31 Mayıs 2024 Cuma

“Çıkar nâlîni, pîşinde duran Vâdî-i Eymen’dir”

Yazıya başlık olarak seçtiğim dize, 19 Mayıs sene 1337’de [1921], Süheyl Ünver’e gönderilmiş bir manzum davetiyedendir. “” adına ve “Süheyl’e” ithafına sahip şiirin bu dizesi, Süheyl Bey’in artık insan-Allah ilişkisine dair tüm soru(n)larına çözüm bulacağının da bir işaretidir. İşaret, ömrü siyaset - ticaret - velayet üçgeninde geçmiş; fevkalade bir şair, müstesna bir âlim ve sadrında nice hikmetlerin asılı durduğu bir mürşid-i kâmil olan Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Efendi’ye aittir. İlk dizesinde Taha Suresi’ne atıfla yol açan Mecdî Efendi, şiirinin son kıtasındaki bir başka dizeyle de Süheyl Bey’i fizik müşkülatından kurtarıp metafizik iklime çağırır: “Yemendir sanma meclâsı Süheyl-i kalb-i Mecdî’dir.

Mecdî Efendi’nin talebe çevresi münevverlerle doludur. Bilhassa tabipler, edipler, irfan sahibi kimselerle çevrili olan bu muhitin seyr ü sülük metodunu da Kuşadalı İbrahim Halvetî belirlemiş, Ahmed Amiş Efendi keskinleştirmiştir: sohbet. Amiş Efendi’nin “Biz tarikatı kaldırdık, yerine sohbeti koyduk. Bizi sevenler sohbette bulunanlardır” sözü, esasında bir başka sözünün de şerhidir. O, “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref ettim” diyerek bundan sonra feyzi tekkelerde değil, sadece ve sadece sohbette aramak gerektiğine dair de son sözü() söylemiştir. Esasında Amiş Efendi’nin ilk okuyuşta anlaması güç, pek çok sözü vardır. “Tekkelerden feyz kalktı”, “Vahdet çeşmesi Halvetîlerde ve Kâdirîlerdedir, geri kalanında bir şey yoktur”, “Sermayemiz kuru muhabbettir. Ya bunun sulusu olur mu? Olur a! Tekke şeyhlerinin muhabbeti.” sözleri bunlardan sadece birkaçı. Ancak cumhuriyet devri ve sonrası Türk tasavvuf tarihi iyi çözümlenmek istiyorsa, bu sözlerin altı çizilip metafiziğin rasyonalizasyonu gözetilerek akıl-kalp çizgisinden çıkmadan yorumlanmalı. Amiş Efendi’nin içinde bulunduğu Halvetî-Şâbânî yolunun Kuşadaviyye şubesi; merkezine muhabbeti almasıyla, giyim-kuşam gibi zahirî usullerle riyazet ve erbain gibi batınî usulleri çizgi dışı bırakmasıyla meşhurdur. Bu sebeple de tasavvufta “melâmî mesleğini” benimsemiş bir niteliğe sahiptir. Ancak Amiş Efendi’nin yasaklaması üzere bu yolun dervişlerinin ağzından “Melamet” sözü dahi işitilmez. Ehline malumdur ki olması gereken de budur.

Fatih Sultan Mehmed’in türbesini bekleyen son derece sırlı zâtlardan biri olan Niğdeli Bekir Efendi, bu kutlu vazifeyi Amiş Efendi’ye bıraktıktan sonra, Amiş Efendi de “Fatih türbedârı” olarak bilinir. 113 yıla ulaşmış ömründe iki elin parmaklarını geçmeyecek bir mürit halkası vardır ancak bu da niceliğin değiş niteliğin kıymetini bizlere gösterir. Zira bu halkada Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi, Evrenoszâde Sâmi Bey, İsmail Fenni Ertuğrul, Babanzâde Ahmed Naim, Hüseyin Avni Konukman, Yozgatlı Yusuf Bahri Nefesli, Abdülaziz Mecdî Tolun, İsmail Saib Sencer, Bursalı Mehmed Tâhir, Ahmed Avni Konuk gibi isimler vardır. Söz buraya gelmişken, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi’nin, Ahmed Güner Sayar’ın babası Abbas Sayar’ın kayınpederi olduğunu da belirtmem gerekiyor. Zira Ahmed Güner Sayar hocanın yazdığı kitapların ekseriyetinde bu ilişkinin büyük bir rolü olduğu ortadadır: Sahhaf Raif Yelkenci, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Âkif Ersoy, Şeyh Bedreddin, A. Süheyl Ünver'le Sohbetler ve nihayet kavuştuğumuz Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun. Kitaplar ve insanlar arası ilişkiyi daha iyi anlamamız için şu güzide hatırayı da hocadan nakletmeliyim: “Rahmetli dedem Yusuf Bahri [Nefesli] Efendi, daha ilkokul günlerimde, bana Kur’an okumayı öğretmiş, Kur’an’ı yüzünden okumayı tamamladıktan sonra onunla birlikte, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinden Abdülbâki Gölpınarlı’nın yaptığı seçmeleri içeren bir kitabın okunmasına geçmiştik. Mesnevi okumalarından biraz yol almıştık ki dedem, rahmet-i rahmana kavuştu. Ben de 12 yaşımda yetim kaldım. Dedem bana, tılsımlı bir isim bırakmıştı. Bu isim, kendisinin sohbet mürşidi, Fatih’in Türbesi’ni bekleyen Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi idi. Bu zât hakkında dedemden şunu duydum: Ben, kimseye inâbe etmem. Ben, kutb-u cihân gördüm.

İşte bu tılsımlı isim, sırlı zât; kendinden sonrası için -tabiri caizse- hâlini bir talebesinden bir başka talebesine geçirip, aramızda gezinmeye devam etmiştir. Onun, “Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne söylersem, hâdisat-ı âlem öylece zuhur eder” sözü, Mecdî Efendi’de de “Benim söylediğim sözlerin en geçi, mutlaka yedi seneden önce tahakkuk eder” cümlesiyle karşılık bulmuş. Misal: Süheyl Bey, Mecdî Efendi’yi Amerika’da hekimlik ihtisası için yaptığı başvuruya dair haberdar eder. Mecdî Efendi “Ben, böyle şartlı gitmene razı değilim. Sonra, buna mukabil, mecburen seni, oraya buraya gönderecekler. Ben, seni burada dizimin dibinden ayırmak istemem. Sen oraya bir gün gidersin, şartsız gidersin” dedikten sonra ‘yedi sene kaidesi’ni hatırlatır. Süheyl Bey hiç sorgulamadan başvuruyu geri alır. 1927’de Âkil Muhtar Özden Bey, Süheyl Bey’i Paris’e şartsız yollar. Mecdî Efendi’nin sözü hakikate dönüşür. Süheyl Bey, Paris’e gitmeden evvel Mecdî Efendi’yi ziyaret eder ve “Efendim, Paris’ten bir emriniz var mı?” diye sorar. Efendi, “İstanbul’daki hâlini muhafaza et!” diye buyurur. Süheyl Bey’in notu şöyle: “Bu söz beni dünyanın batakhanesinde korumuştur.

Mecdî Efendi bir müddet siyasetle, bir müddet de ticaretle uğraşmıştır. Onun, İttihat ve Terakki içinde liderlik ettiği Hizb-i Cedid, partiye de tabiri caizse “ayar” vermiş, meclisteki hitabet kuvveti hazirunu hizaya getirmiştir. Bilhassa fırkanın kuvvetli isimlerinden Talat Paşa’ya söyledikleri siyasi geçmişimiz adına da bir turnusol kâğıdıdır. Mecdî Efendi’nin talebelerinden Osman Nuri Ergin anlatıyor: Talat Bey, “Efendi, şu bizim cemiyete bir tarîk şekli versek, acaba nasıl olur?” diye soruyor. Mecdî Efendi, “Ne gibi?” karşılığını verince “Mesela şövalyelerin sâlik oldukları tarikler gibi” diyor. “Eh olur a, Mevlevi olalım” diyor Mecdî Efendi. Talat Bey, “Olmaz, Mevlevilik eksantriktir” diyor. Daha sonra Mecdî Efendi’nin Kâdirî, Rufâî, Bektâşî önerilerini de geri çevirmiştir Talat Bey. Esasında Mecdî Efendi her şeyin farkındadır. Nihayet birdenbire ona dönüp şu cevabı verirler: “Ben, sana bir şey söyleyeyim mi Talat Bey? Senin dilinin altındaki ben biliyorum. Yani farmason olalım diyeceksin, değil mi? Bunu aklından çıkar.

12 Nisan 1920’de hükumet Meclis-i Mebusan’ı resmen kapatır. Meclis II. Başvekili olan Mecdî Efendi fesih kararını tebliğ ettikten sonra kararı Sultan Vahdettin’e de bildirir. Akabinde doğruca Fatih’in türbesine, Amiş Efendi’nin yanına gider ve “Efendim, bu memleketin hâli ne olacak?” diye sorar. Amiş Efendi “Mecdî! Mecdî! Düşman girer, çıkar. Allah din-i İslâm’ı hıfzeder. Türk devleti ilâ yevmil-kıyâm payidâr olur.” diyerek yanıtlar. Bu esasında Amiş Efendi’nin kendini irşad eden Kadızâde Ömer Halvetî’den aldığı bir derstir. Ömer Efendi vaktiyle şöyle buyurmuştur: “Ahmed! Gittiğin yerlerde aç kalırsam diye korkarsan, benim dinimden değilsin, yapamam yok, yaparım var!”. Velhasıl, Kuşadaviyye şubesinde korkuya, vehme yer yoktur. Zaten müjde bellidir: “Ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” Amiş Efendi, vefatına takaddüm eden günlerden birinde harem-i aliyyeleri Rüveyde Hanım’a “Artık ben gidiyorum” demiş, Rüveyde Hanım da “Bu işleri yapmadan nereye gidiyorsun?” diye sorunca “Yerime zorlu birini bıraktım. Onu öyle bir seçtim ki, bu işlerin hepsini temizler ve düzeltir” cevabını vermiş. Ahmed Güner Sayar hocanın aktardığı bu anekdottan sonra akıllara “Bu zorlu adam kimdi?” sorusu düşüyor. Burada Mecdî Efendi’nin Amiş Efendi’ye nasıl mülaki olduğunu anlatan Mahir İz’i okumak belki bir işaret sağlayabilir: “Mecdî Efendi’yi Mesnevîhan Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi anlatmıştı. Bir gün Bayezid’de Fatih Türberdarı Amiş Efendi ile karşılaştığında, elini öpeyim derken, boynuna sarılıp, bütün kuvvetiyle sıkmaya başlar. ‘Ver şeyhim’ diyerek nasib almak ister. Amiş Efendi, kurtulmak istedikçe, Mecdî Efendi, sarılır, sıkar ve ‘vermezsen bırakmam’ der. Amiş Efendi, ‘verdim be adam’ diyerek kendini kurtarır.

Amiş Efendi’nin sıfat hâlifesi olan Mecdî Efendi, bu son derece sırlı mürşidinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra fasılasız biçimde irşad sohbetlerini sürdürür. Amiş Efendi, kendisine tâbi olanları tasavvufî perhizlerle katiyen yormazmış. Keza erbain gibi zorlu ödevler asla vermezmiş. Günde bin, üç bin, beş bin Allah demekte zorlanan başka bir yolun müntesibine “Getir bakayım sen o şeyhini de sakallarını yolayım onun, bir kere ihlaslıca Allah deyin kâfi!” dediği vakidir. O, sadece günlük bir tespih boyu estağfirullah ile salavat çekilmesini istermiş. Bol bol Kur’an okumak, Kur’an dinlemek, dünyevi vazifeyi asla boş bırakmamak yine öğütleri arasındaymış. Hatta gün içinde kendisini ziyarete gelen dervişlerine “Mesainizi bitirmeden sakın buraya gelmeyin!” diye tembihlermiş. Mecdî Efendi de mürşidine güzide bir bağlılıkla istikameti sürdürmüş, kendi konumuna “Ehl-i dil, feyz-i kemâlâtı hakîkatte arar / kalb-i Mecdî o ziyâ âlemine rev-zendir” beytiyle ışık tutarken, bir başka beytiyle de hikmet kaynağını ilan eder: “Nebî aşkıyla sûzânım odur feyyâz-ı ihlâsım / cihân dönse yine dönmem bu kudsî kıblegâhımdan.

Mecdî Efendi’nin sohbet halkası tıpkı mürşidinin olduğu gibi iki elin parmağını geçmez bir ilim ordusunu haizdir: Osman Nuri Ergin, Dr. Süheyl Ünver, Muallim Cevdet, Sahhaf Raif Yelkenci, Dr. Cevad Yarar, Kütahyalı Kâmkâr Uluğ, Kilisli Sakıb Efendi, Eczacı Cemil Tuna, Hasan Basri Çantay. Amiş Efendi’den sonra kendisini ziyarete gelenler arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey, Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi ve Eşref Ede Efendi de yer alıyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, uzun bir süre Mecdî Efendi’den nasibini beklemiş, hazrete pek çok şiirler yazmış ancak umduğuna erişememiştir. Şu üç dizesini not edelim: “Meded rahmeyle oldum serseri”, “Bırakma vâdî-i firkatte lütfet âciz ü nâçâr”, “Bilirsin Mecdiyâ kim intizâra tâkatim yoktur”.

Sohbetleriyle irşad faaliyetlerini sürdüren Mecdî Efendi, ilmi çalışmalarıyla da bugüne uzanan ve geleceğe uzanacak hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi, ondan fazla nüshasını karşılaştırıp önemli tashihlerden sonra yaptığı tercümedir: Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil. Anılar yumağını çözerken, onun, Amiş Efendi’nin pek çok sözünü de açıkladığını görüyoruz. Mesela, Amiş Efendi’nin “Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur” sözüne şöyle bir şerh getirir: “Allah’ta cemal ve celal tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da halk eden O’dur. Bununla beraber, küfre razı değildir. Muhammediyyet mertebesi ise, yalnız cemal tecellisidir. Muhammed, ancak küfrü olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir, bu ise zordur.

Profesör Hilmi Ziya Ülken, birkaç defa Mecdi Efendi’yle görüşmüş. Kendisinin “Spinoza ile Şeyh Ekber arasında mukayeseler yapmasına” Mecdî Efendi pek sıcak bakmamış. Bu konu dahilinde Osman Nuri Ergin’in tanıklığı, bize felsefe-tasavvuf, akıl-ilham-ı zâtî, filozof-mutasavvıf çatışmasına dair Mecdî efendinin tutumunu -yahut irfanını- gösteriyor. Sözler, Mecdî Efendi’ye ait: “Felsefe ile tasavvuf arasında büyük fark vardır. Felsefe aklî ilimlerdendir. Akıl dairesinde hasıl olan malumata vukuf demektir. Felsefede aklın maverasına irtika yoktur. Hülasa itibariyle, felsefe nefse raci bir ilimdir. Tasavvuf ise, imate-i nefs ile aklın mafevkinde ilham-ı İlâhî ile hasıl olan ve hakikatü’l-hakayıka ait bulunan kemalat-ı ulviye ile tahalli ve tezeyyün demektir.

Netice-i kelam; Ahmed Güner Sayar hocanın çalışmaları, memleketin kıldan ince kılıçtan keskin dönemlerine dair turnusol kâğıdı. Hocanın özellikle izini sürdüğü şu patikanın lezzeti, her birimiz için oksijen deposu: Kuşadalı İbrâhim Halvetî, Mehmed Tevfik Bosnevî, Ahmed Amiş Efendi, Mecdî Efendi, Süheyl Ünver. Hocanın Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun kitabının sadece dipnotları bile yakın dönem Türk tasavvuf tarihinin "off the record" membaı. Siyaset, ticaret ve velayet üçgeninden sağ çıkmış bir sultan Mecdî Efendi. Neden sultan? Talebelerine bakmak kâfi. Zira talebe işi hayatî. Kuşadalı İbrâhim Efendi'nin "İndallah, talebe hocadan üstündür" sözü, yolun devamını kuşatmış. Bu sözü aktaran Süheyl Bey. Ama söz nereden geliyor, nasıl bugünlere taşınmış ve nasıl tatbik edilmiş? Bu kutsal gönüllü insanlara hayran olmamak mümkün değil. Ahmed Güner Sayar hocanın Mecdî Efendi'ye dair çalışması, Süheyl Bey'in "işi" elbette: "Sen, Mecdî Efendi üzerine kitap yazacaksın. Sana verdiklerim, bende olanların yüzde biri... Mecdî Efendi: Süheyl! Seninle benim şöhretim bu dünyada bin yıl sürer' demişti." (27.11.1981)

Meraklısı için sayfalarca yazmaya, günlerce konuşmaya doyulamayacak bu kitap için Ahmed Güner Sayar hocaya medyun-u şükrânız. Amiş Efendi’nin tavsiye buyurdukları niyazla bitirelim: Mevlâ gönül safası, beden hafifliği versin!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Jean Baudrillard ve zihin kapıları

Jean Baudrillard deyince akla gelen ilk kavram simülasyondur. Gerçekliğin yitirildiğini keskin ve sahih bir dille aktaran düşünür, simülakr ile meşhur olmuştur. Öyle ki çalıştığı alanda bir otorite olarak kabul edilmiştir.

Simülakr, bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm anlamına gelir. Baudrillard için ise durum tam da öyle değildir. Düşünüre göre simülakr, hakikati gizleyen şey değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını zaten söylemekte, göstermektedir. Simülakr, hakikatin ta kendisidir.

Akla hemen tasavvufi düşünce gelebilir. Tasavvufi düşüncede de hakikat, gözle görünen değildir. Görünen, hakikatin büründüğü örtüdür. Dolayısıyla aynı şekilde hakikat olarak baktıklarımız bize aslında bir görüntü olduğunu söylemektedir. Hakikat, örtünün altında yatmaktadır. Evren, tam anlamıyla bir simülasyondur. Bu nedenle görüntüye takılan, hayalde aldanmıştır.

Elbette Baudrillard, tasavvufi düşünceyi savunmamaktadır. Biz burada benzerlikten yola çıkarak bir ara bilgi verdik.

Baudrillard’ın örneğiyle simülakr kavramını daha anlaşılır hale getirelim. Bir kişi hasta değil, hastaymış gibi yapıyorsa eğer, doktor onu muayene ettiğinde bir hastalığının olmadığını anlar ve ortaya çıkarır. Ancak simülasyonda kişi hasta değildir ve doktor muayene ettiğinde hastalık semptomları görür. İşte simülasyon bu yüzden tehlikelidir. Öne sürdüğü, gösterdiği şey gerçek değildir.

Baudrillard simülasyon düşüncesi ile Batı’yı karşısına alır, Batı medeniyetini eleştirir. Ona göre Batı medeniyetinin ulaştığı sonuç bir yalandır. Çünkü ona göre simülasyonun nedenleri teknoloji, akılcılık, hümanizm yanlısı entelijansiya, sorumsuzluk, bencillik, bilinçsizlik, ilkellik, barbarlık, kültür karşıtı olmaktır. İlkellik, barbarlık gibi nedenler ahlaki alana dahilken, diğer nedenler Batı medeniyetinin ürettiği nedenlerdir. Yani simülasyon bir ahlakın olmadığı toplumda ikinci olarak da Batı medeniyetinin egemen olduğu toplumda görülür. Bu iki nedenin neticesi bilinçsiz toplumdur. Bugünkü toplum bilinçsiz olduğu için simülasyonun farkında değildir. Onlara simülasyonun hakikatin yerini aldığı söylense ciddiye almayacaklar, gülecekler, dudak kıvıracaklardır. Oysa aslında yapmaları gereken şey tam tersi bir tepkidir.

Bugün Tanrı’nın yerini simülasyon, dinin yerini de kodlar almıştır ve ortaya yapay bir insan, yapay bir gerçeklik çıkmıştır. Ancak bilincini teknolojinin emrine veren, kişiliğini de Batı medeniyetinin sunduklarına göre şekillendiren insanlar simülasyonun da simülasyonun parçası olduklarının da farkında değillerdir. Baudrillard simülasyon teorisi üzerine modern hayatı, kavramları ve insana ait değerleri yeniden ele almış, eleştirmiş, yerden yere vurmuş, yapılan hataları sert ve acımasız bir dille aşikar etmiştir. Moderniteyi, postmodernizmi, erilliği, feminizmi, cinselliği, savaşları, hızı, çağı, imgeleri, sanatı, fotoğrafçılığı, hipergerçekçiliği ve daha birçok konuyu açmazlar, çıkmazlar, çelişkiler ve yanılgılar üzerinden temellendirmiş, nereden nereye evrildiğini ve evrilme esnasında ortaya çıkan sapmaların mahiyetini işaret etmiştir.

Baudrillard’a göre gerçeklik, dipsiz bir yarığa gömülmüştür.

Mike Gane tarafından yazılan Radikal Belirsizlik, Jean Baudrillard üzerine okumak ve düşünmek isteyen, düşünürün dünyasını yakından görmek isteyen her okur için yeri doldurulamayacak çapta geniş bir eser. Gane biz okurlara düşünürün zihin kapılarını açıyor, fazla derine dalmadan ama yüzeysel de geçmeden bizi düşünürün dünyasıyla tanıştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Naneyi Yedik Lokantası’na rezervasyon yaptırdınız mı?

Annem ismimi Gürkan koymayı düşünmüş ama son anda fikrini değiştirip Mert koymuş. Bu kitabı, konulmamış ismime, Gürkan’a ithaf etmek istiyorum.” diye konuşmaya başlıyor, son zamanların çok satan ve iyi yazan kalemlerinden Mert Arık. Naneyi Yedik Lokantası, oldukça eğlenceli bir babaannenin dünya turuna çıkmazdan önce torunu Güneş’e bir demet nane bırakmasıyla başlıyor, biz de bu maceranın peşinde iz sürüyoruz. Aklınıza daha başta gelen soruyu ben de sorayım o vakit: Peki Güneş, bu naneyle ne yapacak? Sorunun cevabı, yazarın kurgusunda incelikli bir anlatıyla veriliyor. Aslında Ayvayı Yedik Müzesi’ni okuyanların, oradaki hikâyeyi hatırlayanların aklına geleceği bir yanıt var, dedikten sonra yeniden babaannenin torununa bir kutu içinde verdiği nane kokusunu duyalım.

Bu arada Mert Arık’ın pek tabi ebeveynlerine karşı sevgi ve saygısı var; ancak babaannelere, anneannelere ve dedelere olan hürmeti ve muhabbeti daha derin gibi. Çünkü kurduğu diyaloglar yine pek muhtemel bizzat yaşadığı, duyduğu, gördüğü, hissettiği tecrübelerden mülhem. Babaanne, yine çok uzaklara gitmiş, Güneş elindeki nanelerle ne yapacağını düşünüyordur. Bu sırada ablası Rüya’dan yardım isteyen Güneş, babaannesinin bir tesadüf sonucu karşısına çıkan Trüf adlı köpeğin tasmasına sıkıştırılmış bir mektubu hatırlar. Malum trüf, aslında besin değeri yüksek bir mantar türü. Köpek Trüf ise bir mantar bilimci tarafından özel yetiştirilmiştir. Yazar, böylesi güzel bilgi ve örgülerle çocukların dağarcığını geliştiriyor, belirtelim. İşte Trüf’ün hikâyesinden ilhamla açılan lokanta, zamanla herkesin ilgi odağını dönüşür; fakat çılgın babaanne bu işi daha sonra kızına devreder.

Güneş, bu hatırayı hatırlarken, elindeki naneye bakıyor ve onunla ne yapacağını düşünüyordur. Ve aklına bir fikir gelir: Önce annesinin lokantasının ismini değiştirecektir. Evet Trüf ismi çok anlamlıdır; ama akılda kalıcı değildir. İnsanların merak edeceği bir isim bulmak için aklının kollarını sıvar ve yeniden düşünmeye başlar. Sonunda harika bir isim bulur: Naneyi Yedik Lokantası! Menüde yer alan ‘Naneli Uçan Hamburger’, ‘Uranüs Soslu Naneli Kuru Fasulye’ gibi yiyecekler de en az işletmenin adı kadar sıra dışıdır.

Bu arada söz konusu lokanta iki sene içinde inanılmaz bir şöhrete sahip olur. Bosna Hersek’ten Kazakistan’a, Kırgızistan’dan Japonya’ya, Almanya’dan Belçika’ya, Tunus’tan Nepal’e, Arjantin’den Meksika’ya, Bolivya’dan Singapur’a kadar dünyanın dört bir yanında şubeleri açılır. Lokantadaki yemekler, burada üretilen tatlar, tüm dünyaya yayılır. Hatta insanlar yaptıkları yemeklere yeni isimler bile koyar, var olan birçok yemek ismi değişir. Öyle ki yemeklere yeni isimler bulmayı çok seven insanlar, bunu eğlenceli bir oyun hâline getirirler.

Mert Arık, kitabın sonuna genç okurlarının Naneyi Yedik Lokantası menüsüne yemek kazandırmaları adına not yeri bırakmış ki oldukça sempatik ve interaktif bir renk olmuş. Özetle Serdar Turali’nin çizgileriyle şekillenen Naneyi Yedik Lokantası, soğuk esprilerle yapılan sıcak servisler, sürekli isimleri değişen kasabalılar, bir köpek tarafından yer altından çıkarılan mantarlar, dünyanın en ilginç yemeklerinin pişirildiği bir lokanta ve sokak hayvanlarına güvenli bir alanda ‘umut’ olmak için kenetlenmiş iyiliksever bir ekibin hikâyesi. Velhasıl yazar, herkesin oturacağı bir gönül sofrası kurmuş, sadece karnı değil, kalbi de acıkanları da bekliyor…

Sevim Şentürk

28 Mayıs 2024 Salı

Sırrın peşinde, hikmetin gölgesinde

"Ey can, sana aklı niçin vermiş veren?
Kendini bil, yolunu bul yitip gitmeden.
Baykuş gibi ne gezersin viranelikte,
Yerin akdoğan gibi sultanın eliyken?"
- Ömer Hayyam, Rubailer

İstanbul'da yaşayan biri ne zaman Boğaziçi'ne gitse, sahilde biraz yürüyüş yapsa, sonra dönüp karşı kıyılara şöyle bir baksa, ağzından çıkan ilk cümle ekseriyetle şöyle oluyor: Yaşamıyoruz be! Bu negatif düşüncenin hemen ardından da şikayet faslı açılıyor: Paran varsa yaşarsın? Her iki cümle de yaşamın içindeki güzelliklere, insanın gönlünü ferahlatacak hayret verici işaretlere, kısaca 'göğe açılan gizli geçitlere' meraklı olmayan ya da yaşamın temposu içinde bu merakını kaybeden kimselerin cümlesi. Oysa şu an hayattasın, yaşıyorsun ve şehir içinde bir yerden bir yere gitmek için servete ihtiyacın yok. Bu güzellikler hep vardı, biraz başını kaldırmaya fırsatın olsa görecektin zaten. Üstelik, bu imkânı kaç defa buldun da aklının ucundan bile geçmedi seyretmek. Sadece baktın, görmedin. Yedin, içtin, geçtin.

Muhyiddin Şekûr ismi bana hep yaşamın içindeki manevi işaretleri, yakalanması gereken manevi hazları, hayretin ve temaşanın insan için ne kadar vazgeçilmez duygular ve zevkler olduğunu hatırlatır. O, tuttuğu 'sufi günlükleri'nde kendi başından geçenleri anlatırken bizleri de bir farkındalığa taşımak istiyor: "Modern yaşamın hayli dikkat dağıtıcı ortamında insanın kendini fark etmesi hem kendilik bilincinin ön koşuludur hem de kişisel dengenin sağlanmasında elzemdir. Eğer kişi kendini nasıl fark edeceğini ve koruyacağını bilmiyorsa; meydan teknolojiye kalacak ve onu teknoloji yönlendirecektir. Böyle bir durumda kendini kişisel bir krizin içinde bulması an meselesidir."

Bu krizi günümüz insanı sadece bazı günlerde değil, günün neredeyse pek çok saatinde yaşıyor, bu dertle karşı karşıya kalıyor. Akıntıya teslim olmak neredeyse bir kaçış rotası oldu. Hayal ettiğimiz bir yaşam yok, günü kurtarmaya çalışan ama kendini kurtaramayan kitleler hâline dönüştük. Oysa şahsiyet derdimiz olmalıydı. Geçmiş zamanla konuştuğumun farkındayım, bu gelecekten yana umutsuz olduğum anlamına gelmiyor ama görünen köy de kılavuz istemiyor. Kıyama geçmek için teçhizat sıkıntısı çekiyoruz. Tam yeniden başlayacakken yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çoğu zaman bıktım dediğimiz şey de aslında bu, değişmeden devam etmek. Dünle bugün ve bugünle yarın arasında hiçbir fark olmaması. Halbuki Muhammedî öğüt belli: Dünün bugüne, bugünün yarına benzememeli. Gelişmeli, güçlenmeli ve bilmelisin.

Hayatta kalmanın sırrını kendinin farkında olmak ve dengeyi korumak şeklinde özetliyor Şekûr. Her ikisi için de kuvvetli bir anlayış ve seziş gerekiyor: "İnsanın hangi nefs düzeyinde yaşadığını anladığı o an, muazzamdır. Zaman zaman insana kendi halinin ne olduğunun ayan beyan gösterilmesi veya görmesine izin verilmesi tamamen ilâhî rahmettendir. İşte böylesine zor anlarda insan kendi kendine şunları düşünebilir: Şu an elimden gelen bu kadar. İlerlemek istiyorum fakat nasıl yapacağımı tam olarak bilemiyorum. Yine de en azından ne durumda olduğumun farkındayım ve biliyorum ki şu an her zamankinden çok daha uyanık bir haldeyim."

Çaresizlikle karşı karşıya olduğumuzda onu bastırmaya, yok saymaya çalışıyoruz. Halbuki kabul etsek ve acziyetimizi fark etsek, rahmeti karşılayacağımız o kutlu anla karşı karşıya kalacağız. Eşikteki beklemek yerine nasıl olursa olsun diyerek bir an evvel geçmeye çalışıyoruz. Geçerken içimizdeki cevheri ve güzel duyguları heba ediyoruz. İki damla gözyaşı dökmenin, bu hâl ile dua etmenin nasıl bir lütuf olduğunu anladığımızda, her şeyin değişmeye başlayacağını da fark ediyoruz aslında. Çünkü Şekûr'un da dediği gibi "O'nun iyiliğinin kalbe işleyişi o kadar berrak ve keskindir ki, buna nail olan kimse, ilâhî rahmeti tattığını kesin ve şüphesiz olarak bilir."

Su Üstüne Yazı Yazmak, Gölgeler Koridoru ve şimdi de Mercan Resiflerinin Ötesi. Muhyiddin Şekûr; olaylar, mekanlar, zamanlar arasında gezinirken yaşam tecrübelerine kitapları ve filmleri de katık ediyor. Böylece modern zamanların maddi-manevi anlamda darda olan insanına yeni rotalar gösteriyor, yeni yelkenler açması gerektiğini söylüyor. O alıştığımız nazik üslubuyla. Kitap boyunca onun tecrübelerini okurken 2000'li yıllar sonrasındaki anılarına da tanıklık ediyoruz. Seyahatleri, halvet tecrübesi, hilafete mazhar olması, Matrix filmine tasavvufî bakışlar, Attar'ın kuşları, Şeyh Abdülbedi, yazında İstanbul'da geçirdiği Berat Kandili ve Ayşe Şasa'ya dair anılar, mürşidinin vefatı... Okunan her bir anı Sure-i İnşirah'ı hatırlatıyor: Fe inne maal usri yusra. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Mercan Resiflerinin Ötesi, "Şeyhin Deyişleri" bölümüyle son buluyor. Bir dervişin, mürşidinden duyduklarını evvela kâğıda, sonra da gönlüne geçirmesi fevkalade değerlidir. Diğer tüm insanlık için inciler parıldar bu notlardan. Ben de yazıyı o sözlerden birkaçını aktararak bitirmek istedim, vesselam.

"Dünyada bir tek derviş dahi kalsa, o derviş tüm dünyaya bir rahmettir."

"Her insanın içinde, yüz bin canavar vardır. Şeyh, canavarlarınızı size fark ettirir ve başlarını uçurur. Şeyh, çöp kamyonuyla gezen bir çöpçüye benzer."

"İnsan varoluşunun gerçek değerini ancak Allah'ı hakkıyla ananlar bilebilir."

"Size verilmeyenleri değil, verilenleri düşünün."

"Eğer bir Allah dostuna sahipseniz ve ona uymazsanız, sizi terk edecektir."

"Bizler bu hayatta başkalarının acılarını görmezden geldiğimiz sürece Cenâb-ı Hakk bizim için soyut kalacaktır. Elbette kendi trajedilerinizle, kendi acılarınızla, kayıplarınızla, hayal kırıklıklarınızla, kırılan umutlarınız ve hayallerinizle de ilişki kurabilirsiniz."

"Proje sizsiniz, bunu asla unutmayın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek

Zaman zaman pandemi günleri aklımıza geliyor ve peşi sıra şu cümle ağzımızdan çıkıyor: Allah bir daha yaşatmasın! Amin elbette ama o zamandan bu zamana bilhassa sosyal ortamlarda insan sağlığı için ne değişti, bilemiyoruz. Her şey aynı, çünkü insanlar aynı. Evlerimizde belki bir nebze daha dikkatliyiz ama dışarıdan mikrobu, virüsü getiren de biziz. Kolonya konusunda sıkıntı yok, bol bol kullanıyoruz. Bir de hayatımıza baharatlar, kuruyemişler daha kuvvetli biçimde girdi. Bağırsak ikinci beyin, dolayısıyla iyi yağlarla beslenmeli: fındık, ceviz, zeytinyağı. Buhurdan yeniden revaçta. İngiliz nanesi, lavanta, limon en sık kullanılan uçucu yağlar. Baharat konusundaysa ağız tadından biraz vazgeçip bağışıklık sistemine yatırım yapıyoruz: sumaklar, kekikler, naneler. Son olarak; mineral ve vitamin desteği konusu zirveye çıkmış durumda. Magnezyum şart ve onun çalışması için d3 k2 de şart, omega 3 olmazsa olmaz, c vitamini vazgeçilmez, probiyotik sen bizim her şeyimizsin. Peki ellerden ne haber? Arada yıkıyor muyuz?

İşin ruh sağlığı tarafından da bahsetmemiz gerekiyor. Ara sıra uzmanların, bazen de meraklıların kullandığı, hatırlattığı kavramlardan biri olan "resilience" iyice geldi çöktü yaşamımıza. Psikolojimiz ne kadar dayanıklı? Bitik durumdaysak nasıl ayağa kalkarız? Düştüysek ne yana doğru yardım çağrısında bulunmalıyız? Hem yabancı hem de yerli bodoslama atladılar okurların üzerine. Elbette çok fayda gördüğümüz, tekrar okumak istediğimiz kitaplar da vardı, yani hepsi bir moda olarak akmadı gözümüzün önünden. Ama sahiden iyi olan kitaplar hep kıyıda köşede durdu. Kimisi az sayfa sayısı, kimisi alengirli ismi, kimisi de yazarının yeterince tanınmıyor oluşuyla silik kaldı. Bunlardan biri de bazılarımızın Spinoza Mucizesi kitabıyla tanıyıp radarına aldığı Frédéric Lenoir. İsmi oldukça iyi seçilmiş: Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak. Çevirmeni de okurun işini her zaman kolaylaştıran ustalardan: Murat Erşen.

Lenoir, hayatta kalmaya çalışırken aynı zamanda olgunlaşmaya da demir atmak gerektiğini düşünüyor. Bu kısa kitabına rehber niteliği kazandırmaya gayret ederken bunu planlamış. Kriz zamanları ansızın geliyor ve insanların markete gidip bisküvi stoklamanın hemen sonrasında düşünmesi gereken onlarca şey oluyor. Bunu yaparken akıl sağlığını, ruh sağlığını korumak, diğer yandan hayatı belirlenen çerçeve içinde sürdürmeye çalışmak hiç kolay değil. Lenoir, bu kadar acı zamanlar yaşamış olmanın pek çok tecrübe kazandırması gerektiğini vurguluyor, elbette haklı. Önemli olan ah vah etmek yerine ya da ederken, yaşanacak bir hayatın olduğunun bilincinde kalmak. Bu şuuru, olabildiğince iyi duygularla, düşüncelerle, eylemlerle beslemek.

İnsanın bu dünyadaki en hayati meselesinin özgürlük mü yoksa güvenlik mi olduğu her tartışılır. Özgürlüğü yakalamadan güvenliği, güvenliği bulmadan özgürlüğü yaşamak güçtür şüphesiz. Frederic Lenoir, güvenliği önceliyor. Spinoza'nın "Her şey, var olma gücüne göre, varlığını sürdürmeye çabalar" sözünü hatırlattıktan sonra, Portekizli nörolog Antonio Damasio'nun da bu sözü teyit eden şu açıklamasını aktarıyor: "Canlı organizma, yaşamın birçok rastlantısına karşı yapılarının ve işlevlerinin tutarlılığını koruyacak şekilde inşa edilmiştir."

Sahiden de günümüzde insan bedeniyle ve ruhuyla ilgilenen -bunları birbirinden ayırmayan- tüm bilim alanları bu noktada birleşmiş gibiler. İnsanın bedeni nasıl yaralarını kendi başına onaracak bir takım çantasına sahipse, ruh da belirli besleyici kanalları bularak kendini belli bir vasatta tutabiliyor. Kendini güvende hissetme bahsinde Lenoir'in yorumu şöyle: "Güvenlik ihtiyaçlarımız karşılandığında, içimizde en derin neşeleri yeşerten gelişme ihtiyaçlarımıza daha fazla odaklanabiliriz: Çiçeklenmekte olan aşkın yarattığı neşe, kendimizi gerçekleştirmemize ve tanınmamıza olanak sağlayan mesleki başarılarımızın verdiği neşe, ilerleme kaydeden ruhumuzun yaratıcı, entelektüel ve ruhsal sevinçleri vb."

Zorluklarla baş etmek için en büyük motivasyon kaynağı ve hareket noktası, zorluklarla baş etmeyi istemektir. "Saldım çayıra Mevlâ'm kayıra", "Su akar yolunu bulur", "Gün ola harman ola" gibi sözler günü kurtarmak için belki bir nebze ferahlık verebilir ama yaşam oldukça sert biçimde bizi beklemektedir. Burada bizi zorluklara karşı dirençli tutacak diğer nokta, sevgi bağlarıdır. Bu bağlar hem insanlara hem de işimize, meşguliyetlerimize doğru yayılmalıdır. Derin travmaları, zorlu depresyonları, aşılmaz kaygıları silip süpüren başlıca mesele, insanın kendisini güzel ve iyi şeylerle meşgul edebilmesi, hayırlı ve nitelikli insanlarla bir araya gelebilmesidir. Aksi yıkıma doğru götürür ve giden aracın frenleri tutmayacak durumdadır. Lenoir burada etimolojik bir atıfta bulunuyor: "Çincede 'kriz' kelimesi bir tehlike, diğeri fırsat anlamına gelen iki ideogramla temsil edilir. Yunancada ise 'kriz' kelimesinin etimolojisi, bir seçim yapma gereğini ifade eder. Her kriz (kişisel ya da kolektif) bizi seçimler yapmaya ve önümüze çıkan yeni fırsatları yakalamaya yöneltmelidir.

Felsefe, edebiyat, psikoloji, tasavvuf ve diğer pek çok alanda karşımıza çıkan, her insanı etkileyen konulardan biri de yaşamın anlamıdır. Bir şeylere anlam vermek, anlam bulup çıkarmak, anlamlı kılmak insan için direncin, uyumun, devam etmenin yoldaşıdır. Pek çok sorunun cevabı, ne kadar anlamlı yaşanıp yaşanmadığında saklıdır: Yaşamayı sürdürmemin sebebi ne? Beni sadece ölüm korkusu mu ayakta tutuyor? Dolu dolu yaşamak için ne yapıyorum? Gerçekleştiremediğim şeyler karşısında ne hissediyorum? Önem verdiğim ve değersiz bulduğum şeyler arasındaki farklar nelerdir? Burada düşünülmesi gereken diğer nokta: Anlam aramak başka, anlam vermek başka. İnsan, anlam arayışı diyerek bir ömrü tüketebilir çünkü neyde anlam bulabileceğini bilmeyebilir. Hatta anlamın ne olduğundan bile bihaber olabilir. Ancak anlam vermek, bir çabanın sonucudur. İnsanın iç dünyasını, iç âlemini, sufilerin deyişiyle cennetini inşa eden bir süreçtir. Sonuç bitişin, süreç devam edişin sembolüdür. Kabul edelim ya da etmeyelim, insan sembollerle yaşar. Semboller, anlam vermenin en önemli arzu ve haz kaynağıdır aynı zamanda. Peki anlam verme içinde en büyük yakıtımız nedir? Lenoir burada inanca işaret ediyor: "Tanrı'ya, ebedi yaşama inanmak ya da manevi bir yola girmek, yaşamak için sebepler verir. Derin bir imana sahip insanlar hayatın karşılarına çıkardığı büyük imtihanlara en iyi dayanabilenlerdir."

İlginçtir ki güvenlik arayışıyla başlayan kitap özgürlük ihtiyacı ve ölümle yüzleşmek gibi konularla sona eriyor. Bu özellikle seçilmiş bir yol mu bilmiyorum ama çok anlamlı olduğu söylenebilir. Gerçek tutsaklığın, zihinsel kurtuluşun yolları iyice çözümlenmeli ve kaçınılmaz istikamet olan ölümün bir son olmadığı iyice bilindiğinde, 'rıza göstermek' gibi kutsal bir farkındalığa kapı açılacaktır. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak işte bu konuyla sona eriyor: eylemek ve rıza göstermek. Lenoir burada Stoacılığın en önemli temsilcilerinden Seneca, Marcus Aurelius ve Epiktetos'a dikkat kesilmek gerektiğini söylüyor. Dostlarına ve sevenlerine mektuplarını, sohbetlerine bırakmış bu önemli isimlerin kitaplarını da hatırlayalım: Ahlak Mektupları, Kendime Düşünceler ve Enkheiridion. İşte, Epiktetos'un Enkheiridion'da söylediği "İnsanlara eziyet veren, gerçeklik değil, onun hakkındaki yargılarıdır" sözü, 9. yüzyılda yaşamış bir Budist keşiş olan Tilopa'da şöyle karşılık bulmuş: "Seni bağlayan, şeyler değil, senin şeylere olan bağlılığın". 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Kenan Rifâî ise bir nutk-i şerifinde "Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o'sun sen / insanlığı; sade yiyip içmekte mi sandın?" diye sorduktan sonra bizi bir ikaz-nasihat tartısına çeker: "Hâlin neyse, müşteri sen oldun o hâle / noksanı meğer, Adl-i İlahi'de mi sandın?"

Ahenk diyorum, ahenk. İnsanın hem kendisiyle hem başkalarıyla, kainatla olan geçimini kolaylaştıran, huzura erdiren ve daimi ferahlık imkanını sunan o engin duygu. "Bir iklîmin manzarası, mîmârîsi ve halkı arasında hâlis ve tam bir âhenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür" diyor Yahya Kemal. Her birimiz birer vatan (âlem) olarak düşünelim ve iç ahengimizi oluşturan meselelerle olan ilişkimizi gözden geçirelim. Onun talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar "Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinâta nakleder" diyerek diğer boyutu da hatırlatıyor. Durarak olmaz, çalışmak ve daima çalışmak. Kendini bitirmeden, her seferinde yeniden başlama hazzını sinede tutarak. Başkalarına da gölge olarak, el tutarak, tutup kaldırarak. Başka türlü hayat, henüz biz yaşarken memat oluverir çünkü. Kitabın yazarı da ahenge vurgu yapıyor: "Hayatta hissettiğimiz mutluluk, dinginlik veya tatmin; dış dünyanın her zaman rasgele gerçekleşen olaylarına değil, iç dünyamızdaki ahenge bağlıdır."

Kriz bitmiyor, umut da bitmiyor. Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek sadece bizi hayatta tutmuyor, başkalarına da hayat veriyor. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak, bunu hatırlatan bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hem tarihî hem de aktüel bir mesele: faiz-riba

Bu kitabın varlığından bir dostumun yazdığım yazıların altına ısrarla Süleyman Uludağ hoca banka faizini haram olarak görmüyor diye yazınca haberdar oldum, merak edip okumak istedim. Konuyu iyice anlayayım diye aheste aheste okudum. Dürüst olmak gerekirse kitap benim ezberimi bozdu . Konunun bütün boyutlarını kılı kırk yararcasına tartışması sayesinde çok istifade ettim. Böylece meseleyi sağlıklı bir şekilde yorumlama yeteneğim gelişti ancak tam anlamıyla tatmin etmedi. Zira kitap Müslümanların modern dünyadaki ihtiyaçlarını karşılama adına İslam’ın iktisad felsefesine olan inancı azaltıyor. Halbuki günümüzde ikincisine katkı yapmak birincisinden daha önemli. Üstelik Süleyman Uludağ gibi uzmanlık alanı tasavvuf olan bir hocadan bu da çok beklenirdi.

Hocamızın konuya bakışı çok kısa olarak şöyle: Faiz ne Kur’an’da ne hadislerde ne de fıkıhta kullanılan bir kavram değil. İslam dünyasında kullanımın yaygınlaşması yakın tarihte olmuştur. Kur’an’da riba kavramı vardır. Riba kesin olarak haramdır. Ancak ribanın tanımı ve illeti konusunda bir anlayış birliği yoktur. Kur’an’ın yasakladığı riba cahiliye ribasıdır. Bu verilen borcun vadesi dolunca katlanarak artmasıdır ki bu tefeciliktir. Kur’an bunu yasaklamıştır. Şu halde Kur’an’ın riba tanımı katlamalı, fahiş faizdir. İlleti de ekonomik sömürü ve köleleştirmektir. İslam buna asla izin vermez. Hadislerde ifade edilen riba tanımları Kur’an’a uymaz. Bunların hepsi ahad haberdir, yani tevatür derecesine ulaşmadığı için iman konusu olamaz. Fıkıh alimlerini yaptığı içtihatlar da bizi bağlamaz. Kaldı ki aynı konuda birinin haram dediğine diğeri helal demektedir. Günümüz ekonomik sorunlarını çözme yeteneğinden mahrumdur.

Tarihte İslam alimleri faiz problemini çözemedikleri için hile-i şer’iyyeye başvurmuşlar, sorunları böylece hasıraltı etmişlerdir. Günümüzde de bu anlayış devam etmektedir.

Sağlıklı ekonomilerde makul seviyede faiz alıp vermenin dinen hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü birisine borç para vermek paranın kullanım hakkından vazgeçmektir. Borcu alan bu parayı alarak değerlendirmekte ve para kazanmaktadır. Bu da alınan faizin bazı İslam alimlerinin iddia ettiği gibi karşılıksız para olmadığını gösterir. Bu fikirleri Batılı iktisatçıların faiz teorilerinden aldığını görüyoruz.

Hocamıza göre ribaya benzeyen, kat kat aşırı faiz haramdır.
Kat kat olmasa bile fakire faizle verilen kredi mekruhtur.
Ticaret yapan zenginlerin faizle kredi alması ise mübahtır.
Katılım bankalarının diğer bankalardan farkı yoktur. 
Bunların fakirlere hiçbir faydası yoktur.
Günümüzde riba ile mücadele etmek için faizli müesseselerin olması kaçınılmazdır. Ancak faizli işlemlerin hak ve adaletten uzaklaşıp zulme dönüşmesi her an mümkün olduğu için ciddi bir şekilde mücadele edilmelidir. Dindarlar Karzı Hasen Kasaları oluşturmalıdır.

350 sayfalık kitabı kısa bir yazıda özetlemek yanlış anlaşılmalara sebep olabilir ama özü bu şekilde. Hocamızın haklı olduğu yerler var, ancak katılım bankalarını itibarsızlaştırıp karzı hasen sandığı gibi hayali bir yapı önermesi en önemli çelişkisi. Faizli bankalar ile katılım bankalarını aynı kefeye koyması ise çok büyük haksızlık. Zira en azından bu kurumlar dinen meşru kabul edilen alanlarda ekonomik işlem yapıyor. Diğerlerinin böyle bir derdi yok. Ayrıca katılım bankalarını diğerleri gibi para ticareti yapmakla suçlaması doğru değil. Bana göre bütün eksiklerine rağmen katılım bankaları dindarlar için tek çıkar yol...

Diğer taraftan eğer kişi borcunu ödemezse faiz işlemeye devam ediyor ki bu işlem çok hızlı bir şekilde ribaya dönüşüyor ve adamın hayatı mahvolabiliyor. Banka borçluya bir kolaylık göstermediğine göre tefeciden ne farkı kalıyor? Hiç... Ödediğin sürece sorun yok ama ya bir aksilik oldu ödeyemedin... İşte o zaman dananı kuyruğu kopuyor. Böyle borç altında inleyen, ömrü banka faizi ödemekle geçen çok insan var.

Süleyman Uludağ hoca benim sevip saydığım, samimiyetine güvendiğim bir hocamızdır. Engin birikimi ile meseleyi ortaya koyması, öğrenilmesine katkı yapması, çağın en önemli bir sorununu oldukça realist biçimde ele almaya çalışmasını takdir ettim. Ancak meseleyi eksik değerlendirmesi ve sadece ekonomik işlemlere odaklanması konunun özünden uzaklaştırmış.. Diyelim ki banka faizini helal kabul ettik, eğer bu bankaya para yatıran insanların böyle bir kaygısı yoksa, Müslümanca bir hayat yaşamıyorlarsa ne anlamı olabilir? Hiç.. Dinin hiçbir emir ve yasağına uymayan bir insanın İslamî usulle boşanmaya çalışması gibi inandırıcılıktan uzak değil mi? Dini kaygıları olan bir insan da parasının nasıl kullanıldığını bilmeden bu bankalara yatırır mı? Yatırmaz. Mecbur kalıp onlardan faizli kredi aldıysa bir faydası olabilir.

Müslümanların maddi konularda başarılı bir imtihan vermediğini düşünüyorum. Nasıl mazeretlere sığınıp çağa teslim olmak yanlışsa din adına insanları çaresizliğe itmek, hileye başvurmaya zorlamak da yanlış... Önemli olan malla olan imtihanımızı kazanmak... Bunu başaramadıktan sonra gerisi boş...

Söyleyeceklerimin özü budur. Kitap hakkında çok karmaşık duygular besliyorum. Hoca konuyu iyi analiz etmiş ama maalesef aynı başarıyı temellendirmede gösterememiş. Ayrıntıda boğulmuş. İçinden çıkamamış. Ancak konuyu farklı boyutları ile öğrenmek isteyenler için tavsiye ederim. Kitabın en önemli hizmeti de bu olsa gerek..

Süleyman Tuğrul

23 Mayıs 2024 Perşembe

Anlatının krizi, deneyimin yokluğu

Baba ölüm döşeğindedir. Oğullarını yanına çağırır ve onlara üzüm bağında gömülü bir define olduğunu söyler. Oğullar heyecanlanır, hemen işe koyulurlar, kazarlar, defineyi aramaya başlarlar. Fakat defineyi bulamazlar. Hazinenin olmadığını görürler. Üzülürler ama sonbahar geldiğinde babalarının onlara başka bir hazine bıraktığını fark ederler. “Bereket altında değil, emektedir.” Çünkü bağdan kaldırdıkları hasat tüm ülkedeki bağlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur.

Byung- Chul Han, Anlatının Krizi’nde Walter Benjamin’den bu fablı aktardıktan sonra Benjamin’in sözlerini alıntılıyor: “Nereye gitti bütün bunlar? Hâlâ adamakıllı bir şeyler anlatacak insanlara rastlanabiliyor mu? Ölüm döşeğindeki insanlardan, bir aile yüzüğü gibi kuşaktan kuşağa geçen böylesine dayanıklı sözler bugün nerede var? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor? Deneyimine dayanarak gençlerle baş etmeyi kim deneyecek?” Fablda babanın oğullarına aktardığı hazine, deneyimdir. Deneyim, anlatı suretiyle varlık kazanmıştır. Chul Han’ın deyimiyle deneyime karakterini anlatı verir.

Deneyim sürekliliğe bağlıdır. Modern insan kendisini süreklilikten soyutlamıştır, böyle olunca da deneyim yoksulluğuna düşmüştür. Anlatıda deneyim eksik olduğunda veya hiç olmadığında ise anlatı, anlatı olmaktan çıkmıştır. Chul Han’a göre bugün anlatı yerini enformasyona bırakmıştır.

Fransız günlük gazetesi Le Figaro’nun kurucusu Hippolyte de Villemessant Okurlarım açısından Paris’in Latin Mahallesindeki bir tavan arası yangını Madrid’deki bir devrimden daha önemlidir” diyerek enformasyonu özetlemiştir. Çünkü okurun güdüsü sadece meraktır, okur acelecidir. Sosyal medya aceleciliği daha da pekiştirmiştir. Belli sayıda harften oluşan haberleri saniyeler içerisinde daldan atlayarak kat eder, merakı giderilir ve yazıyla işi biter.

Anlatı yoğunlaşmayı, oyalanmayı gerekli kılar. Aceleci bir okurun anlatıdan alacağı bir pay yoktur. Anlatı okuru, dinleyicisi veya muhatabı yavaş olmak zorundadır. O dikkatini vermeli, zihninde muhatap olduğu cümleleri iyice pekiştirmeli, öze ulaşmalı ve alacağını almalıdır. Alacağı, geçici olmayacaktır, onunla birlikte yaşayacaktır.

Enformasyon devrinde ise okur alacağını alarak merak duygusunu giderir, aldığını unutur. Alacağı onunla birlikte yaşamaz, her an yeni bir habere maruz kalacaktır o, anlık tatminlerle hayatını sürdürecektir.

Dolayısıyla enformasyon hayatta kalmaz, kaydedildiği an okura ulaşmalıdır. Modern zamanda mesafesizlik yerini boşluğa bırakmıştır. Belli bir mesafeden belli bir dikkat ve çabayla ulaşılan bilgi, kişinin tarihle ve kaderle bir yerde buluşması gibidir. O bilgi, hayatidir. Anlık kayıtlarla sunulan haber ise, enformasyon formuyla hayati değil, zevkî bir tecrübedir.

Benjamin örnek olarak Heredotos’u verir. Heredotos sadece hikayeyi anlatmıştır, hikaye üzerine hiçbir çıkarım yapmamıştır. Ancak hikayesi/hikayeleri bugün hala varlığını korumaktadır. İnsanlar, bilginler üzerine yorumlar sunmakta, çıkarımlar yapmaktadır. Çünkü hikaye tükenmez ve okuyanla yaşar. Enformasyon çağında işte bu kaybolmuştur. Her an havada onlarca yüzlerce haberler uçuşmaktadır ve okur yakalayabildiğini yakalamakta, sonra yenisini yakalamak için elindekini tekrar fırlatmaktadır.

Anlatı Krizi, modern zamanın kaybettirdiklerinin pekişmesi ve hatırlanması adına önemli bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Düşünerek yaşamak ve yaşayarak düşünmek

Bazı kitaplar vardır, bir türlü içindeki hazineyi açmazlar; gizli bir güzellik taşıdıkları bellidir, yeterince sabrettiğinizde büyük ödüle ulaşacağınız kesindir ama cümleler uzadıkça uzar, düşünceler karmaşıklaştıkça karmaşıklaşır. Yazar adeta bir iç sıkıntısını bir türlü atamıyordur üzerinden ve buna bağlı olarak bölümler de bir türlü kendiliğinden yazılmışlığın o kısa süreliğine her şeyi unutturan etkisine ulaşamaz. Su gibi akmaz. Serinlik hissi vermez. Güzel bir manzara izliyormuşsunuz gibi kapılıp gitmenize yetmez. Sisli bir havanın verdiği hisse yakındır, belirsiz düşüncelerle kuşatılmış, az sonra açacak havayı beklemektesinizdir.

Ne var ki iyi bir okuyucuysanız, ne olursa olsun iyi kitabın değerinin sezgisel bir biçimde farkındasınızdır. Tıpkı derin düşünceleri olan bir insan hiç konuşmasa da bunu hissettiğiniz gibi hissedersiniz. Kitapların insanlara en çok benzediği zamanlar tam da böylesi bir kendini açamama halindeki anlardır. Kendini kolaylıkla açan insanlardansa zorlukla açan insanlara benzer kitaplar. En çok şey söyleyeni en ketum insanların elinden çıkar. Kitabın kendini açamadığı zamanlarda, insan olmanın gereği olarak, sizin onu anlamanız gereklidir. Bu sorumluluğu alan bir okursanız, herkes bir süre sonra kitabı elinden bıraksa da siz bırakmayacaksınızdır ve ne olursa olsun son cümlesine kadar okuyacaksınızdır. Çünkü bilirsiniz ki bütün gizli hazineler kendini sona saklar!

Jerome Brillaud’un, Burcu Tümkaya çevirisiyle bu yılın başında çıkan güzel kitabı, Basit Yaşama Felsefesi (kolektif kitap), kendini sona saklayan kitaplardan ama bunun nedeni başta belirttiğim bir iç sıkıntısı hali değil. Daha çok, ilk bölümlerde basit yaşamın ne olduğuna dair klasik felsefecilerin görüşlerine yer verme çabası. Kadim metinlere, büyük düşünürlere yer açarak önce onların ne dediklerine kulak verme çabası. Yazarın, büyüklere saygılı bir biçimde kendi sırasını beklemesi ve bu sıranın oldukça geç gelmesi. Nihayet sıra geldiğinde ise beklediğinize değdiğini hissettiren, hayatın yükünü hafifleten -ama basitleştirmeyen- akıcı düşüncelerle karşılaşıyorsunuz. Yazar bilerek sabrınızı denemiş de sadece iyi okurlarına gerçek düşüncelerini saklamış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Brillaud, basit yaşamı, “tefekkür ve eylemin birliği” olarak alıyor (s.71). Diğer bir deyişle, basit yaşamak aslında basitçe, düşünerek yaşamak ve yaşayarak düşünmek anlamına geliyor. Modern yaşam tam da bu bağlantıyı hiç olmadığı kadar kestiği içindir ki her eylem olması gerekenden ağır, her düşünce bir türlü harekete geçemediğimiz birer ağırlık nedeni haline geliyor. “Basit yaşamda kişi eylem ve tefekkürüne dikkat kesilir; tefekkür ve eylemin birleştiği, birinin diğeri olmadan gerçekleşmediği, eylemin tefekkür ve tefekkürün eylem olduğu bir yaşamdır bu. İşte basit yaşam budur.” (s.71).

Basit yaşam, “neden” sorusunu sorduğumuz yaşamdır aynı zamanda. Yaptıklarımızı neden yaptığımızı ve yapmadıklarımızı neden yapmadığımızı ya da yapamadığımızı biliriz. “Öylesine,” sorgulamadan geldiği gibi bir yaşam, basit yaşamın zıddıdır. Hiç düşünülmeden yaşanan bir hayat, nedensiz ve dolayısıyla amaçsızdır. Yaşanmamış gibidir! Ne kadar uğraşırsak uğraşalım varacağımız yer, başladığımız yerdir. Ne kadar ilerlersek ilerleyelim aklımız hep çok geridedir.

Basitlik, yaşamın özünde saklı hazinenin gözümüzün önünde olduğu halde bir türlü göremediğimiz anahtarıdır. Deneyimin en yoğun halidir. Bu sayede, insanla yaşamın arasına hiçbir aracı girememekte, hiçbir düşünce dolayımdan geçmemekte, hiçbir teknoloji bizim yerimize hareket etmemektedir. Aşırı teknolojikleşmiş hayat, genellikle her şeyi basitleştirirken yaşamı basitlikten çıkarır ve insanı aşırı deneyimsizleştirir. “Walter Benjamin, kontrol edilmeyen teknolojik gelişmelerin deneyim yoksulluğuyla sonuçlanacağını ileri sürdü. Ne kadar ‘boğucu’ olursa olsun fikir çokluğu bile deneyim boşluğunu dolduramaz.” (s.135).

Buradan hareketle şunu bile söyleyebiliriz ki çoğu kez deneyim eksikliği ya da boşluğu, fikir çokluğunu yaratan şeydir. Boşlukta uçuşan fikirler, genellikle deneyim yokluğunun eseridir. Daha açık deyişle, hayatı ne kadar tecrübe edemez, yaşayamaz ve deneyimleyemezsek o denli havada uçuşan kelimelerden yardım umarız. Düşünce ve fikir bir tür modern hayatın aracısı teknolojiye dönüşür; yapmak istemediğimiz ve kendi başımıza yapamadığımız ne varsa bizim için yapabilecekmiş gibi gözükür. Hayatı olduğundan daha karmaşıklaştırarak gerçeği deneyime kapalı hale getirir. Oysa, “Basit bir yaşam, bir dizi sözcükle uzatılmaz; anda yaşanılır” (s.138).

Tüm bunlar nihayetinde bir yanılsamadır ve deneyim eksikliğinden kaynaklanan derin boşluğun ancak düşünceyle eylemin birleşmesiyle kapanabilecek basit bir reçetesi vardır. Düşüncesiz eylem ya da eylemsiz düşünce aynı boşlukta yok olup gitmeye mahkumdur, her ikisi de diğeri olmadan kendi başına var olamayacak yoksunluktadır. “Neticede deneyim yoksulluğu insanı varoluşsal bir yoksulluğa götürür.” (s.135).

Gerçek, hemen her zaman en basit haliyle karşımızdayken biz tam da onu göremediğimiz için karmaşıklaştırmayı seçeriz. “Gerçek yapısal olarak sürekli değişim halindedir, dışarıdan değiştirilemez ve basittir. Gelgelelim gerçeğin bu tanımı herkese uygun değildir. Gerçek yalnızca bir aracı varsa veya karmaşıksa katlanılır olur. Entelektüel merak ve gerçeğin sırlarına nüfuz etme arzusuyla gerçeği karmaşıklaştırırız. Karmaşıklaştırdığımız zaman ona esasında sahip olmadığı anlamlar yükleriz, onda bizden esirgediğine inandığımız sırlar buluruz. Fakat gerçeğin sırrı yoktur çünkü saklayacak bir şeyi yoktur.” (s.150).

Gerçeği neden görmeyiz peki? Apaçık ortadayken ve bütün basitliğiyle kendini ifşa etmekteyken? Bunun cevabı bir kez daha düşünceyle eylemin ve eylemle düşüncenin hiç olmadığı kadar koparılmış iki ayrı hattan ilerliyor oluşunda gizlidir. Bir taraftan, nedensiz düşünce düşüncesiz nedenler üretmekte ve gerçekliği kavranamaz derecede karmaşık hale getirmektedir. Diğer taraftan geniş kitleler modern hayatın olanca konforuyla yaşarken, eylem ve düşüncenin eylem kısmında takılı kalmakta, gerçekliğin kendi pratik hayatlarına temas etmeyen kısmını büsbütün kaçırmaktadırlar.

Basit yaşam, hayatın tamamına ortak olmak, düşünceyle eylemin ayrıştırılamazlığını kavrayarak yaşamaktır. Bu aynı zamanda insanın en politik halidir. Bu durum, her insanın her insanla en yakın ilişkide olduğu, dünyanın bir ucundaki tecrübeye diğer ucundakinin dahil olduğu, daha iyi bir yaşamın dürüstçe gerçeği görebildiğimizde mümkün olacağı bir zemin sunar. Politik olma, aynı ilkelerin hayatın her alanına hâkim olmasını isteyen bir enerji barındırır ve düşünceyle eylem ayrışmaz bir biçimde birleştiğinde, hayatın her alanı politikanın konusu haline gelir. Örneğin, “Kazançlı işlerini bırakıp daha az kazandıran fakat daha az stresli işlere geçenler belki de siyasi olarak aktif olduklarının farkında değillerdir.” (s.164).

Modern hayat, tam da düşünceyle eylemi ayırdığı için üretimle tüketimi, yaşamla deneyimi, insanla insanları birbirinden uzaklaştırmış ve hatta birbirlerine yabancılaştırmıştır. İnsanları hiç de ihtiyaç duymadıkları bir hayatı yaşamaya zorlamaktadır ve böylelikle tıpkı ihtiyaç duyulmadan alınan sayısız ürün gibi lüzumsuz bir ağırlıkla yaşamalarına neden olmakta, insanı siyasal bir varlık olmaktan çıkararak ezilmemek için ayakta durmaya çalışan zavallı tüketicilere dönüştürmektedir. Sistemin isteklerine uyuldukça en çok politik enerji kaybolup gitmektedir.

Bu nedenle denebilir ki basit yaşam, bütünüyle ihtiyacımız olanı yaşamakla ve geri kalanını reddetmekle elde edilen, politik bir karşı çıkış halidir. En sıradan alışkanlıklarımızda bile kendini gösterebilir. Örneğin gündelik alışverişlerimizdeki tutumlarımızla böylesi bir yaşamı yıkar ya da yeniden kurarız. “İhtiyaç duyulmayan ürünleri satın almamayı seçmek, zayıf bir sosyalleşme işareti değildir; süpermarketin reyonları arasında yürürken gerçekleştirilen ekonomik itaatsizlik ve politik direniş eylemidir. Basit yaşam aynı zamanda ortak ve tutarlı değerlere sahip maksatlı bir topluluğa katılmak demektir.” (s.164).

Basit yaşam, en basit insanın bile hiç de basit olmadığı, gerçeği bilebilir meziyetlerle donatıldığı basit gerçeğine dayanır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

15 Mayıs 2024 Çarşamba

“Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır”

Zor zamanlarda aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu zinde tutmak için kadim mirastan yararlanmak bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük nimet. Sadece zor zamanlarda değil elbette, gönül safası bulmak için de keza yine aynı mirasın sandıklarını açıyoruz, açmalıyız.

İnsanı bu yola çıkaranın muhabbet olduğuna inanıyoruz. Felsefeyi eğer derinleşmek olarak kabul edecekse, tasavvuf da bir din felsefesidir ve tasavvuf yolunun incelikleri tek başına öğrenilecek basitlikte değildir. Her ne kadar mütevazılığın, sadeliğin, zarafetin yayıldığı bir iklimden bahsediyorsak da insanız ve hata yapmak fırsatını Adem’den beri üzerimizde taşıyoruz. Düşe kalka yürüyoruz, bunu da kabul ediyoruz. Ancak bir el tutmak, bir ışığın ardında yürümek bambaşka bir zevk.

Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır. Şahsi hikâyemi teferruatıyla dökmek istemem ama Şehremini Lisesi’nde okuduğum yıllarda, evimizin hemen çaprazında bulunan Seyyid Seyfullah’ın kabrini ziyaret etmek fakire hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Kaybolmamak için nereden başlamalıyım diye düşünmeme gerek kalmadan, Mustafa Kara’nın Tekkeler ve Zaviyeler kitabını bulmuş ve böylece kendisinin “uzaktan öğrencisi” olmakla tabiri caizse safa bulmuştum. Hikâye bu kadar değil elbette ama şu kadarını söylemeliyim: Merkezinde muhabbetin olduğu bir iklimden bahsediyoruz tasavvuf diyerek. Yollar nasıl ki muhabbetle kurulmuş vaktiyle, muhabbetle de yürünmeli öyleyse. Bunun için de düşünceye, insana, kitaba, mekânlara, sanatlara olan inançtan, muhabbetten asla vazgeçmemek gerekiyor.

2023 yılının sonlarına doğru Mustafa Kara hocanın iki kitabı selamladı meraklıları. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, Dergâh Yayınları’nın neşrettiği kitapların ilkiydi. Kitabın isminin öyküsü şöyle:

Abdürrahîm Merzifonî (v.1446) Mısır’da tanıştığı Sühreverdiyye tarikatının Zeyniyye kolunun pîri Zeynüddin Hâfî’ye intisap eder ve seyr u sülûnu tamamlar. Daha sonra mürşidiyle birlikte Horasan’a gider ve burada birkaç yıl kalır. Hâfî, bu esaslı dervişini “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” diyerek Anadolu’ya gönderir. Hazret böylece doğduğu Merzifon’a geri döner ve vefatına kadar burada halkı irşad eder. Şiirlerinde Rûmî mahlasını kullanır ve “Tövbe yâ rabbi hatâ râhına gittiklerime / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” beyti, 15. yüzyıldan bu yana pek çok levhada kendine yer bulur. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, İstanbul’u ve İstanbullu gönül tabiplerini, Bursa’yı ve Bursalı gönül tabiplerini bir araya getiriyor. İstanbul’un Kocamustafapaşa’sında doğmuş bir Bursalı olarak sayfalar arasında ne kadar zevkle gezindiğimi keşke anlatabilsem. Hocanın peşi sıra çıkan ikinci kitabının adıysa Yedi İklim Dört Köşe idi. Dört bir yanda uyanmış gönül ocaklarını kucaklayan bu çalışma, hocanın “bugünkü dünyaya İslâm’ın sesi sadası daha çok onların yolunda olanların eserleri ile ulaşıyor” dediği İbn Arabî ve Mevlanâ Celâleddin Rumî nezdinde yeni pencereler açıyor. Hocanın da vurguladığı gibi bazı Müslüman yazarlar bu ‘ulaşma’nın önünü kesmek için ellerinden geleni yapsalar da bu tarih boyunca görülmüş hadiseden geriye her zaman diri olan muhabbet kalmıştır. Kitabın kadın dervişleri ele alan son bölümüne dair hocanın aktardığı hatıra pek güzel: “Yıllar önce Bursa’nın bir köyünde, İzmir’den gelen şeyh efendinin sohbetinde bulunmuştum. Dinleyenlerin bir kısmı da o köyün kadınları, kızları idi. Herkes pür dikkat dinliyordu. Soru cevap faslında bir dinleyici konuyu ısrarla başka alanlara çekmeye, kafasındaki çarpık/çağdaş sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Sohbet eden kişi de yumuşak üslubuyla muhatabını kırmadan tatmin etmeye dikkat ediyordu. İş uzayınca hanımlar arasında bulunan yaşlı bir teyzeden olgun ve doygun bir ses tonuyla cevap geldi: “Geç ak ile karadan”. Her şey anlaşıldı… İşte dedim içimden Râbiâtü’l-Adeviyye… İşte Bâcıyân-ı Rum…

Bu iki güzide kitabın ardından 2024’ün şubatında bir Mustafa Kara kitabı daha talib-i irfanın imdadına koştu. İsmini, Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirindeki bir dizeden alıyor: Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm. Hoca, önsözünde bizi hüzünle karşılıyor. “Son yıllarda kaleme aldığım yazılar tek cilt halinde yayınlansaydı esere bu ismin verilmesini düşünüyordum. Çünkü ‘aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor’. Yarım yüzyılı geçen bir zamandan beri Osmanlı coğrafyasının tasavvuf ve tarikatlar tarihiyle ilgili yazı yazan bir kişinin artık bu ifadeyi kullanma hakkı vardır diye düşünüyorum.

Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm’ü, bir vefa kitabı olarak kabul etmek mümkün. Mehmed Âkif’e ithaf olunan, Nurettin Topçu ve dostlarının çevresinde açılan, cumhuriyet devrinde tasavvuf kültürüne, neşvesine katkı sunmuş muhterem zevatı tanıtan, tasavvufun son 100 yıllık seyri içinde nereden (ne olduğundan) nereye (ne olmadığına) geldiğini hatırlatan bu çalışmanın özü, belki de şu cümlede saklı: “Büyükleri anlamak kendimizi anlamaya doğru giden yolun ilk adımıdır.

Aralık 1925 tarihi itibariyle cismen kapatılan ama ruhen kapatılması mümkün olmayan tekkelerin işlevi bir yana; insanların gönül dünyasında asırlarca karşılık bulmuş bu zenginlik, şimdi yerini koca bir boşluğa mı bıraktı yoksa? Sorunun cevabı belki bu yazının başlığında, ama en çok da kitabının sayfaları arasında. Hatta belki de hocanın o şahit olduğumuz inceliğiyle, zarafetiyle seçtiği kitap ayracında…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Osmanlı’nın tarikat ve tekkelere yaklaşımı

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devlet tarafından desteklenen tarikatların faaliyet alanı olan tekkeler devlete sosyal, kültürel, siyasî, dinî ve askerî birtakım katkılar sağlamışlardır. Osmanlı merkezi idaresi devletin kuruluş yıllarından XIX. yüzyıla dek tekke ve tarikatları belli bir serbestlik içerisinde gözlem altında tutmuş, onların gelişme ve büyümesine siyasi durumu ve gündemi doğrultusunda izin vermiştir. Modernleşmenin ve merkezileşmenin her alanda kendini gösterdiği XIX. yüzyıla gelindiğinde sosyal hayatın önemli unsurlarından biri olan tekke ve tarikatlara devletin bakışında bazı değişimler meydana gelmiştir.

Osmanlı’nın tarikat ve tekkelere yaklaşımı, Meclis-i Meşâyıh’ın (şeyhler meclisi) kuruluşu ve faaliyetleri ile II. Abdülhamid’in tarikat siyaseti Mine Durmuş’un kaleme aldığı ve Sufi Kitap’tan okurla buluşan Meclis-i Meşâyıh başlıklı eserde konu ediliyor. Yazarın yüksek lisans tezi olan çalışma Osmanlı arşiv belgeleri ve Meclis-i Meşâyıh defterleri ışığında kurumun yapısının yanı sıra tarikat ve tekkelere dair yapılan düzenlemeleri inceliyor.

XIX. yüzyılla birlikte değişen dünya şartları ve Osmanlı Devleti’nin yaşadığı siyasi hadiselerle, bu yeni durum ve şartlara entegre olma çabası içerisinde, tarikatlar ve onların faaliyet merkezleri olan tekkeler devlet tarafından sağlanan eski rahat ve bir bakıma özerk konumlarını büyük ölçüde kaybetmiştir. Devletin tekke ve tarikatlara yaklaşımındaki değişimin en büyük sebebi merkeziyetçilik politikası ile siyasal, sosyal, dinî ve kültürel anlamda devleti etkileyen her türlü oluşumu kendi bünyesinde kontrol etme isteğinden kaynaklanmaktadır. Sultan III. Selim döneminde tekkeler üzerinde görülen gözetim Sultan II. Mahmud döneminde çıkarılan fermanlarla daha da artmıştır. Tedrici olarak başlayan tekkeleri denetleme süreci müstakil anlamda bir meclisin kurulması düşüncesine dönüşmüştür.

Meclis-i Meşâyıh’ın kuruluşu, nizamnamesi, mevcut bürokratik yapı içerisindeki konumu ve faaliyetleri Osmanlı Devleti’nde devlet-tekke ilişkilerinin siyasi bir hüviyet kazandığının en somut örneği olarak kitapta karşımıza çıkıyor. Meclis-i Meşâyıh olarak isimlendirilen ve Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan bu meclis, yürütme görevini Evkâf Nezâreti ile Şeyhülislamlık’a bağlı olarak yerine getirmiştir. Tekke ve zaviyelerin hususî işlerinden özellikle de şeyh atamalarından sorumlu olan Meclis-i Meşâyıh, tekkelerin denetlenmesi konusunda önemli bir merci olmuştur.

Meclis-i Meşâyıh maiyetiyle birlikte Şeyhülislamlık/Bab-ı Meşihat binası (günümüzde İstanbul Müftülüğü) içerisinde bulunan bir odada toplanmakta ve tekkelerle ilgili kararların burada alınmaktaydı. Tekke sakinlerinin her türlü nüfus işlemleri, tekkede ikamet edenlerin ve tekkeden ayrılanların kontrolü, tekkelerin teftişi, gelirleri ve imarı ile ilgili yapılan çalışmalar Meclis-i Meşâyıh’ın yetkisi altındaydı. Sultan Abdülaziz döneminde 1866’da kurulan Meclis-i Meşâyıh Sultan II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde alınan kararların kayıt altına alınmasıyla daha sistemli bir şekilde çalışmaya başlamıştır. Meclis-i Meşâyıh’ın aldığı kararlar öncelikle Şeyhülislamlık makamı ve onun da üzerinde padişahın fermanı ile uygulanmaktaydı.

Merkeziyetçi politikanın sonucu olarak tarikat ve tekkelerin idare edildiği Meclis-i Meşâyıh’ta kuruluşundan itibaren birçok tarikat şeyhi görev yapmıştır. Bu şeyhlerin bazıları reislik makamında bulunmuş bazıları ise aza olarak mecliste vazife ifa etmişlerdir. Bunların dışında belirli bir süre mecliste ilmiyeden bir nazır ve kararların kayıt altına alınması için başkâtip ile birkaç kâtip de görev almıştır.

Başkentte faaliyetlerini sürdüren Meclis-i Meşâyıh’ın yanı sıra Bursa, Edirne, Selanik, Şam, Girit ve Trabzon gibi bölgelerde de merkeze bağlı Meclis-i Meşâyıhlar tesis edilmiştir. Taşradaki meclisler tekke ve zaviyelerde şeriata, tekke usul ve erkanına uygun olmayan hareketleri merkezde bulunan meclise bildirmekteydi. Reis ve azaları bulundukları bölgeden seçilen bu meclisler aracılığıyla Osmanlı topraklarındaki tekkeler ve tarikatlar denetim altında tutulmaya çalışılmıştır.

Kitapta Meclis-i Meşâyıh’ın yapısı ve işleyişinin yanında Sultan II. Abdülhamid’in tekke ve tarikatlara yaklaşımı ayrıntılı olarak ele alınıyor. II. Abdülhamid saltanat yıllarında Kadiri, Rifaî, Şazelî, Nakşibendî ve Medenî gibi çeşitli tarikat ile yakından ilgilenmiştir. Tarikatlarla olan ilgisi tasavvufa olan yakınlığından ziyade tarikatlardan Hilafet ve İttihad-ı İslam anlayışı çerçevesinde siyasi anlamda ne gibi kazanımlar elde edeceği noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu doğrultuda Anadolu ve Rumeli merkezli âsitânelere tahsisat ve tamirat noktasında yardımlarda bulunulmakla birlikte Sultan’ın otoritesini ve devletin nüfuzunu zedeleyecek tarikatların gelişmesine müsaade edilmemiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren etkinliğini koruyan tarikatların ve tekkelerin yüzyıllar içinde yaşadığı değişim, tekkelerle ilgili yapılan düzenlemelerle Meclis-i Meşayıh’ın tesisi ve mevcut bürokratik yapı içerisindeki konumunu merkeze alan kitap, devletin tekke ve tarikatlara bakışı ile merkez-tekke olgusunu aydınlatmayı amaçlıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Enis Batur’un Kitap Tekerleği

Kişisel okuma serüvenimde Enis Batur (ya da onun deyimiyle EB) çok farklı bir noktada duruyor birkaç senedir. Batur’u okuyan Türkiye’de bir avuç kemik bir kitle var ve Enis Batur bu okurları için durmadan üretmeye devam ediyor. Ona en çok saygı duyduğum noktadır burası. Çünkü edebiyata ve yazmaya saygısı olan insanlara özel bir ilgim var. Örneğin, romancılığı ve düşünceleri çok eleştirilse de Orhan Pamuk’a veya Beşir Ayvazoğlu’na pek tabiî İsmail Kara hocama da çok saygı duyarım. Çünkü eserleri için onlar kadar çalışan çok az yazar vardır Türkiye’de. Bence bu çalışkanlık övgüyü hak ediyor ve bu çalışkanlık niteliği de zirvelere çıkarıyor.

Evet, Enis Batur elli küsur yıldır üretmeye devam ediyor. Yeri geliyor sadece 30 tane basılan bir kitap sürüyor piyasaya. Yeri geliyor adını ilk defa duyduğumuz yayınevleriyle çalışıyor ama bir şekilde yılda dört beş, bazen daha fazla kitap ortaya çıkarıyor. Elbette bu kitapların hepsi alınıp okunacak ve üzerine bir şeyler konuşulacak kitaplar değil, zaman zaman prestij kitap diyebileceğimiz ürünler de (özellikle son 2-3 yıldır) ortaya çıakrıyor ama en azından her sene güzel denemelerini görmeye devam ediyoruz. Bazı okur ve yazarlar hiç önem vermese de Enis Batur’un Türkiye’deki birkaç iyi deneme yazarından biri olduğunu yadsıyamayız. Çünkü Enis Batur gördüğünü ve düşündüğünü yazmaktan çekinmiyor. Yani ‘mahalle baskısı’nı çok da ciddiye alan biri değil. Bu yüzdendir ki iyi yazılar, denemeler ortaya çıkarıp hakkaniyetli kitapları önerebiliyor. Bunlara bir de, ilk okuyuşlarda okura farklı gelen ama alışıldığında okurun hoşuna giden kendine özgü üslûbu eklenince, EB’nin denemelerini okumak insana keyif ve okuma görgüsü veriyor. Öyle ki zaman zaman ‘biraz Enis Batur okumam lazım’ deyip elimdeki kitapları kenara ayırdığımı ve yeni bir Enis Batur kitabına başladığımı bilirim. Şükür ki Enis Batur’un sayısını kendisinin bile bildiğini düşünmediğim kadar kitabı var ve yenileri de gelmeye devam ediyor. Bu yeni kitaplardan sonuncusu ise Axis Litera Yayıncılık’tan geçtiğimiz aralık ayında neşredilen Kitap Tekerleği isimli kitabı.

Bu sıralarda sahaflık, kitaplar, okuma tarihi gibi konular hakkında yazılan kitapları toplayıp okumaya gayret ediyorum. Enis Batur’un da zaten hemen çoğu kitabında edebiyat ve sanat birinci konu. Bu kitabında da bu durumu bir yerinden yakalayıp kitaplar, okumalar hakkında bir kitap ortaya çıkarmış. Aslında Enis Batur’un bu minvalde ve farklı türlerde kitapları var. Örneğin Kitap Evi, Kütüphane, Yaz/Boz vs. Kitap Tekerleği de bu seriye eklenen değerli bir kitap olarak karşımızda duruyor. Bu kitapta aynı zamanda 2014’te yayımlanan Kitap Evi romanının arka planını da görebiliyoruz. Aslında Kitap Tekerleği daha 'sıkılgan’ okur için planlanmış gibi duruyor. Kısa kısa yazılar ve çok bölümlü bir kitapla okumak daha rahat oluyor ama içerik olarak, kolay okunmasına rağmen belirli bir seviyenin üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Uzun süredir yoğun kitaplar çıkarmıyor zaten EB. Bu da onlardan biri.

Kitap Tekerleği dört ana bölüm ve birçok alt bölümden oluşuyor: Minyatür Kitap Ansiklopedisi, Ayraçlar, İki Kütüphane Söyleşisi ve Kitap Evi kitabın ana bölümlerinin isimleri.

İlk bölüm Minyatür Kitap Ansiklopedisi kitabın güzel kısımlarından biri. A’dan Z’ye mini bir sözlük diyebiliriz bu bölüme. Ama ‘enisbaturca’ bir sözlük. Kitaplara, kütüphaneye, alfabeye, yazmaya, okumaya dair alakalı kendine göre önemli gördüğü kavramların anlamını veriyor Batur. Ama örnekler ilgi çekici. Kuru bir sözlükle karşı karşıya değiliz yani. Zaman zaman Enis Batur’un cümlelerinin aralara girdiğini gördüğümüz, bazı bilgilerin hemen her okur tarafından bilinen ama bazılarının ilk defa duyulan, en fazla bir sayfayı geçmeyen, bazen bir cümleden oluşan bir sözlük bu. Tabiî bu sözlüğü hoş yapan çizim, illüstrasyon eklemeleri var bir de, verilen terime uygun. Bu bölümde herkesçe bilinen kelimelerin anlamları verilmeyip daha az bilinen kelimelerin anlamları ‘daha enisbaturca’ yorumlansa nitelik yükselebilirdi ama bu haliyle de gayet keyifli bir bölüm. Özellikle bibliateli, biblioholism, bibliomania ve cinnet-i kütüb kelimelerinin farklarını yorumlaması ilgi çekici. Bir de ilginç magazinsel anekdotlar da sözlüğün arasına serpiştirmiş yazar, ki okurlar olarak edebiyatın magazinini sevmiyorum diyen muhtemelen yalan söylüyordur: “Madam Bovary benim, diyen Gustave Flaubert’e bakıp, kitap isimlerini yazarlarının koyduklarını sanmak yanıltıcı olur. İlahi Komedya’nın ‘İlahi’si sonradan, Dante’nin ölümünün ardından eklenmiştir başlığa. Varoluşçuluk akımının ilk ünlü kitapları arasında sayılan, Sartre’ın Bulantı romanının adını yayıncı Paulhan koymuştur, yazarın kitabı içim öngördüğü özgün başlık ‘Melankolya’ idi. Frankfurt Okulunun öncü filozofu Adorno, ne zaman bitirdiği ve başlığını seçtiği bir kitabını efsanevî yayıncısı Peter Suhrkamp’a teslim etse, bu deneyimli yöneticiden ‘Kuzum Adorno, nereden buluyorsunuz bu kötü isimleri?’ zılgıtını yer, önerilen yeni başlığı çaresiz benimsermiş.

Ayraçlar bölümü dokuz Enis Batur denemesinden oluşuyor. Bu denemeler için yazarın kişisel okuma deneyimi/serüveni diyebiliriz. Zaman zaman anılarla desteklenip, bazen yüzleşme bazen de fikir belirtme şeklinde ilerliyor bölüm. Kitabın benim açımdan en ilgi çekici kısmıydı. Çünkü EB sadece deneme yazmıyor, bu denemeler kitaplar veya okuma hakkında olduğu için biz okurlarını birçok yeni kitap ve yazara da yönlendiriyor. Bir de kendini anlatırken okuma tutkunlarının geçtiği veya geçebileceği evreleri de gösteriyor, tabiî kendisi üzerinden: “Okur, hele ki sıkı okur olmak zaman, emek, sabır işidir; yolda ilerlerken süreklilik kazanmaz, kesintilere sık uğrarsa çözülür o koşul. Bugün, dönüp geçmişe baktığımda, dünden bugüne paralel hayatlar yaşadığım insanların ‘kitap dünyası’nın sakinleri olduğunu görüyorum. Ötekilerle, sessizce yollarımız ayrılmış. Ne bir küskünlük, ne bir soğukluk gerekçesi yazılı ayrılış kayıtlarında: Kitaplar birileriyle buluşturmuş bizi, birilerinden koparmış. Bundandır, okuma tutkusunu ve kitapları yüceltenleri anlamakta güçlük çekerim: Kitap, bir yandan da ayırıcı, yalnızlaştırıcı, kişinin etrafına duvar örücü özellikler taşır.” Kitapta en çok katıldığım cümleler bunlar sanırım, özellikle kitabın yalnızlaştırması konusunda söyledikleri.

Son ve en kısa iki bölüm ise EB ile 2002 yılında yapılmış iki söyleşi ve Kitap Evi kitabının oluşum sürecinin bir kısmını anlatıyor. Söyleşileri daha önce farklı kitap veya dergide görmüştük ancak Kitap Evi’nin arka planını okumak güzel olabilir, özellikle kitabı okuyanlar için.

EB yazmaya devam ediyor. Bu konuda çok eleştirilse de (ki ne saçmadır bir yazarı ‘ne çok yazıyorsun’ diye eleştirmek) o bu konuya farklı kitaplarında birçok kez cevap verdi. Biz kemik okurları için bu güzel bir şey. Çünkü ben Enis Batur edebiyatının ya çok sevileceğini ya da hiç sevilmeyeceğini düşünüyorum. Kendim, çok sevilen tarafında durduğum için de bu üretkenlik bana ‘okur mutluluğu’ veriyor. Ne demek istediğimi sevdiği bir yazarın yeni kitabı çıktığında heyecanla kitapçıya koşanlar çok iyi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Son dönem Osmanlı aydınının fikrî dünyası

Osmanlı’da Siyasal Dilin İnşası, İbrahim Şirin editörlüğünde hazırlanmış bir derleme. Eserde toplam 6 makale yer almakta. Makalelerin ortak özelliği son dönem Osmanlı aydınının fikri dünyası, Cumhuriyet’e giden yolların nasıl döşendiğinin ortaya çıkışı.

Çöküş, gelmeden önce gelişini göstermişti. Tüm Osmanlı, çöküş tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun bilincindeydi. Ve karşılarında Avrupa vardı. Avrupa görünürde ilerideydi, Osmanlı geri kalmıştı. Avrupa emperyalistti, gözü Müslüman topraklarını işgal etmeye dikiliydi. Avrupa, ahlaki olarak çökmüş haldeydi. Yine de teknik anlamda, bilimsel anlamda ilerideydi. Osmanlı aydını hangi konumda ve ideolojide bulunursa bulunsun, bu düşüncenin gerçekliğini savunuyordu. Avrupa, Osmanlı için bir ötekiydi. Ama aynı zamanda bir tehditti de. Hindistan’ın Avrupalılarca ele geçirilmesi, Osmanlı aydınını endişeye sokmuştu. Endişeyi artıran ise Osmanlı aydını için, İslam dünyasının tehlikeden haberdar olmaması, gaflet içinde yaşıyor olmalarıydı. Bunun üzerine İslam alemini bilinçlendirmek için ilmi çalışmalara başladılar. Piri Reis, Katip Çelebi, Müteferrika; Avrupa’yı gözlemledi, ilmen takip etti ve bu doğrultuda eserler kaleme aldı.

İkinci dönem noktası ise Fransız İhtilali’dir. Fransız İhtilali Beyannamesi’nin bir sömürü aracına dönüşmesi, Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimi; İslam topraklarının topyekün işgal edileceği korkusunu yarattı. Bu korku “beka” kavramını var kıldı. O andan itibaren aydınlar, “İmparatorluğun bekası” için fikir üretmeye, çare aramaya başladılar. Üretilen fikirler üç ana başlık altında incelendi: Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Abdullah Cevdet ve Ahmed Celaleddin Paşa tarafından 1904 yılında yayımlanan İctihad dergisi, Batılılaşma savunuculuğunu yapmıştır. Abdullah Cevdet’in “Biz Avrupa’ya gitmezsek Avrupa bize gelecek!” sözü, derginin ve kadronun ideolojisini açıklar mahiyettedir. İctihad dergisine göre din değil, bilim öncüdür. Avrupa her konuda örnek alınmalıdır. Yine Abdullah Cevdet’e göre Darwin’in teorisinin okutulmasının küfür sayıldığı ülkeler, Orta Çağ döneminde yaşıyordur. Özellikle dergiyi çıkaran Abdullah Cevdet, din kurumuna dair en yoğun eleştiriyi yapan isimlerden olmuştur. Öylesine Batıcıdır ki Abdullah Cevdet, “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle dikeniyle istisnac etmeye mecburuz” demiştir.

Sırat-ı Müstakim dergisi ise 1908’de yayın hayatına başlamış, Ebü’lulâ Zeynelabidin ve H. Eşref Edip tarafından kurulmuştur. Dergi İslamcı bir çizgi benimsemiştir ve Sebilürreşad olarak adını değiştirdiğinde “İslam’ın uyanması ve yükselmesi” için çalışılacağını dile getirmiştir. Dergiye göre Batı yararlanması zorunlu olan bir merkezdir fakat aynı zamanda dinsiz, mülhid ve sömürgecidir, neşr-i medeniyet bahaneleri ile yaldızlı sözler sarfederek işgalcilik sergileyen bir zümredir. Dünya siyasetinin mevcut gündemini İslam aleminin paylaşılması oluşturur. Müslümanların dikkat edeceği husus budur. Batı’dan istifade edilmeli ama Batı’nın sömürgeci, işgalci ve dinsiz olduğu unutulmamalı, dikkatli olunmalıdır.

Türk Yurdu dergisi ise 1911’de kurulmuştur. Mehmed Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ahmed Hikmet Müftüoğlu gibi zengin yazar kadrosuna sahip dergi Türklüğü ön plana çıkarmıştır. Din savunulmuş, Batı teknik anlamda örnek alınmış ama her ikisinin de Türk insanına uyacak şekilde alınması yönünde görüşler öne sürülmüştür. Türkler kadim bir millettir, karakteri vardır, din de Batı da Türklerin karakterine uygun şekilde ele alınmalıdır. Üç ideolojinin de ortak yönü “yeni” kavramıdır. Hepsi yenileşmenin zaruri olduğu konusunda hemfikirdir. Ayrım, Batı’ya yaklaşım ve “yeni”nin nasıl neşet edeceği yönünde belirmiştir. Üç ideoloji için de örnek ülke Japonya’dır. Japonya, Batılı bir ülke olmamasına rağmen Batılı bir ülke gibi medenileşmiş, üstüne harp bile kazanmıştır.

Osmanlı’da Siyasal Dilin İnşası, alanında uzman hocalar tarafından yazılmış makaleler ile yukarıda özetin özetini geçtiğimiz süreci boşluksuz bir şekilde okuyucuya aktarıyor. Makaleleri okuduğumuzda aslında bir milletin fikri dünyasının uğradığı dönüşümü görmüş oluyoruz. Ve değişen, dönüşen fikri dünyanın; devlete ve topluma nasıl sirayet ettiği ortaya çıkmış oluyor. İbrahim Şirin’in Oksidentalizm Alaturka, Funda Selçuk Şirin’in 2. Meşrutiyet Paradigmaları Karşısında Yeni Kavramı, Burak Aslanmirza’nın Zihniyetten İdeolojiye Kavram Ve Siyaset: İttihat ve Terakki’nin İktidar İdeolojisi Olaral “Türkçülük”, Sinan Vardar’ın Geç Osmanlı Modernleşmesinde “Ferd” Kavramının Dönüşümü: Prens Sabahaddin, Baha Tevfik ve Doktor Hazık’ın Görüşlerinde Kavramlar, Yorumlar, Sorunlar, Özge Aslanmirza’nın Britanya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu Ekseninde Politik Dil Üzerinden “Orta Doğu” ve “Yakın Doğu” Kavramlarını Yeniden Düşünmek ve Eyüp Murat Kurt’un Düşünce, Fikirler, Siyasi Düşünce Ve Kavramlar Tarihçiliğinde Dil ve Söylem Bibliyografyası makaleleri; ülkesini, geçmişini ve geleceğini, taşıdığı fikir dünyasının hangi aşamalardan geçtiğini, bir fikrin doğuş-evriliş-dönüşüm-yansıyış süreçlerinin nasıl işlediğini öğrenmek isteyen herkes için başyapıt niteliğinde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

9 Mayıs 2024 Perşembe

Her kaybolan aklını yitirir mi?

“Harabat ehlini hor görme zâkir,
Defineye malik viraneler var”

İnsan kelimeleri kaybettiğinde suskunluğa sığınır, yakınlığı kaybettiğinde uzaklara, sevincini kaybettiğinde gözyaşına, dostluğu kaybettiğinde yalnızlığa. Peki aklını kaybettiğinde…?

Bir sabah uyandığınızda kendinizi akıl hastanesinde bulsanız ve etrafınızdakiler de bugüne kadarki “deli” algınıza uymasa aklınızı kaybetmediğinize kimi, nasıl inandırırdınız?

Gözlerini açıp kendine geldiğinde “evde” ve güvende olduğunu telkin eden bir ses, başında tonlarca yükün altında kalmış gibi bir uyuşuklukla akıl hastanesinde olduğunu idrak eden kahramanımızın sıkıldığını anlatmasıyla başlıyor roman.

“Bazı şeyleri anlayamayacağını anlamak insana iyi geliyor.”

Nasıl geçer akıl hastanesinde bir gün? Dünün kopyası yarınların içinde kaybolmak yalnız akıllılara mahsus bir nitelik değil. Üstelik bu aynılığın içinde sınırlı gökyüzü altındaki avluda atılan voltaların adım sayısı dahi sabit. Aklını hangi hikâyenin köşesinde bıraktığı meçhul bir bölük insan ve onların hikayesine aldırmadan yutturulan pembe mavi haplar.

“Bir delinin deliliğini nesine ya da neresine bakıp anlıyor bu doktorlar? Üzgün olduğu için evinde kendi kendine ağlayan biri normal sayılırken, çok üzgün olduğu için metroda ayaklarını yere vura vura ağlayan biri anormal sayılır mı mesela? Evinde kendi kendine gülen ya da konuşan biri için de aynı kurallar geçerli mi acaba?"

Burası bir akıl hastanesi ama adı “ev”, hastalar “misafir”, hemşireler “abla”, başhekimse “baba” olarak adlandırılmış. Katı kurallar sözde “misafirlerin” iyiliği için dense de işin aslı öyle değil. Ana karakter Esin misafir. Diğer kahramanımız ablalardan Rikkat. Biri neden evde olduğunu hatırlayamadığı bir maziye sahip. Diğeri, yarım kalmışlıklarla dolu bir mazinin atisinde, ölmüş annesinin aniden eve gelmesiyle başlayan yüzleşmeye… İki kadın. Biri yaşlı diğeri genç. Biri geçmişini kaybetmiş, diğeri onda kaybolmuş. Diğer hastaların hikayeleri de bu iki kadının hikayesinin içinde kendilerine bir yol bulmuş. Delilik bir kayboluşsa, kaybolanların yolları zaten hep bir yerde kesişir. Her kaybolan aklını yitirir mi?

Misafir; normalini yitirmiş, çokça incinmiş, bolca incitmiş bir dünyada, kırılmış hayallerin, ertelenmiş sevgilerin, hakkıyla yaşanamamış ömürlerin ortasında, kendine sığınacak yer arayanların romanı, şeklinde tanıtılmış kitap arkasında. Yazar Nermin Yıldırım, kurduğu bu dünyada realiteyi de ustaca eleştirmiş bence. Kurgunun; mizahı, eleştirisi, eksiği ve fazlasıyla, kelimeleri okurun karanlıkta kalan düşüncelerine bir kibrit çakan kullanımıyla, düşündüren, sorgulayan ve hissettiren bir roman olmuş. Birkaç alıntıyla bitirelim. Okuyacaklara tadımlık niyetine;

“O ki ara buyurmuş. Bulmanı istese bul buyururdu.”

“Birine kalbinizi açıp içinizi döktüğünüzde, giderken sadece kendini götürmüyor, sanki size ait bir sırrı da yanına alıyor. O zaman artık yalnız bile değil, eksik kalıyorsunuz. Sırf gideni değil, dökülüp kırılarak ortalığa saçılmamış eski halinizi de özlüyorsunuz. Acıklı bir seçim bu ama ne zaman birini gerçekten sevseniz, yapmak zorunda kalıyorsunuz.”

“Birinde anlam bulmak için önce ona yaklaşmak gerekiyor. Yoksa insan yersiz önyargılara, yontulmamış ezberlere, çok bilmiş klişelere kurban gidiveriyor.”

“İnsanın kendine içeriden attığı kesiği, başka kimse dışardan dikemiyor.”

“Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor.”

“Beklediğini bilerek beklemek, beklediğinden bihaber beklemek, beklediğinden vazgeçerek ama gene de ve ille de hep beklemek.”

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Kurmacayla tanışmanın heyecanı

Kitaplarla kurulan bağın çocuklukta başladığını, bu bağın nasıl gelişirse öyle devam edeceğini sık sık duyuyoruz. Bu bilgiye hatalı bir bilgi diyemeyiz ama bilgide bir sabitlik var. Ben sabit duran şeyleri, değişmeyeni, çözümsüzlüğü sevmiyorum. Bu yüzden bu bilgiyi şöyle düzeltmek istiyorum: Evet, kitapla kurulan bağın yolu, yöntemi çok önemli. Dolayısıyla "nasıl başladığı" kısmına atfettiğimiz önem büyük ancak bu bağın korunabilmesi kadar onarılabilmesi de önemli. Kurulamayan bağ, asla geliştirilemez diyemeyiz bence. Daha pozitif bir yaklaşımla ilerlersek her çocuğun günün birinde kendisi için doğru kitapla karşılaşacağını ve işlerin tersine döneceğini söyleyebiliriz.

Yakın zamanda karşılaştığım Bu Kadar Tantana Yeter adlı kitap, kitaplarla ilgili birçok şeyi getirdi aklıma. Yukarıda anlattıklarımın daha fazlasıyla boğuştum zihnimde. Mert Arık'ın kaleme aldığı Timaş Çocuk etiketiyle okura sunulan Bu Kadar Tantana Yeter, aslında tercih ettiği kitap ismiyle şaşırttı beni. İçeriğin okumaya yeni başlayan çocuklar ve kitaplara dair olması ama isminde kitaplarla ilgili bir bilgi geçmemesi bana gizemli geldi. Okurken kitaplarla içli dışlı olmak kendi tantanamı yarattı, bu gizemliliği çok sevdim.

"Kitaplar benim de dostlarım olacak."

Bir kitabın içine girerek macerayı başlatan kitap kahramanımız Atlas, bir kitap kahramanı olan Dino ile konuşmaya başlıyor. Kitap içinde kitap! Bir çocuk bunu bir hayli eğlenceli bulacaktır. Yaş dönemini düşünürsek kitabın içinden fırlayan bir dinozora hiçbir çocuk kayıtsız kalamaz. Bir ebeveyn eşliğinde okunuyorsa bu kitap, bir sürü eğlenceli soruyla zenginleştirilebilir bu okuma yolculuğu. Sen bir kitap kahramanı olsaydın nasıl bir kahraman olmak isterdin, olağanüstü güçlerin olur muydu, bir kitap kahramanı olsaydın senin bulunduğun kitabı okuyan çocukla neler konuşurdun?.. Okunacak olan ilk kitabın heyecanını hisseden Dino, Atlas'a bu yolculukta arkadaş oluyor. Somut arkadaşlıklardan birden soyut arkadaşlıklara terfi eden Atlas, aslında bu ilk kitapla birlikte, istediği zaman istediği dünyaya yolculuk edebileceğini öğreniyor. Gerçekle hayal arasında nasıl bir fark var, hayaller gerçek olamıyor mu, ya hem gerçek hem hayal bir aradaysa?.. Okumaya yeni başlayan her çocuğun kafası biraz karışır. Ama bu kafa karışıklığı öğretir. Hele ki eğlendirerek öğreten bir kafa karışıklığıysa bu, illaki iz bırakacaktır. Zaten çocuğun merakına yanıt veren hikaye sadece öğretmez; onun hislerini önemser, onu önemser. Bu açıdan baktığımda, bir kitabın içinden fırlayan bir dinozorla merak duygusunun hakkını veriyor Bu Kadar Tantana Yeter.

Kitap okumaya yeni başlayan bir çocuğa "kurmaca" kavramını nasıl açıklarız? Bilgi edinmeyeceği, bambaşka dünyalarla karşılaşacağı, gerçekte olmayan kahramanlarla tanışacağı bir kitabı nasıl anlamlandırır çocuk? "Kurmaca-kurgu" kavramlarını çocuklarla çocukça konuşmak mümkün gerçekten. Kitabın başarısı tam da burada bence. Kanatlı bir dinozorun Atlas'a kurmacayı anlatması çok güzel değil mi? Kurmaca bir kahramanın kendinden örnek vererek ilerlemesi çocuğun merakını canlı tutuyor. Hem yazarın kurgusundaki Atlas'ın hem de Atlas'ın ilk kitap macerasını okuyan herhangi bir çocuğun. İlkokul çağındaki bir okur, kurgu içinde kurgunun detaylarına hakim olamasa da Atlas'ın aslında kendisi olduğunu anlayacaktır. Böylelikle özdeşlik kurmak daha kolay olacaktır elbette.

Dino'dan kurgu dünyasının inceliklerini, detaylarını öğrenen Atlas, öğrendiği her bilgi için şaşırmaya devam ediyor. Neyi, nasıl hayal ediyorsa öyle olabiliyor bu kurgu dünyası denen yerde. Nasıl büyük bir özgürlük alanı! Tam da burada okura "Neyi, nasıl hayal ediyorsun? Haydi konuşalım." diyerek hikayeyi kişiselleştirebiliriz okur için. Çocukların hayal gücünün sonsuzluğunda salınmak yetişkinler için de çok keyifli olacaktır.

"Demek ki hayal gücümüz gibi kitapların da bir sınırı yokmuş."

Her çocuğu yakalayan bir hikayenin gerçekten var olduğuna çok eminim. Yani bir yerlerde saklı duruyordur muhtemelen. Çocuk; kendi ilgilerini, meraklarını, heyecanlarını keşfettikçe o bir yerlerde saklı duran hikayeler de yavaş yavaş gün yüzüne çıkacaktır. İlk kitap heyecanından sonra çocuğa kulak vermek gerek. O zamana dek yönlendirme yaptıysak da o noktada sakin kalıp geri çekilmeliyiz. Çocukla temas kuran yetişkinler olarak deneyimlerimizi aktarma konusunda çok içten ama telaşlı olabiliyoruz bazen. Bu telaş, çocuğun okuma yolculuğunda istediğimiz son şey. Çocukların okurken yetişkin telaşlarına ihtiyacı yok. Bunu unutmamak çok kıymetli. Hayal gücü, merak, keşif, heyecan, eğlence diye arka arkaya sıraladığımız bunca güzelliğin önüne geçmemek için Atlas'ın bir kitapla kurduğu bu bağı hep hatırlayalım. Bu bağ, sadece Atlas'la Dino arasında. Kurduğu bu bağa isterse yeniden dönebilir, Dino'yu bulunduğu raftan indirip onunla bu kez başka şekillerde konuşmaya devam edebilir. Ben Bu Kadar Tantana Yeter isminin gizemini korumakla birlikte bu cümleyi, okuma konusunda müdahaleci yetişkinlere kurmak istiyorum: Bu Kadar Tantana Yeter, artık yetsin lütfen.

Evrim Sayın