ın hayatı süzülüyor.
96 yaşında olan ve hala enerjisinden bir şeyler kaybetmeyip yazmaya, tarihi yaşatmaya ve hizmet etmeye devam eden Halil İnalcık hoca, "Şeyh-ül Müverrihin" yani "Tarihçilerin Şeyhi" kabul edilmektedir. Böyle bir şeyhle söyleşiyi ustalıkla yapan, kültürel donanımıyla tam yerinde sorular soran ve söyleşinin akıcılığını sağlayan Emine Çaykara'nın da hakkının teslim edilmesi gerekmektedir.
Bir İnalcık talebesi olan İlber Ortaylı, hoca hakkında şöyle diyor:
"Hoca, fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago'dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, "Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz" diye adeta haşlamıştır."
Bir tarihçiyle beraber tarihin tam içinde yüzmek istiyorsanız, bu kitap kütüphanenizin en özel yerinde yer almalıdır. Sonrasında hafta sonu keyfinizi taçlandırmalıdır. Okurken hissedeceğiniz en önemli şey ise, hedefine asılan bir insanın tarihe hiç çıkarılmayacak bir iz bırakabileceği olacaktır.
"Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar."
Tarihe tarihçinin hayatıyla bakmak ve tarihçiyle tarihi yaşamak isteyen ruhlara doyumsuz bir kültür yolculuğu önerisi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Prof. Mark L. Stein
Halil İnalcık, sadece ülkemizin değil dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi hiç şüphesiz. Böyle bir kıymetin değerini bilmek için hem eserlerini hem de kendisini iyi bilmemiz gerekiyor. Emine Çaykara'nın bu Nehir Söyleşi kitabından Halil İnalcık'ın hayatı süzülüyor.
96 yaşında olan ve hala enerjisinden bir şeyler kaybetmeyip yazmaya, tarihi yaşatmaya ve hizmet etmeye devam eden Halil İnalcık hoca, "Şeyh-ül Müverrihin" yani "Tarihçilerin Şeyhi" kabul edilmektedir. Böyle bir şeyhle söyleşiyi ustalıkla yapan, kültürel donanımıyla tam yerinde sorular soran ve söyleşinin akıcılığını sağlayan Emine Çaykara'nın da hakkının teslim edilmesi gerekmektedir.
Bir İnalcık talebesi olan İlber Ortaylı, hoca hakkında şöyle diyor:
"Hoca, fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago'dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, "Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz" diye adeta haşlamıştır."
Bir tarihçiyle beraber tarihin tam içinde yüzmek istiyorsanız, bu kitap kütüphanenizin en özel yerinde yer almalıdır. Sonrasında hafta sonu keyfinizi taçlandırmalıdır. Okurken hissedeceğiniz en önemli şey ise, hedefine asılan bir insanın tarihe hiç çıkarılmayacak bir iz bırakabileceği olacaktır.
"Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar."
Tarihe tarihçinin hayatıyla bakmak ve tarihçiyle tarihi yaşamak isteyen ruhlara doyumsuz bir kültür yolculuğu önerisi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)