“Nezaketten, haklılardan yanayızdır hepimiz
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler
Yaşamak deriz –Oh, dear- ne kadar tekdüze
Katliamlar ne kötü be birader.”
- İsmet Özel, Dişlerimiz Arasındaki Ceset
Ruanda’da, 1994 yılında büyük bir katliam yapıldı. Hutu liderliğindeki hükümet ve milisler Ruanda’da yüz günde 800 bin kişiyi öldürdü. Bahsettiğim kitabın adının Yüz Gün olmasının sebebi, bu insanlık dışı katliamın süresinden dolayıdır. Elbette bu katliamın iç ve dış birçok sebebi bulunuyor. Bu olayı sadece Ruanda’nın iç meselesi olarak görmek mümkün değil. Tabii ki Batı yine oradaydı, Afrika’da gerçekleşen diğer katliamlarda olduğu gibi.
İsviçre Edebiyatı’nın ünlü tiyatro yazarı Lukas Barfuss’un ilk romanıdır Yüz Gün. Metis Yayınları’ndan 2010 yılında, Zehra Aksu Yılmazer çevirisiyle neşredildi. Sadece bir katliamın romanlaştırılmasından ziyade bir belgesel kitap özelliği de taşıyor.
Romanın başkahramanı ve olayların içinde olan kişi, İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın bir üyesi olan ve Ruanda’ya bu sıfatla giden David’dir. Kitap, David’in, arkadaşına Ruanda’da yaşadığı o zor 100 günü anlatmasıyla başlıyor ve sonuna kadar David’in yaşadıkları resmediliyor, 167 sayfa boyunca ve David’in bakış açısından.
Aslında klasik bir savaş resmi çizer bu roman. Batılı ve yardımsever kahramanımız, onu güçlü ve güvenli topraklara, yani Batı’ya taşıyacak uçağa, helikoptere binmez ve olaylar gelişir. Burada da başlangıç bu şekilde oluyor, David, İsviçreli arkadaşlarıyla o uçağa binmiyor ve işler karışmasına rağmen Ruanda’dan ayrılmıyor. Tabii bunun bir sebebi de Ruandalı sevgilisi Agathe.
Yazar, David’i oryantalist bir havadan, Batı’nın o rahat ve uzak koltuğundan Doğu’ya bakan bir karakterden ziyade Afrika’ya duyarlı bir kalkınma teşkilatı üyesi olarak karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda dünya vatandaşlığına inanan, ırkçılık karşıtı biri olarak görüyoruz David’i. Kendini bir davaya adamış ve İsviçre’deki o konforlu hayatını bırakmayı göze alacak biri olduğunu da söylemek mümkün:
“Ülkemden, her şeyi derhal unutan dar kafalılardan gına gelmişti, arkadaşlarımın çoğu gibi bir köşeye sinip saçımı uzatmakla, işgal edilmiş bir at ahırında devrimci broşürler basmakla yetinemeyeceğim kadar değerliydi hayat benim için, öteki tarafa çark edemeyeceğim, sıradan bir büro çalışanı olarak zenginlikten payıma düşeni talep edip cebimi olabildiğince doldurmaya bakamayacağım kadar da önemliydi. Kapitalizmin piyade siperlerinde topun ağzına atılarak helak olmak da istemiyordum, eğer kendimi feda edeceksem, sadece büyük bir dava için feda ederdim, bunun için de gitmem gerekiyordu. Ülkemin bana ihtiyacı yoktu, oysa orada, Afrika’da mütevazı bilgimin binde biri bile bir servetti ve bu serveti paylaşmak istiyordum.”
David’in olaylara bakışından yola çıkarak Batı’nın ve daha özelde İsviçre gibi refahın çok yüksek olduğu ülke halklarının da hayata ve Doğu’ya ne nazarla baktıklarını tahmin edebiliriz. Aslında David’in Ruanda’ya yardım için gidişinde vicdani bir yön de bulunuyor. Çünkü Afrika’nın sefaletinden sorumlu tutuyor “beyazları”:
“Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla savaşıyorduk.”
Ruanda, birçok Afrika ülkesi gibi karışık bir coğrafya. Kimin kiminle saf tuttuğu belli olmayan, kendi kendini güçsüz düşüren bir ülke. Yıllardır devam eden, bazen azalan bazen artan iç çarpışmaların elbette bir geçmişi var. Yazar, bu geçmişi okura gayet açık bir şekilde ve gerektiği kadar detay kullanarak anlatıyor. Yani bu iç savaş ve katliam nereden çıktı diyen bir okur bunun cevabını kitapta buluyor. Burada da yazar oryantalist bir havaya bürünmeden, ansiklopedik bilgi kuruluğundan kaçınarak okurun merakını kitaba yöneltiyor. Ben kitabı okuduğumda kendimi, Ruanda’da neler olduğuna dair detaylı bir araştırma yaparken buldum. Fakat bu ülkenin sosyolojik ve tarihsel geçmişinden daha çok David’in yaşadıkları ön plana çıkarılmış kitap boyunca. Özellikle katliamın sürdüğü yüz gün boyunca saklandığı Amsar Evi’nde yaşadıkları ve duyguları:
“Bazen kendimi yerin altında, arada sırada geğiren, yalayıp yuttuğu tüm o cesetlerden çıkan hazım gazlarını sesli bir osurukla salan leş kokulu bir canavarın içinde gibi hissediyordum.”
100 Gün’ü ikiye ayırmak mümkün. Katliam öncesi ve katliamın gerçekleştiği yüz günlük süre. Katliam öncesindeki sürede yazar katliama giden yolu başarılı bir şekilde çizmiş ancak katliamın gerçekleştiği yüz günlük sürede biraz eksik kalmış diyebilirim; çünkü yazar burada karakterin ruh haline daha da yoğunlaşıyor ve ülkenin ne halde olduğu biraz arka planda kalıyor. Bu kısım, yani ikinci kısım biraz daha detaylandırılsa roman daha başarılı bir hal alırdı.
100 Gün kitabında, zaman zaman David’in ülkesi olan İsviçre’ye ya da Batı’ya yöneltilen eleştirileri de görmek mümkün. Kitabı okutan önemli bir sebeptir bu: objektiflik. Özellikle kitabın ilginç karakterlerinden Missland’in dilinden yansıtılır bu düşünceler. Missland’e göre İsviçre bu ülkeye gelmiştir çünkü Ruanda, Afrika ülkeleri içinde Afrika’ya en benzemeyen ülkedir. Missland, yardım ederken dahi riyakâr olduğunu düşünür ülkesinin. David’le iyi anlaşsa da, yardım konusunda tamamen zıt düşünürler. Burada da yine okurun vicdanına kalır neye inanacağı. Ancak Missland’in dedikleri de yabana atılacak cinsten değildir, Batı’nın onca zulmünden sonra:
“Missland’e göre, bu ülkeyi sevmemizin en önemli nedeni burada zenci olmamasıydı. Gerçi insanlar zenciye benziyordu, tenleri siyah, saçları kıvırcıktı ama gerçekte bunlar Afrikalı Prusyalılardı, dakiklerdi, düzeni seviyorlardı, son derece kibardılar. Asla yere tükürmüyorlardı, müzikten nefret ediyorlardı, dansları da berbattı. En önemlisi de iyi işleyen bir devletleri vardı, abagetsi’lerin, nüfuz sahiplerinin her emrine uyuyor, işlerini güvenilir bir biçimde ve de mızırdanmadan yapıyorlardı.”
Kitap en sonunda David’in de hem Teşkilatı hem Ruanda hükümetini hem de bu yardımların ne için yapıldığını sorgulamasıyla sonlanıyor. Karakterin kitabın sonlarındaki haliyle, başlardaki yardımsever hali arasındaki fark, aslında bize dünya siyasetinin nasıl bir çukurda, çamurda olduğunu net bir şekilde gösteriyor:
“Dağıtım birkaç saat sürdü, herkes payına düşeni aldı, günlük bin dokuz yüz kalorilik paketlerde dört yüz gram mısır, otuz gram sıvı yağ, kırk gram balık konservesi vardı ama biz paketleri tek tek ailelere değil, belediye başkanlarına ve bölge şeflerine dağıtıyorduk, bunların tamamı yüz günlük katliamı başlatanlardı. Onlar da değişim geçirmişti, zira yardım örgütleri kaçak katillere de yiyecek, battaniye, çadır yardımı yapıyordu. Asla siyaset yapmayan Teşkilat gibi bu örgütler de siyaset dışıydı. Bizim yerimize başkaları, bizzat katiller siyaset yapıyordu, kamplarda eski devletlerinin aynısını kurmuşlardı, mevki sahipleri mevki sahipleri olmaya devam ediyor, yiyecekleri ilk onlar alıyordu, en iyi konumlardaki en büyük çadırlar da onlarındı, sıradan insanlara onlardan arta kalan kırıntılar düşüyordu ve elbette bunun bile parasını ödemek zorundaydılar.”
Tarihsel olayların gerçek, kişilerin kurgu olduğu ve başarılı bir çeviriye sahip bu eser, benzer şeyleri okumaktan sıkılan ve farklı bir roman okumak isteyenler için oldukça ideal. Yaşanmış bir olayın, bir Avrupalının gözünden anlatılması okurları uzaklaştırmasın. Yazar, birçok Doğulu veya Afrikalı görünenden daha objektif bakmış çoğu olaya.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10