22 Ağustos 2024 Perşembe

Aşkın türleri ve âşıkların hâlleri

İlahi aşk bahsi, ilk dönem sufilerinden bu yana tasavvufun en merak edilen cephelerinden birini oluşturur. Esasında sözün bittiği ve yalnız ehl-i tevhidin hakkıyla bilebildiği bir bu cephede kimileri dayanamamış, kalplerindeki incileri harflere, kelimelere dökmek istemişlerdir. Bunu elbette keyfi bir tutumla değil, diğer kalplere de gayret kuşları konuverir diye yaptıkları apaçık ortadadır. Ehl-i tevhidin içinde söze sırrı karıştıranlar, yani sırrı ifşa edenler de vardır. Kimileri başlarına gelecek hadiseleri hesaba katmadıkları, belki de önemsemedikleri için acı akıbetlerine doğru yol almışlar, kimileri de şathiye deryasından inciler çıkarmışlardır. İşte bu dalgıçlardan biri de Şeyh-i Şattâh diye anılan Rûzbihân-ı Baklî'dir.

Baklî'nin henüz çocukluk çağında zikre sevdalanmış, arkadaşlarına ve çevresine Cenab-ı Hakk üzerine sorular sormuş, aldığı cevaplarla vecdi tanımış, sonrasında ilahi cezbeye kapılmış bir yaşamı var. Hızır'la karşılaşmasının ardından kendini ibadete, Kur'an ilimlerine daha çok veriyor. Şiraz ve Fesa'nın ardından Irak, Kirman, Hicaz ve Şam seyahatlerinde sufilerle bir arada oluyor, tanıştığı şeyhlerle sohbetini diri tutuyor. Gerek yazdıklarından gerek tavrından dolayı etkilendiği isimler arasında tıpkı kendisi gibi cezbe sahibi ehl-i aşk zatlar hatıra geliyor: Ahmed Gazzâlî, Hallac-ı Mansur, Fahreddin-i Irakî, Abdullah-ı İlâhî... 1209 senesinde Şiraz'da vefat eden Baklî'nin hayatına dair yazılanlar incelendiğinde, doğumundan itibaren ilahi cezbeye mazhar olacak, istidadı neticesinde tasavvufta önemli yollar aşacak bir kimse olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Hakk'ın ve yarattıklarının güzelliği karşısında daima şaşkınlığa uğramış, bu güzellikle tecelli sırlarına aşina olmuş ve nihayet vecd halinde birçok şathiye söylemiş. Baklî'nin şathiyelere özel ilgisi olduğu, sufilerin şathiyelerini derlediği ve açıkladığı Şerḥ-i Şaṭḥiyyât adlı eserinden anlaşılıyor. Abherü'l-Âşıkîn ise beşeri ve ilahi aşkın teferruatını anlatmasıyla bambaşka bir yerde duruyor. Abher, nergis anlamına gelirken sembolik olarak da göze benzer. Yani müşahede eden, gören olarak kullanılır. Dolayısıyla aşıkların abheri, O'na doğru yürüyenlerin bir defteri aynı zamanda.

Âşığın maşuka doğru seyriyle açılan Abherü'l-Âşıkîn'i okurken, Rûzbihân-ı Baklî'nin tasavvuf yolculuğuna da eşlik ediyoruz. Evvela marifet denizinde Hakk'a tevekkül eden, O'nun engin dalgasının yönlendirmesiyle hikmet gemisine binen, böylece kahır ve lutuf dalgalarından emin olan Baklî, sıfat-ı fiil sahillerine ulaşır. Burada marifet merdivenlerini birer birer çıkmaya başlar. Tevhid, tefrid [yalnız kalıp sadece Allah ile meşgul olma] ve tecrid [dünyaya ait şeylerden vazgeçip gönlü Allah’a bağlama] basamaklarının ardından ezel âlemine varıp kıdem libasını kuşanır. "Orada azamet, kibriya, hüsün ve kurbiyat hitabını işittim" diyen Baklî, Hakk'ın lutfuyla fenaya dalar ve tevhid izzetini görür. Hudus sırlarını [âlem ve içindeki varlıkların sonradan yaratılması, görünmezken görünür duruma gelmesi] öğrenir ve Hakk'ın bekâsıyla bâki kalır. Burada işittiği müjde şöyledir: "Seni hür ve neşeli bir âşık, beni her daim birleyen bir sadık, şathiyeler söyleyen bir vamık, ölümüne bir şevk ve coşkuyla bana koşan bir salik kıldım. Artık benim görüşümle gör, işitmemle işit, konuşmamla konuş, hükmümle hükmet ve sevgimle sev."

Melekut ve ceberut seferinin tamamlayan Baklî'nin içinde yeniden bir dert peyda olur. Bu derdin adı aşktır. Aşkla olan imtihanı yeniden başlayınca dünya yurduna yeniden döner, dünya dertleriyle yeniden karşılaşır. Takdir-i ilâhî ile yolunun 'iyiler pazarı'na düştüğünü söyleyen Baklî, her sedeften bir inci yakalamayı gaye edinir. Hakk'ın lütfu burada da ona yetişir ve O'nun kerem eliyle cemal seyrine başlar. Yolculuk devam etmektedir ve elde edilen tüm ganimetler, müjdeler, inciler Baklî'nin gönül tahtını parlatırken o da "Böylelikle insani ve Rabbani aşkı beyan eden bu kitabı yazmaya başladım. Allah Teala'nın yardımı ve ilhamıyla âşıklara ve muhiplere bir ünsiyet neşesi ve kutsiyet hazinesinden bir esinti olmasını niyaz ederiz." diyerek otuz iki fasıla ayırdığı Abherü'l-Âşıkîn'i yazar.

Rûzbihân-ı Baklî aşkı beş türe ayırır. İlahi aşk, tüm makamların nihayetidir ve buraya ancak müşahede, tevhid ve hakikat ehli ulaşır. Akli aşk, marifet ehlinin tutkusudur ve melekut alemini mükâşefe yurdudur. Ruhani aşk, insanlar içinde ehl-i havasa mahsustur ve dolayısıyla şeffaf, latif bir tabiatı vardır. Behîmî aşk, anlık hevesleri doyurduğu için insanların hayvan tabiatlılarında bulunur. Tabii aşk, halkın önemli kısmında yaşanan, mutlaka ilahi tarafa yönlendirilmesi gereken ve bunun için de nefsin kınanmasının şart olduğu aşktır. Baklî tüm aşk türlerini seviyelerine göre açıkladıktan sonra muhabbet faslına geçer. Hakk'ın sevdiği, muhabbetiyle cezbettiği kullarının yazgısı ezelden bellidir. Onların içindeki iyilik ve güzellik, bu muhabbetten dolayıdır. Zaten insan hayatındaki en büyük hadise de bu muhabbet kanalına uzanıp, sevginin kaynağına ulaşmaktır: "Seven kendisidir ve bunda hiçbir tuhaflık yoktur. Sebeplerin hakikatine bakıldığında hiçbir şey insani ve ruhani muhabbetten aziz değildir. Ancak muhabbetin verdiği pâye ile ezel sarayına varılabilir, has olana vesiledir bu."

Abherü'l-Âşıkîn'de Bâklî, açıklamalarını yaparken sıklıkla ayetlerden, hadislerden, şiirlerden, hikayelerden ve menkıbelerden faydalanıyor. Özellikle Fahr-i Kainat Efendimizin yaşantısından ve tavrından bahsederken en çok Hakk ile olan ilişkisine dikkatleri çekiyor. "O'nun gözü O'ndan başka bir şey görmemiştir" hakikatini, okurların ve meraklıların anlayabileceği bir ölçüyle izah ediyor. Ulaşılması gereken son noktayı gösteriyor, bunun zorluklarını dile getiriyor ama gayret edene kaderinin de yardımıyla nice ilahi sırların işleneceğini söylüyor: "Marifet ehlinde Hak aşkı için ne deliller varmış bir bak! İnsani aşkta bile âşığın maşukuna yakın olanları sevmesine dair türlü işaretler vardır. Aşkın yasası gereği âşık bir gece yarısı ansızın maşukunun sokağındaki köpeklerin ulumasını canında duyar. İrkilerek uyanan âşık o sesleri maşukuna giden yolda aşkın vesilelerinden sayar. Bir şiirde âşığın bu hâli şöyle anlatılır: Bir gün Mecnun çölde bir köpeğe rastladı / ekmeğini köpeğe verip ona hürmet gösterdi / sordular: A divane! Köpeğe bunca şefkat de niye? / dedi ki: O köpek bir Leylamın sokağından geçmişti."

Gözü Hakk muhabbetinin haricinde bir muhabbet görmeyen Fahr-i Kainat Efendimizin hususi dualarına baktığımızda daima sevmeye yönelik olduğunu görüyoruz. "Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi yine Senden dilerim" diyerek aşkın, muhabbetin, sevginin kaynağını bizlere işaret etmiştir. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Allah için sevmek" bahsinde tek örnektir. Bunun için de saf muhabbet gerekir. Saf muhabbet kavramını Bâklî şöyle açıklıyor: "Aşk nuru ziyadeleşince ona 'saf muhabbet' denir. Aşk sultanının akıl ordusunu darmadağın ettiği ve âşığın can ülkesinde saltanat tahtına kurulduğu o demde mecazi olan muhabbetten artık hakiki muhabbet peyda olmuş olur. O demde 'dostluk' hasıl olur ve aşkın hakikatleri can damarlarında dolaşmaya başlar ve birlik sıfatının özüne varılır."

Aşkın kemali, Abherü'l-Âşıkîn'in son faslı. Burada artık âşığın akıl başının koptuğunu, geriye yalnızca aşkın kaldığını görüyoruz. Hakk ile boyanan âşık, Hakk ülkesinin de bir emiri oluyor ve her bir sözüyle etrafına inciler saçıyor. Tıpkı Rûzbihân-ı Baklî gibi. Kemal noktasına dair okuduklarımızın ayaklarımızı yerden keseceği muhakkak. Zira artık kula aşk nüfuz etmiştir ve gönül defterinde lütuf, kahır gibi harfler kaybolmuştur. Artık cemal keşfinden cemal seyrinden başka bir şey yoktur. Dolayısıyla âşığın gönlü bir meşhede dönüşür. Hayat ve ölüm bahsi sona ermiş, kul aşkla diri kılınmış ve sonsuzluğa ulaşmıştır. Artık bilinmesi gereken son şudur: Asli madenine kavuşan âşık, artık âşık değildir. Çünkü can, canan iledir ve burada ne aşk, ne âşık bahis konusu bile olamaz. Burada alamet, nakış, iz, koku yoktur. Hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız O vardır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Hepimiz birer "hiperkültür turisti" haline geldik

Bir ülkenin kültürü o ülke insanının ırkına mı bağlıdır sadece? Kültür söz konusu olduğunda ırk ile bağdaştırmak zordur. Kültür, başka ırkların kültürlerini kendi potasında eritmesiyle meşhurdur. Onları alır, kendine dahil eder, özümser ve dönüştürür. Dönüştürme kısmı önemli. Dönüştürme sayesinde kendisini kaybetmemiş olur, ayrıca sömürülmemiş de. Böylece ortaya bir zenginlik çıkar. Çeşitlilik ve zenginlik ise kültürel gelişimi hızlandırır, ilerilere taşır.

Johann Gottfried Herder, Ideen zur Philosophie der Geschte der Menschheit adlı eserinde “Tüm Kuzey, Doğu ve Batı Avrupa uygarlığı Roma-Yunan-Arap tohumuyla yetişmiş bir bitkidir” diye yazar. Bir başka eserinde iyiliğin, yeryüzüne bin farklı şekilde serpildiğini yazar. Böyle bakıldığında Herder’e göre saf bir Avrupa uygarlığı diye bir şey yoktur. Karışım vardır.

Karışım olması doğaldır. Fakat her kültür, Byung-Chul Han’a göre kendi izafi perspektifini mutlaklaştırmaya meyillidir. Bundan ötürü kendi üstünden, kendisini aşarak dışarıya bakmayı beceremez. Yabancıya küçümseme ve tiksinmeyle bakar. Oysa onun oluşumu, o yabancıdan da alınmış donelerle var olmuştur.

Hiperkültürde ise özümseme veya karışım yoktur. İçselleşme hiçbir zaman gerçekleşmez. Farklı sesler bir bütün oluşturmaz, mesafe olmaksızın bir yan yanalığa tıkışmıştır. Her şeyden bir şey vardır ama bir şey olamamıştır. Ahenk değil, tınlama çıkmıştır ortaya. Böyle olunca da yersizleştiren, bir öz ortaya koyamayan bir uygarlık peyda olmuştur.

Byung-Chul Han, Hiperkültürellik adlı eserinde mevcut global şartlarda kültürün ne tür bir değişim geçirdiğini, nasıl ve neden evrildiğini, evrilmenin kültürü ne hale getirdiğini irdeliyor. Küreselleşme ile kültür denen kavramın yozlaşması, kültürün sahadan dışarı itilmesi ve böylece yerli ile yabancı, uzak ile yakın, tanıdık ile egzotik kavramları arasında bir farkın kalmamasını, sınırsız ve yersiz, anlamsız ve karmaşık bir hiper-kültürün geliştiğini öne sürüyor.

Elbette bizler de, yaşayan insanlar da bundan nasibimizi alıyoruz. Bizler de “hiperkültür turisti” oluyoruz.

Chul-Han eserin girişinde Hawai Gömlekli Turist başlıklı mini yazı ile durumu özetliyor aslında:

Britanyalı etnolog Nigel Barley bir defasında şu tahmini dile getirir: “Geleceğin gerçek anahtarı, kültür gibi temel kavramların var olmayı kesmesidir.” Barley’ye göre, “hepimiz öyle veya böyle Hawai gömlekli turistlermişiz”. Kültür bittikten sonraki yeni insana “turist” mi denecek? Yoksa bize şen turistler olarak koca dünyaya doğru gezintiye çıkma özgürlüğü tanıyan bir kültürde mi yaşıyoruz nihayet? Peki bu yeni kültürü nasıl anlatmalı?”

Günümüz filozofu Byung Chul-Han’ın Ketebe tarafından yayımlanan yeni kitabı Hiper-Kültürellik çağı anlamak için okunmasının faydalı olacağı eserlerden. 

Yasin Taçar

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvet: Mevlid

Enfal sûresi 17.ayette buyrulur ki “Oku attığında da sen atmadın Allah attı.” Ulu kişiler hakkında yazarken bizler değil onlar yazar, biz sâdece kalem tutucu oluruz. Ne buyururlarsa, elimizden kağıda o damlar. Bizim îtikadımız da onlar tasarruf sâhipleri, zaman ve mekânsız, perdesiz hak âşıklarıdır. Nûr-i Muhammedî’nin halîfeleridir. Yüzyılların ötesine seslenirler, kâinat var oldukça, kıyamete kadar yeryüzünde bizlerle olmaya devam ederler. Kendilerinden yüzlerce kendilerini çıkarırlar. Onlar zamana göre yeni bir ben çıkarmaya, adlarını duyurmaya devam ederler. Günümüz, akılcı ve kanıt üzerine kurulmuş bir madde dünyasıdır, metafiziğe uzak mesâfelidir. Göz ardı edilen ise bedene hapsolmuş ruhun, esaretten kurtulmak için çabalamasıdır. Akla, unutturulan gizli hazineyi bulması için sinyal gönderir. Elleri ayakları bağlanan iç benliğin, çâresizliği bizi buhrana sürükler. Böylece birey, kendinden utanan bir kişilik halini alır ve bunu örtmek için absürt yolların hepsine başvurur. Nefsi, nasıl alt edeceğimizi ise bize erenler, ermişler, arifler, kâmil olanlar gösterdiğini de unutur gideriz.

Bu sâdece bireyler için değil milletler için de geçerlidir. Her milletin de kendine has tecellisi mevcuttur. İşte madde, yani emperyalist kapitalizm ve seküler çağı, âbide şahsiyetleri normal birey boyutuna indirmiştir. Millet rehberlerini sıradanlaştırır, akademik bilginin içine bir cümle olur. Kısır bilgiden mütevellit millet mefkûresinin necat kapıları da bilinmeyen denklemlerin içine hapsolur. Kâmil vasıflar yok olduğu, bir bilim adamı, sanatkâr, şair ,ozan, mutasavvıf , daha da ileri gidelim elçilik vazîfesini tamamlamış bir peygamber sınıfına indirgenirler. Âbide şahsiyetlerin bahsettikleri aşkı kavranmaz, cinsi aşktan öteye gidilmez, Karacaoğlan’ın sevdaları Don Juan’a eş görünür. Mevlânâ ve Şems arasındaki bağı, bu dünyâya ait hiçbir kavram karşılamadığı için bambaşka boyuta çekmeye cüret edilir. Olmadık uç noktalara gider, güdük düşünceler içinde varlığını ikāme eder. Türklerin kadim geleneği ve inanç sistemi; kâmil, mürşit, öncü insanlara gönül vermiş, onları baş tacı yapmakla kalmamış, haklarında destanlar, menkıbeler ile üst seviyeye çıkarıp olağanüstü kahraman yapmıştır. Oğuz Kağan’ı büyük yapan ona yol gösteren bozkurttur. Türkler için ulular; kültürün, inancın, medeniyetin, rûhunu üfleyenlerdir. Uluların ulusu da Hazreti peygamberden başkası değildir. Zahiri Görmeden âşık olduğumuz peygamber efendimize, nice naat, mersiye, divan, şiir yazmışızdır. Onun doğumunu âlemin en önemli hâdisesi ve en kutlu günü olarak görünmüş, sensiz cennet sürgün denmiştir. Türk, peygambere olan sevgi ve saygısından Muhammed ismini Mehmet’e çevirmiş, Ahmet, Mustafa isimlerini de 1200 yıldır çocuğuna vermeye devam etmiştir. Anadolu topraklarında en çok konulan adlar hep ona olan aşkımızın kanıtıdır.

Bugün peygamber efendimizin doğumunu da kandil olarak kutlamaya devam etmekteyiz. Aynı şekilde Türk İslâm Sa’natı, edebiyatı, şiiri, minyatürü, ebrusu, hatt-ı, musîkîsi ile tek bir mevzû üzerinde durmuşlardır. Tevhid ve siyer. Bundan yaklaşık 614 yıl önce Bursa’da yaşayan ve Emir Sultan hazretlerinin tavsiyesi ile Ulu Cami Baş İmamlığına getirilen Süleyman Çelebi; diviti kalemi eline almış, Türkçe’nin huşû içinde aşkı zikreden kelimeleri ile efendimizin doğumunu anlatmıştır. Öyle bir anlatıştır ki yedi cihana yayılmış, Balkanlardan Türkistan diyarına, Mekke ve Medine’ye sevdasını haykırmıştır. Öyle bir eserdir ki yankısı bugüne gelmiş aynı cezbeyle ile okunmaktadır. Anadolu köyündeki bir nine, Süleyman Çelebi ismini bilmez ama her işin başında, sonunda mevlit okutur, okur. Peygamberin gül kokusunun ulaştığı, Türk’ün her adım bastığı yerde, bir farz ameli gibi 614 yıldır eda edilmektedir.

İrfan ve tevekkül dünyamızı içinde saklı tutulduğu bu tasavvufun nazım türündeki yüce eserin sâhibinin 600 yılına özel Kültür Bakanlığı'nın sadece 2000 adet basmış olduğu Süleyman Çelebi ve Mevlid Geleneğimiz adıyla çıkmış bir kitap mevcut. Kaliteli kâğıdı, içindeki, minyatür, resim, fotoğraflarla, özel bir baskı olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ama asıl, İbrahim Ethem Arıoğlu, Mehmet Akkuş, Bilal Kemikli isimlerini editör olarak görünce, bu kitabın Süleyman Çelebi ve Mevlid türü için mühim bir başvuru kaynağı olduğunu idrak ediliyor. Her edebiyat öğrencisinin, özellikle Tasavvuf edebiyatı ile ilgilenenlerin, kültür araştırmacılarının, kültüre ve millî geleneklere sevdalıların evinde olması gerekir.

Kitap üç bölümden oluşuyor.
Birinci Bölüm, Şair ve Miras ana başlığını taşıyor, bu bölümde sekiz başlık var. Yazarlar Haşim Şahin, Bilal Kemikli, İsmail Güleç, Kemal Yavuz, Ahmet Yıldırım, Hatice Şahin, Sâlima Bera Kemikli, Hasan Basri Öcalan.
İkinci Bölüm; Eser, Mana ana başlığını taşıyor. Bu bölümde 11 alt başlık var. Yazarlar, M.Fatih Köksal, Seyfettin Erşahin, Alim Yıldız, Ozan Yılmaz, Musa Yıldız, Mehmet Demirci, Mehmet Akkuş, Selami Bakırcı, Amina Silijak Jesenkovic, Süleyman Baki, Cenan Kuvancı.
Üçüncü Bölüm; Musîkî, Kültür ve Gelenek ana başlığını taşıyor. Bu bölümde sekiz alt başlık var. Yazarlar, Mehmet Şeker, İbrahim Ethem Arıoğlu, Özcan Güngör, İhsan Çapcıoğlu-Nurhibe Büşra Er, Abdulselam Arvas, Fatih Koca, Mustafa Yıldırım, Yusuf Turan Günaydın.

En çok kaynak gösterilen isim olarak, Sayın Necla Pekolcay Hanımefendi dikkati çekiyor. Cumhuriyet sonrası mevlid konusunda bir duayen olan münevver hanımefendiyi, sâdece kendi alanındaki çevre tanıyor desek yalan olmaz. Bir elin parmağını geçmeyecek kişi tarafından saygıyla yâd edilen, özellikle kadın bir münevverimizi tanıtmak için neden gayret göstermiyoruz? Bugün İslâm’da kadının yeri ve eğitimi için gerici laflar eden sözde ilericilere karşı böylesine bir nimetimizi yüzlerine neden çarpmıyoruz? Keşkekzâde Fatma Kâmil isimli bir hanımın mevlidinden kaçımız haberdarız? Bugün kızlarımız batıdan örnek kadınlar yerine bu isimleri bilse ve kendilerine rehber edinse, özüne müştekil bir medeniyeti inşâ etmemiz kaçınılmaz olmaz mı? Yine kitaptan öğrendiğimiz bilgilere göre:

*Hz. Fatma’nın doğumuna dair dört mevlid yazılmış.
*Bosna’da Gelenekler arasında kız çocuğu Mevlid ayında dünyaya gelirse Meva ismi verilirmiş.
*Kadın Arap şairlerinden Âişe et Teymurriye divanında mevlide yer vermiştir. Aynı zamanda Amine Hatun için de mersiye yazmıştır.
*Balkanlarda Kadın nikâhı denen bir çeşit kına gecesinde Mevlit okunurmuş.
Kitapta Arap, Balkan ve Türkistan bölgesinde ki mevlit geleneklerinden, Süleyman Çelebi’nin eserinin kaç dile çevrildiği, kimler hakkında yazdı, kimler şerh etti gibi kapsamlı bilgilerin çoğuna ulaşabiliyoruz.

Musîkî bölümünde nasıl icrâ edildiği mevlit besteleri, mevlithanlar, bahir (bölüm) adları, geçişleri nasıl yapılırdı, mevlithan olmak için hangi şartlar gerekir? mevzûlarına değinilmiş. Yine birinci bölümde gramer yapısı gibi edebî yönü tek tek incelenerek aktarılmış. Süleyman Çelebinin hayatı ve onun dönemindeki kültür hayatımız da aktarılarak bizleri aydınlatmaktadır. Kitap hem tarih, hem edebî hem musîkî hem kültür alanında bir bilgi şöleni sunmaktadır. Sayfalar dolusu aldığımız notlardan bazılarını buraya aktarmak daha aydınlatıcı olacaktır.

*Süleyman Çelebiden önce 1406 yılında Ahmedî, İskendernâme adlı eserinde 615 beyitlik ilk Türkçe mevliti yazmıştır.
*Süleyman Çelebi’nin dedesi Şeyh Mahmud İznik müderrisi, babası ise vezirdi. Mürşidi Emir Sultan hazretleridir. Olgunluk çağı Yıldırım Beyâzıt dönemidir. Emir Sultan, Somuncu Baba, Molla Fenari, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram Velî aynı dönem yaşamıştır. Kadı Burhaneddin, Seyyid Nesimî, Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Erzurumlu Mustafa Darir çağdaşlarıdır.
*Mevlid Osmanlı yapılanma dönemi eseridir. Hubmesihlik (İsevî Müslümanlık) akımı yaygındır. Süleyman Çelebi mevlidi bu akıma karşı halkı uyandırmak ve cevap vermek için yazmıştır. Bu akıma göre bütün peygamberler eşittir birbirinden üstün değildir, peygamberimizin bir üstünlüğü olmadığı iddia edilmiştir.
*Aşıkpaşazâde’nin Garipnamesinden pekçok beyit almıştır. Süleyman Çelebi mabede Türkçeyi sokan şairdir. Türbesi Bursa Çekirge Yoğurtlu Baba dergâhındadır. Bugün dergâh yerinde değildir. Orada bulunan mezarlıkta kalkmıştır. Kazım Baykal anıtmezarın yapılmasına öncülük etmiştir. Anıt için bir yarışma yapılmıştır. Kitabe için yapılan yarışmanın jürisinde Reşat Nuri Güntekin vardır.
*”Peygamberin hayatını teşkil eden olayları bildirmesi itibarıyla İslâm tarihinin şubesidir.
Mevlid’te Hz. Muhammed, tevhidi bir zihniyet veya dünya görüşü ile nübüvvet-risalesi esasında ele alınmıştır. Ruh-i Muhammed kavramı ekseninde adeta bir kâinat tarihi yazmış, Hz. Muhamed’in varlık alemi, alemin de Hz.Muhammed için anlamı ve önemini açıklamıştır.” (Seyfettin Erşahin, Bir Siyer-i N ebi Metni Olarak Mevlid-i Nebi)
*Süleyman Çelebi’nin etkileyen isimler, Beyhaki, Aşıkpaşa -Garipname, Ahmedî-İskendername, İbn’ün Cezeri, İbn Arabî. Mevlidi Nur-i Muhammed üzerinden kurgular.
*Süleyman Çelebi’ye göre Kur’an baş mucizedir. Hz. Peygamberi yaşayan bir varlık olarak yahut anlam düzeyinde, örnek oluşunu sunar.
Süleyman Çelebi Vesiletü’n Necât’ı ile yüzyıllardır başta Türkler olmak üzere bu coğrafyada yaşayan Müslümanların gönüllerine ve akıllarına hitaben, en sade haliyle Hz. Muhammed’i anlatarak İslâmiyeti tebliğ etmektedir.” (Seyfettin Erşahin)
*Vesîletü’n Necât’ta bab sayısı 16, beyit sayısı 768’dir.13.yy’da yazan Anadolu’daki Türkçe eserler bu metne zemin olmuştur. Dini Musîkîde mevlit Süleyman Çelebi’nin eserinin besteli veya kendine has irticalen ve çeşitli dini, özel toplantılarda okunmasının genel adıdır. 3.Murat döneminde Mevlit okunması resmîleşmiştir.
*Kazan’da 1849-1917 arası altı defa neşredilmiştir. Türkçe yazılmış mevlid sayısı ikiyüzdür.1879 yılında Üsküpte Gaseviç’in ilk Boşnakça mevlid tercümesi basılmıştır. Kril alfabesiyle Dr. Fehim Bayraktareviç 1927 yılında bastırmıştır. Arnavutça’ya ilk çeviren 1878 yılında Hafız Ali Ulçinaku’dur.
*Saray Bosna’da Fetihten hemen sonra mevlid geleneği başlamıştır. Gazi Hüsrev Cami’de yapılan bu geleneği bugün tam mânâsı ile Hacı Sinan Tekkesi yürütmektedir. Bosna’daki Rıfai dervişleri Mevlid kandili haricinde 21 Mart (Nevruz) tarihinde Hz. Ali için, Hz, Ali Mevlidini okumaktadırlar.
*1566 Sigetvar seferi sırasında Otağ’da mevlit okunmuştur.
*Bedeviye, Rıfâiyye, Desûkiye, Gülşenniyye, Halvetiyye, Şâzeliyye, Bektâşiyye, Nakşiyye, tarîkatları mevlit okutmaktadırlar.
*Hüseyin Vassaf’ın Süleyman Çelebi’nin eserini şerh ettiği Gülizar-ı Aşk en iyi mevlit şerhidir. Bu kitap H Yayınları tarafından günümüzde de basılmaktadır. Sadece bir şerh değil içinde Çelebi’nin hayatı, Çelebi’nin mânâsı, Mevlid’in yazılma sebebi, fasılları geleneği ve Mevlidle alakalı konular yer almaktadır.

Daha nice notların arasından küçük bilgi seline son vermek gerekir. Süleyman Çelebi fetret döneminin buhranlı günlerine bir ses olmuştur. Yunus Emre’nin Türkçe’yi miraca çıkarmasıyla başlayan edebiyat geleneğini, Süleyman Çelebi mabedin içine sokarak, onun büyük bir tevhit ve siyer dili olduğunu ispatlamıştır. Türk’ün tevhid akîdesini yine onun dilinden aktarmış, yücelerden yüce peygamberin mânâsını ruhumuza işlemiştir. Sadece bir eser bırakmamıştır, o dünyânın ihtiyacı olan tevhid eğlencesini, tevhid ağıdını bizlere sunmuştur. Ölüm ve doğumun bir olduğunu her şeyin tek’e vardığını anlatırken, bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvettir. Bosna’dan Filistin'e, Türkistan'a, Yemen’e uzanan, toplumu birleştirici özelliği ile rehber bir eser bırakmıştır. Her sevincimizde her üzüntümüzde onu dayanak yapıp, gerçek koruyucuya yüzümüzü dönmekteyiz. Süleyman Çelebi hayırlı işlerin en hayırlısını yapan müminlerin en hayırlısı, yüce gönüllerin pirlerindendir.

Evlerimizden mevlitler eksilmesin. Ve son olarak Mevlit’in son beytinde belirttiği gibi ona bir Fâtiha okumayı ihmal etmeyelim yahut o bize bir fâtiha okumayı hiç ihmal etmesin. Ruhuna selâm olsun.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

18 Ağustos 2024 Pazar

Dünya ve insan: rüya mı gerçek mi?

“Gerçeğe ulaşabilmek için hayatta bir kez olsun o zamana kadar inandığımız her şeyden sıyrılmak ve bütün bilgiyi temelden ve yeniden kurmak gerekir.”
- Descartes

Korkuyla uyandığımız rüyalar vardır. Bazen de görmek için yalvardığımız rüyalar. Kimi zaman da rüyamızda görünce bizi hüzne çeken gerçekler... Uyku ölümün kardeşidir. Bedenden ayrılan ruh ötelerdeki maceralara teklifsizce süzülür. Rüya alemi bir bakıma asıl yurdun fragmanıdır. Bundandır ki bazı rüyalar haberci olurlar, bazıları uyarıcı, bazıları destekleyici. Kimi rüyalar da vardır ki tekrar eder. Her gece aynı rüyayı gören kişi ister istemez gördüğünün manasını hakikat farz ettiği “uyanık” aleminde arar. Halbuki “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Öyleyse hakikate nasıl varılır?

-... Ve kabul etmek gerekir ki uyumayı bilen bir insan rüyalarını güzelleştirebilir.
- Yani insan rüyalarına yön verebilir mi?
- Sizin güzel bir düşten uyandığınız ve sonra onun devamını görmek için yeniden uyuduğunuz olmadı mı?


Evet, ben bir düş evreni yaratıyorum. Hakiki alemlerden dökülen rüyaları beyaz kağıtların üzerinde toplayıp onlara bir suret veriyorum., sonra bu suretleri o alemlere iade edip, düşlerimin evrenini değiştiriyorum. Şunu anlatmak niyetiyle yazıyorum, ki o zaman düşlerimiz de hayatımızı değiştirmeye başlıyor.

Rüyalara tesirde bulunarak ikinci bir hayat meydana getirmeye çalışan ve bunu başarabildiğinde akan hayatın da değişeceğine inanan genç bir psikoloğun rüyalar alemindeki yolculuğunu anlatan Rafet Elçi’ye ait Ruhlar Pipo İçmez kitabı, aynı rüyanın içinde birbirlerine aşina olan altı danışanının olduğu bir hayal şehrinin içinde kendini bulması ve orada yaşamaya başlamasını konu ediyor... Düğümlerin rüyanın içinde mi dışında mı çözüldüğü aklı kurcalayan nefis bir kurgu.

Son sayfaya dek sırların ve heyecanın dinmediği, rüya mı gerçek mi anlaşılmayan, birbirine geçmiş olay örgüsünün içinde mezarlıkların uykulara, uykuların mezarlıklara çıkan yollarıyla bezeli, kısa fakat etkileyici bir arayış romanı. Gerçek elbette yeniden inşa edilebilir. Ama hangi yolla?

- İşte ölüm böyle bir şeydir. Uykunun içinde uyumak...
- Yani hayat gerçek değil mi?
- Bunu anlamanın tek bir yolu vardır.
- Nedir?
- Ölmek. Ancak öldüğünüz zaman gerçekten yaşayıp yaşamadığınızı anlayabilirsiniz.


Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

13 Ağustos 2024 Salı

Seyahat edebiyatının usta yazarı: Nahid Sırrı

Türk edebiyatında daha çok öykü ve romanlarıyla tanınan Nahid Sırrı Örik piyes, anı, deneme, çeviri gibi değişik türlerde eserler vermiş olmakla birlikte aynı zamanda usta bir gezi yazısı muharriridir.

Nahid Sırrı’nın Anadolu’da Yol Notları (1939), Bir Edirne Seyahatnamesi (1941) ve Kayseri, Kırşehir, Kastamonu (1955) adlarıyla yayımlanmış üç gezi kitabının yanı sıra kaleme aldığı birçok gezi yazısı gazete ve dergi sayfalarında kalmıştır. Nahid Sırrı’nın seyahat edebiyatı ve kültürel bellek açısından önem taşıyan bu gezi kitapları ile muhtelif tarihlerde yazdığı gezi yazılarının tamamı Bahriye Çeri tarafından derlenerek Vatan Beldelerine Seyahatler adıyla okuyucuyla buluştu.

İlk çağlardan bu yana örnekleri görülmeye başlayan seyahat edebiyatı için Anadolu hemen her dönemde seyyahların uğrak yerlerinden biri olmuştur. Osmanlı döneminde de pek çok seyyah Anadolu’yu dolaşmış ve yazdıkları seyahatnamelerde Anadolu şehirlerine geniş yer ayırmışlardır. Osmanlı’nın son döneminde gazete ve mecmuaların yaygınlaşması beraberinde seyahatlere ilişkin tefrikaların yayımlanmasını getirmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra tefrikalar iyice çoğalmış ve Cumhuriyetle birlikte seyahat edebiyatının merkezinde Anadolu coğrafyası ön plana çıkmıştır.

Anadolu’yu tanımak ve onu bilinmeyen bir diyar olmaktan çıkarmak gayesiyle yazar ve şairlerin kaleminden gezi yazıları gazete ve dergi köşelerinde yer bulmuş ardından kitap boyutunda yayımlanmaya başlamıştır. Anadolu’yu yakından tanımaya ve tanıtmaya yönelen Falih Rıfkı Atay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet İhsan Tokgöz, İsmail Habip Sevük, Celal Nuri İleri, Şükufe Nihal, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim ve Nahid Sırrı Örik gibi edebî isimler çeşitli seyahat yazıları ve eserleri kaleme almışlardır.

Seyahat edebiyatına ilgi gösterenlerden biri de Nahid Sırrı’dır. Anadolu gezilerine dair tuttuğu notlardan hareketle samimi ve yalın bir anlatıma sahip olan pek çok gezi yazısı kaleme almıştır. Seyahat edebiyatına dair bir yazısında vatan beldelerini ziyaret etmenin önemini belirten Nahid Sırrı, bu yerler hakkında izlenimlerin sadece Avrupalılara değil bize de birçok şey öğreteceğinin altını çizmektedir.

Gezip gördüğü Anadolu şehirleri hakkında gözlem ve tespitlerini kendine özgü üslubuyla dile getiren Nahid Sırrı’nın özellikle eski eserlere ve medeniyetlere duyduğu ilgi, bu eserlere dair verdiği ayrıntılı bilgilere yansımıştır. Ayrıca seyahate çıkmadan önce gideceği yerlerin tarihi ve coğrafyası hakkında yazılmış bazı kitapları okuyarak esaslı bir malumata sahip olduğu ve bu bilgilere yazılarında yer verdiği görülmektedir. Nahid Sırrı, gezi yazılarında Evliya Çelebi Seyahatnamesi başta olmak üzere kimi tarih ve coğrafya konulu kaynaklarından çeşitli bilgileri okuyucuya aktarılmaktadır. Gittiği yer hakkında bilgi verirken batılı yazarların (Lamartine, Lady Montegu, Noélle Roger, Pierre Loti, Charles Texier) Anadolu hakkında yazdıklarından da bahsetmekte ve bilgi yanlışlarından söz ederek eleştirel bir bakışla değerlendirmektedir.

Nahid Sırrı, Anadolu’yu ilk defa babası Hasan Sırrı Bey’in Rüsumat Müdürü sıfatıyla Karadeniz sahilleri gümrüklerini teftişi sırasında görür. Daha sonra çevirmen olarak Ankara’da Maarif Vekaleti’nde çalıştığı yıllarda Karadeniz, Marmara çevresi, Trakya ve İzmir dolayları ile Kayseri’ye kadar İç Anadolu’yu gezmiş ve edindiği izlenimleri yazıya dökmüştür.

Yazar gençlik yıllarına tekabül eden 1916 başlarından 1928’e kadar Avrupa’da bulunmuş, Tiflis’ten başlayarak Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag’a kadar Batı şehirlerini dolaşmıştır. Ancak sağlığında kitap olarak yayımlanan gezi kitaplarında Avrupa izlenimlerine hiç yer vermemiştir. Avrupa’ya dair gözlemlerine muhtelif konulardaki kitaplaşmamış yazılarının satır aralarında tesadüf edilmektedir.

Anadolu gezilerini tren, otomobil, otobüs, sal, at vs. gibi çok çeşitli ulaşım araçlarıyla gerçekleştiren Nahid Sırrı yolculuk esnasında yaşadığı sıkıntıları bir zahmet ve zorluk olarak görmemesi dikkat çekicidir. Gittiği yerlerde daha çok muallim, müfettiş, maarif müdürü, doktor, kaymakam, nahiye müdürü gibi devlet görevlileri ve eşraf ailelerinden kimselerle temas kurmuş kimi zaman da onlarla etrafı gezip dolaşmıştır.

Vatan Beldelerine Seyahatler’de Nahid Sırrı’nın üç gezi kitabının yanı sıra muhtelif zamanlarda gazete ve dergilerde neşredilen Kırşehir, Yalova, Bursa, İzmit ve Silivri’yi anlattığı gezi yazıları da yer alıyor. Bu gezi yazıları içinde özellikle Bursa’ya dair olanlar dikkat çekicidir. Çünkü Bursa yazarın hem babası hem de dedesinin doğdu aile köklerinin olduğu bir şehirdir. Çocukluk yıllarında birkaç defa gittiği Bursa’ya daha sonra da seyahat etmiş ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e şehirde gördüğü değişimi yazılarında ele almıştır.

Nahid Sırrı, gezdiği yerlerin edebiyat ile bağını önemsemiş ve orada yaşamış şair ve yazarlardan da bahsetmiştir. Örneğin Kayseri’de kaldığı tarihi lise binasında Faruk Nafiz’in edebiyat hocası, Behçet Kemal’in de talebe olarak bulunduğu söylemektedir.

Nahid Sırrı’nın gezi kitapları ile dergi ve gazete sayfalarında kalmış yazılarını gün ışığına çıkaran Vatan Beldelerine Seyahatler daha önce kitaplaşmış olan İstanbul Yazıları, Ankara Yazıları ve yakında yayımlanacak olan Seyahat ve Seyahat Edebiyatı Üzerine Yazılar ile bir bütün olarak gezi edebiyatımızda kuşkusuz önemli bir yer teşkil ediyor.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

Gazzâlî'nin Kur’ân’ın derinliklerini keşfetmeye çağrısı

İmam Gazzâlî’nin Cevahirü’l Kuran isimli eseri Kur'ân’ın Özü adıyla Muhammet Yazıcı tarafından tercüme edilerek Ketebe Yayınları tarafından okur ile buluşturuldu. İmam Gazzâlî kendi isimlendirmesiyle dini “ihya” çabasına girişmiş ve bu konuda da Allah tarafından muvaffakiyete erdirilmiştir. Onun eserleri dini alanda boşluk bırakmayacak kadar zengin, her kesimden insanın anlayabileceği şekilde açık ve tamamen Kuran ile Sünnet tarafından delillendirilmesi, desteklenmesi ile de şüpheye yer bırakmayacak düzeyde keskin eserlerdir.

İmam Gazzâlî eserin bir bölümünde “Amacım, Kuran’ın anlamını keşfedip derinlerine dalman için sana onun kapılarını açmaktır” diyerek eserin yazılış amacını özetlemiştir. Gerçekten de Kuran, doğrudan Allah’ın kelamı olduğu ve mahlûk olmadığı için içerisinde barındırdığı hazinenin haddi hesabı, sınırı, hududu yoktur. O tükenmeyecek bir denizdir. Ancak her okuyan ondan kendi mertebesinin elverdiği ölçüde istifade etmektedir.

Kuran, inanmayanlar için lafızdan ibaret bir kitaptır. Avam için belli hükümlerin ve kıssaların yer aldığı bir rehberdir. Avamın böyle bakması yanlış değildir, Kuran onlar için bir kurtarıcı olma işlevini sağlamaktadır. Havas için ise her ayetinde, her kelimesinde, hatta her harfinde başka başka manaların açıldığı, sırların çözüldüğü ilahi bir ikram, bir ihsandır.

İmam Gazzâlî amacına uygun olarak eserini bölümlere ayırmış, her bölümü de kısa ve açıklayıcı tutmuş, böylece eser Kuran’ı anlamaya dair okuyucuya birden çok yeni pencere açmıştır.

Gazzâlî'nin amacında ise hedef Allah’ı tanımak ve Allah’a giden yolun yolcusu olmaktır. Kitapta anlattığı durumlara uygun ayetleri koyan Gazzâlî, Allah’ı tanımaya yönelik ayetlere “Kuran’ın cevherleri”, Allah yolunda yolculuk etmeye dair ayetlere de “Kuran’ın incileri” demiştir.

Gazzâlî eserinde kısaca; Kuran’ın içinde türlü hazine ve cevherler barındıran bir okyanus olduğunu, tüm ilimlerin Kuran’dan sadır olduğunu, melekut âlemine dair gerçeklerin şehadet alemine ait örneklerle anlatılması ve nedenini, melekut alemi ile şehadet alemi arasında nasıl bir ilişki olduğunu, kibrit-i ahmer gibi sözcüklerin altında yatan manayı, Kuran’ın bazı ayetlerinin diğerlerinden üstünlüğünü ve bu üstünlüğün nasıl olduğunu, Fatiha suresinin barındırdığı sırları, Ayetü’l-Kürsi olarak bilinen ayetin Kuran ayetlerinin efendisi olma durumunu, Yasin suresinin Kuran’ın kalbi olması durumunu, İhlas suresinin Kuran’ın üçte birine denk gelmesinin nasıllığını, arif olan kişilerin hallerini anlatmıştır.

Arifler daha dünyadayken cenneti yaşamaktadırlar, onların halleri cennet nimetleriyle nimetlendirilmiş olmalarıdır. Onlar bu makama gelerek aynı zamanda Kuran’ın derin manalarına da vakıf olmuşlardır. Hz. Ali Efendimiz’in “Kuran benim” demesi gibi arifler de Kuran ile bütünleşmişlerdir. Arif olmanın gerekliliği de getirisi de budur. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde “Ben ilmin şehriyim, Ali de ilmin kapısıdır” buyurmuştur. İkisi arasında bağlantı aşikârdır.

Şazeliyye tarikatının piri Hasan eş-Şazeli Hazretleri müritlerine her zaman Gazzâlî'yi okumalarını tavsiye etmiş, Gazzâlî'yi öylesine önemsemiş ve onun makamına şahitlik etmiş ki “Dua ederken Gazzâlî ile Allah’a tevessül edin” buyurmuştur. Gazzâlî'nin ilminden istifade etmek için Kuran’ın Özü çok güzel bir nasip.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

9 Ağustos 2024 Cuma

İyilik Timi iş başında!

Metin Özdamarlar’ın yazdığı, Burak Genç’in çizimleriyle katkıda bulunduğu İyilik Timi, beş arkadaşın iyilikten şaşmadan, iyiliği tüm evrene yayma çabalarını, bu çabaların adım adım, çığ gibi büyüyerek birçok kalbe dokunuşunu anlatıyor.

Metin Özdamarlar, Kayseri’nin Develi ilçesinde doğmuş. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamlamış. Lisans diplomasını Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünden almış. Halen Sosyal Bilgiler Öğretmeni olarak görev yapan ve yayımlanmış elli üç kitabı bulunan Metin Özdamarlar, Türkiye genelinde çocuklar için tarihi değerlerimiz hakkında konferanslara, panellere ve söyleşilere katılıyor. Bunun dışında sınava girecek öğrenciler için motivasyon, eğitim fakültesi öğrencileri için ise kişisel gelişim toplantıları düzenleyen Özdamarlar, birçok sosyal sorumluluk projesinde de yer alıyor. Çizer Burak Genç ise; 2000 yılında İstanbul’da doğmuş. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Genç, masallar, mitler ve efsanelere karşı duyduğu ilgiyi yazıya ve çizime dökerek meraklı olduğu konuları işe dönüştürüyor. Bu ikilinin kaleminden çıkan ve İlk Genç Timaş etiketiyle yayımlanan İyilik Timi adlı kitap, kısa süre önce genç okurlarla buluştu. Her biri farklı konulara eğilim gösteren beş arkadaş Asel, Eslem, Arhan, Bilgin ve Dilek’in, iyilikten şaşmadan, iyiliği tüm evrene yayma çabalarını, bu çabaların adım adım, çığ gibi büyüyerek birçok kalbe dokunuşunu anlatan İyilik Timi, iç ısıtacak bir iyilik hikâyesini okurların önüne koyuyor.

Asel, Eslem, Arhan, Bilgin ve Dilek Yeşilçam filmlerini aratmayan bir mahallede yaşayan, sımsıcak bir okulun yedinci sınıfında okuyan beş kafadar. Onlar herkesi, herkes de onları çok seviyor. Derslerinde başarılılar. Öğrenmeye meraklılar. Okuyorlar, izliyorlar, dinliyorlar, araştırıyorlar. Hepsi için de her şeyin başında iyilik geliyor. Karşılıksız iyilik yapmayı, iyi biri olmayı erken yaşta şiar edinen beş arkadaş kendi çaplarında hayırlı işler yapıyorlar. Muhtaç olanın yardımına koşuyorlar, dört ayaklı dostlarımızı unutmuyorlar, kimseye saygıda kusur etmiyorlar. İyiliği yaymak için büyük çaba sarf ediyorlar.

Sıradan bir okul gününde Sosyal Bilgiler öğretmenleri Zeki Bey, sınıftaki tüm öğrencilerden bir iyilik projesi yapmalarını istiyor. Neye, kime karşı yapılacağı önemli değil. Konu sadece bir iyilik projesi hazırlamak ve bunu hayata geçirmek. Beş kafadar, “Ne yapabiliriz?” diye düşünüp birkaç klişe fikirden sonra Bilgin bir çikolata şelalesi yapmayı öneriyor. Bilime sonsuz bir inançla bağlı olan Bilgin’in bu fikri hepsinin kafasına yatıyor ve beş kafadar vakit kaybetmeden işe koyuluyorlar. Herkes elinden geldiğince projeye katkıda bulunuyor ve çikolata şelalesi hayata geçiriliyor. Fakat bizim beşli, yine iyiliği ön plana çıkararak öğretmenlerine bu makineden elde edilen çikolataların bir kısmını Sevgi Evleri’nde kalan çocuklarla paylaşmayı öneriyor. Tereddütsüz şekilde kabul gören bu önerinin ardından beş arkadaş yine herkesin gönlünde taht kuruyor. Çikolata şelalesinden hareketle iyiliği yayma işini ufaktan genişletmeye başlayan beş arkadaş, bir nevi “mahalli sosyal sorumluluk” projelerine imza atıyor. Kuru Fasulye Festivali düzenliyorlar, kitap kulübü kuruyorlar, etraflarındakilere filmler izletip türküler dinleterek üzerine bol bol sohbet ediyorlar. Asel, artık bu işe kendilerini adadıkları ve bir takım oldukları için bir adları olması gerektiğini düşünüyor. Ve böyle İyilik Timi'nin de temelleri atılmış oluyor.

İyilik Timi’nin haftalık olağan toplantılarından birinde, yeni neler yapabileceklerine dair istişarelerde bulunduktan sonra herkes eve dağılıyor. Asel de bir aile geleneği olan akşam yemeğinde hep birlikte olma kaidesini bozmamak için eve doğru yolunu tutuyor. Herkes için günün muhasebesinin yapıldığı, arada ufak tefek şakaların sofrayı şenlendirdiği bu akşam yemeklerinde Asel, o gün babasının pek fazla konuşmadığına dikkat kesiliyor. Durum kendisine sorulunca babası gelirken komşularına uğradığını, oğulları Aras’ın SMA hastası olduğunu söyleyince herkesin morali alt üst oluyor. Kafasını hemen bu işe veren Asel, İyilik Timi’ni olağanüstü toplantı için bir araya getiriyor ve konuyu arkadaşlarına anlatıyor. Hepsi de ellerini ne olursa olsun taşın altına sokmaya kararlı olduklarını Asel’e söylüyor ve beş kafadar için zamana karşı bir yarıştan öte, mücadele başlamış oluyor…

Metin Özdamarlar’ın İyilik Timi'nde, ufak çaplı bir ütopya kurduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun “fantastik” bir yanının olmadığını eklemekle beraber, kitabı bitirdikten sonra “Neden olmasın?” sorusunu sordurması, İyilik Timi'nin okuru heyecanlandırması, aklını konunun gerçekleşme ihtimali üzerine düşündürmesi bile kitabın niyetinin “geçerliliği” hakkında yeterli altyapıyı sağlıyor. Tüm bunları toparlayınca da iyiliğin, “iyi” olduğu zihnimizin bir köşesine yerleşiyor ve görevini orada sürdürmeye devam ediyor…

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

6 Ağustos 2024 Salı

Bir şeref ve haysiyet meselesi: diplomasi

Yakup Kadri’nin, meşhur Zoraki Diplomat (İletişim Yayınları) kitabını okudum, ikinci defa. Bu kitabı, her zaman çok sevmişimdir; Hollanda beziyle ciltletmiş, mutena bir yerde, her an gözüme çarpacak şekilde muhafaza etmişimdir. İçeriği kadar başlığıyla da sevilen bir kitap bu. Bazı kitapların başlığı kendisinin önüne geçer ya, bu da onlardan. İçinde ne yazarsa yazsın, kayıtsız kalamazsınız.

Yakup Kadri, kitapta yer alan yazıları, Cumhuriyet gazetesinin sütunlarında ilk neşrettiği yıllarda, toplumdan ve bürokrasi çevrelerinden beklediği ilgiyi görememenin şaşkınlığını ifade ederken, bu başlık konusuna da değinir: “Ve işin asıl tuhaf tarafı, okurlarımdan çoğunun dikkat ve merakını yazılarımın tahlil ve tetkik mevzuunu teşkil eden vakıalardan çok daha ziyade başlığının çekmiş olmasıdır.” (s.342).

Diplomasinin, artık işe yaramadığı ve bütünüyle istihbarat oyununa dönüştüğü bir zamanda bu kitabı yeniden okumak, olan biteni farklı açılardan düşünmemize yardımcı oluyor. Korkudan ve güvensizlikten -ve de yetersizlikten!- beslenen “istihbaratçı diplomasi”nin, ülkeleri nasıl sonu gelmez savaşlara sürüklediğine, dış politikayı bütünüyle güvensizlik üzerine kurmanın yüzeyselliğini perdelemek için başvurulan hamasetin nasıl da en haklı davalardan bile insanları uzaklaştırdığına şahit oluyoruz. Bilmek gerekir ki kendisini istihbaratın sorgulanamaz, tek boyutlu kılavuzluğuna kaptırmış diplomasiden barış çıkmaz. Ortalıkta tek bir düşman kalmasa dahi o, kendisine savaşmak için yel değirmenleri arayacak ve de bulacaktır çünkü. Diplomasi, sivil ve güvene dayalı bir iştir, bütün dünya güvensizlikten kan ağlasa bile. Diplomasi, bir barış oyunudur her şeyden ziyade.

Bu anlamda, denebilir ki, Yakup Kadri’nin kitabı, tam bir hamaset karşıtlığı içeriyor ve barışı esas alıyor. “Gizemli diplomasi”nin karşı kutbunda yer alıyor ve kartları açık oynamayı seçiyor. İnsanlara ve halklara güveni esas tutuyor. İnsana ve insanlığa her koşulda inanıyor. Diplomasinin -istihbarat denilen gizemli heyulanın tam aksine- derin bir tarih, köklü bir kültür, engin bir birikim ve sanatsal bir yaratıcılıkla yapıldığı takdirde ancak, politika denilen görünmez gücün tam bir kavrayışla anlaşılabileceğini, güvensizliğin yerini güvene ve savaşların yerini hakiki bir barışa bırakabileceğini anlamamızı sağlıyor. Onun diplomasisi, olması gerektiği gibi, hiçbir halkın düşman olmadığı şiarına dayanıyor. Diplomasinin gerçekten işe yaraması için olan biten sıcak olaylara her zaman biraz dışarıdan, biraz geriden bakabilmenin hayati olduğunu anlatıyor.

Meslekten diplomatların çoğunun, bu kitaptan hoşlanmadıkları, bir sır değil. Nihat Dinç’in, Gönüllü Diplomat’ı (İthaki Yayınları) ya da Ali Tuygan’ın, Gönüllü Diplomat: Dışişlerinde Kırk Yıl (Şenocak Yayınları) gibi, meslek hatıralarını içeren kitaplar, bir bakıma bu kızgınlığı gösteren nazireler. Meslekten olmak önemlidir elbette. Bu, yalnızca kişisel bir tecrübe ve uzmanlık getirmekle kalmaz aynı zamanda kurumsal bir birikimin üzerinde hareket etme imkânı verir. Diplomatlık mesleğinin, salt bireysel bakış açısıyla yapılabilir bir iş olmadığını bilmek gerekir. Fakat, meslekten olunca da sert özeleştiriler görmek son derece zor oluyor, nedense. Belki de diplomasinin, her şeyi estetize eden sunuş biçimi kendi eksikliklerini görmeyi engelleyen bir etki yapıyordur, kim bilir. Ya da, uzun yıllar gerçeği tanınmaz hale getiren resmi ağızlara fazlaca bakma, bir süre sonra kendilerinde de bir itiyada dönüşüyordur.

O nedenle, Yakup Kadri haklı; zira, bütün bu meslek anılarında hep, bir dönemin önemli olaylarını, büyükelçilerimizin bulundukları ülkelerin sosyal, kültürel ve siyasal durumlarını, hadi biraz da meslekle ilgili “acı-tatlı” yaşadıklarını, estetize edilmiş, yaldızlanmış biçimde, öğrenmekle kalıyoruz. Sürekli olarak, ne büyük hizmetlerde bulunduklarını anlatıyorlar -anlatıyorlar ki dersler çıkarılsın ve devletimiz, âli menfaatlerini daha güçlü şekillerde korusun, gelecek kuşakların uyanık olmaları sağlansın!- ve bir şeylere “ışık tutuyorlar” ama o ışık, bir türlü mesleklerine, kurumlarına ve devletin işleyişine -bir kelimeyle kendilerine gerçek manada dönmüyor.

Ne kadar eleştirel yaklaşsalar da ustalıkla yapılan “güzellemeler” işin sonunda diplomatlık mesleğine ve devletin “bilgeliği”ne -kendi kendilerine mi demeli!- toz kondurmuyor. Meslekten olmak, doğası gereği mesleği her türlü durumda savunmak gibi, iyi mi kötü mü olduğu tartışmalı bir sonuç doğuruyor. Ve ne kadar allı pullu olursa olsun, bu tür kitapların içinde çok temel bir eksik oluyor: halk. Hem temsil edilen hem de hatıralarda her türlü detayıyla ele alınan ülke halklarındansa, büyük devlet adamları, önemli olaylar, dönemin büyük hadiseleri dolduruyor sayfaları. Belli ki devlet işlerinde fazla gönüllü olmak pek de iyi bir şey değil. Fazla gönüllülük, hiçbir şeyi köklü şekilde değiştirmeyecek olmanın baştan kabul edilmesinin bir tür beyanı gibi. O nedenle, yalnızca diplomaside değil, devletin her köşesinde, şimdilerde gördüğümüzün tam aksine, koşarak göreve gitmeye hazır olanlar değil gönülsüz ve hatta zoraki görev alacak insanlara çok ihtiyacımız var; Ama, onlardan var mı?

Yakup Kadri, kendisine ilk olarak elçilik teklif edildiğinde -ki bizzat Atatürk istemiştir!- “küçülmüş” hissettiğini yazar. Şüphesiz, teklif edilen görevin yüce ve değerli olup olmamasıyla ilgili değildir bu durum. Kendisini, o kadar bağımsız ve sadece kaleminin peşinden giden biri olarak görmektedir ki hangi düzeyde olursa olsun, devletin memuru haline gelmek bir noktadan sonra artık düşünen olmaktan çıkıp salt uygulayana dönüşmek anlamına gelecektir. Emirler alacak, üstleri olacak, her düşündüğünü düşündüğü gibi yazamayacaktır. Kafa bağımsızlığını kaçınılmaz olarak kaybedecek, giderek yaratıcılık yerini rutin tekrarlara bırakacaktır. Bu ise bir yazarın, hele ki etkili dergiler çıkaran, dönemi için entelektüel bir kanaat önderi sayılan birinin ölümü demek olacaktır. Sahi, şimdilerde böylesi bir teklifi reddedecek kaç yazar tanıyoruz? Bu ulvi göreve talip olmayacak, bunu yazarlık şerefine yediremeyecek kaç kişi biliyoruz?

Yakup Kadri, kitabın sevilmeme nedeni olan, “Elçiye zeval olmaz derler ama…” başlıklı giriş bölümünün başında bu durumu şöyle anlatır: “‘Devlet mansıbı’ denilen şey, niçin, birçok kişinin hırsını kurcalar, bilmiyorum. Bana ilk defa, ‘İkinci derece ortaelçilikle Tiran’a tayininiz kararı tasdikten çıkmıştır. Mütemmim muamelelerin ikmali için Zat İşleri Müdürlüğü’ne müracaat ediniz, dedikleri vakit, düştüğüm ruh hali yalnız bir ‘eksiklik kompleksi’nden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birdenbire o kadar küçülmüş, o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatım o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissettim ki, az kalsın, ‘ben bu işten vazgeçtim,’ diye haykıracaktım.” (s.39).

Haykırmaz elbette, emir büyük yerdendir ve çıkardıkları Kadro dergisi dönemin partili önde gelenlerini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Biraz uzaklaşması en yüksek düzeyde istenmektedir. İstemeyerek de olsa Tiran’ın yolunu tutar. Çıkarmakta olduğu Kadro dergisinin ana konusu, dar ve sınırları baştan çizilmiş şekilde bakmaya alışmış, korformist bürokratik elitlerle istenilen inkılapların gerçekleştirilemeyeceği iken bir anda kendini kendi dergisinin konusu haline gelmiş bulur: “Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kaybedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım.” (s.40).

Zoraki Diplomat, bu nedenle, pek çok açıdan çok önemli bir kitaptır. Devlet körlüğü denilen ve bugün de kurumların içinde fazlasıyla kendini belli eden, yaratıcılıktan ve zannettiklerinin tam aksine halktan uzak kişilerin vasatlıklarını kapatmak için başvurdukları yol ve yöntemleri görmemizi sağlıyor. Kurumların içinden gelen tecrübeli isimlerin sert eleştirilerine, su kadar, hava kadar ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Aksi halde, bürokratik bir bağnazlık, her türlü mesleğin şerefini ayağa düşüren bir etki yapıyor.

Zoraki Diplomat, önce kendi halkını ve sonrasında karşı halkları gerçek anlamda ruhuyla anlayabilmenin, diplomasinin en önemli şartı olduğunu göstermeye çalışıyor. Yakup Kadri, burada mesleki bir deformasyon, bir bağnazlıktan söz ediyor ve bu durum, diplomatla halkın arasını açıyor: “Fransızların ‘esprit de caste’ ve ‘deformation professionnelle’ dedikleri sınıf zihniyeti ile mesleki çarpıklık çekirdekten yetişme diplomatların büyük bir kısmını toplumlardan öylesine ayırmış ve aşağı halk tabakalarının mukadderatına öyle bir yüksekten veya tersinden bakmağa alıştırmıştır ki, bunlar, kendi başlarını sıkıntıdan kurtarır veyahut neticesi şüpheli herhangi bir geçici hal çaresi bulurken temsil ettikleri devlet ve milletin hak ve menfaatlerini korumuş oldukları zannına düşebilirler.” (s.348).

Yakup Kadri, deyim yerindeyse “halkçı bir diplomasi” yapmaya ve bunu, meslekten diplomatlığın tam karşıtı olarak konumlandırmaya çalışır. Tiran’da örneğin, halkla iç içe olmaya, uzak köylere ve kasabalara giderek “gerçek” yaşamı ve halkın ruhunu kavramaya uğraşır. Çünkü, buna dayanmayan bir diplomasinin ne kadar yaldızlı ya da ne kadar istihbarata dayalı olursa olsun, hakiki sonuçlar üretmeyeceğine kanidir. Arnavutluk’un dışarıdan görünen “zillet” haliyle altta yatan gerçeklik arasındaki farkı romantik bir dille şöyle anlatır: “Evet, milletin tortusu, bir vakitler bizde olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o, elleri, yüzleri tertemiz altın başlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görünmez hale gelmişti.” (s.71).

Sonrasında, Prag Büyükelçiliği (Ah, Ne çektin be Prag!), La Haye, Bern ve Tahran büyükelçilikleri yapar. Özellikle, Tahran’a dair yazdıkları, bugün yaşananları anlamak açısından oldukça önemlidir. Bu coğrafyanın insanının kendini kutsal ölümlerle ve acılarla var ettiğini, ıstıraptan çılgınca bir zevk aldığını yazar. İran’ın şiirini ve edebiyatını bilmeden diplomasisinin de bilinemeyeceğini çok iyi gösterir. Bu anlamda, bize hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen bir halkın onda bıraktıklarını okumak, benzeri meslekten hatıra kitaplarının neden eksik olduklarını anlamamız için yeterli kaynaktır.

Bugünlerde kimse hiçbir göreve zoraki gitmiyor belli ki. Herkes fazlaca gönüllü, pek bir hevesli ve aşırı istekli. Oysa diplomasimiz, pek zoraki: söylenmiş olması için söylenen sözlerden, sonuç getirmeyeceği baştan belli hamlelerden, derinliksiz görüş bildirmelerden, göstermelik kınamalardan ve samimiyetsiz yaptırımlardan oluşuyor. Belki de, sürekli saldıracak yel değirmenleri arayanlar için diplomasi, donkişotluktan ibarettir. Oysa koca bir halk için, bir şeref ve haysiyet meselesi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İmparatorluklar arasında İstanbul'un dönüşümü

Asırlardır adından sitayişle söz edilen, tarihi ve coğrafi özellikleriyle, tabiî güzellikleri ve yedi tepe üzerinde inşa edilen mimarî eserleriyle dünyanın incisi mevkiindeki İstanbul, üç imparatorluğa başkentlik etmiş yeryüzünün en eski kentlerden biri konumundadır.

İstanbul’un tarih içindeki uzun geçmişinin izlerini süren Önder Kaya’nın kaleminden İstanbul Tarihi isimli kitap okuyucuyla buluştu. Kronik Kitap’ın yayımladığı 500. kitap olarak raflarda yerini alan eser gravürler, resimler ve fotoğraflar eşliğinde İmparatorluklar başkentinin 2500 yıllık tarihine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

İstanbul kurulduğu ilk andan itibaren önemini muhafaza eden ender kentlerden biri olmuş bugün de gerek Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan stratejik konumu baz alındığında gerekse sahip olduğu emsalsiz değerleri ile neredeyse rakipsizdir. Bundan dolayı geçmişte defalarca muhasara edilmiştir. 193’de Romalılar, 1204’de Haçlılar ve 1918’de İtilaf Devletlerince İstanbul işgal ve tahribata uğratılmıştır. 2500 yıllık tarihinde defalarca harap edilmiş, türlü afetler ve sayısız badireler atlatmış ancak her defasında küllerinden yeniden doğmasını bilmiş, yüzyıllar boyunca gönüllerde taht kurmayı başarmıştır.

Yüzyıllar içinde teşekkül etmiş ve kendi estetiğini bulmuş İstanbul’a hâkim olanlar ellerinde tutukları eşsiz güzelliğin bilinciyle ona Nea (Yeni) Roma, Ebedi Kent, Dersaadet gibi unvanlar vermişti. Konstantin, Justinyanus, Fatih, II. Bayezid, Kanunî, III. Mustafa gibi hükümdarların abidevi yapılarla imar ve ihya ettikleri İstanbul, tarihsel miras olarak Prag, Budapeşte, Roma, Viyana, Paris, Londra ve Moskova gibi kentlerin birçoğunu geride bırakacak kadar ihtişamlı bir maziye sahiptir.

Dördüncü Haçlı Seferi sırasında büyük bir tahribata uğrayıp yağmalanan nüfusu elli binlere kadar düşen İstanbul’un fetihten sonra çehresi hızla değişmiş ve yaklaşık olarak dört yüz elli yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı olmuştur. Fatih’in mamur ettiği bu emsalsiz şehir hem doğunun hem de batının imrenerek baktığı bir kültür merkezi haline gelmiştir.

Geçmişte pek çok tabi afete, işgal ve kuşatmalara sahne olan İstanbul 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne ise demografisi, kültürünü ve alt yapısını köklü şekilde etkileyen büyük göçlere ve imar politikalarına direnmeye çalışıyor.

Tarih boyunca gezginleri güzelliği ile büyülemiş, ressamların tablolarında ölümsüzleştirdikleri, seyahatnamelere, romanlara, öykülere, şiirlere ve araştırmalara konu olmuş dünya üzerindeki en etkileyici kentlerden biri olan İstanbul’un tarihine damga vurmuş belli başlı olaylarla eski devirlerden bugüne yaşadığı değişim ve dönüşümü akıcı bir üslupla ele alan kitap şehrin tarihi ve kültürünü merak edenlere çok şey vaat ediyor.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus