22 Ağustos 2024 Perşembe

Aşkın türleri ve âşıkların hâlleri

İlahi aşk bahsi, ilk dönem sufilerinden bu yana tasavvufun en merak edilen cephelerinden birini oluşturur. Esasında sözün bittiği ve yalnız ehl-i tevhidin hakkıyla bilebildiği bir bu cephede kimileri dayanamamış, kalplerindeki incileri harflere, kelimelere dökmek istemişlerdir. Bunu elbette keyfi bir tutumla değil, diğer kalplere de gayret kuşları konuverir diye yaptıkları apaçık ortadadır. Ehl-i tevhidin içinde söze sırrı karıştıranlar, yani sırrı ifşa edenler de vardır. Kimileri başlarına gelecek hadiseleri hesaba katmadıkları, belki de önemsemedikleri için acı akıbetlerine doğru yol almışlar, kimileri de şathiye deryasından inciler çıkarmışlardır. İşte bu dalgıçlardan biri de Şeyh-i Şattâh diye anılan Rûzbihân-ı Baklî'dir.

Baklî'nin henüz çocukluk çağında zikre sevdalanmış, arkadaşlarına ve çevresine Cenab-ı Hakk üzerine sorular sormuş, aldığı cevaplarla vecdi tanımış, sonrasında ilahi cezbeye kapılmış bir yaşamı var. Hızır'la karşılaşmasının ardından kendini ibadete, Kur'an ilimlerine daha çok veriyor. Şiraz ve Fesa'nın ardından Irak, Kirman, Hicaz ve Şam seyahatlerinde sufilerle bir arada oluyor, tanıştığı şeyhlerle sohbetini diri tutuyor. Gerek yazdıklarından gerek tavrından dolayı etkilendiği isimler arasında tıpkı kendisi gibi cezbe sahibi ehl-i aşk zatlar hatıra geliyor: Ahmed Gazzâlî, Hallac-ı Mansur, Fahreddin-i Irakî, Abdullah-ı İlâhî... 1209 senesinde Şiraz'da vefat eden Baklî'nin hayatına dair yazılanlar incelendiğinde, doğumundan itibaren ilahi cezbeye mazhar olacak, istidadı neticesinde tasavvufta önemli yollar aşacak bir kimse olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Hakk'ın ve yarattıklarının güzelliği karşısında daima şaşkınlığa uğramış, bu güzellikle tecelli sırlarına aşina olmuş ve nihayet vecd halinde birçok şathiye söylemiş. Baklî'nin şathiyelere özel ilgisi olduğu, sufilerin şathiyelerini derlediği ve açıkladığı Şerḥ-i Şaṭḥiyyât adlı eserinden anlaşılıyor. Abherü'l-Âşıkîn ise beşeri ve ilahi aşkın teferruatını anlatmasıyla bambaşka bir yerde duruyor. Abher, nergis anlamına gelirken sembolik olarak da göze benzer. Yani müşahede eden, gören olarak kullanılır. Dolayısıyla aşıkların abheri, O'na doğru yürüyenlerin bir defteri aynı zamanda.

Âşığın maşuka doğru seyriyle açılan Abherü'l-Âşıkîn'i okurken, Rûzbihân-ı Baklî'nin tasavvuf yolculuğuna da eşlik ediyoruz. Evvela marifet denizinde Hakk'a tevekkül eden, O'nun engin dalgasının yönlendirmesiyle hikmet gemisine binen, böylece kahır ve lutuf dalgalarından emin olan Baklî, sıfat-ı fiil sahillerine ulaşır. Burada marifet merdivenlerini birer birer çıkmaya başlar. Tevhid, tefrid [yalnız kalıp sadece Allah ile meşgul olma] ve tecrid [dünyaya ait şeylerden vazgeçip gönlü Allah’a bağlama] basamaklarının ardından ezel âlemine varıp kıdem libasını kuşanır. "Orada azamet, kibriya, hüsün ve kurbiyat hitabını işittim" diyen Baklî, Hakk'ın lutfuyla fenaya dalar ve tevhid izzetini görür. Hudus sırlarını [âlem ve içindeki varlıkların sonradan yaratılması, görünmezken görünür duruma gelmesi] öğrenir ve Hakk'ın bekâsıyla bâki kalır. Burada işittiği müjde şöyledir: "Seni hür ve neşeli bir âşık, beni her daim birleyen bir sadık, şathiyeler söyleyen bir vamık, ölümüne bir şevk ve coşkuyla bana koşan bir salik kıldım. Artık benim görüşümle gör, işitmemle işit, konuşmamla konuş, hükmümle hükmet ve sevgimle sev."

Melekut ve ceberut seferinin tamamlayan Baklî'nin içinde yeniden bir dert peyda olur. Bu derdin adı aşktır. Aşkla olan imtihanı yeniden başlayınca dünya yurduna yeniden döner, dünya dertleriyle yeniden karşılaşır. Takdir-i ilâhî ile yolunun 'iyiler pazarı'na düştüğünü söyleyen Baklî, her sedeften bir inci yakalamayı gaye edinir. Hakk'ın lütfu burada da ona yetişir ve O'nun kerem eliyle cemal seyrine başlar. Yolculuk devam etmektedir ve elde edilen tüm ganimetler, müjdeler, inciler Baklî'nin gönül tahtını parlatırken o da "Böylelikle insani ve Rabbani aşkı beyan eden bu kitabı yazmaya başladım. Allah Teala'nın yardımı ve ilhamıyla âşıklara ve muhiplere bir ünsiyet neşesi ve kutsiyet hazinesinden bir esinti olmasını niyaz ederiz." diyerek otuz iki fasıla ayırdığı Abherü'l-Âşıkîn'i yazar.

Rûzbihân-ı Baklî aşkı beş türe ayırır. İlahi aşk, tüm makamların nihayetidir ve buraya ancak müşahede, tevhid ve hakikat ehli ulaşır. Akli aşk, marifet ehlinin tutkusudur ve melekut alemini mükâşefe yurdudur. Ruhani aşk, insanlar içinde ehl-i havasa mahsustur ve dolayısıyla şeffaf, latif bir tabiatı vardır. Behîmî aşk, anlık hevesleri doyurduğu için insanların hayvan tabiatlılarında bulunur. Tabii aşk, halkın önemli kısmında yaşanan, mutlaka ilahi tarafa yönlendirilmesi gereken ve bunun için de nefsin kınanmasının şart olduğu aşktır. Baklî tüm aşk türlerini seviyelerine göre açıkladıktan sonra muhabbet faslına geçer. Hakk'ın sevdiği, muhabbetiyle cezbettiği kullarının yazgısı ezelden bellidir. Onların içindeki iyilik ve güzellik, bu muhabbetten dolayıdır. Zaten insan hayatındaki en büyük hadise de bu muhabbet kanalına uzanıp, sevginin kaynağına ulaşmaktır: "Seven kendisidir ve bunda hiçbir tuhaflık yoktur. Sebeplerin hakikatine bakıldığında hiçbir şey insani ve ruhani muhabbetten aziz değildir. Ancak muhabbetin verdiği pâye ile ezel sarayına varılabilir, has olana vesiledir bu."

Abherü'l-Âşıkîn'de Bâklî, açıklamalarını yaparken sıklıkla ayetlerden, hadislerden, şiirlerden, hikayelerden ve menkıbelerden faydalanıyor. Özellikle Fahr-i Kainat Efendimizin yaşantısından ve tavrından bahsederken en çok Hakk ile olan ilişkisine dikkatleri çekiyor. "O'nun gözü O'ndan başka bir şey görmemiştir" hakikatini, okurların ve meraklıların anlayabileceği bir ölçüyle izah ediyor. Ulaşılması gereken son noktayı gösteriyor, bunun zorluklarını dile getiriyor ama gayret edene kaderinin de yardımıyla nice ilahi sırların işleneceğini söylüyor: "Marifet ehlinde Hak aşkı için ne deliller varmış bir bak! İnsani aşkta bile âşığın maşukuna yakın olanları sevmesine dair türlü işaretler vardır. Aşkın yasası gereği âşık bir gece yarısı ansızın maşukunun sokağındaki köpeklerin ulumasını canında duyar. İrkilerek uyanan âşık o sesleri maşukuna giden yolda aşkın vesilelerinden sayar. Bir şiirde âşığın bu hâli şöyle anlatılır: Bir gün Mecnun çölde bir köpeğe rastladı / ekmeğini köpeğe verip ona hürmet gösterdi / sordular: A divane! Köpeğe bunca şefkat de niye? / dedi ki: O köpek bir Leylamın sokağından geçmişti."

Gözü Hakk muhabbetinin haricinde bir muhabbet görmeyen Fahr-i Kainat Efendimizin hususi dualarına baktığımızda daima sevmeye yönelik olduğunu görüyoruz. "Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi yine Senden dilerim" diyerek aşkın, muhabbetin, sevginin kaynağını bizlere işaret etmiştir. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Allah için sevmek" bahsinde tek örnektir. Bunun için de saf muhabbet gerekir. Saf muhabbet kavramını Bâklî şöyle açıklıyor: "Aşk nuru ziyadeleşince ona 'saf muhabbet' denir. Aşk sultanının akıl ordusunu darmadağın ettiği ve âşığın can ülkesinde saltanat tahtına kurulduğu o demde mecazi olan muhabbetten artık hakiki muhabbet peyda olmuş olur. O demde 'dostluk' hasıl olur ve aşkın hakikatleri can damarlarında dolaşmaya başlar ve birlik sıfatının özüne varılır."

Aşkın kemali, Abherü'l-Âşıkîn'in son faslı. Burada artık âşığın akıl başının koptuğunu, geriye yalnızca aşkın kaldığını görüyoruz. Hakk ile boyanan âşık, Hakk ülkesinin de bir emiri oluyor ve her bir sözüyle etrafına inciler saçıyor. Tıpkı Rûzbihân-ı Baklî gibi. Kemal noktasına dair okuduklarımızın ayaklarımızı yerden keseceği muhakkak. Zira artık kula aşk nüfuz etmiştir ve gönül defterinde lütuf, kahır gibi harfler kaybolmuştur. Artık cemal keşfinden cemal seyrinden başka bir şey yoktur. Dolayısıyla âşığın gönlü bir meşhede dönüşür. Hayat ve ölüm bahsi sona ermiş, kul aşkla diri kılınmış ve sonsuzluğa ulaşmıştır. Artık bilinmesi gereken son şudur: Asli madenine kavuşan âşık, artık âşık değildir. Çünkü can, canan iledir ve burada ne aşk, ne âşık bahis konusu bile olamaz. Burada alamet, nakış, iz, koku yoktur. Hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız O vardır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder