"Baba çocuğun öğretmenidir, ona dünyaya açılan yolu gösteren kimsedir."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
Evi ev yapan, içinde bir ailenin olmasıdır. Bu aileyi aile yapan ise çocuktur. Çocuk varsa evin içinde, orada mücadele vardır. Yaşamın tüm acımasızlığı, zalimliği ve adaletsizliği çocukla rafa kalkar. Onun bir gülüşü, konuşması, oyun oynaması, istekleri ve soruları; insana insanlığını hatırlatır. Bilhassa çocukta muazzam boyutlarda yer alan hayret ve merak duyguları, incelenmeye değer duygulardır. Çocuğun evin içindeki tüm varlığına ve gelişimine ailede en hakim olan kişi elbette annedir. Çünkü eve en yakın kişi odur. Baba her ne kadar 'öteki' gibi konumlansa da modern zamanlarda, ailenin 'kahraman'ıdır. Anne için de çocuk için de.
"Mükemmel annelik nedir, nasıl olur?" gibi bolca soruya cevap arandığı bir çağdayız. Bu gibi soruların annelere ve anneliğe bir değer kattığını düşünmüyorum. Aksine onları ikonlaştırıyor. Sanki kapitalizm ve sermaye ikilisine emanet edilmenin formülleri aranıyor gibi. Burada devreye giren de baba, yani babalık oluyor. Ancak babalık üzerine de hiç ciddi sorular sorulmuyor. Hatta babalığın ne olduğu, nasıl olması gerektiği, açmazları ve sıkıntıları bile konuşulmuyor. Sanki baba gerçekten de bir çizgi film kahramanı. Yahut çocuğun gelişiminde bir sponsor. Oysa babalığın ardında o kadar derin mevzular yatmaktadır ki tabiri gayet de caiz olarak söylemek gerekirse ancak yaşayan bilir. Bunu ancak babalar bilir. İşte "Size Baba Diyebilir Miyim?" adlı kitabın önemi de burada. Büşra Hacısalihoğlu ve Tuğçe Yılmaz'ın hazırladığı, Küsurat Yayınları tarafından neşredilen kitapta sadece babalar konuşuyor. Soru yok, tartışma yok. Her baba, kendi penceresinden babalığı yorumluyor. Oldukça samimi ve gerçekçi bir kitap. Denemelerdeki duygusallıklarda hiç abartı yok. Ne yaşanıyorsa o var.
160 sayfalık kitapta birçok meslek kolundan baba misafir ediliyor. Oyuncu da var mali müşavir de.Yazar da var mimar da. Müzisyen de var diplomat da. Peki kimler var? Ali Taylan Çulpan, Basri Yılmaz, Bülent İpek, Erdem Öztop, Erdinç Çetinkaya, Ertuğ Uçar, Fikret Kuşkan, Hakan Duran, Hakan Kalkavan, Hakan Ural, İlker Şahin, Nebil Özgentürk, Özdemir Hiçdurmaz, Özgün Uğurlu, Özgür Poyrazoğlu, Recai Çakır, Salih Seçkin Sevinç, Selçuk Aydemir, Serdar Kölürbaşı, Serkan Çağrı, Serkan Turhan, Süreyya Soner, Tuncay Baydur, Uraz Kaygılaroğlu, Ümit Alan, Yusuf Reha Alp.
Kitabın ilk sayfalarında Selçuk Aydemir hem mizah hem de gözlem yeteneğini sergiliyor. Anneliğin yanında babalığın öneminin tartışılmaması gerektiğini çünkü babanın hükmen mağlup olduğunu söylüyor ki gayet haklı. Annenin mücadelesi, sevgisi ve merhameti yanında babalar -elbette bu bir genelleme de olabilir- biraz yedek oyuncu gibidir. Kenardan izler olan biteni. Gerektiği anda, yani 'hoca uygun görürse' oyuna girer, meziyetlerini gösterir. Aydemir, benim de hemfikir olduğum ve çok etkilendiğim şu paragrafla babalara 'al da at' dercesine bir pas veriyor: "Anladığım kadarıyla, babalar çocuklarını eşlerinin gözlerinde, yüzlerinde severler. Anne sadece çocukla değil, çocuğun babasıyla da ilgileniyor sürekli. Ben senin gününün nasıl geçtiğini annenin yüzünden anlıyorum kızım. Ne kadar yorulmuş olursa olsun, eğer huzurluysan o gün, gülücükler saçmışsan; UEFA kupasını kazanmış Galatasaraylı futbolcu ifadesi oluyor yüzünde. Yorulmuş, bitmiş, sakatlıklar atlatmış ama bir gör öyle mutlu ki." [sf. 13]
42 ve 51 yaşında baba olduğunu söylüyor. Fikret Kuşkan. İki oğluna verdiği isim de çok latif: Gün Kuzgun ve Gece Asaf. Babalık dürtüleri zayıf olanların çocuk sahibi olmamaları gerektiğini, muhakkak ehliyet sahibi insanların çocuk yapması gerektiğini söyleyecek kadar değer veriyor babalığa. Herkesin malumu, yaşam boyu süren bir sorumluluk babalık. Neşeli tarafları ne kadar varsa, dertli tarafları da var. Dolayısıyla yaşamın en gerçekçi sahası babalık. Kuşkan, çok güzel ifade ediyor babalığı, altını çizmemek mümkün değil: "Baba olmak; götü çıplak ayazda kalmak, dallarında kuzgunların geceyle sarmaş dolaş huzurla güvenle uyuduğu ölümsüz bir çınar olmak. Yaşamı sona erinceye kadar, meyve veren bir ağaç olmak. Her türlü fırtınada, yağmur, çamur, sel, deprem, ayazda, buzda, kavurucu sıcakta, tuzlu ya da tatlı suda, ya da hiç su yokken, yaşamını sürdüren bir ılgın, hiçbir zaman kırılmadan, yerlere kadar eğilip, savrulup, yine dimdik ayakta kalan bir servi, hatta uçan kanatlı bir fil olmak, bazen de Kermit, Kurabiye Canavarı, küçük bir fındık faresi, masallar, destanlar, hikâyeler, romanlar, kıymetli bir tablo, ona özel yazılmış bir şiir, şarkı sözü, bir bestedir babalık ya da piyano tuşundan çıkan acemi bir Si notasıdır bazen. Şifalı bir ot, yeşili karası ilaç, asırlık bir zeytindir baba olmak, kurumsallaşmak değildir. Belki de, en içten özgünlük, samimiyet, karşılıksız bir sevgidir." [sf. 33]
Serkan Çağrı, tıpkı klarnetini konuştururken yaptığı gibi derinden giriyor mevzuya. Başta oğullar olmak üzere kızların da hayatında muhakkak yeri olan bazı 'travma'lardan bahsediyor. Eksikliklerden, yaralardan, asla boşverilmemesi gereken dertlerden. Bu dertler ki nice çocuğu gelecekte mutsuz, sevgisiz, öfkeli ve yalnız bırakabilir. Tedavi edilmesi gerekir üstelik ve maalesef bu tedavide yeri dolmayacak en büyük kuyu ise sevgidir. Bilhassa sevginin 'gösterim'i: "Baba olmak demek evlatların süpergücü, kahramanı olmaktır. Ömrünüz boyunca onların her şeyince gücünüz yettiğince eşlik edebilmektir. Benim babam da, benim için her şeyi yapabilen, güçlü biriydi. Benim güneşimdi. Onun çözemeyeceği hiçbir şey yoktu. Yanında yürürken tarif edemeyeceğim bir duygu kaplardı içimi. Birbirimize bakmaya bile kıyamazdık, o yüzden birbirimizi yıllarca gizli sevdik. Konuşurken bile göz göze gelemezdik. Birbirimize bir şey olmasından çok korkardık. Yeterince sarılamadık babamla ve birbirimize hep hasrettik." [sf. 136]
Nebil Özgentürk, yaşam tecrübesi gereği çok güzel bir formül veriyor babalara. Mesela bir baba 'kitab'ı hayatının en önemli yerine koyduysa ve çocuğunda da bu özelliğin olmasını istiyorsa şöyle bir yol izleyebilir ki bunu nasip olursa muhakkak uygulayacağım: "Masal okurken bazen masalın içerisine cümleler serpiştiriyorum. Masal kahramanından bahsederken "Çok kitap okurmuş" diyorum mesela. O aşıyı verdiğim zaman "Bak ne güzel, bir şey daha yer etti zihninde" diyorum. Tuvalette on dakika kalacak örneğin, "Baba bana kitap getirebilir misin?" diyor. Aman, harika! Koşa koşa gidip kitap veriyorum ona. Kitap götüren adam olmaya bayılıyorum, bunu öğreniyorum Arın'la. Okusun, bu alışkanlığı kazansın çok istiyorum." [sf. 144]
Âşık Veysel sazına yazdığı şiirinde "Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı / ben babamı sen ustanı unutma" demiş. Bundan büyük vasiyet olur mu? Olmaz. Elbette o 'unutulmaz'lığın ardında sevgi vardır, şefkat vardır, merhamet vardır. Bir baba ile evlat arasında bu duygular sönükse, o babanın o evlat için iz bırakma olasılığı da çok azdır. Yaşamın her alanında birse, babalıkta yüzdür iz bırakmanın önemi. Çünkü babalarının izlerini sürer çocuklar. Babaların kaderidir, sırrıdır, gölgesidir çocuklar. Kader, sır ve gölge her zaman kendine iz arar, güzel bir yol arar. Çok sevdiğim şair Ahmet Erhan belki de bunun için "Baba bana yürüdüğün / o yolları göster / baba bana dünyanın / yüreğine inen geçidi." diye yazmıştır. Kim bilir? Kimse tam olarak bilemez babalığı. O, dünyanın en ağır işçiliğidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf