22 Haziran 2024 Cumartesi

Tanbûrî Cemil Bey çalıyor eski plâkta

Herkesin yaptığı şeyi yapmayın”, bu bir. “Aşırı meraklarınız olsun”, bu iki. “Nelerden haz alacağınızı bilin” bu da üç. İşte merhum Haluk Dursun hocanın vaktiyle bizlere tavsiye ettiği maarif metodu. Bunun için kurtarıcı mecralar da var üstelik: muhitler, mahfiller, haneler. Siz kapıları zorlayın, zaman zaman yanlış seçimler yapınca da üzülmeyin, böylece doğruyu bulmayı da öğrenirsiniz derdi üstüne. Mektep gibi insanlardı bunlar, tek başlarına bir ekoldüler, nosyonları vardı. Bitti bu tip insanlar? Gittiler ama bitmediler. Bugün belki birilerinin “rahle-i tedrisinden geçme” imkânı pek kalmadı ama sadece söyleşilerini dinlemekle, kitaplarını okumakla, yol haritalarını çıkarmakla epey yol alınabilecek kalemlerimiz mevcut. Taner Ay da bu isimlerin en zevk-i selim sahibi olanlarından.

Söze bir İstanbul âşığı olan Haluk Dursun ile başlamayı tercih ettim çünkü Taner Ay da İstanbul’u göz ve gönül yordamıyla adımlarken bizleri edebiyatımızın hem unutulmaz hem de unutulmuş isimlerine götürüyor. Onun “Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler”, “İsmail Saib Sencer: Sufiler Arasında Bir Alim, Ulema Arasında Bir Sufi”, “Edebiyatın Kadıköyü” kitaplarına şöyle göz ucuyla bakınca bile bir yazarın define arama hazzını yakalayabiliyoruz. Türk edebiyatı nazarından konuşacak olursak, bizim araştırmacılarımızın alamet-i farikası şunlar galiba: korkunç bir merak, bitmek bilmez bir gayret, dünü bugüne taşıma mahareti. Kazı çalışmalarını köşe yazılarından kitaplarına taşıyan Taner Ay, bu kez bir hikâye ile edebiyat ve İstanbul âşıklarını ağına düşürüyor. Hikâyenin merkezinde İstanbul var, kahramanımız Tanbûrî Cemil Bey, zaman ise 1900’lerin başı. Alacağınız tadı siz düşünün.

İstanbul’un güzide beldelerinden Fatih’in Molla Gürânî semtinde doğan Cemil Bey, esaslı bir rindmeşreptir. Giyimine kuşamına fazla kıymet vermeyen, kuralları önemsemeyen, iç âlemiyle yaşayan, keşif ve seziş yeteneği kuvvetli, hoş gören ama her şeye eyvallahı olmayan, hâlden anlayan, zevkine düşkün biridir yani. Boşuna değildir nağmeleri hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurması, bir dinleyeni bin yerinden vurması, baş kulağıyla değil can kulağıyla dinleyenleri hikmetlere bulaması. Cemil Bey hayatın acılarına katlanırken de neşelerine cevap ararken de hep tanburuna koşmuş evvela. Bu durum hanımının canını epey sıkmış, anılarda görülen bu. Ne vakit ki Cemil Bey’in tanburunun nâmı almış yürümüş, hanımı da nefsini mahcup bir limanda terbiye etmeye çekilmiş. Bu büyük sanatçımızın bir de kedi sevgisi var ki dillere destan. Hanımı muhalif olmasına ve “kedi varsa ben yokum” demesine rağmen, kedisini koynuna alıp evin başka yerinde uyumaları var mesela. Taner Ay, her yaştan insanın bu hikâyeyi okuma ihtimalini düşündüğünden olsa gerek, o zamanların eski(mez) insanlarını da mutlaka sayfalarına misafir ediyor. Bendeniz bu isimler arasından “dünya gözüyle görebileydik” diye zaman zaman ağıt yaktığım, kabrini sık ziyaret ettiğim bir zat-ı şahaneyi seçiyor ve sizi satırların yakışıklılığına davet ediyorum: “Kapalı Çarşı’nın içinden Bâyezîd’e çıktığında, soğuktan titriyordu. Ancak İmaret kapısının önünde Umûmî Kütüphâne’nin ikinci hâfız-ı kütübü İsmail Saip Efendi’yi ve Hacı Ali Efendi’yi kedileri doyururken görünce ıslak soğuğu hissetmez oldu. Meşrebi gereği ihtilattan ziyade inzivadan, mukâmeleden ziyade mütalaadan hoşlanan bu allâmeye hayrandı. Onun da kendisi gibi insanlara ve dünyaya küskün biri olduğunu düşünürdü. Sadece İsmail Saip Efendi’ye alışkın olan kedileri rahatsız etmemek için, oradan âdeta koşar adım geçip Aksaray cihetine saptı…

Tanbûrî Cemil Bey’in ardından okur da adımlıyor İstanbul sokaklarını. O zamanın mühim ve mümtaz kahvehaneleri görmeden olur mu? Kâtip Mahmud’un Şehzâdebaşı’ndaki, Kadayıfçı Ali’nin Aksaray’daki, Arnavud Mehmed’in Divanyolu’ndaki, Dolmacı Mihran’ın Halıcıoğlu’ndaki, Galip Reis’in Çeşmemeydanı’ndaki semai kahveleri göz kırpıyor. Sonra, Cemil Bey’in yaşadığı ve verem illetiyle meşhur Taşkasap’taki hanımefendilerinin isimlerinin güzelliği nereye konmalı? Elbette kiraz ağaçlarının dallarına: Emine Zennube Hanım, Hatem Kadın, Mahbub Hanım, Demsaz Hanım, Hüsnimelek Hatun, Pembe Hanım, Şerife Eda Hanım, Bülbül Seza Kalfa, Lebriz Kalfa, İkbal Hanım, Rabia Tüti Hanım, Fatıma Elmas Hanım, Şem’irüz Hatun, Aynülhayat Kalfa, Gülfidan Hanım, Hesna Hanım, Şems Kadın…

O vakitler hanımefendiler tabiri caizse bir meclistir, hem de kuvvetli bir meclis. Mahalleye çekidüzen veren, eksiği bilen, fazlayı üleşen, derdi bölüşen, pencereden hamamlara taşan sohbetlerin -eh, elbette dedikoduların da- kaynağı onlar. Taner Ay’ın hikâyesindeki tüm kurguda şu fark ediliyor ki eski İstanbul âdetlerini yaşatanlar da ekseriyetle kadınlar. Tanbûrî Cemil Bey gibi sazını yenme yolculuğunda nice hayat tecrübeleri elde etmiş birini bile karşılaştığı âdetler şaşkına uğratabiliyor. İşte, mahdumu Mes’un Bey’in dünyaya gelişinde şahit oldukları: “Loğusayı ve çocuğu albasmasından korumak maksadıyla Saide’nin başına ve Mes’ud’un yeşil yastığına geçirilen duvağın üstüne kırmızı kurdeleler bağlanmış, beşiğin baş tarafına bir Kur’an kesesi asılmış ve ayak tarafına da pis bir süpürge konmuştu… Nevreste Ebe ise loğusayı çeyrekleyip tütsülemiş, ardından onu bir mindere oturtup kucağına Mes’ud’u vermişti. Kadınlar el birliğiyle loğusa yatağını topladıktan sonra mevlit okunmuş, şerbet dağıtılmıştı. Cemil, herhalde bu kadardır derken, bir de kırk hamamı çıkmaz mı? Meğer loğusaya bir hamam kapatmak da âdettenmiş.

Tanbûrî Cemil Bey’in yaşamının bir bölümünü içine gizlemiş olan Vaktinden Evvel Bir Zemherir’de saz semaileri, peşrevler, taksimler ve elbette Türk Sanat Müziği eserleri de arada tebessüm ediyor okura. Kitap bittikten sonra Cemil Bey’in ruhu şad, eski İstanbul yâd olsun deyu meşk edelim: Hatırla ma’ziyi mes’udu sen de ben gibi yan…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Okumak: her şeyin mümkün olduğuna inanma hali

Ne Okursan O Olursun, Robert Diyanni’nin kitabının adı. Antre Yayın tarafından ilk Türkçe baskısı 2023 yılında, Fatma Sevde Ünal çevirisiyle yayımlanmış. Kitabın alt başlığı aynı zamanda amacının ne olduğunu belirtiyor: iyi okuma için uygulamalı bir kılavuz.

Kitaplara yeterli bir zihinsel enerji harcayarak, olabilecek en aktif şekilde okumak elbette oldukça önemli. Tıpkı Robert Scholes’in dediği gibi, “Her metinden aldığımız, tam olarak verdiğimize eşittir.” (s.43). Aynı kitabı okuyup çok farklı sonuçlara ve derinliklere varmak pekâlâ mümkün. Okumak fiilini herkes için aynı eylemmiş gibi kullanmaya alışık olduğumuzdan kendimize özgü okuma biçimini bulmakta her zaman zorluk çekiyoruz.

Okumanın en nihayetinde kendimizi okumak olduğunu bilememekten kaynaklı başıboş savrulmalarımız çok. Başka türlü kendimizi görmemiz mümkün olmadığı için başkalarının gözlerine ihtiyacımız olduğunda okuruz oysa. “Kitaplar onların vasıtası olmadan ulaşamayacağımız şekillerde kendimizi görmemizi sağlar.” (s.186). Bu savrulmalara bir de basılan sayısız kötü kitap olması gerçeğini ekleyince Diyanni’nin kitabı, uygulamalı bir rehber niteliğiyle hayli değerli; yalnızca, nasıl okunacağını değil aynı zamanda okumayı gerçek anlamda öğrenince okunmaması gereken kitapları okuyamaz hale geleceğimizi anlatması bakımından da ilginç.

Ne var ki kitapları nasıl okumalı konusuna geçmeden önce her zaman -ve tekrar be tekrar- sorulması gerektiğini düşündüğüm bir başka soru var: kitap okumak zorunda mıyız? Ya da, neden okuyalım ki? Okumanın değeri tam olarak nedir?

Gerçekten de hayata çok düşünmeden şöyle bir bakınca, ömrünce kitap okuma ihtiyacını bir kez olsun duymadığı hissine kapılmamıza neden olan pek çok kişi gayet “başarılı” ve istediğini almış gözükmüyor mu? Hatta, çok okuyan ve çok düşünen insanların daha zorlu hayatlar yaşadığı gibi bir düşünceye kapılma eğiliminde değil miyiz çoğu zaman.

Gerçekten de insan, ne okursa o oluyor belki de ve tam da bu yüzden okumayınca olması gereken bir şey kalmıyor geriye ve hayatta her şey o kişiler için mümkün hale geliyor. Hiçbir şey olmamanın dayanılmaz hafifliğiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar. Okumuşlar içinse olmakla olamamak arasındaki gidiş-gelişler hep bir yorgunluk kaynağı. O halde, tutkuyla ve her şeye rağmen bizi kitaplara bağlayan, okumadan geçen zamanı kayıp saymamıza neden olan, hayat başarısından bağımsız bir yolculuk gibi hiç düşünmeden atıldığımız bu tek taraflı çabayı neden sarf ediyoruz?

Okuyoruz, çünkü başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız hayatın onca adaletsizliği, haksızlığı ve ahlaksızlığı karşısında başarılı olmanın bir ceza olduğunu düşünüyoruz ve bundan istemsiz şekilde kaçınıyoruz. Başka türlü bir dünyaya ulaşıncaya kadar okumak zorunda hissediyoruz kendimizi. Olan bitenin başka türlü olamazmış gibi olan halini asla kabul edemiyoruz. Aptallaşmak istemiyoruz, çünkü aptallık tam da başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmekle çok ilişkili. Kitaplar, aptallar için değil belli ki!

İronik biçimde konforu reddedip -aptalca görünse de!- karşı koymak ve itiraz etmek için okuyoruz (İnsanları, Don Kişot’u sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırsak yeridir). Hayatın en sıradan anlarında dahi gizliden gizliye kendini hissettiren hüznü duyabilmek, başka türlü hissedebilmek için ve de. Her türlü neşenin hüzünde saklı olduğunu bildiğimiz için belki de. Sıradan olandan eşsiz olana geçiş için, işlerimizin yolunda gitmesinden duyduğumuz utanca yenik düşmemek için.

Tekrar sorarsak o halde, okumak zorunda mıyız? Elbette, hayır! Bu bir zorunluluk olamaz kesinlikle. Öyle olsa başka bir dünya mümkün olmazdı çünkü. Başarılı olmak gerçekten başarılı olmak olurdu! Her şey göründüğüyle sınırlı olur, şiire gerek kalmazdı. Neyse ki kendisini okumak zorunda hisseden insanlar hep oldu ve hallerine bakılırsa -vaat ne olursa olsun!- onları yollarından döndürmek pek mümkün değil. Dahası, biz ne düşünürsek düşünelim onlar hep başka türlü düşünecek ve bunun mümkün olduğunu bütün varlıklarıyla göstermeye devam edecekler.

Diyanni de tam olarak böyle söylüyor: “Güzel okuma zihni uyandırır ve genişletir. Sizi günlük hayatın ötesindeki ruhsal bir aleme götürür. Güzel okursanız yine kendiniz olursunuz. Ama daha iyi, daha ilginç bir size dönüşürsünüz.” (s.9). Günlük hayatın ötesindeki ruhsal alem tam olarak neresidir, böyle bir yer neye benzer, bilmiyoruz. Ama çok iyi biliyoruz ki hayat günlük olan bitenle sınırlı olamaz. Tıpkı, hiçbir şeyin göründüğü kadarıyla sınırlı olamayacağı gibi. O nedenle, okumak, görünmeyene ulaşma çabasıdır. Her türlü pratik amacın ardındakiyle bağlantıya geçmenin en tatmin edici yollarından biridir. İçimizdeki dünyayla dışımızdaki dünyanın uyuşmazlığını yenmek için bulunan yeni yollarla bağlantı kurmanın en verimli biçimlerindendir. Tıpkı Okuyucu yazarı Maryanne Wolf’un dediği gibi: “Derin okuma her zaman bağlantı kurmaktan geçer: bildiğimizle okuduğumuzu, okuduğumuzla hissettiğimizi, hissettiğimizle düşündüğümüzü, nasıl düşündüğümüzle nasıl yaşadığımızı birbirine bağlamaktır.” (s.50). Önemli olan anlam değil etkidir bu yüzden. Bizi birbirimize ve hayata bağlayan şey de tam olarak budur. Esas olan, anlam değil arayıştır. “Hakikatleri aramanın onları keşfetmek kadar mühim olduğunu unutmamalıyız.” (s.43). Kitapların, özellikle de kurmaca eserlerin ne dediğinden çok nasıl dediği, yıllar geçse ve kitabın her yerini unutsak bile üzerimizdeki geçmeyen etkisidir, asıl önemli olan.

Okumanın en iyi biçimi, duyguyla düşünceyi birbirine bağlayan şeklidir. Şiirsel düşünce bu bağlantıyı kurabilen okur ve yazarın iş birliğiyle var olur. Okumanın, tarifsiz bir zevke dönüşmesi de yine böylelikle açığa çıkar. “His ve düşünme zevkleri karşılıklı bir etkileşim içinde var olur; birbirlerini hareket geçirir, güçlendirir ve zenginleştirirler. Bu okumanın karmaşık zevklerinin en yaygın ve önemli olanıdır. Bizi düşünmeye ve hissetmeye iten, hissederken bile düşünmeye alan bırakan, düşünürken hissettiren edebi eserlere değer veririz.” (s.173).

En verimli okumalar, okunmak için yapılanlardır. Okuduğumuz kitaplar da bizi okur. “Okuduğumuz kitaplar tarafından okunuruz; büyük yazarlar -romancılar, şairler, oyun yazarları, denemeciler- bizi kendimizden daha iyi tanır…metin sabit kalır ancak eser değişir. Sözcükler sabit kalır, ancak anlamları değişir.” (s.194). Kitapları okurken kendimizi yeniden düşünmek için yardım alır ve içten içe bir minnetle hayat karşısında mütevazi bir şükre kapılırız. Hiç gereği yokken çok şey bulmuş, düşünmüş ve hissetmişizdir. Her şeyin ötesindekiyle bağlantıya geçmiş, sıradan ve gündelik olanı yenmişizdir.

Okumanın değeri tam olarak nedir o halde? “Okumak paradoksal bir şekilde değerlidir. Çünkü yaşamak için katiyen gerekli değildir -nefes almaya benzemez; hayata devam etmek için elzem değildir. Birçok insan çok fazla okumadan başarılı olur. İyi okumak ne şöhreti veya serveti ne de dünyevi başarıyı garanti edebilir.” (s.196).

Zorunlu ve olmazsa olmaz olandaki değer, apaçık ve fazla görünür olduğundan bizi düşünülemeyecek olandan hep uzak tutar. Oysa, zorunlu olmadığı halde zorunluluk duyduğumuz eylemler en düşünülemeyecek dünyaların kapılarını aralar. Okumanın değeri tam olarak burada gizlidir. Okumak, olmaktır. Olmayacakmış, olamazmış gibi görünen her şeyin ötesine geçen bir oluş halidir. Her şeyin mümkün olduğuna inanma hali de denebilir. İyi okuma, okunan her şeye inanmayı içerir. Sonra da inanılan her şeyin inanılmaz olduğunu bilerek yaşamadan kaynaklı bir kendi kendine yetme haline dönüşür. Dışarıdan bakıldığında derbeder gibi gözüken iyi bir okur kendi içinde insanlık komedyasının sahne arkasını görebilmektedir.

Kitap, yazıldığı gibi okunmalıdır. Öylesine sessiz, kendini her şeyden çok vererek. Durup durup düşünerek. Ve, kendi kendine sık sık gülümseyerek…

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

7 Haziran 2024 Cuma

Kayıp Limon Şehri'nin peşinde

Emine Arlı’nın yazdığı, Radiye Ayla Asilkan’ın resimlediği Limon Çekirdekleri adlı kitap, haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaşın öyküsünü anlatıyor.

İstanbul doğumlu Emine Arlı, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş. Aynı zamanda sosyoloji dalında da lisans eğitimi almış. Okul öncesi öğretim kurumlarında Değerler Eğitimi dersleri veren Arlı, okul idareciliği de yaparak eğitim ve öğretimin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmuş. Eğitimci tarafına anneliği de eklenince çocuk kitaplarıyla uzun uzun mesailer harcamış. Küçük yaşlarda merak sardığı yazma hevesi bu sürecin ardından iyice ortaya çıkmış ve çocuklarla gençlere yönelik yazım serüveni başlamış. Radiye Ayla Asilkan ise 1992 yılında dünyaya gelmiş. Çocukluğunu toprak üzerine çizdiği şekillerle geçiren Asilkan, bir gün babasının ona boya kalemleri almasıyla birlikte çizimlerini kağıt üzerinde yapar olmuş. Kafasında kurduğu hayalleri kağıda, fırçaya dökmüş. Çocuklar için resim yapmayı çok sevdiğinden onlara gönüllü olarak resim dersleri vermiş. “Küçük Eller Büyük Hayaller” adlı bir sergi açmış. Emine Arlı’nın kalemiyle Radiye Ayla Asilkan’ın fırçası, Timaş Çocuk Yayınları etiketiyle yayımlanan Limon Çekirdekleri adlı kitapta bir araya gelmiş. Haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaş üzerinden, tam da gözümüzün önünde, çadırlarda kalan çocuklara bombalar yağdırılırken, “Aynı göğün insanlarıyız” mesajını veren kitap, ayrımcılığa, kötülüğe, insanın insana zulmüne karşı birlik olmanın önemini vurguluyor.

Menesse, Samir, Semiha, Hasan okullar ara tatile girmeden önce son derslerini yapmak üzere sınıfta hazır bulunurlar. Dersin konusu, hangi ülkelerin neyi meşhur üzerine dönmektedir. Öğretmenleri bazı örnekler verdikten sonra konu limona gelir. Limonun nerenin ünlü meyvesi olduğunun bilinmediğini anlatır. Öğrenciler duruma şaşırır. Zira öğretmenin anlattığına göre; limonuyla meşhur olan ülkenin neresi olduğu bilinmemektedir. Hatta yeri haritadan bile silinmiştir. Ancak limonlarının çok lezzetli olduğu, insanlarının cana yakınlığı bu isimsiz yerin özellikleri arasındadır. Bu tuhaf durum, dört kafadarın aklına yatmaz. Kafalarını buranın neresi olduğunu bulmak için çalıştırmaya başlarlar. Büyüklerine danışırlar, mahallelerindeki esnafa sorarlar. Herkes bu kayıp ülkenin yeri hakkında çeşitli rivayetler ortaya atar. Bizimkiler ise bu ülkenin akıbetini bulmak için kolları sıvar. Dijital ortamda aramalar yaparlar, ilan bastırıp mahallenin duvarlarına asarlar.

Bir süre ses, seda çıkmaz. Ancak mahallede antika dükkânı olan yaşlı bir adam onlara olayın gerçek yüzünü anlatmaya başlar: “Bu aslında çok eski bir hikâye...” diye sözlerine kaldığı yerden devam etti. Kelimeler harflerden ibarettir, rakamlar ise sayılardan. Ama insanlar sayılardan ibaret değildir, hepsinin bir hikâyesi vardır. Bir şehrin hikâyesi ise iç içe geçmiş pek çok hikayeden oluşur. Yaşadığımız şehirler de tıpkı diğer her şey gibi, ismiyle bir karaktere bürünür. Birine şefkatli dersen şefkatli, cesur dersen cesaretli, adil dersen adaletli olur. Bu şehrin adı da güçlü anlamına geliyormuş. Ama bu güç, haksızlığa karşı duruşundan ve zalime boyun eğmemesin den kaynaklanıyormuş. Üstelik bu şehir, büyüleyici güzelliğe sahip bir şehirmiş. Öyle ki, bir kez gidenin kesinlikle yeniden gitmek isteyeceği türden... Fakat gel zaman git zaman tıpkı sineklerin şekerli şeylerin üstüne üşüştüğü gibi birtakım insanlar da bu şehrin üzerine üşüşüvermişler. Hâlbuki önceleri orada yoklarmış. Ne orada doğmuşlar, ne evleri varmış orada. Ne büyüttükleri bir ağaçları varmış ne de bir akrabaları. Kimsenin ne komşusu imişler ne de bir arkadaşı. Bu şehri çok sevdik demişler ve bu şehir artık bizimdir diyerek akın akın oraya gelmişler. Birlikte yaşama gibi bir istekleri hiç yokmuş. Tek istekleri, şehrin tek sahipleri olmakmış.

Hikâyenin aslını öğrenen Menesse, Samir, Hasan ve Semiha, kayıp ülkeyi bulmak için neredeyse tüm dünyayı seferber edecek bir kampanya başlatırlar. Amaçları, şu anda neresi olduğunu tahmin etmenin hiç de zor olmadığı ‘o’ ülkede yaşayanları hapseden duvarları yıkarak özgürlüklerine kavuşturmaktır…

Emine Arlı, Limon Çekirdekleri'nde, Kayıp Limon Ülkesi üzerine kurduğu hikâyeyle özgürlüğün, birlik olmanın, yurt duygusunun altını çizerek sadece küçüklerin değil, büyüklerin de dikkatini çekecek bir kitapla karşımıza çıkıyor.

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

5 Haziran 2024 Çarşamba

Anlatmadan yaralara dokunan bir dost eli

Modern zamanın erişimi kolay, konfora düşkün ve fakat daima yorgun ve sükuneti arayan insanlarıyız. Zihnimiz sürekli dolu. Ekranlardan, kaydırmalardan, reklamlardan oluşan dev bir hengamenin içinde şahsi dertlerimizi öğütemediğimiz gibi, kendimizi dinleyeceğimiz yahut bir başkasına kulak vereceğimiz zamanlar dahi işgal altında. Böyle zamanlarda anlatmadan anlayan, bir bakıştan, nefes alıp verişten, sesindeki o ince titremeden duruma vakıf olup omzuna baş koyacağı bir dost arıyor insan. Anlatmak için değil, o içteki büzüşme her neyse, ancak bir dostun sırtını sıvazlamasıyla durulacak gibi hissettiğinden. İşte bu kitap, anlatmadan o yaralara dokunan bir dost eli gibi...

Her insan derdi nispetince bir mananın içinde döner durur şüphesiz. Kitap, seni beni ayırmadan insan olma derdinin içinde belki de kaybolmuşlara ‘yalnız değilsin’ diyor fısıldayarak. Bir kavram haritası çıkarıyor edebi çerçevede. “Huzur, insan(ın) gönlündedir. Bakın bu üç kelime de çok kolay okunur ama içini doldurmak hiç kolay değildir. Hangi huzur, hangi insan, hangi gönül? Hakikat belki de bu üç kelimenin içini doldurmakla kendini aşikar ediyor.

Hafıza Kaydı, farklı zamanlarda yazılmış denemelerden oluşuyor. Yağız Gönüler bu denemeleri üç başlık altında sunmuş okura; “Hayat, İnsanlar ve Kitaplar.” Yazar gerek yaptığı alıntılarla gerek değindiği inceliklerle, ‘büyüklerin’ gönüllere dokunuşlarını anlattığı bölümlerle ve avcı bir okurun kendisine uzun bir liste çıkarabileceği kitaplarla lezzetli bir okuma sunuyor okura. Akılda dönüp duran sorulara cevap bulabildiğimiz anlar vardır hani. Bir ses, bir bakış yahut bir kelime boşluğu doldurur. Metinlerin çoğu böyle bir etkiye sahip. İnsan bir soruya hazırlıksız yakalanabildiği gibi, bir duyguya ve bir cevaba da hazırlıksız yakalanabiliyor.

Yeni bir yer yoktur, yeni bir ‘sen’ olana kadar.

Kimsenin kendine toz kondurmadığı bu zamanda yeni bir kimlik inşa etmek üzerine ve bu inşanın yokluğunun insanı içine düşüren sığlığı hakkında tefekküre davet eden muazzam bir cümle. “Yeni bir yer yoktur, sendeki seni bulup çıkarana kadar. Böylece her gün döndüğün yer, sadece döndüğün yerdir.

Yol yürümek, yol açmaya niyetli olanların işidir. Kendi(nde) bulduğu anlamı başkalarında da yaşatmak için. Sahiden yaşamak için. Yaşamak umurumuzdadır.

Sahiden umurumuzda mıdır?

Hakikat acımaz, acıtır.

İnsan daima özgür olmak ister ve insan daima özgün olmak ister.

Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz nereye baksa Allah’ı görür, kulak neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece ‘Doğuda da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır’ ayetinin sırrını tadar, yaşar.

Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir.

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil.

Deneme, okuru içine alma açısından riskli bir alan. Didaktik olmadan, kalbe değen meseleleri yazarla bir dost muhabbeti kıvamında ele alan kitabın arka kapak yazısı genel bir özet sayılabilir;

Yaşadığımız topraklar dünüyle bugünüyle bizlere çok şeyler vadediyor. Eski(mez) insanların izini sürmek, onların yazdıklarından ve yaşadıklarından kendimize pratikler çıkarmak, dünü bugüne ve bugünü yarına bağlamak, Tanpınar’dan ilhamla söyleyecek olursak ‘değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek’ her zaman mümkün. Yeter ki birileri ‘başka şeylerle’ ilgilensin, ‘başka şeyler’ okusun. Raflarda tozlanmış kitapları yeniden ortaya çıkarsın, kimsenin dikkatini çekmeyen asil konuları yeniden yorumlasın, tüm ciddiyetiyle ‘para etmeyen’ ama ‘mana yüklü’ işlerle yaşama anlam üstüne anlam katsın. Hem kendine hem civarına bahtiyarlık sunsun, huzur aşılasın, şevk versin. Neden olmasın?

Nihayetinde; “Muhabbet yalnızlığı giderir, muhabbet yürekleri bir eder, muhabbet cana can katar, muhabbet gönülleri mamur eder.

Vesselam.

Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

Okuma ve yazma tutkusunun ete kemiğe bürünmüş hâli: Alberto Manguel

“Çılgınlığın giderek arttığı bu dünyada yazmak benim için akıl sağlığının teminatı.”
- Alberto Manguel

“Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
- Sait Faik Abasıyanık

Bir yazarı tanımanın, onun düşüncelerini öğrenmenin, sorulara göre aile hayatının/yaşamının içine girebilmenin en iyi yollarından biri, onunla yapılmış söyleşileri okumaktır. Bu söyleşilerin en önemli özelliği ise söyleşinin yüz yüze ya da internet üzerinden olsa bile spontane olmasıdır. Artık (covidin de araya girmesiyle) yüz yüze söyleşi pek okuyamıyoruz. Birçok dergideki söyleşiler maalesef e-mail üzerinden gerçekleşiyor. Hâl böyle olunca da yazarların sorulara verdikleri cevaplar konuşma şeklinden çıkıp kitabileşiyor ve didaktikleşiyor. Kısa cevaplar da bu durumda ortadan kalkıyor ve yazarlar sayfalarca cevap ‘yazıyor’. Hatta zaman zaman bazı yazarlar cevaplarını ‘bilgisel şov’lara dönüştürüyorlar. Ben mesela bir söyleşide uzun uzun dipnot okumak istemiyorum ama bir yönüyle yazarlar da haklı olabilir. E-mail üzerinden bir soru soruluyorsa yazar da buna uygun cevap verebilir. Fakat son tahlilde, bir söyleşi zorunlu kalmadıkça konuşma sözcükleri, dili ve temposuyla olmalıdır. Yapı Kredi Yayınları, Orhan Düz çevirisiyle yeni bir Alberto Manguel kitabı piyasaya sürdü. Sieglinde Geisel’in Alberto Manguel’le yaptığı söyleşiler kitabı bu. Farklı kişilerdense bir kişinin yaptığı söyleşiler dizisi bence daha değerli çünkü aynı soruların tekrar tekrar sorulmasının önüne geçiyor bu durum. Ayrıca belli bir kronoloji de takip edebiliyor okur. Hayali Bir Hayat bu özelliğiyle değerini bulmuş. Tam olarak yüz yüze gerçekleşmiş diyemesek de görüntülü konuşmayla bu söyleşiler/konuşmalar ortaya çıkmış. Bu da bir değer düşüklüğü getirmiyor kitaba. Normalde Manguel-Geisel ikilisi bu konuşmaları Zürih’te yapacakmışlar ancak pandemi nedeniyle bu konuşmalar uzaktan gerçekleşmiş. En azından e-mail üzerinden değil.

Alberto Manguel bize, yani Türk okurlara yabancı biri değil. Kitapları okunuyor diyebilirim Türkiye’de. Daha doğrusu bazı kitapları okunuyor. Genelde okuma, kitaplar, kütüphaneler hakkında yazdığından dolayı bu tür okuma sevenler için muhteşem bir yazar. Manguel ayrıca bir de Tanpınar’ın Beş Şehir’inin izini sürüp kendi beş şehrini yazarak da Türk okurlar nezdinde ününü pekiştirmiştir. Bunlara ek olarak bir de Enis Batur’la arkadaşlığı üzerinden biz Enisbaturseverler gözünde de bir değer kazanıyor. Geisel ön sözde Manguel’in meşhur kütüphanesini Lizbon’a taşımasını konu ediyor. Elbette Arjantinli bir yazarın kütüphanesinin Lizbon’da ne işi var diyebiliriz. Ancak çok sayıda ve nitelikli kitaplardan oluşan bir kütüphaneye sahip olanların önündeki sorulardan biridir, ölünce kütüphanesine ne olacağı. Bu yüzden de ölmeden önce bu sorunu çözmeye çalışırlar. Değer görecekleri bir yere kitaplarını nakletmek isterler. Manguel için burası Lizbon olmuş çünkü Lizbon’dan ısrarlı bir talep gelmiş Manguel’e: “Söyleşilerimiz sırasında Alberto iki kez taşındı: Yazın hayat arkadaşı Craig Stephenson’la birlikte Montreal’e, eylül ayında ise Lizbon’a taşındı, çünkü Lizbon Belediye Başkanı, Alberto Manguel’in efsanevi kütüphanesine ev sahipliği yapacak yeni bir mekân teklif etmişti: 40.000 kitap 2015 yılından beri Montreal’de muhafaza ediliyordu, şimdiyse Lizbon’un tarihi kısmındaki bir saraya taşınacaklar ve orada Espaço Atlântida adındaki, ‘Okumanın Tarihini Araştırma Merkezi’nin en önemli bölümünü oluşturacaklardı.

Daha kitabın başında bu paragrafı okuyunca hayıflanmadım değil. Aklıma Seyfettin Özege’nin yaşadığı, okuyanı ve bir kitapseveri öfkelendirecek şu anekdot geldi: Özege kitaplarını kataloglayıp Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışlıyor ve her hafta yeni aldığı kitapları da bağışladığı kitapların yanına göndermeye devam ediyor. Bir süre sonra üniversiteden Özege’ye bir mektup geliyor. “Lütfen artık kitap göndermeyin, kitapları koyacak yerimiz yok.” Bu iki olay iki milletin kültüre, bilgiye, nesne olarak kitaba bakışını çok güzel özetliyor. Kimse beni yıllık kitap basım sayılarıyla kandırmaya çalışmasın. Hep dediğimi yineliyorum. Bu ülkede kitap okuyan çok kişi yok, az sayıdaki kişinin çok kitap okuması durumu var.

Söyleşilerde Manguel’in çocukluğunu ve ailesini de detaylı denebilecek şekilde tanıyoruz. Babası ilginç bir adam Manguel’in. Aile ilişkileri de bildiğimiz aile ilişkilerine göre farklı. Bakıcılarla büyüyor ve bu durum ileriki hayatını da etkiliyor. Tabii bazı kuramadığı bağları ve gerçeklik hissini de kitaplarda arıyor diyebiliriz: “Gerçeklik benim için çoğu zaman bir kitabın sayfalarının gerçekliğiydi, sözcüklerden oluşan bir gerçeklik.

Kitabın önemli özelliklerinden biri kapsayıcı olmasıdır. Bir de Manguel’in her soruya açıkça, sansürsüz cevap verme isteği. Bu, kişisel ilişkilerinden politik sorulara kadar her alanda geçerli. Böyle olunca da okurun hem çok şey öğrendiği hem de keyifle okuduğu bir kitap ortaya çıkmış. Manguel’in kimseden çekincesi yok. Ne devletten ne bürokrasiden ne kişilerden ne de toplumdan. Bu yüzden de her soruya sansürsüz cevap veriyor ve söylediklerinin arkasında duruyor. Bazen bu yüzden sakin hayatı bozulabiliyor. Tam rahata erdiğini düşündüğü Fransa’dan ayrılmak zorunda kalması gibi.

Her kitapsevere ve hatırı sayılır bir kütüphane oluşturan kişiye sorulan klasik bir soru vardır. Bu soru Selçuk Altun’a da sorulmuştur Enis Batur’a da Umberto Eco’ya da. Yani kültür fark etmez bu soruyu duymuş olmak için. Manguel’e de sorulan bir sorudur bu: Bu kitapların hepsini okudunuz mu? Kırk bin civarı kitabı vardır Manguel’in ve bu ekonomik durumda dahi kitap almaya ve okumaya devam eden birçok okura dayanak olabilecek şöyle bir cevap veriyor yazar: “Hepsinin kapağını bir kere açtım ama Alice Harikalar Diyarında gibi iki yüz kere okuduğum kitaplar olduğu gibi, sadece tek kelimesini okuduğum kitaplar da var. Bazılarının kapağını açar açmaz kapatmışımdır. Kitaplarla olan ilişkim dünyayla olan ilişkimdir; dünyayla olan ilişkimse kitaplarla olan ilişkimin bir kopyasıdır. Her ağaca, her buluta bakmıyorum ve her insanla konuşmuyorum ama onların orada olduğunu ve içinde bulunduğum dünyayı tamamlamak için gerekli olduklarını biliyorum. Kitaplarda da durum aynı. Falanca kitaba ne zaman ihtiyacım olacağını veya ona ihtiyaç duyup duymayacağımı bilmiyorum. Kitaplar inanılmaz derecede sabırlıdır. Dante’de benim başıma geldiği gibi, ömrünüzün sonuna kadar bile sürse sizi beklerler.

Manguel’in hayatı okuma ve yazma tutkusu üzerinden sürmüş ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor. Bizler gibi okumaya gerektiği önemi vermeye çalışanlar için Manguel önemli biri. Çünkü onun yazdıklarının çok önemli bir kısmı okumanın tarihine, kültürüne ışık tutuyor. Zaman zaman “okuma üzerine bir okuma” yapmak iyi okurlara bir okuma konforu sağlar. Ne çok okuma dedim. Madem bu yazıyı da onun okuma tutkusunu anlatan sözleriyle bitirelim. Manguel’i ilk defa okuyacaklara bu söyleşi kitabıyla başlamalarını tavsiye ederim. İlk önce, yazarı her yönüyle tanımak iyi olacaktır: “Okumadığım bir zaman asla yoktur, yataktayken, trendeyken, tuvaletteyken ve öğle yemeği yerken bile okurum. Birisiyle konuşmadığım sürece her zaman elimin altında bir kitap olur. Şayet o sırada elimde kitap yoksa mısır gevreği kutusunun arka tarafında yazanları okurum. Bu benim dünyayla ilişi biçimim.

Mehmet Akif Öztürk

31 Mayıs 2024 Cuma

“Çıkar nâlîni, pîşinde duran Vâdî-i Eymen’dir”

Yazıya başlık olarak seçtiğim dize, 19 Mayıs sene 1337’de [1921], Süheyl Ünver’e gönderilmiş bir manzum davetiyedendir. “” adına ve “Süheyl’e” ithafına sahip şiirin bu dizesi, Süheyl Bey’in artık insan-Allah ilişkisine dair tüm soru(n)larına çözüm bulacağının da bir işaretidir. İşaret, ömrü siyaset - ticaret - velayet üçgeninde geçmiş; fevkalade bir şair, müstesna bir âlim ve sadrında nice hikmetlerin asılı durduğu bir mürşid-i kâmil olan Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Efendi’ye aittir. İlk dizesinde Taha Suresi’ne atıfla yol açan Mecdî Efendi, şiirinin son kıtasındaki bir başka dizeyle de Süheyl Bey’i fizik müşkülatından kurtarıp metafizik iklime çağırır: “Yemendir sanma meclâsı Süheyl-i kalb-i Mecdî’dir.

Mecdî Efendi’nin talebe çevresi münevverlerle doludur. Bilhassa tabipler, edipler, irfan sahibi kimselerle çevrili olan bu muhitin seyr ü sülük metodunu da Kuşadalı İbrahim Halvetî belirlemiş, Ahmed Amiş Efendi keskinleştirmiştir: sohbet. Amiş Efendi’nin “Biz tarikatı kaldırdık, yerine sohbeti koyduk. Bizi sevenler sohbette bulunanlardır” sözü, esasında bir başka sözünün de şerhidir. O, “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref ettim” diyerek bundan sonra feyzi tekkelerde değil, sadece ve sadece sohbette aramak gerektiğine dair de son sözü() söylemiştir. Esasında Amiş Efendi’nin ilk okuyuşta anlaması güç, pek çok sözü vardır. “Tekkelerden feyz kalktı”, “Vahdet çeşmesi Halvetîlerde ve Kâdirîlerdedir, geri kalanında bir şey yoktur”, “Sermayemiz kuru muhabbettir. Ya bunun sulusu olur mu? Olur a! Tekke şeyhlerinin muhabbeti.” sözleri bunlardan sadece birkaçı. Ancak cumhuriyet devri ve sonrası Türk tasavvuf tarihi iyi çözümlenmek istiyorsa, bu sözlerin altı çizilip metafiziğin rasyonalizasyonu gözetilerek akıl-kalp çizgisinden çıkmadan yorumlanmalı. Amiş Efendi’nin içinde bulunduğu Halvetî-Şâbânî yolunun Kuşadaviyye şubesi; merkezine muhabbeti almasıyla, giyim-kuşam gibi zahirî usullerle riyazet ve erbain gibi batınî usulleri çizgi dışı bırakmasıyla meşhurdur. Bu sebeple de tasavvufta “melâmî mesleğini” benimsemiş bir niteliğe sahiptir. Ancak Amiş Efendi’nin yasaklaması üzere bu yolun dervişlerinin ağzından “Melamet” sözü dahi işitilmez. Ehline malumdur ki olması gereken de budur.

Fatih Sultan Mehmed’in türbesini bekleyen son derece sırlı zâtlardan biri olan Niğdeli Bekir Efendi, bu kutlu vazifeyi Amiş Efendi’ye bıraktıktan sonra, Amiş Efendi de “Fatih türbedârı” olarak bilinir. 113 yıla ulaşmış ömründe iki elin parmaklarını geçmeyecek bir mürit halkası vardır ancak bu da niceliğin değiş niteliğin kıymetini bizlere gösterir. Zira bu halkada Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi, Evrenoszâde Sâmi Bey, İsmail Fenni Ertuğrul, Babanzâde Ahmed Naim, Hüseyin Avni Konukman, Yozgatlı Yusuf Bahri Nefesli, Abdülaziz Mecdî Tolun, İsmail Saib Sencer, Bursalı Mehmed Tâhir, Ahmed Avni Konuk gibi isimler vardır. Söz buraya gelmişken, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi’nin, Ahmed Güner Sayar’ın babası Abbas Sayar’ın kayınpederi olduğunu da belirtmem gerekiyor. Zira Ahmed Güner Sayar hocanın yazdığı kitapların ekseriyetinde bu ilişkinin büyük bir rolü olduğu ortadadır: Sahhaf Raif Yelkenci, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Âkif Ersoy, Şeyh Bedreddin, A. Süheyl Ünver'le Sohbetler ve nihayet kavuştuğumuz Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun. Kitaplar ve insanlar arası ilişkiyi daha iyi anlamamız için şu güzide hatırayı da hocadan nakletmeliyim: “Rahmetli dedem Yusuf Bahri [Nefesli] Efendi, daha ilkokul günlerimde, bana Kur’an okumayı öğretmiş, Kur’an’ı yüzünden okumayı tamamladıktan sonra onunla birlikte, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinden Abdülbâki Gölpınarlı’nın yaptığı seçmeleri içeren bir kitabın okunmasına geçmiştik. Mesnevi okumalarından biraz yol almıştık ki dedem, rahmet-i rahmana kavuştu. Ben de 12 yaşımda yetim kaldım. Dedem bana, tılsımlı bir isim bırakmıştı. Bu isim, kendisinin sohbet mürşidi, Fatih’in Türbesi’ni bekleyen Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi idi. Bu zât hakkında dedemden şunu duydum: Ben, kimseye inâbe etmem. Ben, kutb-u cihân gördüm.

İşte bu tılsımlı isim, sırlı zât; kendinden sonrası için -tabiri caizse- hâlini bir talebesinden bir başka talebesine geçirip, aramızda gezinmeye devam etmiştir. Onun, “Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne söylersem, hâdisat-ı âlem öylece zuhur eder” sözü, Mecdî Efendi’de de “Benim söylediğim sözlerin en geçi, mutlaka yedi seneden önce tahakkuk eder” cümlesiyle karşılık bulmuş. Misal: Süheyl Bey, Mecdî Efendi’yi Amerika’da hekimlik ihtisası için yaptığı başvuruya dair haberdar eder. Mecdî Efendi “Ben, böyle şartlı gitmene razı değilim. Sonra, buna mukabil, mecburen seni, oraya buraya gönderecekler. Ben, seni burada dizimin dibinden ayırmak istemem. Sen oraya bir gün gidersin, şartsız gidersin” dedikten sonra ‘yedi sene kaidesi’ni hatırlatır. Süheyl Bey hiç sorgulamadan başvuruyu geri alır. 1927’de Âkil Muhtar Özden Bey, Süheyl Bey’i Paris’e şartsız yollar. Mecdî Efendi’nin sözü hakikate dönüşür. Süheyl Bey, Paris’e gitmeden evvel Mecdî Efendi’yi ziyaret eder ve “Efendim, Paris’ten bir emriniz var mı?” diye sorar. Efendi, “İstanbul’daki hâlini muhafaza et!” diye buyurur. Süheyl Bey’in notu şöyle: “Bu söz beni dünyanın batakhanesinde korumuştur.

Mecdî Efendi bir müddet siyasetle, bir müddet de ticaretle uğraşmıştır. Onun, İttihat ve Terakki içinde liderlik ettiği Hizb-i Cedid, partiye de tabiri caizse “ayar” vermiş, meclisteki hitabet kuvveti hazirunu hizaya getirmiştir. Bilhassa fırkanın kuvvetli isimlerinden Talat Paşa’ya söyledikleri siyasi geçmişimiz adına da bir turnusol kâğıdıdır. Mecdî Efendi’nin talebelerinden Osman Nuri Ergin anlatıyor: Talat Bey, “Efendi, şu bizim cemiyete bir tarîk şekli versek, acaba nasıl olur?” diye soruyor. Mecdî Efendi, “Ne gibi?” karşılığını verince “Mesela şövalyelerin sâlik oldukları tarikler gibi” diyor. “Eh olur a, Mevlevi olalım” diyor Mecdî Efendi. Talat Bey, “Olmaz, Mevlevilik eksantriktir” diyor. Daha sonra Mecdî Efendi’nin Kâdirî, Rufâî, Bektâşî önerilerini de geri çevirmiştir Talat Bey. Esasında Mecdî Efendi her şeyin farkındadır. Nihayet birdenbire ona dönüp şu cevabı verirler: “Ben, sana bir şey söyleyeyim mi Talat Bey? Senin dilinin altındaki ben biliyorum. Yani farmason olalım diyeceksin, değil mi? Bunu aklından çıkar.

12 Nisan 1920’de hükumet Meclis-i Mebusan’ı resmen kapatır. Meclis II. Başvekili olan Mecdî Efendi fesih kararını tebliğ ettikten sonra kararı Sultan Vahdettin’e de bildirir. Akabinde doğruca Fatih’in türbesine, Amiş Efendi’nin yanına gider ve “Efendim, bu memleketin hâli ne olacak?” diye sorar. Amiş Efendi “Mecdî! Mecdî! Düşman girer, çıkar. Allah din-i İslâm’ı hıfzeder. Türk devleti ilâ yevmil-kıyâm payidâr olur.” diyerek yanıtlar. Bu esasında Amiş Efendi’nin kendini irşad eden Kadızâde Ömer Halvetî’den aldığı bir derstir. Ömer Efendi vaktiyle şöyle buyurmuştur: “Ahmed! Gittiğin yerlerde aç kalırsam diye korkarsan, benim dinimden değilsin, yapamam yok, yaparım var!”. Velhasıl, Kuşadaviyye şubesinde korkuya, vehme yer yoktur. Zaten müjde bellidir: “Ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” Amiş Efendi, vefatına takaddüm eden günlerden birinde harem-i aliyyeleri Rüveyde Hanım’a “Artık ben gidiyorum” demiş, Rüveyde Hanım da “Bu işleri yapmadan nereye gidiyorsun?” diye sorunca “Yerime zorlu birini bıraktım. Onu öyle bir seçtim ki, bu işlerin hepsini temizler ve düzeltir” cevabını vermiş. Ahmed Güner Sayar hocanın aktardığı bu anekdottan sonra akıllara “Bu zorlu adam kimdi?” sorusu düşüyor. Burada Mecdî Efendi’nin Amiş Efendi’ye nasıl mülaki olduğunu anlatan Mahir İz’i okumak belki bir işaret sağlayabilir: “Mecdî Efendi’yi Mesnevîhan Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi anlatmıştı. Bir gün Bayezid’de Fatih Türberdarı Amiş Efendi ile karşılaştığında, elini öpeyim derken, boynuna sarılıp, bütün kuvvetiyle sıkmaya başlar. ‘Ver şeyhim’ diyerek nasib almak ister. Amiş Efendi, kurtulmak istedikçe, Mecdî Efendi, sarılır, sıkar ve ‘vermezsen bırakmam’ der. Amiş Efendi, ‘verdim be adam’ diyerek kendini kurtarır.

Amiş Efendi’nin sıfat hâlifesi olan Mecdî Efendi, bu son derece sırlı mürşidinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra fasılasız biçimde irşad sohbetlerini sürdürür. Amiş Efendi, kendisine tâbi olanları tasavvufî perhizlerle katiyen yormazmış. Keza erbain gibi zorlu ödevler asla vermezmiş. Günde bin, üç bin, beş bin Allah demekte zorlanan başka bir yolun müntesibine “Getir bakayım sen o şeyhini de sakallarını yolayım onun, bir kere ihlaslıca Allah deyin kâfi!” dediği vakidir. O, sadece günlük bir tespih boyu estağfirullah ile salavat çekilmesini istermiş. Bol bol Kur’an okumak, Kur’an dinlemek, dünyevi vazifeyi asla boş bırakmamak yine öğütleri arasındaymış. Hatta gün içinde kendisini ziyarete gelen dervişlerine “Mesainizi bitirmeden sakın buraya gelmeyin!” diye tembihlermiş. Mecdî Efendi de mürşidine güzide bir bağlılıkla istikameti sürdürmüş, kendi konumuna “Ehl-i dil, feyz-i kemâlâtı hakîkatte arar / kalb-i Mecdî o ziyâ âlemine rev-zendir” beytiyle ışık tutarken, bir başka beytiyle de hikmet kaynağını ilan eder: “Nebî aşkıyla sûzânım odur feyyâz-ı ihlâsım / cihân dönse yine dönmem bu kudsî kıblegâhımdan.

Mecdî Efendi’nin sohbet halkası tıpkı mürşidinin olduğu gibi iki elin parmağını geçmez bir ilim ordusunu haizdir: Osman Nuri Ergin, Dr. Süheyl Ünver, Muallim Cevdet, Sahhaf Raif Yelkenci, Dr. Cevad Yarar, Kütahyalı Kâmkâr Uluğ, Kilisli Sakıb Efendi, Eczacı Cemil Tuna, Hasan Basri Çantay. Amiş Efendi’den sonra kendisini ziyarete gelenler arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey, Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi ve Eşref Ede Efendi de yer alıyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, uzun bir süre Mecdî Efendi’den nasibini beklemiş, hazrete pek çok şiirler yazmış ancak umduğuna erişememiştir. Şu üç dizesini not edelim: “Meded rahmeyle oldum serseri”, “Bırakma vâdî-i firkatte lütfet âciz ü nâçâr”, “Bilirsin Mecdiyâ kim intizâra tâkatim yoktur”.

Sohbetleriyle irşad faaliyetlerini sürdüren Mecdî Efendi, ilmi çalışmalarıyla da bugüne uzanan ve geleceğe uzanacak hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi, ondan fazla nüshasını karşılaştırıp önemli tashihlerden sonra yaptığı tercümedir: Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil. Anılar yumağını çözerken, onun, Amiş Efendi’nin pek çok sözünü de açıkladığını görüyoruz. Mesela, Amiş Efendi’nin “Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur” sözüne şöyle bir şerh getirir: “Allah’ta cemal ve celal tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da halk eden O’dur. Bununla beraber, küfre razı değildir. Muhammediyyet mertebesi ise, yalnız cemal tecellisidir. Muhammed, ancak küfrü olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir, bu ise zordur.

Profesör Hilmi Ziya Ülken, birkaç defa Mecdi Efendi’yle görüşmüş. Kendisinin “Spinoza ile Şeyh Ekber arasında mukayeseler yapmasına” Mecdî Efendi pek sıcak bakmamış. Bu konu dahilinde Osman Nuri Ergin’in tanıklığı, bize felsefe-tasavvuf, akıl-ilham-ı zâtî, filozof-mutasavvıf çatışmasına dair Mecdî efendinin tutumunu -yahut irfanını- gösteriyor. Sözler, Mecdî Efendi’ye ait: “Felsefe ile tasavvuf arasında büyük fark vardır. Felsefe aklî ilimlerdendir. Akıl dairesinde hasıl olan malumata vukuf demektir. Felsefede aklın maverasına irtika yoktur. Hülasa itibariyle, felsefe nefse raci bir ilimdir. Tasavvuf ise, imate-i nefs ile aklın mafevkinde ilham-ı İlâhî ile hasıl olan ve hakikatü’l-hakayıka ait bulunan kemalat-ı ulviye ile tahalli ve tezeyyün demektir.

Netice-i kelam; Ahmed Güner Sayar hocanın çalışmaları, memleketin kıldan ince kılıçtan keskin dönemlerine dair turnusol kâğıdı. Hocanın özellikle izini sürdüğü şu patikanın lezzeti, her birimiz için oksijen deposu: Kuşadalı İbrâhim Halvetî, Mehmed Tevfik Bosnevî, Ahmed Amiş Efendi, Mecdî Efendi, Süheyl Ünver. Hocanın Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun kitabının sadece dipnotları bile yakın dönem Türk tasavvuf tarihinin "off the record" membaı. Siyaset, ticaret ve velayet üçgeninden sağ çıkmış bir sultan Mecdî Efendi. Neden sultan? Talebelerine bakmak kâfi. Zira talebe işi hayatî. Kuşadalı İbrâhim Efendi'nin "İndallah, talebe hocadan üstündür" sözü, yolun devamını kuşatmış. Bu sözü aktaran Süheyl Bey. Ama söz nereden geliyor, nasıl bugünlere taşınmış ve nasıl tatbik edilmiş? Bu kutsal gönüllü insanlara hayran olmamak mümkün değil. Ahmed Güner Sayar hocanın Mecdî Efendi'ye dair çalışması, Süheyl Bey'in "işi" elbette: "Sen, Mecdî Efendi üzerine kitap yazacaksın. Sana verdiklerim, bende olanların yüzde biri... Mecdî Efendi: Süheyl! Seninle benim şöhretim bu dünyada bin yıl sürer' demişti." (27.11.1981)

Meraklısı için sayfalarca yazmaya, günlerce konuşmaya doyulamayacak bu kitap için Ahmed Güner Sayar hocaya medyun-u şükrânız. Amiş Efendi’nin tavsiye buyurdukları niyazla bitirelim: Mevlâ gönül safası, beden hafifliği versin!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Jean Baudrillard ve zihin kapıları

Jean Baudrillard deyince akla gelen ilk kavram simülasyondur. Gerçekliğin yitirildiğini keskin ve sahih bir dille aktaran düşünür, simülakr ile meşhur olmuştur. Öyle ki çalıştığı alanda bir otorite olarak kabul edilmiştir.

Simülakr, bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm anlamına gelir. Baudrillard için ise durum tam da öyle değildir. Düşünüre göre simülakr, hakikati gizleyen şey değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını zaten söylemekte, göstermektedir. Simülakr, hakikatin ta kendisidir.

Akla hemen tasavvufi düşünce gelebilir. Tasavvufi düşüncede de hakikat, gözle görünen değildir. Görünen, hakikatin büründüğü örtüdür. Dolayısıyla aynı şekilde hakikat olarak baktıklarımız bize aslında bir görüntü olduğunu söylemektedir. Hakikat, örtünün altında yatmaktadır. Evren, tam anlamıyla bir simülasyondur. Bu nedenle görüntüye takılan, hayalde aldanmıştır.

Elbette Baudrillard, tasavvufi düşünceyi savunmamaktadır. Biz burada benzerlikten yola çıkarak bir ara bilgi verdik.

Baudrillard’ın örneğiyle simülakr kavramını daha anlaşılır hale getirelim. Bir kişi hasta değil, hastaymış gibi yapıyorsa eğer, doktor onu muayene ettiğinde bir hastalığının olmadığını anlar ve ortaya çıkarır. Ancak simülasyonda kişi hasta değildir ve doktor muayene ettiğinde hastalık semptomları görür. İşte simülasyon bu yüzden tehlikelidir. Öne sürdüğü, gösterdiği şey gerçek değildir.

Baudrillard simülasyon düşüncesi ile Batı’yı karşısına alır, Batı medeniyetini eleştirir. Ona göre Batı medeniyetinin ulaştığı sonuç bir yalandır. Çünkü ona göre simülasyonun nedenleri teknoloji, akılcılık, hümanizm yanlısı entelijansiya, sorumsuzluk, bencillik, bilinçsizlik, ilkellik, barbarlık, kültür karşıtı olmaktır. İlkellik, barbarlık gibi nedenler ahlaki alana dahilken, diğer nedenler Batı medeniyetinin ürettiği nedenlerdir. Yani simülasyon bir ahlakın olmadığı toplumda ikinci olarak da Batı medeniyetinin egemen olduğu toplumda görülür. Bu iki nedenin neticesi bilinçsiz toplumdur. Bugünkü toplum bilinçsiz olduğu için simülasyonun farkında değildir. Onlara simülasyonun hakikatin yerini aldığı söylense ciddiye almayacaklar, gülecekler, dudak kıvıracaklardır. Oysa aslında yapmaları gereken şey tam tersi bir tepkidir.

Bugün Tanrı’nın yerini simülasyon, dinin yerini de kodlar almıştır ve ortaya yapay bir insan, yapay bir gerçeklik çıkmıştır. Ancak bilincini teknolojinin emrine veren, kişiliğini de Batı medeniyetinin sunduklarına göre şekillendiren insanlar simülasyonun da simülasyonun parçası olduklarının da farkında değillerdir. Baudrillard simülasyon teorisi üzerine modern hayatı, kavramları ve insana ait değerleri yeniden ele almış, eleştirmiş, yerden yere vurmuş, yapılan hataları sert ve acımasız bir dille aşikar etmiştir. Moderniteyi, postmodernizmi, erilliği, feminizmi, cinselliği, savaşları, hızı, çağı, imgeleri, sanatı, fotoğrafçılığı, hipergerçekçiliği ve daha birçok konuyu açmazlar, çıkmazlar, çelişkiler ve yanılgılar üzerinden temellendirmiş, nereden nereye evrildiğini ve evrilme esnasında ortaya çıkan sapmaların mahiyetini işaret etmiştir.

Baudrillard’a göre gerçeklik, dipsiz bir yarığa gömülmüştür.

Mike Gane tarafından yazılan Radikal Belirsizlik, Jean Baudrillard üzerine okumak ve düşünmek isteyen, düşünürün dünyasını yakından görmek isteyen her okur için yeri doldurulamayacak çapta geniş bir eser. Gane biz okurlara düşünürün zihin kapılarını açıyor, fazla derine dalmadan ama yüzeysel de geçmeden bizi düşünürün dünyasıyla tanıştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_