"Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim."
- Ayşe Şasa
"Talep eden herkes sahip olmadığı bir şeyi arar ve talep eder; elde bulunan aranmaz."
- Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye
Kırk yaş mübârek bir yaştır, peygamberlik yaşıdır. Şimdi siz bir ömür düşünün; kırkına kadar buhranlarla, çalkantılarla, depresyonlarla geçmiş olsun, sonraki otuz üç yıl ise keşfedilmişlerin ışığında bir bayram sabahı gibi süslensin. Alın size
Ayşe Şasa’nın hayatı.
Ayşe Şasa da “
iki perdeden oluşuyor” diyebileceğimiz kendi hayatını bu şekilde özetliyor kitabının sonunda: "
Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecede yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin..."
Peki Şasa, nasıl bir aileden geliyor, ne tür bir eğitim sisteminden geçiyor, iş hayatı nasıl başlayıp devam ediyor, kendi kurduğu aile yapısı nasıl, kısaca nasıl bir hayat yaşıyor ki hayatını bu şekilde iki döneme ayırıp ilk kırk yıl için korkunç betimlemelerde bulunurken, hayatının ikinci yarısı için bir mucize tanımını kullanıyor?
Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da açıyor gözlerini hayata. Üç çocuklu bir ailenin en büyüğü, evin ablası. Annesi (
kendisi öyle olmadığını ikrar ediyor kitabında) bir ressam, baba ise spor tutkunu bir kereste tüccarı. Daha da önemlisi her ikisi de bir Batı hayranı. Kitabı okurken
Felâtun Bey ve Rakım Efendi geldi aklıma.
Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısında
Felâtun’un şaşkınlıklarına, Batı aşkıyla düştüğü komik durumlara gülerken,
Melike Hanım ve
Avni Bey karakterlerinde, (
Şasa’nın annesi ve babası) bu hayranlığın kızlarında yarattığı trajik etkilere tüylerim ürpererek şahit oldum. Doğduğu günden itibaren aile üyeleriyle arasında asla yakın bir ilişkisi olmuyor Şasa’nın. Modern pedagoglar, çocukların doğdukları andan itibaren anne kokusunu hissetmelerinin önemine vurgu yaparken, Melike Hanım çocuğunun beklediği gibi bir erkek evlat olmaması karşısında kızına süt vermekten bile geri duran bir anne.
Kitapta fark ettiğim bir nokta, Melike Hanım ne kadar başarısız bir anne olursa olsun, Ayşe Şasa ona kıyamıyor, bölümler arasında annesinin yaptıklarının geçerli nedenlerini sıralıyor zihninde, bu metne de yansıyor tabi ki. Objektif olarak sadece yazılanlar üzerinden bakacak olursak, Melike Hanım, bizim alışkın olduğumuz anne prototipiyle uzaktan yakından ilgili değil. Örneğin bunu Şasa söylüyor: "
Annem, sayıyla hatırlıyorum, iki kere beni gezmeye götürdü.". Avni Bey de aslında Melike Hanım’ın üstlendiği bu tuhaf, güya modern annelik kavramına en büyük destekçi, belki de bu kavramın yaratıcısı, Avni Bey’in ta kendisi: "
Babam annemle övünürdü: “Biz modern insanlarız; ben annenizle yemek pişirsin, çocuk baksın diye değil, arkadaşlık etsin diye evlendim.” derdi. Yani geleneksel ev hanımı ve annelik rolünü aşağı görürdü."
Düşünün, son derece varlıklı bir ailede, koskocaman bir evde hizmetlilerle birlikte lüks bir yaşam. O kocaman evde anne ve baba yerine muhatap olunan yegâne insan bir mürebbiye. Bildiğimiz dadı değil bu, eğitim işleriyle ilgilenen, Batılı, daha doğrusu gelenekle bağları tamamen kopmuş bir birey yetiştirmeye çalışan Avrupai (
ve de şefkatsiz), bazen Yahudi, bazen dinsiz, bazen Hristiyan ama asla Müslüman olmayan ve İslam’la ilgili bir telkinde kat’i surette bulunamayacak olan bir mürebbiye. Herhangi bir dinle aradaki tek bağlantı, ne olduğu bilmeyen bir yaratıcıya “
Lieber Gott” diye dua etmeyi tesadüfen öğrenmiş olmak. Çünkü bir değişim sürecinin günahsız mahsulü Ayşe Şasa. Sonu çok kötü bitmiş bir deneyin kurbanı olmuş bir denek belki de… Şasa kendini ve ailesini, bu perspektifte bize anlatıyor:
"
Muhasebesi yapılmamış bir değişim. Hâlâ bu, zincirleme reaksiyon gibi sürüp gitmektedir. Anne ve babamın kuşağı, çift kimlikli veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar; işte annem bir tarafta geleneğe bağlı, bir tarafta Batıyı idealize ediyor; ama arkadan gelen bana, geleneğe ait hiçbir şey verilmiyor…" Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla, özel ilaçlarla yetiştiriliyor.
"
Görgü nedir? Görgü bir nakil işidir. Sen geçmişten aldığın bir şeyi geleceğe devredersin. Böyle bir devir yok. Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil öğretiyorlar, “bonjur, bonsuvar” demeyi öğretiyorlar. Ziyafette hangi çatal, hangi bıçakla yemek yeneceğini öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu insanlara da görgülü demekte zorlanıyorum."
Ve yaşanamamış bir çocukluk, okul yıllarının başlamasıyla birlikte, hafızaya kazınmış son derece trajik hatıralarla birlikte geride kalıyor. Bir kadının hayatının her döneminden bu travmanın acısı nasıl çıkıyor, bir yaşam boyu görüyoruz Şasa’da. Elbette, Batılı bir çocuk yetiştirmeye çalışan her aile gibi Ayşe Hanım’ın ailesi de mürebbiye denetiminin ardından kızlarını dönemin gözde okullarından olan Amerikan Kız Koleji’ne kayıt ettiriyorlar.
Çocukluğunun asosyal, içe kapanık ve başarısız günlerinin aksine, okul yılları başarıyla, popülerlik içinde seyrediyor. İyileştiğini sanıyor bir dönem Şasa, dersleri, arkadaşlıkları derken düşünmeye çok da fırsatı olmuyor taşıdığı, ruhuna gedik açmış yaraları. Ancak, okuduğu okul da onun aklında asıl soruya, varoluşsal sorulara cevap olmuyor ve yine ontolojik birtakım sorunsallar başgösteriyor. "
Kolej, Batılı hayat tarzının öğretildiği ve eğitim sisteminde Batı’nın aşırı biçimde idealize edildiği bir yer. Kolej; sanatı, bilimi ve felsefeyi putlaştırıyor, din haline getiriyor. Humanities, insan ve insanın ürettikleri dışında bir kutsal tanımıyor. Bunun nasıl bir çarpıklık olduğunu, yaptığı tahribatı nice sonra anladım ama bedeli ağır oldu." diye ifade ediyor bu durumu Şasa, zira onun aradığı şey insanüstü. Bir kaynak, varlığının kaynağı, amacı, sonu.
Derken ruhunun çalkantılarına çare gibi gördüğü bir idealle tanışıyor Ayşe Hanım: sosyalizm. Bu ideale inanması aslında biraz da ailesinin sosyalizmle uzaktan yakından ilgili olmayışı, sermayedar oluşları, yani bir inat. Önce hamidiye kahramanı olan ancak kendisinin içinde boğulduğu denizi fark edemeyen bir dayı profili olan
Rauf Orbay’a gidiyor Şasa. Sırf dayımı rahatsız etmek ve “
Bakın biz ne kadar ilericiyiz!” diye hava atmak için, bir gün “
Dayıcığım, ben Karl Marks okuyorum!” diyorum, güya onu şoke etmek için. Dayım büyük bir rahatlıkla, kendine has bir incelikle gülümsüyor, “
İyi yapıyorsun!” diyor, “
Karl Marks’ı da oku, ama asıl Lenin okumalısın!”. Şaşırıyor Şasa elbette, “
gerici” diye inandığı dayısı kendisine hiç beklemediği bir tepki veriyor. Ama Şasa durmuyor: "
Kendime güven geldikçe, benliğim şekillendikçe anneme ve babama korkunç bir öfke, bana çocukluğumda reva gördükleri zulüm yüzünden büyük bir hınç duyuyorum. Bir gün aynanın karşısına geçtim, büyüyünce annemle babamdan intikam almaya and içtim..." diye ifade ettiği şekilde sosyalist çevrede tanıdığı, meslek hayatında da yeri olan ve ailesinin kesinlikle onay vermediği ilk evliliğini gerçekleştiriyor ve inat uğruna başlayan evliliği kısa bir süre içinde son buluyor.
1960 yılında Türk sinemasında senaristliğe başlayan Ayşe Şasa 1969 yılında sağlığı elvermeyince sinemadan uzaklaşmak zorunda kalıyor. Bu zorunda olma hâli, onu neredeyse yapayalnız bırakıyor. Bu yalnızlık ise kendini aramasına ve dolayısıyla Rabb’ini bulmasına vesile oluyor. Dervişlerin “
Çilesiz olmaz” diye işaret ettikleri gizemli hava, Şasa’yı tam kalbinden vuruyor.
Ekrem Demirli’nin çevirdiği
İbnü’l-Arabî kitapları, kendi tabiriyle hastalığına şifa oluyor. Peki tıbbın bir sürü ilaçlarla, filmlerle, beyin ve ruh tırmalayan testleriyle bir yere ulaşamayan ve hatta daha yalnız, daha ıstıraplı bir ömür yaşayan Şasa’ya İbn Arabi nasıl şifa oluyor? Kendisi şöyle açıklıyor: “
Hazreti Allah gençliğimde düştüğüm küfürden dolayı beni cehennemine batırdı batırdı çıkardı, şimdi de al sana cennete giden yol diyor. Zira Füsus’la birlikte önümde açılan gerçek bir cennet görüntüsü. Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu hastalığın çöküntüsü ve acıları içimde batıla dair her şeyi yıkmasaydı ben hâlâ gençliğimdeki o yanlış ve zelil noktada olacaktım. Evet, işte kahurdaki lütuf…"
Şasa’yı diğer etkileyen kitap ise
İsmet Özel'in
Waldo Sen Neden Burada Değilsin adlı eseri. Zira o kitap Şaşa’yı kendi hayatından vuruyor. Kendindeki dönüşümü İsmet Özel’in daha önce yakalamış olması ona umut oluyor, tanışmak istiyor, tanışıyor ve her buluştuğunda yeni şeyler öğrenmenin, neredeyse doğumundan beri uzak durduğu, uzak tutulduğu Müslüman camiayı, Müslüman yaşamını anlamaya çalışıyor. Sonra
Mustafa Kutlu, sonra
Mahmud Erol Kılıç… Final ise harikulade oluyor:
Muzaffer Ozak'ın Hakk’a yürümesiyle birlikte İstanbul Karagümrük'teki
Nûreddin Cerrâhî Tekkesi postnişinliğini devralan
Safer Dal ile tanışmak… Şöyle anlatıyor: "
Mürşidle karşılaşmamla beraber adeta yeniden, sıfırdan başladım… Zaten kabul edilmek büyük bir lütuf, o kapıdan girmek lütufların en büyüğü." "O zaman sükûnetle baktı ve 'Onlara ne keder ne korku vardır…' ayetini okudu… Hayret verecek derecede derinden nüfuz etti bu söz bana; belleğimin, bilincimin en derinlerine kazındı. 'Onlara ne keder ne korku vardır…' Evliyaullah için nüzul olmuş bir ayet nihayetinde. O an beni etkiledi. Daha sonraları da her hatırlayışımda o an olduğu gibi binlerce ton ağırlık, karanlık ve yük kalktı üzerimden… Biz evliya değiliz ama evliyanın huzurunda bulunmak, eteğine yapışmak bizi korku ve kederken azat edebiliyor. O ayet, nasıl bir niyet ve himmetle okunduysa ruhuma işledi ve o şedit ölüm, hastalık vehimleri peyderpey üzerimden gitti…"
Tanzimat sonrası yaşanan ruhsal değişiklikler toplumumuzu, milletimizi neredeyse bin parçaya böldü. Merhume Ayşe Şasa Hanımefendi, bu bölünmüşlüğü en acı biçimde yaşayan bir derviş. Onun hayatı bugün İslamcılık, batıcılık, modernizm karmaşasının tam ortasında duruyor. Çözebilene aşk, Ayşe Hanım’a rahmet olsun...
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler