5 Haziran 2025 Perşembe

Dikkat ve hayret arasında: dostluk

Bir tarafta yalnızlığa olan derin ihtiyacımız, diğer tarafta besleyici yanlarını göz ardı edemeyeceğimiz ilişkilerimiz. Sessizliğe, dilediğimiz gibi hareket etmeye, gündüzü ve geceyi nasıl dolduracağımıza yalnız kendimiz karar vermeye hevesliyiz. Ama okuduğumuz kitabı, izlediğimiz filmi, karşılaştığımız derdi ya da yakaladığımız mutluluğu paylaşmaya da ruh yönünden derin özlemimiz var. İhtiyaçlar ve ilişkiler, hevesler ve özlemler, dikkat ve hayret: dostluğun sonsuz ufku.

İster kısa zaman içinde tanıştığımız biri olsun, ister uzun zamandır tanıdığımız biri, dostluğun hayatı dönüştüren tarafları çoktur. Aniden doğan dostluklar kadar aniden biten dostluklar da insanı olgunlaştırır. Gerçek, sahici bir dostluk ilişkisinin diğer ilişkiler arasından sıyrılacak bir ritmi vardır. Buradaki ritim bir sürekliliği değil anlamı, derinliği ifade eder. Bir kere her insan dostluğu, sevgiyi; kendi tecrübe odalarına girip çıkarak yaşar. Geçmiş ve gelecek tecrübeler, yaşanmışlık denen belleği sürekli günceller. Bazı duyguları yeniden yapılandırır dostluk. Tamamladığı boşluklar kadar, eksik bırakacağı yanlarıyla da gizli bir çekirdeği işaret eder. O çekirdek, bizi biz yapan özelliklerimizdir. Kendimizi ne kadar tanıdığımız, yaşamda neyi düşlediğimiz, en önemlisi de kendimizle ne yaptığımız, çekirdeğin en esaslı sorularıdır.

İnsanın hem özgürlüğe hem de güvene sarsılmaz bir gereksinimi vardır. Olmazsa olmaz hisler, duygular bunlar her birimiz için. İyi dostluklar güven tazeler, özgürlüğün dairesi güvenli bir şekilde çizilir. İnsan, anlamlı bir dostluk ilişkisinde kendine ve çevresine olan güvenini yeniden sorgular. Güvene adeta yeni anlamlar bulur ve bulduğu anlamları yaşamaya başlar. Özgürlüğün sessizlikle ve mahremiyetle ne kadar alakalı olduğunu keşfeder. Ne geniş sessizlikler ne de büyük mesafeler, dostluğun yolunu kesmez. Çünkü bir insana bir defa güvenilir, bir insana bir defa sevgi beslenir. İçinde devamlı kaygının, endişenin, yaranın olduğu bir şey değildir dostluk. Çünkü insan insana ilişkilerde kendin kadar karşındakini de düşünmek zenginleştiricidir. Kimse yoksunluktan, yarım yamalak duygulardan bir dostluk, bir ilişki inşa edemez. Dostluğun aradığı güç, bir baskı kurma ya da alan kaplama arzusu değil, var olan ilişkinin hayatta ne kadar var olduğumuza da bir ayna tutmasıyla ilgilidir. Anlamlı, coşkulu, derin bir hayat yaşıyor muyum? Bu sorunun cevabı ilişkilerimde gizlidir. Şunu da unutmamalı: hayat her zaman anlamlı, coşkulu ve derin yaşanamayabilir. Burada da ilişkiler kendini gösterir. Çökme, durgunlaşma, yılma zamanlarımda ilişkilerim benim hayatımın neresinde? Onlardan ne kadar kuvvet alıyorum? Dostumun bana verdiği güven ve özgürlük hissi, yeniden yola çıkmama imkân tanıyor mu? Bir insana yüreğimizle güvendiğimizde, üstelik o güven duygusunu her hissettiğimizde; acıdan, kavgadan, yaradan beri oluruz. Bizi çekip çıkarır boşluktan. İyi ilişkiler, iyi meşgaleler gibidir. İnsana boşluk hissi yaşatmaz.

Kırılgandır dostluklar. İhtiyacımız olduğu anda ulaşamadığımızda, kelimelerin ve olayların sarmalarını aktarmak isteyip kendimizi duyuramadığımızda kırılırız. Çünkü içten ilişkiler nezaketi, şefkati, cömertliği barındırır. Bunlar, yaşanılmadıkça sönen duygulardır. Bu nedenle her dostluk ilişkisinde hediyeleşme, ortak bir dayanışma planı yapma, bazı zamanları birlikte doldurma, insani sıcaklığı yeniden hissetme ihtiyacı doğar. Tazelenmek ve ilişkiyi yüzeyden uzak tutmak için. Çünkü biliriz, sıradanlaşan her şey bizi geçmiş tecrübelerimizin kıyısına yaklaştıracaktır yeniden. Orada boşluğu, anlamsızlığı, his kaybını yaşamışızdır. Kendimize olan saygımız, sevgimiz zedelenmiştir. Başkalarına, en önemlisi de hayata olan inancımız örselenmiştir. İstemeyiz oraya yeniden yanaşmak. Dostluk ilişkisinin getirdiği sevinç, Rilke’nin ifadesiyle bize yeniden inanç aşılar. Duaya, sessizliğe, ferahlığa, umuda olan inancımız pekişir. Bu sevinç, hazdan ve mutluluktan bağımsız, içinde her şeyi paylaşmanın getirdiği bir sevinçtir. Geçici değil, daima besleyicidir. Hatırlandıkça besleyen şeylere anı diyoruz. Üstelik anılar her zaman tatlı değildir. Acı anılar da insanı besler. Zihni derleyip toplar ve hareketlere, düşüncelere başka bir berraklık katar.

Nietzsche, Şen Bilim’de iki gemiden bahseder. İki dost bir denizde, iki ayrı gemi olarak. Her birimizin kendi hedefi var der. Oraya, o limana, bazen aynı zamanda bazen farklı zamanlarda ulaşabiliriz. Ama gittiğimiz yol belli, güneş aynı, bulutlar aynı, gece aynı. Fakat bu gemiler daha sonra birbirinden uzaklaşabilir. Rüzgâr, denizin durumu, ani gelişen hadiseler gemileri birbirinden ayrı yerlere gönderebilir. “Birbirimize yabancı olmak payımıza düşen kaçınılmaz yasa” der ve “Ancak tam da bu nedenle kendimize daha da layık olmalıyız!” sözleriyle bitirir. Bu söz, Simone Weil imzalı bir sözü de açıklıyor sanki: “Yalnız başına kalmayı öğren, bunu hiç olmazsa gerçek dostluğu hak etmek için yap.

Hayatın ilk dönemlerinde kurulan dostlukların ebedi olacağını düşünürüz. İlkokul arkadaşlıkları benzersizdir. Sonra hem kendi değişimimizi hem de arkadaşlarımızın dönüşümünü görürüz. Beğeniler, zevkler, sınavlar farklılaşır. Herkes her duyguyu aynı biçimde yaşamaz. Kolay vazgeçenler, mücadeleyi sevmeyenler, sürekli yakın olmak isteyenler, uzaktan da samimiyet ağı kurabilenler. Derken, görüş ayrılıkları ve cinsiyet farklılıkları arasında nasıl dostluklar kurulabileceğini öğrenmeye başlarız. Böylece hangi fikirlerimizden asla taviz vermeyeceğimizi de görmüş oluruz. Her yakınlığı aşkın yüce dairesi içinde saymamamız gerektiğini de. Çünkü her ilişki, insanın ilk büyük sevgisinden emareler taşır. Keza, ilk büyük vedasından da. Dostlukların, ilişkilerin bütün kırılganlığında işte bu iki dönemin izi vardır. İlk büyük sevgiyi ve ilk büyük vedalaşmayı aşabilen, unutturabilen ilişkilerde gerçeklik serilir ortaya. Ruh boyutunda bir gerçekliktir bu. İnsan kendisiyle yeniden tanışır adeta. Burada artık yakıcı bir temas vardır: bildiklerinin çoğunun bir yanılgı olduğunu görür. Tecrübe ettiklerinin noksanlığı karşısında şaşırır. İçindeki açılmamış pencerelerin, zorlanmamış kapıların farkına varır. Dikkatle kurduğu bu ilişki ona kocaman bir hayret hediye etmiştir artık. Bundan sonrası için dikkat ve hayret arasında varlığının ne kadar zenginleştiğini hissetmek kalır ona.

İtalyan psikiyatrist Eugenio Borgna, 2013 yılından beri dilimize çevrilen her kitabını okutturmuştur bana: Ruhun Yalnızlığı, Melankoli, Bekleyiş ve Umut, Şu Bizim Kırılganlığımız. Mesleğini edebi zevkleriyle süslemiş, uzun ömrünü (1930-2024) insan hikayeleriyle donatmış Borgna’nın bir kitabı daha dilimize kazandırıldı Meryem Mine Çilingiroğlu tarafından: Dostluk Üzerine. Bu kısacık ama son derece güçlü kitap, dostlukları gözden geçirmeye olduğu kadar, insan insana ilişki kurmanın temel dinamiklerine dair de önemli sorgulamalar yaptırabilir. Yukarıda yapmaya çalıştığım şey aslında, kitabın bana düşündürdüklerini ve hissettirdiklerini küçük patikalar yapıp, aralarında gidip gelmekti. “Öyle dostluklar vardır ki” diyor Borgna, “dostumuzla birbirimizden uzak olduğumuzda, görüşmediğimizde ve hatta haberleşmediğimizde bile içimizde yaşamaya devam eder”. Çünkü kalbin belleği bambaşka atar. Orayı ancak gerçek duygular zenginleştirebilir. Bu zenginliği hayat boyunca yaşamayı temenni edelim kendimize. Akıp geçen zaman ancak gerçek ilişkiler kurarak; hep hatırlanacağımız ve merak edeceğimiz, sevgi potansiyelimizi karşılıklı olarak besleyebileceğimiz, güven içinde yaratıcı alanlar açabileceğimiz ilişkilerle güzelleşir zira.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Tolstoy’un Diriliş’i üzerine birkaç fragman

Tolstoy, Diriliş’te, yıllar önce hamile bırakıp gittiği Maslova’yı, jüri üyesi olduğu mahkemede sanık koltuğunda gören Prens Nehludov’un vicdanıyla savaşmasını anlatır. Maslova haksız yere ceza almıştır ve vicdani olarak bunun sorumlusu olduğunu düşünen Nehludov, Maslova’ya yardım etmek için elinde olan tüm imkânları seferber eder. Adalet peşinde koşar. Önce statüsünü kullanarak yardım yollarını arar, şehir şehir dolaşır, en sonunda da her şeyini bırakıp onunla sürgüne gitmeye kadar vardırır durumu. Çünkü vicdanına göre o suçludur. Mesela Raskolnikov’dan ayrıldığı nokta budur: Raskolnikov kendini haklı çıkarmaya çalışır Nehludov ise daha çok kendisini suçlamaya. Romanda en çok işlenen konu ise, Nehludov’un vicdan muhasebesinin yanında bir de Rusya’daki adalet sisteminin ve din olgusunun tartışmaya açılmasıdır.

I. Sosyolog Tolstoy Psikolog Dostoyevski (!)
Edebiyatta bazen, bazı yazarların tarzlarını anlatırken onları bir bilim dalıyla eşleme yoluna gidiliyor. Bu durum zaman zaman doğruluk payı içerse de, her zaman içinde eksik bir yargı barındırıyor. Bu yargıların en ünlüsü Dostoyevski’nin psikolog Tolstoy’un ise sosyolog olduğudur. Yani bu yazarların birinin toplumu öbürünün ise insan ruhunun dehlizlerini anlattığı iddiasıdır. Freud’un Dostoyevski’yi çok önemsemesini de arkasına alıp bu yorumu yapanlar aslında hem Dostoyevski’yi hem de Tolstoy’u dar bir alana hapsediyor. Konumuz Tolstoy ve Diriliş romanı olduğu için bunun üzerinden gitmekte fayda var. Birkaç yıl önce, şu anda tam olarak nerede okuduğumu hatırlayamadığım bir yazıda mealen, Tolstoy’un genelde toplumu gözlediği, toplumu anlattığı ancak aynı zamanda çok başarılı bir şekilde karakterlerine ruhsal bir dünya kurduğu ve bunu didiklediği, bu yönünün pek görülmediği savunuluyordu. Bunu Diriliş’i okuduktan sonra kabul ettim. Bana göre dünyanın en kusursuz romanı Anna Karenina’da da bu durum görülüyordu ama Diriliş’in kahramanı Nehludov’da bu zirveye ulaşıyor. Nehludov’un yaptığı yanlışı vicdanında kabul ettikten sonra bunu düzeltmek için kendisiyle savaşması, Tolstoy’un bunu bize aktarma şekli en büyük psikolojik romancı kabul edilen Dostoyevski’den hiç de aşağı değil. Ama Tolstoy diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da toplumu anlattığı, toplumun ve devletin aksaklıklarını -özellikle adalet mekanizmasını- belli başlı şeyler üzerinden irdelediği için Nehludov’un içsel süreci çok öne çıkmıyor. Daha doğrusu fark edilmiyor. Ancak Nehludov’un hem kendisiyle savaşı hem Maslova’nın ruh halini çözümleme ve anlama yoluna gitmesi, bu alanda Tolstoy’un çabasının önemini gösteriyor. Ayrıca Nehludov’un bakış açısının ve peşinde koştuğu adaleti sağlama uğraşının diğer kişiler üzerindeki etkilerini yine karakterlerini derinlemesine inceleyerek romana katıyor Tolstoy. Bunlar sadece ‘sosyologluk’la çözülecek meseleler değil. Tabiî ki din ve adalet olguları sosyolojik durumlardır ama bunların her zaman büyük kişisel yönleri de vardır. Nehludov’un, mahkemede uzun yıllar önce gördüğü Maslova’yı bir anda karşısında, toplumsal anlamda dibe batmış görmesi, vicdanını, suçluluk duygusunu ve adalete bakışını kişisel düzlemde harekete geçiriyor. Bu durum elbette içsel sorgulamalar ve bunların ruhsal karşılıklarını vererek oluyor. Hatta romanın sonunda Maslova’nın, Nehludov’un sırf suçluluk duygusuyla onunla evlenme isteğini reddetmesi ve başka bir mahkûmla gitmesinin Nehludov’da yarattığı psikolojik rahatlama bile Tolstoy’un ruhsal olarak karakterlerini ne kadar detaylı oluşturabildiğinin en güzel örneklerinden bence. Çünkü Tolstoy Diriliş’te çoğu karakterine iyisiyle kötüsüyle insan olarak bakıyor. İdeal insanı değil reel insanı gösteriyor okura. Dostoyevski de böyle elbette. Demek istediğim Tolstoy hem iyi bir ‘sosyolog’ hem de iyi bir ‘psikolog’.

II. Nehludov, Ruh Akrabaları ve Tolstoy
Edebiyatta, birbirinden mekânsal ya da kültürel olarak ne kadar uzak olsa da her zaman akraba romanlar ya da roman karakterleri bulunur. Hangi ülkede ne zaman yazıldığı önemli değildir bu romanların. Aynı dönemde de yazılmış olabilirler farklı dönemlerde de. Bu durum, bu yazarların karakter oluşturma sürecinde diğerinden etkilendiği anlamına gelmez. Kullanılan konulardan tutun da karakterin bir yönünün ağır basması başka bir karakterle onu ruh akrabası yapabilir. Tolstoy’un Nehludov karakterinin de ilk elde aklıma gelen bazı akrabaları var. Bunların en önemlisi bence yine Tolstoy’un bir karakteri: Anna Karenina’daki Levin. Nehludov’un ekonomik açıdan düşünceleri, sosyalist bir bakış açısıyla baktığı toprak işçilerinin ya da köylülerin durumu Levin’in bakış açısıyla birebir örtüşür. Nehludov bir prenstir, Levin ise zengin bir toprak ağası. Toplumsal açıdan olmasa da ekonomik açıdan ikisi de birbirine yakındır. Köylülere ve toprağa bakışları ise aynı sayılabilir. İkisine göre de toprak, mülkiyete alınmaması gereken bir şeydir. Nehludov’un toprağını köylülere vermesi veya Levin’in köylülerle toprağı işlemeye başlaması aynı bakış açısından çıkan eylemlerdir. Sadece Nehludov, bunca yılın verdiği prens yaşamıyla zaman zaman kendini sorgulasa da yaptığından vazgeçmez. Son tahlilde doğru yaptığına karar verir. Levin ise bundan hep emindir. Burada Tolstoy’un kendisine de değinmek gerekir. Diriliş, Tolstoy’un son büyük romanıdır. 1899 yılında, Tolstoy 71 yaşındayken yayımlanmıştır. Birçok edebiyatçıya göre Anna Karenina’daki Levin Tolstoy’un kendisidir. Aynı şekilde Nehludov’un da çoğu yönü, davranışı, düşüncesi Tolstoy’un kendisidir. Tolstoy bu romanı, artık fikirlerinin olgunluğa ulaştığı ve tamamen yerleştiği bir zamanda yazmıştır. Uzun yaşamı boyunca hayata, ekonomiye, topluma, köylülere, sosyalizme ve dine bakışında geçirdiği evreler -ve gelişmeler- Diriliş’te ve Nehludov’un toplumsal görüşlerinde cisimleşir. Yani aslında Levin, Tolstoy ve Nehludov aynı kişilerdir. Nehludov’un ikinci akrabası Raskolnikov’dur. Ancak bu durum adalete bakış açılarında, adaleti sorgulamalarında değil kendi vicdan muhasebelerini yaparken ortaya çıkar. Raskolnikov biraz daha acımasızdır ve kendini haklı çıkarmaya çalışır. Nehludov ise yaptığı yanlıştan dönüp, kendi hayatını mahvetme pahasına vicdanını rahatlatmaya ve yanlışını onarmaya çalışır. Ancak içsel süreçler ikisinde de aynıdır. Yine yakın şekilde, toplumdaki kayırmayla, adalet sisteminin bozuk işleyişiyle boğuşması Nehludov’a birkaç tane daha ruh akrabası kazandırmıştır: İnce Memed ve Josep K.

Anna Karenina’daki Levin başkarakter değildir. Daha çok Tolstoy’dur ancak romanda daha az gördük onu. Diriliş’teki Nehludov ise kurgusal olayları bir yöne bırakırsak teorik kısımlarda Tolstoy’u daha yoğun yansıtır. Tolstoy’un gerçek yaşamdaki son hali diyebiliriz.

III. Adalet Sistemi Sorgulamaları ve Dine Eleştirel Bir Bakış
Tolstoy’un Rusya’daki adalet sistemine ve genel manada dine bakışı hem Rus toplumu için hem de muktedirler için pek kabul edilecek şeyler değildir. Kendisi için de çok önemli bu iki olguya yeni yorumlar katar Tolstoy. Bunları Diriliş romanında olduğu kadar diğer büyük romanlarında da kurgu içinde okura aktarır. Ancak bence bu aktarımın zirvesi Diriliş’tir. Zaten bu romanın yayımlanmasından iki sene sonra da kiliseden aforoz edilmiştir. Ancak dini irdelemesi, dine bakışın yanlışlığı, kilisenin kendi çıkarları için halkı yanıltması bu romanda adalet sistemini sorgulamasının yanında yan unsurdur. Tolstoy Nehludov’u Maslova için adalet peşinde koştururken okuyucuya Rusya’daki hukuk sisteminin kokuşmuşluğunu, rüşvetin yaygınlığını, adamı olanın her işini görebildiğini, adı söylenmese de hem toplumda hem hapishanelerde bir kast sistemi olduğunu gösterir. Bunlar –hele o zamanın dünyasında- ağır suçlamalardır. Kutsala saldırır Tolstoy. Hem halkın kutsalına hem muktedirlerin kutsalına. Sonunda Nehludov bir başarı sağlar belki ancak Tolstoy aforoz edilmekten kurtulamaz. Ancak zaten o, bağlarını kiliseden çok daha önceleri koparmıştır. Geriye bu kurumların çürümüşlüğü kalır. Eniştesiyle konuşması durumun vahimliğini gösterir:

’Sanki doğruluk, mahkeme çalışmalarının amacıymış gibi…’
‘Mahkemenin başka ne amacı olabilir?’
‘Sınıf çıkarlarının korunması… Bence, mahkeme sadece sınıfımız için yararlı olan düzeni korumaya yarayan bir yönetim makinesinden ibarettir.’


Ancak Tolstoy son tahlilde din karşıtı biri değildir. Mistik yönü ağır basar. Onun karşı olduğu durum kilisenin tıpkı orta çağdaki gibi dini tekeli altına almasıdır. Nehludov karakteri zaten romanın sonunda kendine dönüp vicdan muhasebesini bitirirken yanında Matta İncili vardır. Bir hayatı bitirmiştir Nehludov ve önüne yeni bir hayat açar. Bu yoldaki rotayı da İncil çizecektir, kilise değil. Kaynağa iner, vicdanı rahatlamıştır, Maslova emin ellerdedir, yanında İncil vardır. Nehludov özellikle kitabın sonunda Tolstoy olmuştur.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

29 Mayıs 2025 Perşembe

"Senden Seninle müstağni olmayı dilerim"

Münâcât, sözü gizlice yahut fısıltıyla söylemek anlamına geliyor. Daha çok yakarış, dua, niyazda bulunma gibi anlamlarıyla hatırlıyoruz bu güzel kavramı. Edebiyat söz konusu olunca münâcât, Allah'a yalvarıp yakarma amacıyla yazılmış metinleri ifade ediyor. Mûsıkî tarihinde biraz gezinildiğinde; bestelenmiş, dillerden gönüllere geçip mühürlenmiş pek çok münâcâtla karşılaşmak da mümkün.

Dua der demez aklımıza zor zamanlar geliyor. Ancak zor zamanların içine düştüğümüzde dua kapısına yanaşıyoruz. Oysa bu kapının her an açık bir kapı olduğunu da biliyoruz. Sufilerin dua etmeye dair yorumları insanın içini açmaya, yol göstermeye kafi. Mesela, sayısız defa alıp verdiğimiz nefeslerimiz için şükretmek, canımıza can katacak bir dua şekli. Yine, gördüğümüz bir zulüm ya da darlık karşısında sabır zırhını kuşanmak da bir dua biçimi. Sonra, nasihat babında söylenenler: yola çıkarken okunacak dualar, korunma duaları, maddi-manevi ferahlık için okunması gereken dualar ve hem hususi hem de kıymetli bir dua biçimi olarak başkası için niyazda bulunmak. Bizi birbirimize bağlayan ne çok şey olduğunu görmek için dua başlı başına bir rehber. Mesela "ağzı dualı" diye bir tabir vardır. Kendinden ziyade başkaları için dua eden salihler, âşıklar, muhabbet erleri.

Her an her yerde dua etme imkânına sahibiz. Sesli, sessiz, ağlayıp sızlayarak, yeri geldiğinde sevincin gözyaşları eşliğinde, evde, arabada, uyumadan önce, bir toplantı esnasında, doğum yahut vefat haberiyle karşılaşınca, memlekette ya da dünyada gerçekleşen bir hadisenin içinde... Herkes kendi meşrebince, kendi tavrınca duasını eder, yakarır. Ama sufiler için genellikle dua bahsinde acziyetin, hiçliğin, sessizliğin sırları vardır. "Dest-i işkeste ber-âver der-du’â / sûy-i işkeste pered fazl-i Hudâ" diyor Mesnevî'sinde aşkın sultanı: "Dua ederken boynunu büküp, buruk bir gönülle Allah'a el aç. Çünkü Allah'ın lütuf ve ihsanı kırık gönle doğru uçarak gelir."

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den bir misal vermişken Fuzûlî, Molla CâmîSadî-i Şîrâzî, Hâfız-ı ŞîrâzîYûnus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Seyyid Nizamoğlu, Niyâzî-i Mısrî, Sezâî-yi Gülşenî, Ahmed Kuddûsî ve Sâlih Baba gibi tasavvuf tarihinin büyüklerinin de pek güzel münâcâtları olduğunu söylemek gerekir. Bu hususta, 2007 senesinde âlemini değiştirmiş Lütfi Filiz'den bir örnek okuyalım: "Hiçbir dileğim yok senden İlâhî / istediğin gibi olayım yeter / gönüller tahtının celisi, şahı / kapında bir kulun olayım yeter / gönlümü bilirsin daim yanmakta / kalbimin zikri hep ismin anmakta / gözüm neyi görse seni sanmakta / ayağın türabı olayım yeter."

Pîr-i Herât, pîr-i tarîkat, şeyhü’l-Horasân gibi unvanlarla bilinen, 11. yüzyılın büyük sufilerinden Hâce Abdullah-ı Herevî'nin Münâcâtnâme'si var bir süredir elimde. Emre Taşdemir'in çevirisiyle Sufi Kitap tarafından neşredilen bu kitaptan birazdan bahsedeceğim. Öncesinde hazret hakkında bir tutam bilgi: Herevî, medresede okuduğu yıllardan itibaren pek çok âlimin, sufinin meclisinde bulunmuş. Kaynaklar dokuz yaşına girdikten sonra hadis yazmaya başladığını ve 300 âlimden hadis tahsil ettiğini belirtiyor. On dört yaşına geldiğinde vaaz verecek bir yetkinliğe kavuşuyor. Okumaya düşkünlüğü, Arap şiirlerinden on binlerce beyit ezberlediği, hafızasında yüz binlerce hadis olduğu da yine nakledilenler arasında. Hac yolculuğuna çıktığı yıllar büyük önem arz ediyor. Zira büyük sufi Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile karşılaşması ve "Tasavvuf yolunda mürşidim" dediği Ebu'l-Hasan Harakânî ile tanışması bu döneme rastlıyor. Bu iki ismin tasavvufî görüşleri ve ilahî coşkuları Herevî'yi derinden etkiliyor. Bahtiyarız ki onun tasavvufi mertebeleri yüz basamakla izah ettiği Menâzilü's-Sâirîn'i, fütüvvet ahlakını anlattığı Kitâbü’l-Fütüvve'si ve seyr ü sülûk yolculuğunda dervişlerin nazarını muhabbete çekerken yolun tehlikelerinden de bahsettiği Mebâliğu’l-Hikem'i dilimize vaktiyle çevrilmişti. Tasavvuf kitaplarından beslenmeyi şiar edinmiş okurlar, meraklılar ve sâlikler için bu üç kitabın -eğer iyi kavranır ve tatbik edilirse- uzun süre yol arkadaşlığı yapmaya kafi olduğunu acizane söyleyebilirim. Bu üçünün yanına Münâcâtnâme de eklenirse 'yol yürüme'nin incelikleri daha da netleşecektir şüphesiz. Zira Münâcâtnâme Hakk'a yaklaşmanın, yalvarmanın, yakarmanın bir rehberi olarak okunursa, mutlaka gönülde başka bir aşk iklimi yaşanacaktır.

Herevî, Farsça yazıp söylemiş sufilerden. Böyle olunca da bu güzel münâcâtları esas dilinden okumak nasıl olurdu diye insan düşünmeden edemiyor. Çünkü Farsçanın kendine mahsus bir ahengi var ki Mesnevî'den bilhassa, birçoğumuz biliyoruz. Şairlik yönü de olan sufilerin niyazları, yalnız cezbe-i ilâhî ile tutuşmuş kalplerini bizlere açmak için değil, gönlünü derviş eylemeye çalışanlar için de bir karargah gibi. Kitaptaki duaları ve yakarışları okurken, hem nasıl dua etmek gerektiğine dair bilgiye kavuşuyoruz hem de insanın seyrinde onu ne gibi tehlikelerin, ne gibi mücadelelerin beklediğini de öğrenmiş oluyoruz. Şimdi, birkaç Herevî münâcâtı okuyalım:

"İlahî! Başımızda aşkının sarhoşluğu var, sinemizde esrarın var, dilimizde zikrin var. Söylersen ancak sana hamd ü senalar söyleriz, arar isek ancak senin rızanı ararız."

"İlahî! Gönlün bir kıymeti varsa senin aşkına taht olmasındandır, yoksa gönlün ne kıymeti olur, gönülle ne işim olur? Aşkının olmadığı bir gönül sönüp bitmiş bir mum gibidir, böylesi bir mumdan ne aydınlık hasıl olur?"

"İlahî! Aczimden agâh oldum, çaresizliğime şahit oldum, senden seninle müstağni olmayı dilerim."

"İlahî! Bütün bir ömür seni aradım ama kendimi buldum. Şimdi ise kendimi aramakta ve seni bulmaktayım."

"İlahî! Beni kibir ve ucba sürükleyen ibadetten bizarım, beni mağfiretine yönelten günahın bendesiyim."

"İlahî! Has kulların muhabbetinle nazlanırlar, âşıklar hep sana doğru koşarlar. Onların işlerini sen gör zira senden başka kimseleri yoktur."

"İlahî! Arif kulun seni nurunla bilir, muvahhid seni kurbiyet nurunla bilir ve gönül şem'i yanar. Miskin odur ki seni yarattıklarınla bilir, yoksul odur ki seni delillerle bilir. Ne azizdir seni seninle bilen."

Kendi noksanını bilen, nice yorgunluk ve zorluk hâlinde yalnız O'nun onarıcı olduğunu da bilir. Kendini yoldan düşmüş, yolsuz kalmış olarak gören O'nun perçeminden tutmadığı hiçbir varlık olmadığını da elbette bilir. Yalnız kendini aciz, yalnız kendini muhtaç gören, bir tek O'nunla zenginleşeceğini, varlığını bir tek O'na borçlu olduğunu da bilir. Esas mesele, bu bilgiyle nasıl yaşanacağıdır. Onu da kaderiyle arasını sıcak tutanlar iyi bilir. Vesselam.

Yağız Gönüler

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Atsız’ın Yamtar’ı: Mustafa Kafalı

Bazı isimler sâdece yaptığı işlerle yâd edilmez. Kişilikleri, hayata bakışı, fikrî sahâsı ve gönüle dokundukları insanlarla, varlıklarını ortaya koymuşlardır. Özellikle akademisyen çevrede kalıcı bir isim olmak için makāle sayınız yetmez, yetiştirdiğiniz, el verdiğiniz, önünü açtığınız, talebeleriniz ile mührünüzü vurursunuz. “Bilim dünyasına ne kattınız?” bu suale ek olarak; “Sizden öğrenmek isteyen, taliplerinize ne verdiniz?” Sualini de eklemek gerekir. Ömrünü vakfettiğiniz iş sâhanız kadar, ömrünüzü vakfettiğiniz gönüller de olmalıdır. Bunu bir adım daha öteye götürelim, "vatanperverim" cümlesi içinde şu özellikler olmalı: Ahlâk, işinde ehillik, fayda, îman, tarihine, diline sadâkat. Bu vâsıfları şahsının libası yapmış kişiler vatan(daş) sıfatı alırlar. İbrahim’in ateşini söndürecek olan kuvveti, ilmini karınca misali vatan yolunda götürenler, oluşturur. Kütleleri harekete geçiren, onlara yol yordam gösteren, birer kandile dönüşürler. Kısaca, kamuya mâl olmuş isimlerin kendileri kadar hocaları da büyüktür.

Yakın zamanda kaybettiğimiz Prof. Dr. Mustafa Kafalı Hoca, işte yukarıda bahsettiğimiz bütün vâsıfları üzerinde barındırmış bir isimdir. Kırk yılı aşan akademisyenlik hayatında yüzlerce yayına adını yazmıştır ama asıl eserleri imzasını attığı talebeler , gençlerdir. Her ne kadar Asıl sâhası, Altınorda Devleti üzerine olsa da Türk Kültürü, Türk Yurdu mevzûlarında da kalem mesâîsi yapmıştır. O, fikir yazıları ile de yön veren hocalardan olmuştur. Sâhası alanında yaptığı çalışmalarının, Türk Tarihi için önemi yadsınamazdır, bu sebepledir ki yerini akademi dünyasında altın harflerle yazdırmıştır. Ona yolunu gösteren iki büyük isim vardır, Zeki Velidi Togan ve Nihal Atsız. 20.yy Türk tarihinin iki önemli figürünün yanında fikir hayatı yeşermiştir. Sayın Kafalı, etrafında topladığı talebeleriyle de önden gidenlerdendir. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Abdülkadir İnan gibi milliyetçiliğin önemli isimleriyle hemhal olmuş, onlarla aynı mes’eleler için kafa yormuşlardır. Onlar için, Millî hasletlere dayalı devlet anlayışı ve “Töreli Türk milleti” gāyeleri hep birinci mühim konu olmuştur. Mefkûresi için gayret sarfetmiş şahıslar, cemiyetinin yılmaz koruyucuları ve yorulmayan nefesleridir. Mustafa Kafalı’nın; Nihal Atsız gibi Turan coşkusuyla dolu, Türk birliğine candan îman eden, bir âbide şahsın yanında yol arkadaşlığı yaptığını söylemek mümkündür.

Sayın Mustafa Kafalı hakkında; panel, kitap, makāle yarışması, belgesel, vb.. çalışmaların bolluğundan bahsetmek mümkün değildir. Vefatından kısa bir süre sonra H Yayınları'ndan çıkan, Aybüke Betül Doğan’ın hazırladığı Türkü Söyler Bu Dilim adlı kitap, numunelerden bir tanesini teşkil etmektedir. Kitabın kapağında bir söyleşi vurgusu olsa da, aslında mâhiyeti tam olarak öyle olmayan bir eser karşımıza çıkıyor. Ama şunu belirtmek gerekir ki hocanın tanınması ve anlaşılması açısından oldukça önemli bir çalışmadır. Son kısım Mustafa Kafalı ile olan söyleşiye ayrılmış. Orta kısım, onun hakkında başka mecrâlarda, çeşitli isimlerin kaleme aldığı yazılardan ibaret. Ön kısım hayatı ve eserleri hakkında bilgiden oluşuyor. Açıkçası, daha hacimli daha kapsamlı bir çalışma beklenirken, dar alanda kısa paslaşma olan bir eser olmuş. Ama olsun en azından onu anlatan tanıtan bir neşriyatın yayınlamış olması bile bizleri sevindirmiştir. Güzel taraflarından birisi, ilk kez ismini duyanların, bir çırpıda okuyup bilgi edineceği başvuru kaynağı olmasıdır. Mustafa Kafalı’nın hayatının ve eserlerinin anlatıldığı ilk giriş ile birlikte bir toplama eser karşımızda. Deminden beri iftiharla anlattığımız, örnek gösterdiğimiz, Atsız’ın Yamtar diye seslendiği, Prof. Dr. Mustafa Kafalı kimdir?

Kendisi, 1934 yılında Konya’da hukukçu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Köklü bir ailenin hukuk ile ilgilenmeyen tek bireyi denilebilir. Kafalı soyadı; Karaman Beyliğinde önemli nüfuza sâhip büyük dedelerinden olan bir Bey’in lakabından gelmektedir. Sülâlesine, Kafalızâde denmesinin nedeni ise, Gedik Ahmet Paşa’ya verilen akıllıca bir cevabın neticesinde olmuş. Gedik Ahmet Paşa duyduğu bu söz üzerine, “Sen hakîkaten Kafalı kişiymişsin” demiş. Böylece sülâle bu isimle bugünlere gelmiş. Ailesi Konya ahvali üzerinde büyük bir silsileye sâhip. Medresesi olan köklü bir ailenin ferdi olduğunu vakur duruşu ile göstermiş aslını yaşatmıştır. O, Gedik Ahmet Paşa’nın övgüsüne nâil olmuş Konyalı Kafalızâdelerin vârisidir.

Gelelim Kitapta yazan isimlere: Somuncu Baba soyundan gelen akademisyen ve siyâsetçi Sadi Somuncuoğlu, Prof. Dr. İskender Öksüz, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, A. Yağmur Tunalı, Ahmet Kıymaz, Akkan Suver, Prof. Dr. Alemdar Yalçın, İlhan Genç, Alper Aksoy, Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran, Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr. Naciye Atayıldız, Ömer Ay. Söyleşi bölümünde; ağzından kişisel hikâyesine, hâdiselere nasıl baktığına, derinlemesine olmasa da irdeleme kısmetine sâhibiz. Kendi dilinden hangi Türküleri söylediğini duymak adına, en azından birkaç kelâm buraya not olarak bırakalım. Derkenarımız olarak bir köşemizde dursun.

• “Meyveler toplanır, annem sepetlere doldurur ve “Oğlum, bunu falan teyzelere götür” derdi ve ben de götürürdüm. Belli bir yaşa geldikten, akıl baliğ olduktan sonra anneme, bu durumu sordum. “Ana neden falan teyzelere götürüyorum? Başka teyzelere de var, niye onlara götürmüyoruz.” Dediğim vakit annemin cevabı çok netti:”Oğlum, onların bağı yok, bağ bozumu bağı olmayanlara götürülür.” Velhasılkelam böyle bir annenin evlâdı olarak dış dünyadaki vazîfelerin, sorumluluklarının farkına varmak icap ediyor.

• “Eskiden millet birdi. Günümüzde ise 72 milyon tane “ben “var. Neslimizin, güzel değerlerimizin yok olmasının en büyük sebebinin, bu “ben” duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum.

Merhum Nihal Atsız, Kafalı hocaya "Yamtar" diye seslenmektedir. Meşhur eseri, Bozkurtların Ölümü adlı eserinde, güçlü kuvvetli karakter olan Yüzbaşı Yamtar’a benzetirmiş. Bu sebeple ona böyle eşi Sevgi Hanıma da Almila dermiş. Evet o, Atsız’ın, Yamtar’ıdır.

O, Nihal Atsız hocanın; Abdülhamid’e "Kızıl Sultan" diyenlere karşı, ona "Gök Sultan" diye muamelede bulunmasını mânîdar bulmaktadır. Çünkü Gök rengi Türklerde doğuyu karşılar ve bu gücü temsil etmektedir. Nejdet Sancar’ın (Nihal Atsız’ın kardeşi) iktidar tarafından sürgün edilmesini hayırlı bulmaktadır. Bu sürgün memurluğun Milli Kütüphane’nin kurulmasına vesile olduğunu anlatırken, âdeta “şer olanda hayr vardır” sözünü ispat etmektedir.

Türk halkının inanışında ise askerin nerede şehit düştüğü hususu sorulmaz”. Bunun nedenini ise,

Acaba şehitlerimizin ruhunu muazzip eder miyim?" cümlesiyle tamamlamaktadır.

Kanaatimce, kitabın en önemli kısmı söyleşi bölümü çünkü ilk ağızdan onun gözleriyle görüyor, duyuyoruz. Atsız hoca hakkında bildiklerimizin yanına birkaç bilgi daha ekliyoruz. İsimler arasında gidip gelirken, yakın tarihimizin mühim sîmâların başka yönlerini öğrenmiş oluyoruz.

• “Tarihçilik kuru bir tarih bilgisi değildir. Toplumu anlayabilmek için, tarihi bilgi yanında o toplumun hayat şartları, sosyal yapısı, harpler, darpler, nüfus kayıtları, coğrafi mekânın imkânları; sosyoloji, dil hususiyetleri, edebi değerler, ifade kudretleri, gramer hususiyetleri çok önem arz eder.

Kuru bir tarihçi olmayan, sâdece akademik alanında değil, Türk’ün ayak bastığı her toprağın, her örf, an’anenin, değerinin peşine düşen, “Töre’yi” ebed tutmak için savaşan, koca yürekli bir serdengeçtidir. Onun gibiler bu topraklara az gelir, genelde az kalır giderler. Vereceklerini verdikten sonra geriye gerçek mülk için yola düşmek kalır. Konar ve göçerler. Şükür ki Kafalı Hoca, dünya seyrine o kadar erken tamamlamamıştır. Ama yine de onların gidişi her dem bizler için erkendir. Geride bıraktıkları ile aramızda varlığını devam ettirmeye devam edecektir. Hakkında yazılan Türkü Söyler Bu Dilim adlı eser azdan çok, çoktan az ama olsun yazılmış ya o bile yeter. Mustafa Kafalı Hoca’nın ruh-u revanı şad u handan ola.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Dijital esaretten sıyrılıp hayata katılmak

Dikkat dağınıklığı, cep telefonlarının hayatlarımızı bütünüyle ele geçirmesi, görseller dünyasında kaybolma, ekrandan ekrana atlama ve gerçeklerden kopmuş insanlar hâline gelme... Son yıllarda bu konular üzerine yapılan çalışmalar artarken, batıdan pek çok kitabın tercüme edilmesiyle de yeni cevaplar aramayı sürdürüyoruz. Bulmayı diyemiyorum çünkü her kitapta çözümler öne sürülse de biz ekrandan, elimizdeki cihazlardan ve 'beğeni kültürü'nün birer mensubu olmaktan vazgeçemiyoruz.

Okurun hakkıdır; böyle durumlarda okuduğu kitapları yetersiz bulabilir, yazarları kendi kültüründen uzak bir yerde gördüğünden yeterince doyum sağlamayabilir. Bizi bilen, bizden bir yazarın, düşünürün bu tip konuları anlatması daha sahici olmaz mıydı? Var elbette birkaç çalışma ama ayakları yere basmadığından etkili de olmadı. Nihayet pazarlama, e-ticaret ve dijital dönüşüm alanında çok ciddi bir kariyere sahip, okur-yazar tavrı herkes tarafından bilinen, meraklarını ve ilgi alanlarını daima genişleten Yüce Zerey'den bir kitap geldi: Ekranı Kapat, Hayatını Aç!

Daha yorgun gözler, daha fazla dağılmış bir zihin, daha az okunan güçlü kitaplar, bir türlü başlanamayan esaslı filmler, arkadaş sohbetlerinin verimsizliği, alınamayan kararlar, gösterilemeyen hassasiyetler... Eğer ciddi sağlık sorunu ve yaşam koşullarında olağanüstü bir gerileme yoksa, tüm bunların arka planında maalesef o çok sevdiğimiz ekranlar yatıyor. Bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız ve muhteşem vaatleriyle, yalnızlığın büyük kurtarıcısı, mutsuzluğu filtreleyen, gecenin sonunda uykuya geçmeyi kolaylaştıran, algoritmalarıyla neyi alıp neyi satacağımıza karar veren, arkadaş ortamımızı kuran, yeni maceralarımızın rehberi, can yoldaşımız: dijital dünya, sosyal medya...

Şunu söylemek elzem: sosyal medya bugün pek çok insan için kişisel gelişimin de kaynağı oldu. Doğru veriyi yakalayabilme, kendi mizacına ve arayışına uygun konular üzerinden beslenme, çevrimiçi atölyeler, kitap okuma programları, film analizleri, müzik ve mimari üzerine söyleşiler, dersler, yabancı dil eğitimleri, gezi rehberlikleri... Doğruyu yanlışı ayırt edebilme, güzeli fark edebilme ve yaşama olan inancını diri tutma kabiliyeti yüksek insanlar elbette dijital dünyadan olabildiğince yararlanıyorlar. Ancak bunun tam tersi de var. Yüce Zerey de kitabında bunları ele alıyor ve üzerinde düşünülmesi gereken, yani hayati sorular yöneltiyor okuyucuya: Ekrandan uzaklaştığımız andan itibaren hemen bir şeyler kaçırdığımızı düşünüyoruz? Güzel bir manzarada, hoş bir sohbette aklımız hep telefonumuzda mı? Gün içinde kaç saatimiz ekran başında geçiyor? Algoritmaların nasıl çalıştığından haberdar mıyız? Susmayan bildirimler bizi türlü psikolojik rahatsızlıklara götürmüyor mu? Alışverişler, beğeniler, takipçiler arasında neye ihtiyacımız olduğunu unutmuş durumda mıyız?

Kitap, yaşadığımız çağın yüksek tansiyonunu da düşünerek hazırlanmış. Önce okuyucu hayatın ne kadar içinde olduğu konusunda düşünmeye zorlanıyor. Kontrol kaybı, dikkat hırsızları, cüzdan saldırısı, tüketim çılgınlığı, algoritmalar, aptallık ve cehaletin yükselişi gibi konu başlıklarıyla dijital çağda hayatımızı ve kararlarımızı ekranların, ekranların arkasındaki planların ne kadar yönettiği sorgulanıyor. Daha sonra insanın iç dünyasına yaklaşılıyor: kalpsizlik, "çok iyisin" illüzyonu, gösteriş çağında görgüsüzlük, yorgunluk infilakları, bireysel başarının ışıltılı albenisi, sahip olamadıklarımızda kalan aklımız. Bu bölümün son derece doyurucu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ekranı Kapat Hayatını Aç'ın son bölümü, köprüden önceki son çıkışı temsil ediyor. Burada, kendimize mutlaka hatırlatmamız gerekenler var: geçmişle olan bitmeyen problemlerimiz, hakiki bir sohbete özlem, karşılık beklemeden iyilik yapma bilinci, her şeye rağmen yaşamak, umut etmeyi asla bırakmamak, sessizliğe kulak vermek, yalnızlığın tadını çıkarmak... 

Acı, insan hayatında her zaman olan ve daima yaşanacak bir gerçek. Fakat acıya ortak olmanın sağlıklı tarafında olmak gerekiyor. Yüce Zerey çalışmasının pek çok bölümünde pratik önerilerde bulunuyor. Mesela acıya ortak olma bahsinde evvela 'aynaya bakıp kendini gör'meye dikkat çekiyor: "Kendi ihtiyaçlarınızı, duygularınızı ve sınırlarınızı tanıyın ve onlara öncelik verin; çünkü başkalarına yardım etmeden önce kendi ruhsal ve fiziksel sağlığınızı korumalısınız. Unutmayın; önce kendinize şefkat ve özen göstermek, başkalarına da sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde şefkat göstermenin temelidir. Başkalarının acılarına kapılıp kendinizi ihmal ettiğinizde hem kendinize hem de yardım etmeye çalıştığınız kişilere zarar verebilirsiniz."

Herkes için zor olan hayatta kimileri için her şey daha da zordur, her zaman zordur. Bunun altında yatan 'kurban rolü' için de bir kurtuluş teklifi var: "Kendinizi sürekli mağdur, çaresiz ve başkalarına bağımlı bir kurban gibi hissetmek yerine, sorunlarınızın çözümü için sorumluluk alın, harekete geçin ve değişime öncülük edin. Kendi hayatınızın kontrolünü, iplerini elinize alın; güçlü, bağımsız ve özgüvenli bir duruş sergileyin, kendi hikâyenizin kahramanı olun. Unutmayın, hayatınızın dümeni sizin elinizdedir."

Acıdan ve kurban rolünden sıyrılıp daima umut eden bir insan olabilmek için de Yüce Zerey'in bazı önerileri var. Bunlar, mutlaka üzerinde düşünülmesi ve uygulanması gereken önerileri. Kitap boyunca gerek tercih edilen epigraflar, gerek atıf yapılan filmler ve veriler; hayatta düşlenen şeylerin pratiğe dökülmedikçe hiçbir manasının olmadığını vurguluyor zaten. İşte, umut etmek için tavsiye edilenler arasında yer alan ve okurların en çok ilgilendiği konulardan biri olduğuna inandığım 'anlam arama' bahsinde yazılanlar: "Hayatın anlamını sorgulamak insanın doğasında vardır. Anlam arayışı; zor zamanlarda bize güç veren, motivasyonumuzu artıran ve yaşam enerjimizi besleyen bir itici güçtür. Anlam bulmak en zor koşullarda bile hayata tutunmamızı sağlar. Kendinize sizi heyecanlandıran, tutkuyla bağlandığınız ve yaşamınıza anlam katan şeylerin neler olduğunu sorun. Bu bir amaç, bir ilişki, bir yaratıcı uğraş, bir inanç veya bir değerler sistemi olabilir. Anlam arayışınızı asla bırakmayın; çünkü anlam, umudun kaynağıdır."

Ekranı Kapat, Hayatını Aç; sözlüğüyle, okuma listesiyle, hem zihin hem de ufuk açan önerileriyle; bir taraftan dijital dünyada çok zaman geçiren ama diğer taraftan hayatı() yaşama ve kendini anlama noktasında eksik kaldığını düşünenler için yol arkadaşı niteliğinde. Dijital esaretten kurtulup ekranın ardındaki hayata yüzümüzü dönmek için düşünmeye, hissetmeye ve hayata katılmaya mutlak ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı anlayıp bir inanca dönüştürmek, artık okurun elinde.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Direnişin şiiri

Şiir, edebiyatın en sahici ama aynı zamanda en cambaz türüdür, şiir direnişin en belirgin formudur, her şair her şiiriyle bir hedefe ateş etmektedir, her atışta isabet edilen tek tür de neredeyse şiirdir.

Şiir, yazıldığı andan itibaren okurundur. Direniş şiirleri ise özellikle direnişçilerindir. Bundandır, İbrahim Nasrallah’ın Gazzeli Meryem kitabındaki şiirleri yazıldığı günden beri protestolarda, festivallerde sürekli okunmuştur.

“İniyordu küçük kız merdivenlerden
Oyunlara katılamadığı pembe ayakkabılarıyla

Her yerde postallar
Sığınak olmuyordu gökyüzü kuşlara ya da mahfi ruhlara”

Savaşlar, özellikle modern dönemde rakamdan ibarettir, görselin yoğunluğundan dolayı herkes kanıksar, haberlerde savaşı izlemek bir savaş filmini izlemekten farksızdır, ondandır, kanıksanır ve insanları duygusuzlaştırır. Filistin’de bir bebeğin açlıktan ölmesi ve bu bebeklerin her geçen gün sayısının artması hiçbir insanı ağlatmaz, yataklara düşürmez, bir tweettir, okunur geçilir, atılır geçilir. Açlıktan ölen bebekler, istatistiktir.

İbrahim Nasrallah’ın şiirleri Filistin’de yaşananları haber, istatistik olmaktan çıkarır. Herkesin aklına bir daha çıkmayacak şekilde kazır. O gücünü savaşın acımasızlığından alır, edebiyatın gücü burada geçersizdir, bilakis edebiyat, Nasrallah ile yeni bir güç kazanır.

“İnkar ettim ve inandım, sonra inkar ettim ve inandım, sonra…
Olmadı bir şey
Olmadı.

Ve bu hakir dünya soruyor bana:
‘Bütün bunlar niye?’”

Şair, dünyaya “niye” diye soran kişidir. O insanlara göz ardı ettiklerini, görmemiş gibi yaptıklarını gösteren kişidir. Sormaya çekindikleri ne varsa, kaçtıkları ne kadar soru varsa, korktukları için cevaplardan düşünmedikleri ne kadar soru varsa; şair onu soran kişidir. Şair hem sorgucudur hem elçi, hem suçsuzdur hem sanık. Her iyi şiir, okura, sanki onu yazan şair kendisiymiş gibi hissettirir, o yüzden de şiir okuru hiçbir sorudan kaçamaz.

“Nereden geldi bunlar Ayşe?
Soruyorum? Ya da soruyor annem? Ya da ismini taşıyan komşumuzun küçük kızı?
Ya da Ayşe, Peygamberin kızı?
Neden sevdalılar öldürmeye bu derece?
Neden meftunlar ateş açmaya küçüklere?
Neden nefret ediyorlar ağaçlardan?
Niçin yakıyorlar annelerin yüreklerini küçüklerin uzuvlarıyla?
Niçin çalıyorlar top sahasını, oyun oynayan çocuğun ayaklarından, bombayla?”

Ve şair mührü vurandır, ölümsüzlüğü bulandır. Çünkü bir gün Gazze özgür olduğunda da bu sorular sorulacaktır. İsrail yok olsa, aradan uzun yıllar geçse ve bu zulüm dolu günler unutulsa da bu dizeler yaşayacak ve sorular sorulmaya devam edecektir. Şair hatırlatan olduğu kadar unutturmayandır da.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

16 Mayıs 2025 Cuma

Gülümsemenin gücüyle değişen bir köy: Mutsuzgiller

Sıcacık bir gülümsemeden ne zaman mahrum kaldık? Ya da hızla akan dünyamızda kısacık bir an “Merhaba” demekten ne zaman vazgeçtik?

Bu kısacık ve sıcacık anlardan uzaklaştıkça, insani değerlerimizden uzaklaştık. Yabancılaştık birbirimize. Sadece insanın insana yaşadığı bir yabancılaşma mı peki? Asla! Ağaca, hayvana, insana, değerlerimize kısacası özümüze değer katan her şeyle aramızda derin bir uçurum var artık.

Birçoğumuz haberleri izlemeye dayanamıyor artık. Sosyal medyadan bir haberin detaylarını okumayı yüreğimiz kaldırmıyor. Kötü olaylara, kötülüğe maruz kaldıkça kötülüğü tahayyül eden belleğimiz genişledi. Bakışlarımızı kaçırır olduk diğerlerinden. Kendi hayatımıza gömülürken bir başkasının bize kısacık bir an da olsa ihtiyaç duyabileceğini düşünemiyoruz. Kötülük de mutsuzluk da hızla yayılıyor yaşadığımız ortama, topluma. Kuşku dolu bakışlar da çatık kaşlar da çoğalıyor. Tıpkı Mutsuzgiller Köyü’nde olduğu gibi.

Gülce Kitap etiketiyle Ayşe Odabaşı’nın kaleminden çıkan Mutsuzgiller, selamlaşmanın, paylaşmanın ve dayanışmanın giderek azaldığı bir dönemde çocuklara büyük bir mesaj sunuyor. Mutsuzgiller, ahlaki değerlerin, toplumsal birlikteliğin ve inancın ışığında yeniden inşa edilen bir köyün hikâyesini okurlarına sunarken gülümsemenin, yardımlaşmanın, iyi niyetle davranmanın iyileştirici ve dönüştürücü gücüne işaret ediyor.

Hikâyemiz, adından da anlaşılacağı üzere, “Mutsuzgiller Köyü”nde geçiyor. Bu köyde insanlar sabahları oflaya puflaya uyanıyor, çocukların neşesine tahammül edemiyor, yemekler en taze malzemelerle yapılsa dahi lezzetsiz oluyor. Herkesin kendine döndüğü, dayanışmanın kaybolduğu, bireyselliğin baskın geldiği bu köyde gülümseme neredeyse suç sayılıyor.

Ancak artık bir şeylerin değişim zamanı gelmiştir. Dönüşüm de köye yeni taşınan Sevgi Nine ve Bahtiyar Dede ile başlar. Bu sevgi dolu çift, sadece tebessümleri ve iyimserlikleriyle değil, aynı zamanda davranışlarıyla da köyde büyük bir değişimin öncüsü olurlar. Kurabiyelerin tarifinden çocukların oyununa, komşuluk ilişkilerinden iş ahlakına kadar birçok alanda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) örnek hayatını merkeze alan bir değişim başlatırlar. Her gün evlerinde topladıkları köy halkına gülümsemenin sadaka olduğunu hatırlatırlar. Onların çabaları ve köy halkının değişime karşı koymayan tavırları sayesinde sofralar bereketlenir, komşuluk canlanır, işyerlerinde dürüstlük ve hak gözetme anlayışı yaygınlaşır.

Yazar bu dönüşümü, son derece sade ama etkileyici bir dille anlatır. Çocukların ilgisini çekecek mizahi unsurlar, karakterlerin dönüşüm yolculuğu ile harmanlanarak verilir. Henüz küçücük bir çocuk olan Çetin’in mutfakta Sevgi Nine’nin isteği ile çay taşıması, Muhtar’ın eşi ile gözleme yapması, Sarıkız’a merhametli davranan çoban, dürüst pazarcı Cengiz gibi karakterler üzerinden okur, toplumsal dönüşümün bireysel değişimle başladığını kavrar.

Mutsuzgiller, birbirinden önemli mesajlar vermeyi de ihmal etmez: İnançla ve samimiyetle yapılan küçük iyilikler bile büyük toplumsal etkiler yaratabilir. Çocuklara iyi bir örnek olmanın en güzel yolu, onları ahlaklı bireyler olarak yetiştirmekten geçiyor. Sevgiyle pişirilen kurabiyeler, besmeleyle yapılan yemekler sadece mideyi değil, kalbi de doyuruyor.

Dayanışmanın, selamlaşmanın, tebessümün unutulmadığı, her bireyin en güzel örneğe benzeme gayretiyle yaşadığı bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren Mutsuzgiller, her yaştan okuyucu için anlamlı mesajlar barındıran, neşeyle okuyabileceğiniz, dönüştürücü gücü yüksek bir kitap. Küçük kalplere büyük değerler aşılamak isteyen herkesin kitaplığında bulunması gereken bu eser, çocuklara en sade ama en derin biçimde ulaşmayı başarıyor.

Tuba Karamuklu

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir tutku rehberi: Yazma Dersleri

Büyük tutkuların ardında nelerin saklı olduğu; edebiyatın, felsefenin, psikolojinin konusu olmuştur daima. Tutku denilen şeye yaşamdan alınacak payı eksilterek mi ulaşılır yoksa tam aksine yaşama sıkı sıkı yapışarak mı? Belki biri, belki her ikisi. Sözlükte “Bir şeye karşı duyulan aşırı düşkünlük, şiddetli arzu, iptilâ” karşılığını buluyor tutku. Yap(a)madığımız takdirde zamanımızı zehir edecek kadar etkiler bizi tutkumuz. Böyle düşündüğümüzde acaba bir alışkanlık mı yoksa bağımlılık mı sorusu da geliyor elbette. Bu kez belki biri, belki her ikisi diyemeyeceğim çünkü ikisi de değil. Tutku başka bir şey. Olmazsa olmaz, vazgeçilmez, her şeyin önüne geçen, herkesten daha çok kıymet verilen, uzletin de vuslatın da yegâne sahibi. Evet bir aşk kokusu geliyor sanki. Yaralarım aşktandır demiş şair, tutkularımız da.

Yazarların nasıl yazdıklarına, gün içindeki ritüellerine, okuma alışkanlıklarına, hayatlarıyla eserlerine arasındaki ilişkiye dair çok güzel çalışmalar yapıldı son dönemde. Mesela hemen, Sema Uğurcan’ın makalelerini bir araya getiren Biyografik Okumalar’ı ve editörlüğünü Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek’in yaptığı Yazanların Okuma Kültürü’nü söyleyebilirim. Fakat bir kitap daha var ki okumaya ve yazmaya hayatında apayrı bir yer ayıranların, yani bunları tutku hâline getirenlerin uzun bir süre başucunda kalmaya layık: Yazma Dersleri. Edebiyatımızın herkesçe sevilen, sayılan, eserleri döne döne okunan yazarlarının nasıl, hangi şartlarda, ne tür ruh durumları arasında yazdığını anlatan bir çalışmada Necip Tosun imzası var. Okur, pek çok merakının giderileceği, yine pek çok sorunun karşılığını bulabileceği bir kitapla baş başa artık: İnsandaki yaratma duygusunu en çok ne harekete geçirir? Bir şair en çok hangi duygusunun esiridir? Hiçbir şeyin yazılamadığı o kasvetli zamanla nasıl baş edilir? Hayatı boyunca maişet meselesi yakasını bir türlü bırakmamış bir yazar ne kadar üretken olabilir? Etkilenme endişesi yazma eylemi içinde nerede durur? Aşklar ve ayrılıklar üretime mâni midir?

Yazma Dersleri’nde Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a kadar edebiyatımızın köşelerini tutmuş yahut sık sık kendi sessizliğine çekilip oradan kendi kelimeleriyle gürültü çıkarmış nice yazar var. Birkaçını -başka türlü sevdiklerimize kıyak geçerek- zikredelim: Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Orhan Pamuk. Ve hemen sondan başlayalım yazarların dersleri arasında gezinmeye.

Orhan Pamuk, yaşadığı şehirle yazma eylemi arasında hüzünlü bağlar kurmuş bir yazar diye düşünüyorum. İçinde yalnızlığın, sıkıntının, türlü nefs oyunlarının, keşiflerin, hayal kırıklıklarının, aşkların ve terk edilmelerin olduğu bir hüzün bu. Hep bir adım geride durmayı bilerek ve dolayısıyla gözlem yeteneğini geliştirerek kendi sürecini kendi kurmuş bir yazma planı. Günün ilk ışıklarıyla uyanan şehrin temposuna ayak uydurmadan ama onun ayak seslerini işiterek. Çevreye katılmadan ama çevrenin yüklerini de omuzlama cüreti göstererek. İçedönük, çareyi evvela kendi gayretinde ve sükunetinde bulmaya çalışarak. Babamın Bavulu kitabında, kendisine “neden yazıyorsun?” diye sorup peş peşe sıraladıklarına bir bakalım Orhan Pamuk’un: İçimden geldiği için. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için. Herkese kızdığım için. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için. Unutulmaktan korktuğum için. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için. Yalnız kalmak için. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için. Böyle diyor. Elbette bunun bir ruh planı da var. Onu da Manzaradan Parçalar’da bulabiliyoruz. Pek çoğumuzun “İşte ben!” dediğini duyar gibiyim şimdiden: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakalemle bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.

Şimdi de Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” diye takdim ettiği yazarlardan birine gelelim. “İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir” diyerek aslında kendi yazma dürtüsünü aşikâr eden Ahmet Hamdi Tanpınar’a. “Büyük insan sevgisi, her olaya önyargısız bakışı, hürriyet aşkı; kuşatıcı Doğu-Batı bilgisi; hüzünle coşku arasından dünyayı yorumlayışı, geleceğe umutla sarılışı; geçmişe, birikime vefası; sanatçılık ve düşünce adamlığının aynı kişide toplanması; bilinç akışıyla masalın birleştiği bir anlatım tarzı; Dede Efendi ile Beethoven’a aynı derinlikte nüfuz edişi; boğulmaya çalışan bir sanatçı imgesi, tüm saldırılarda edebiyata sığınan eşikteki adam…” diyerek pek güzel takdim ediyor onu Necip Tosun. O her ne kadar şair olarak tanınmayı, bilinmeyi istese de yazar kimliğiyle hatırlandı daima. Şiirleri asla romanları, denemeleri kadar yer edemedi edebiyatımızda. Ama kim itiraz edebilir ki Huzur’un edebiyatımızın en büyülü şiirlerinden biri olduğuna? Kim mesela Beş Şehir’i öylesine bir şehir hatıratı olarak tanımlayabilir? Tanpınar, öyle kolay izah edilebilir mi? Yarım kalan aşklarıyla, ‘beş parasız’lığıyla, annesini aradığı rüyalarıyla, ihtiyarlardan işittiği masallarıyla, İstanbul’un kendini besleyen sokaklarıyla; müzik, resim, mimari gibi sanatın pek çok alanına derin dalışlarıyla, kendinden büyük bir estet çıkarmış bu kültür adamı nasıl yazardı acaba? Önce öncüleri tanıdı: Proust, Valery, Bergson, Freud, Jung, Bachelard, Yahya Kemal, Haşim. Sonra düşünce ortamlarına, arkadaş gruplarına dahil oldu. Edebiyat kavgalarının içine düştü. Sükût suikastı yaşadı. Çok sevdiği, çok tartıştığı dostluklar kurdu: Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar. Yazdı, daima yazdı. Ne siyaset, ne maişet, ne de yâren eksikliği gölgeledi onun yazıya olan aşkını. “Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır” diyen bu adam, “Her şey yerli yerinde” diyerek düzensizliğin içinde kendine ait bir hayat kurduğunu da anlatmaya çalıştı. Günlük tuttu, bir gün okunacağını bilerek. Hikayeler yazdı, edebiyat tarihleri çalıştı. 14 Eylül 1960’ta günlüğüne yazdıkları, onun hâlâ neden sıra dışı bir yerde durduğunun, neden daima ona dönüldüğünün bir izahı sanki: “Ben bir psikolojik halitayım, bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar... Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim. Bunların yanı başında keşiflerim, sezişlerim...

Yazarlık tecrübesinin ardında bir hayat tecrübesi var. Tecrübe nedir? Bazen yenilgilerimizin bazen de vazgeçemediğimiz şeylerin toplamı. Bu ikisi arasında yazar kendi mizacına uygun biricik bir yol inşa eder. Kendi gibi biricik. Adanmışlığı, sabrı, çileyi cem edip hayal gücünü, sezgilerini, kimi zaman rüyalarını katık eder. İlhama yanaştığı da olur yalnızca mesaiye inandığı da. Ama bir aşk ilişkisi yaşar kalemiyle daima. Aşkın hem iyileştirici hem de kahredici tarafını tanıdıkça yazarlık tecrübesi de zenginleşir. Necip Tosun’un Yazma Dersleri işte bu zenginliği teferruatıyla bize anlatıyor. Okumaya ve yazmaya olan tutkumuzu cilalıyor.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

"Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum"

Kitaplarla olan ilişkimizin sıra dışı tarafları var. Mesela yıllarca gittiğimiz o kitapçıda gözümüze çarpsa da hiçbir kitabının arka kapağına bile bakmadığımız o yazarlar. “Hiç duymadım” ya da “Birkaç kere gördüm ama hiç dikkatimi çekmedi” diyerek geçiştirdiklerimiz. Bu tip durumlarda yazarın ismi kadar kitaplarının ismi ve hatta kapakları da etkili oluyor. O günkü duygu durumumuz karar veriyor bazı şeylere. Neşemiz yerindeyse ‘solgun’ bir ifadeye uzak duruyoruz. Bir şeyleri unutmaya yönelmişken ‘tortu’larla uğraşmak istemiyoruz. Halbuki ‘güz gelmeden’ bir yerlere gitmenin, ‘kış yolculuğu’ yapmanın hayalini kurduğumuz da oluyor. Ama işte duygu durumumuz, heveslerimiz, meraklarımız; bazı yazarları çok sonralara bırakmamıza neden olabiliyor.

Güçlü adımlarla bir okuma serüveni kurmuş iyi okurların, başkalarının kitap tavsiyelerine ihtiyacı olmadığı söylense de bu biraz tartışılabilir bir durum. Benzer yollardan geçtiğimiz okurların önerileri mutlaka bizde bir karşılık buluyor. Hiçbir okur, “Bu tam sana göre bir kalem” ya da “tam senin ruhuna uygun bir yazar” sözlerine karşılıksız kalmaz. Hiç değilse aklına yazar, bir gün mutlaka okur. “Hiç okudun mu?” sorusuna muhatap olup içindeki merak fitilini ateşlemiş nice okur var, iyi ki de var. Başka yazarları, başka ruhları keşfetmenin, onların derin dünyasına nüfuz etmenin ilk adımı bu. Sonrası günlükler, hatıralar ve mektuplar.

15 yaşında günlük tutmaya başlamış Selçuk Baran. Henüz o yaşta "Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum" demiş. Bir defteri bitirip diğer deftere başlarken kendini soğan misali soymuş. Ne kadar şeffaf olabilirse o kadar, ne kadar acımasız olabilirse o kadar. Bu ikisi arasında daima gerçeği arayan bir insan görüyoruz. Fakat gerçeği ararken, aslında ne aradığımızı biliyor muyuz? Arayıp bulacağımız şeye gerçek demeye dünden mi hazırız? Hayatı, ödememiz gereken bedel ne olursa olsun kendi tercihlerimiz ve yürekliliğimizle mi yoksa toplumun, etrafın çizdiği sınırlar içinde mi yürüyeceğiz? Hep bu sorularla meşgul olmuş. Bu sorularla meşgul olanın içi/dışı dalgalı deniz olmasın da ne olsun. Ama o, tıpkı Jung’un meşhur sözünde olduğu gibi “dışarıya bakıp rüya görmektense içeriye bakıp uyanmak” derdine düşmüş. İbn Arabî’nin “kendine kendine seyir” olarak izah ettiği insanın tekâmül serüvenini çok erken yaşta, belki melankolisinin ve sık sık tercih ettiği yalnızlığının yardımıyla keşfetmiş. Bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen bir şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.

Baran’ın çok fazla kitabını okumadım aslında fakat Bir Solgun Adam ve Tortu'dan sonra kimi okuduğumu merak etmeye başladım. Neden her iki kitapta da -hatta diğer tüm kitaplarında da- güvenle huzursuzluk, korkuyla zevk arasında koşturuyordu? Yaşamdan neleri söküp attı, neleri kaderine dahil etti? Merak ettim. Derken günlüklerinin sahneye çıkması ve benim üç hafta süren okumam. Tek kelimeyle nefisti. Günlük okumanın en etkileyici taraflarından biri, tam ihtiyacınız olan anlarda ihtiyacınız olan cümlelerle karşılaşmak. Mesela şöyle: “Allah'tan bana görmek ve duymak istemediklerimi, görmemek ve duymamak hassasını vermesini niyaz ediyorum. Kendim temiz kaldığım gibi gözlerim ve kulaklarım da temiz kalsın.

Okuduğuna inanan, tesadüfe inanmaz. Bir taraftan Sandor Marai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası adlı romanını diğer taraftan Selçuk Baran’ın günlüklerini okumak nasıl desem, edebi bir şölendi. Yalnız edebi değil, felsefi bir coşku aynı zamanda. Kendini düşün, sonra insanları düşün. Yalnızlığa çekil, sonra kalabalığa karış. Bir şeyleri bırak, başka şeylere kavuş. Arzu, ıstırap, tatmin, can sıkıntısı. Bu satırları okurken aklınıza Andre Comte-Sponville’in o meşhur anlatımı geldi mi? Schopenhauer tarafından yazılmış cümleyi, felsefe tarihinin en üzücü -yani en gerçek- cümlesi olarak görüyor: Tüm hayatımız bir sarkaç gibi gidip gelir; sağdan sola, ıstıraptan sıkıntıya. Istırap? Çünkü insan kendisinde olmayan şeyi arzu eder. O şey yoksa ıstırap duyar. Sıkıntı? Çünkü insan arzu ettiği şeye kavuştuğu anda kademeli olarak bir boşluğa düşer. Daha önce arzunun doldurduğu o boşlukta artık sıkıntı vardır. Andre Comte-Sponville işsizin ıstırabıyla çalışanın sıkıntısını hatırlatıyor hemen. Bir yanda işsizin geçim ve gelecek kaygısı (ıstırap), diğer yanda çalışanın her gün aynı şeyi yapıyor olması (can sıkıntısı). Dinleyenler bu örnek karşısında şen şakrak, gülüyorlar. Sıra diğer örnekte. Bir yanda yitirdiği aşkın yasını tutan insan (ıstırap), diğer yanda bütün ilişkilerde kolaylıkla görülebilecek problemler (can sıkıntısı). Salona bir anda sessizlik hâkim oluyor. “Bu sizi daha az güldürdü” diyor Andre Comte-Sponville. İşte Selçuk Baran’ın günlüklerin içine sızan yaşamöyküsü de bütünüyle böyle. Belki ıstırap ve can sıkıntısı doğru tanımlamalar olmayabilir ama umuda aç olduğu kadar umutsuzluğa da muhtaç bir ruh o. Çünkü ikisinden de besleniyor. Gün geliyor; insanı sevmenin, her şeyi olan haliyle kabul etmedeki güzelliğin, kalbin ancak bir şeylerden heyecan duydukça akla üstün gelebileceğinin öneminden bahsediyor. Başka bir gün geliyor; “İçimdeki boşluğu dolduracak olan ilimdir. İleride karşıma çıkacak bir yığın münasebetsiz hadiseleri, müşkülleri bertaraf edecek yine ilimdir. Arkadaş, sırdaş hiçbir şey istemiyorum. Kitaplar bana en iyi dosttur. Sonra hepsinden mühim ve müessir Allah var.” diyor.

İnanç evet, Selçuk Baran’ın en büyük kavgalarından biri. 17 yaşında Sâmiha Ayverdi ile tanıştıktan sonra "Tasavvuf beni müthiş cezbediyor. Yavaş yavaş bu yola yöneldiğimi fark ediyorum. Evvelce ağladığım şeyler artık beni müteessir etmiyor. Kalbim büyük bir huzur içinde. Lakin beynim? O karmakarışık, durmadan değişiyor" diye yazmış günlüğüne. Ayverdi onu, kalbindeki tohumdan haberdar etmiş. Anlaşılan o ki Selçuk Baran için bir heyecan dalgasına kapılmak hevesle izah edilecek bir durum değil. Kalbiyle uyumlu olan, istediği, düşlediği bir şey onu bu heyecan dalgasının tam içine çekiyor. Beklediği gerçekleşiyor. Ama esas beklediğine ulaşabiliyor mu? Kalbi huzur içinde olmaya bile tahammül edemiyor. Hep bir yükseliş ve düşüş, hep haykırışlar ve susuşlar. Böyle bir hayat fotoğrafı var Baran’ın. Nihayet, birkaç yıl sonra şöyle yazıyor: "Allahım, sen bile artık eski yerinde değilsin, ellerimle sana sımsıkı yapışmaya uğraşıyorum, boşuna gayret, her gün biraz daha benden gidiyorsun. Hakikati, kurtuluş yolunu sende boşuna aradım, miskince bir teselliden başka bir şey bulamadım."

Günlüklerin tutulduğu son defterlere doğru ilerlerken Selçuk Baran’ın okuduğu yazarlarla karşılaşıyoruz. Laf aramızda, sırf şu bile ayrı yazı konusu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gidiyor, Kazancakis’in Zorba’sı geliyor. Bir köşeciğe Bektaşi nefesi not edilmiş, peşi sıra Andre Gide’in Günlükler'i, sonra sık sık atıf yaptığı Dünya Nimetleri. Okurun özgürlüğü: Selçuk Baran ve Andre Gide tanışsa neler olurdu? Yahut şöyle uzaktan mektuplaşsalar. Nurullah Ataç’ın “Kendini en iyi incelemiş olan adam” dediği Gide, kendi günlükleri için “Kendi kendisi olmak isteyen bir adamın çabaları” yorumunu yapmış. Selçuk Baran, bir kadının kendi kendisi olamayacağını söylese de ancak bir erkeğin gözlerinde kendisini görebileceğini, bir erkeğin sevgisinde kendisini bulabileceğini dile getiriyor. Sevmek yoksa, hayali gerçek gibi kabul etme illüzyonu gerçekleşir. Bu düşünce dalgalanmalarını hiç bırakmıyor Baran: "Erkeğin hayattan beklediğini kadın aşktan bekler, demiştim. Artık ayaklarımın dibine hiçbir şey serilmeyeceğini ve bana kimsenin özenle, çabayla, sevgiyle hiçbir şey sunmayacağını biliyorum.

Bir mevlit sesiyle duygulanan, inanç kapılarını kapatan ama sonra tekrar açan, ölüm korkusuyla Allah’a güvenmek arasındaki bağı sorgulayan, kaç kez önemsiz dese de sadece sevgiye inanan, arzuları ve tutkuları arasında bocalamaktan kaçınmayan, hasar gördüğünde bunu bir güçsüzlük olarak görmeyen, sırf yeni olduğu için değil kalbini harekete geçirdiği için anlamlı olanın peşine düşen, öfke yerine hüznü ve nefret yerine affı tercih eden (Tortu’dan: "Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır."), başkasını yargılamaktansa susmayı tercih eden (Bergman), 60 yaşına doğru yaşamdan sadece sessizlik dileyen bir yazarı okumak bize neler kazandırır? Bir şey kazanmak için okumuyorsak en başta dinginlik, doygunluk kazandırır. Onun yaşam boyu aradığı gibi.

Bir Solgun Adam’da “Bütün bunlar boş... En iyisi yeni bir kitaba başlamak.” diyen hangi karakterdi? Selçuk Baran’ın ta kendisiydi. 28 Temmuz 1965’te şöyle yazmış günlüğüne, öyle bitirelim: “Velhasıl bilmiyorum, insani ilişkiler üzerine bu kadar kafa yormaya değer mi? En iyisi okumak, okumak… Kafamı olumlu şeyler üzerinde işletmeliyim. Geriye fazla gürültü etmeden yaşamak ve sevmek kalmalı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Halil Cibran'da tutku

“Bu hayata sürgün olarak değil, fakat aşkın ve ebedi varlığa nasıl kulluk edileceğini öğrenmek ve bizim kendi içimizde hayatın güzelliğine ilişkin sırları keşfetmek için gelmiş, Tanrı’nın günahsız kullarıyız.”

Halil Cibran’ın Başkaldıran Ruhlar kitabı üç öyküden oluşuyor: Başkaldıran Ruhlar, Bayan Rose Hanıe ve Mezarların Çığlığı.

Kitabın adında dahi başkaldırma ibaresi geçmesi, öykülerin genel temasının da isyan, karşı çıkma olması başlığa tutku kelimesini koymama engel olmadı çünkü yazının başında alıntıladığım cümle Cibran’ın karakterlerinin başkaldırma nedenlerinin temelinde yer atıyor. Kullara karşı çıkarlarken amaçları Tanrı’ya ulaşmak olan insanlar bunlar, Tanrı’dan uzaklaşan kullara Tanrı’dan uzaklaştıkları için başkaldıran ve bu sayede Tanrı’ya yaklaşmaya çabalayan ve aslında Tanrı’ya zaten yaklaşmış olan insanlar. Onların isyanları şahsi menfaatlerinden dolayı değil ve din adamlarına dinleri uğruna karşı çıkarak asıl ulvi olana işaret etme gibi bir işlev görmekteler. Cibran’ın kitabının başlığında ruhlar kelimesinin olması da zannımca kasıtlı bir hareket; Tanrısal olan ruhtur çünkü. Beden dünyaya aittir ve dairdir, kendini dünyaya kaptırmış ve Tanrısal olanı unutmuş olan insanlar bedenlerinin arzuları doğrultusunda bu noktaya sapmışlardır ve onlara karşı çıkanlar bu haksızlıklar karşısında ruhları daralan, kendilerini azapta hisseden insanlardır. Ondandır, zindana atılsalar, bedenen işkence görseler de yollarından dönmemektedirler, çektikleri ruhsal azabın yanında bedenlerine uygulanan işkenceler daha çekilir gelmektedir.

Cibran’ı evrensel kılan da bu özelliğidir. O aforizmalarında da, felsefi düşüncelerinde de, öykülerinde de en temel insani durumları ve her zaman ilahi olanı ön plana çıkarır. Öykülerinde karakter sayısı azdır, olay örgüsü kısıtlıdır ama içerisinde işlenen tema, değinilen duygular ve dünyanın ahvali; dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi inanca mensup olursa olsun ve kaç yaşında olursa olsun okuyan herkese ayna işlevi görür, kendisinden ve zamanından muhakkak parça bulur. Cibran zamansızlığı yakalamış bir gözlemci ve düşünürdür.

Bu nedenle Cibran’ın öykülerinde edebi yönü kuvvetli olmakla birlikte asıl düşünürlüğü, felsefi yönü baskındır demek zor değildir.

Cibran’ın esas meselesi ilahi olana temas olduğundan o samimi her okuyucuya temas edebilmiş, kalbî rabıtayı kurabilmiştir. Onun okuyucuları öykülerini bitirdiğinde insani olana dokunur, kurmaca bir karakter okuduğunu düşünmez, dünyanın en merkezinde yer alan insanı artık tanıdığını düşünür.

Başkaldıran Ruhlar okurunu bekliyor: Bedeninden ziyade ruhunu arayan okurları.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

2 Mayıs 2025 Cuma

Tanpınar'ın kendine nasihatleri

Hayatı boyunca kendiyle didişmiş, kendini aramış, yer yer bulmuş, sonra kaybetmiş bu adam, nasıl oluyor da bize hâlâ kendini bu kadar açabiliyor? Israrla, devamla, yaşamın hem kaosu hem de zevkleri içinde, tıpkı kendi yaşadığı hayat gibi bize hâlâ kendini okutmasındaki esrar ne? Onu okumak hem büyük bir edebi keyif hem de sarsıcı bir yoklama. Bu yoklamada biz de tıpkı onun gibi kendimizi arıyoruz her seferinde. Bulunca ne yapıyoruz ya da buluyor muyuz, bunlar her okurun kendine ait cevapları. Belki de sırları.

İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından hazırlanan Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, neşredildikten hemen sonra farklı tepkiler görmüştü. Bizde dedikodu merakı hiç de gizlenebilir bir boyutta olmasa da büyük bir edebiyatçının en mahrem anlarını ve anılarını ortaya döken bu günlükler için “ne gerek vardı?” diyenler de olmuştu. Burada belki de okumanın, okuma gayesinin içi didiklenmeli. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlüklerinde uzun olmasa da dopdolu bir hayatın, her topluluktan insanın, siyasi gelişmelerin, edebi kavgaların, yoksulluğun ve yoksunluğun, yalnızlığın, umutların, karamsarlığın, dil zevkinin, estetik ve güzellik arayışının, varlık sancısının her türlüsü var. İçini açmak isteyen de araştırıp hedefine varmak isteyen de mutlaka bir şeyler buluyor bu günlüklerde, bulmalı. Çünkü o şöyle diyor: “Bu defteri seviyorum. Benden sonra okunacağını düşünüyorum. Hoşuma gidiyor. Geçen zamanım görülecek sanıyorum.

Bir oturuşta okumak belki güç bu günlükleri ama zaman zaman kitabın herhangi bir sayfasını açıp, o sayfada yazılanlar eşliğinde akıp gitmek de pek mümkün. İşte böylesi bir anda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendine nasihatleriyle karşılaştım. Her seferinde kendini arayan ve kendine rastlayan bu adam yine yapacağını yapmış, içten ve samimi nasihatlerini kendinden insanlığa taşımış, sunmuştu. Tanpınar’ın 21 Kasım 1960 tarihli nasihatleri “Kendi üzerime kâfi derecede kapabilsem belki bir şeyler yapabilirim. Fakat para meseleleri bırakmıyor yakamı” cümlesiyle başlıyor. Yani aslında sadece nasihat okumuyoruz. Yaşama bir sitem, kendine bir yakarış belki.

- Zaman azaldı; sermayeyi israf devri geçti.

- Sıhhatli bir iç âlem rejimi. Yeise kapılmamak lâzım. Her okuduğunu kendine çevrilmiş bir silah yapmaktan vazgeç! Yapabileceğini yap; azami gayretinle yap. Olura bağlama, çalış, güçlüğü atlama, ara, değiştir ve bul; fakat lüzumsuz yere kendini zehirleme.

- Hissi ihmal etme. Kendini bırakmamak, büsbütün teslim etmemek, çalışma için lazım olan intellectualite’ye ve seni kâinatla birleştirecek bir spritualite’yi muhafaza etmek şartıyla duygular daima mühimdir ve daima büyütücü ve derindir.

- Dua şiirin en yüksek merhalesidir. Ruh kâinatla duada birleşir. Bir kahramanın en büyük kudreti, her hissi ve düşünceyi âlemşümul dua hâline getirebilmesi, her his ve düşüncede bütün kâinatı kurabilmesidir.

- Güzel, geniş, hatta büyük vedaların çağına geldik.

- Akşamını yaşa, şuurla yaşanırsa akşam daima güzeldir.

- Genişlemeye çalış. Resim ve musikiden çıkarman kabil olanı çıkar. Resmi harcama, ne de heykeli.

- Ustalarını yeniden seç ve onlara yorulmadan dön. Dersini ara. Daima dikkatli ol. Musiki sana sonsuz imkânlar açabilir.

- Geç kaldım deme. Her eser bir bakıma tesadüftür. Hilkat bütün ahengiyle tesadüftür, yahut bir şanstır.

- Her şey başlangıcında aynen bizde, bizim derunî vaziyetimizdedir. Bunu daima hatırla. Gör, dinle.

- Her şey senin olsun! İçten gör veya hareket noktası, yahut netice yap.

- Yalnızlığını iyice yokla ve beyhude ile doldurma. Yalnızlığın seni asla götürür. Allah’a ve muadiline.

Çok yaşa Tanpınar, çünkü yaşıyorsun. Ve biz daima sana dönüyoruz…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Ortodoks-Heterodoks sarkacında Hacı Bektâş-ı Velî

Ahmet Yaşar Ocak’ın, “Bektaşîlik: Tarih, İnanç, Efsane” adını taşıyan yeni kitabı, Timaş Yayınları’ndan çıktı. Sonda yazacağımızı, başta söyleyelim: Ünlü tarihçi, neredeyse literatürde yaygınlaştırdığı ‘heterodoks’ nosyonunu, bir misyon olarak devam ettiriyor. Bu arada hacim olarak küçük çalışmasının merakla beklenmesinin kök nedeni, “Acaba, Ahmet Yaşar Ocak, tarih tezini şekillendirdiği çizgisi ile ilgili yeni bir şey söyleyecek mi?” sorusuydu. Yeri gelmişken hatırlatalım: Türkiye’de Heterodoks İslam kavramı, ilk kez Fuad Köprülü ile gündeme gelir. Rafizî kavramını, pejoratif anlamı sebebiyle tercih etmeyen Köprülü, İslam’ın Sünnilik dışındaki biçimleri için bu kavramı kullanır. Ancak ne Köprülü ne de Abdülbaki Gölpınarlı bu kavramın sosyolojik ve teolojik muhtevası üzerinde dururlar. Bu kavramın çerçevesini etraflıca tartışan Prof. Irene Melikoff’tur.

Zaten Ahmet Yaşar Ocak da 1974’ten beri, yani 29 yaşından bu yana Melikoff’la aynı yerde durduğunu şu sözlerle yeniliyor: “… daha nötr ve uygun gördüğüm ‘heterodoksi’ kavramını Bektaşîlik ve Alevîlik araştırmalarımda zaman zaman kullandım ve kullanmaya devam ediyorum. Şimdi bakıyorum da benim muhatap olduğum eleştiri benzeri eleştirilere muhatap olmamak için bazı genç Türk araştırıcılar bu terimi kullanmaktan olabildiğince kaçıyorlar. Ben de onların yazdıklarını tebessüm ederek okuyorum. Bu kaçışlarına rağmen bugün halihazırda onlardan eskiye yeni bir şey katmayıp yeni bir şey söylediklerini zannederek sadece ‘patinaj’ yapan bazı kibirli araştırmacıların dışında, ciddiye alınması gereken ilginç araştırmalar yayınlayanların olduğunu da söyleyeyim.

Elimizdeki kitap; Bektaşîlik-Kızılbaşlık-Alevilik: Benzerlikleri ve Farklılıkları, Hayatı ve Çerçevesiyle Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Sufi Kimliği: Meczup Bir Derviş ya da Âlim Bir Mutasavvıf, Hacı Bektaş-ı Veli Kitap Yazdı mı?, Tarikatın Gerçek Kurucusu: Balım Sultan, Bektaşîlik Tarihinde Kırılma Anları, Şamanizmden Budizme Hurufilikten Şiiliğe Bektaşî Teolojisi, Bektaşîliğin Ana Motivasyonu, Âyin ve Erkân: Dört Kapı, Kırk Makam, Pir Evinden Zaviyelere Teşkilat, Sosyal ve İktisadî Yapı: Zengin Vakıflar, Cömert Bağışçılar, Mısır’dan Balkanlara Coğrafî Dağılım, Yeniçeri Ocağı’ndan Millî Mücadele’ye Siyasetle İlişkisi, Şiirden Müziğe Yazıdan Resme Kültürel Yansımalar, Yerleşik Algılar ve Tarihsel Gerçekler Arasında Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşîlik başlıklarından müteşekkil. Ocak, bu kısa bölümlerde; uzunca anlattığı, meseleyi izah ettiği çalışmalarının konserve hâlini anlatıyor. Aleviliğin tarihsel dönemlerini sabitleyen Ocak Hoca, kronolojiyi esas tutarak, bilhassa Hazreti Peygamber’in torunu Hazreti Hüseyin’in Muaviye oğlu Yezid tarafından katledildiği (şehit edildiği?) Kerbela Hadisesi’nden sonraki teopolitik yansımaları derliyor.

Hiç kuşku yok ki tahminen 1271’de vefat etmiş ve Horasan’dan Küçük Asya’ya gelen Hacı Bektaş Veli, tıpkı Hazreti Ali gibi aslında bir yanıyla da mitolojik bir figür, ona inananların belki de muhayyilesinde yaratıp, gerçeğe yamadıkları bir imaj. İşte Ahmet Yaşar Ocak, bu imgenin arkeolojisini yapıyor ve bir nevi icat edilen Hacı Bektaş kültünün üstündeki tozları üflüyor. Yalnız burada, kendisinden ders görmüş talebesi olarak tereciye tere satmanın korkusu ve utangaçlığıyla kaydetmek isterim ki mesele sadece Hacı Bektaş değil, onun ‘ince Müslümanlık’ addedilen dervişlik libasında, mezhepler üstü bir ‘Alici damarı ve dahi muhalefeti’ barındırması, böylesi bir tavrın da illa Alevi ya da Sünni bir kalıba dâhil edilmemesi daha çıkar bir yol olsa gerek.

Çalışmaya dönersek; Ahmet Yaşar Ocak, bugün Hacı Bektaş çalışmalarının temelinde yer alan şu iki ihtimali yeniden kanatlandırıyor: “Birincisi, ya Nişabur’un üst düzey eğitim almış sultanzâde ve imamzâdesi Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmed-i Yesevî’nin halifesi olarak Anadolu’ya gelip, konar göçerler arasında İslam’ı yaymak için onların kabullenebileceği bir ‘misyoner derviş’ kimliğine bürünmüş olması ya da Hacı Bektaş-ı Veli kültünün 14. yüzyıldan itibaren Anadolu’da üstünlük kazanmasına paralel olarak, yükselen bu figürün yeni yeni başlayan Şiî propagandalara uyarlanarak onu daha da yüceltmek maksadıyla 15. yüzyılda Velayetnâme müellifi tarafından sonradan kurgulanmış bir hikâye olması.

Zaten pek muhtemel Ortodoks-Heterodoks pandülünün arasındaki kurgu da burada yatıyor. Keza Makalat üzerinde en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren İskenderpaşa Cemaati’nin müteveffa şeyhi Esad Coşan’ın yaptığı ‘muhteva tasviri’, Ocak’ın ‘tarihî tenkit’ eksikliği itirazında yanıt bekliyor. O hâlde son söz, Ahmet Yaşar Ocak’ın olsun: “İşte elinizdeki kitap da kendi çapında Hacı Bektaş ve Bektaşîliğe bu sağlıklı yaklaşım içinde bakmaya çalışan, ama hiçbir şekilde ‘mutlak doğru budur’ iddiası taşımayan, kendimize ait bir tarihçilik versiyonunun ürünüdür. Yorum hiç şüphesiz okuyucunundur.

Sevim Şentürk

29 Nisan 2025 Salı

Hicreti yeniden düşünmek

Hicret, kelime anlamı ayrılıktır. Hecr ve hicran kökünden gelir, Kuran’da yirmi yerde geçer. Bedenen ayrılmayı karşılar ilkin, kalben ayrılmayı da ifade eder. Dolayısıyla aynı bağlamda farklılaşmaya da gider.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret asıl önemini buradan alır. Onun hicreti ayrılıktan yeni ve kuvvetli bir başlangıcın tohumunu atmaktır. Önce Yesrib’i Medine yapar, ardından ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı tesis eder. Bu iki hamle, İslam medeniyetinin ve şehrinin nasıl olacağının göstergesidir, temelidir. Hicret ayrılıktır ama aynı hicret kardeşliği getirmiştir. Demek ki ayrılmanın nedeni mühimdir, ayrıldıktan sonra yerleşilen beldenin muhtevası mühimdir.

Bu yeni başlangıç mefhumu aynı zamanda yolculuğun da önemini gösterir bir yerde. Hadis-i şerif bize “Dünyada bir yolcu gibi ol” buyurur. Nereyedir yolculuk? Ve neredendir? Asıl yurttan asıl yurdadır elbet. Bu yolculuğun bir de manevi veçhesi vardır. Dünyaya bağlı olan kalbi, Rahman’a götürmektir bir yolculuk da. Sufiler buna süluk derler. Asıl önemli olan noktası “daha ulvi menzillere ulaşmak için” yapılır bu yolculuk. Tıpkı hicret gibi. Zulmün ve baskının dayanılmaz olduğu Mekke’den Medine’ye hicret edilmiş, oradan İslam’ın yayılması sağlanmış, din nice yerlere ulaşmış, kardeşlik tesis edilmiş ve nihayetinde çok daha büyük bir ordu ile Mekke hiç kan dökmeden fethedilmiştir.

Mekke’nin fethinde hiç kan dökülmemesi için Medine’ye gitmek gerekmiştir, hicret etmek, yolculuğa çıkmak, farklılaşmak. Aradan geçen zamanda sadece inananların sayısı artmamıştır, aynı zamanda din kalplere tamamıyla yerleşmiştir. Bu öyle bir zaman dilimidir ki makamlar aşılmıştır. Hz. Ebubekir Efendimiz bu zaman diliminde “Sıddık” olmuştur örneğin. “İnananlar kardeştir” düsturu bu zaman diliminde ancak hicret ile tesis edilmiş, gösterilmiştir.

O nedenle hicrete sadece yer değiştirme olarak bakmak meselenin özünü kavramaktan uzak tutacaktır insanı. Yer değiştirmek neden olmuştur, nasıl olmuştur, bu aşamada hangi tecellilere mazhar olunmuştur ve hangi noktaya ulaşılmıştır? Bu soruların cevabını bulabilmek için hicreti tüm yönleri ve ayrıntılarıyla öğrenmek, tefekkür etmek elzemdir.

Ketebe Yayınları tarafından yayınlanan Hicret kitabı tam da bu noktada büyük bir boşluğu doldurmuş. Hz. Peygamber’in İzinde (sav) - Sanat, Fotoğraf ve Akademik Perspektifler İle Kutlu Yolculuk Rotası alt başlığını taşıyan kitap, bu alt başlıktan da anlaşılacağı üzere çok geniş bir çerçeveden hicreti ele alıyor. Kolektif metinler, fotoğraflar ile hicretin tüm yönleri eksiksiz ele alınsın amaçlanıyor.

Örneğin, 86. Sayfada karşımıza bir fotoğraf çıkıyor: Menzil taşı fotoğrafı. Bu menzil taşı Harşa Geçidi (Seniyyâtu Harşa) boyunca bulunur ve doğusunda ve paralelinde Hicret rotasının ilerlediği ana göç yolunu işaret eder. Alkadi’nin deyişiyle bu menzil taşı “çağlar boyunca yolculara güven veren sessiz bir nöbetçi”dir.

Fotoğraf ve bu pasajdan ne anlamalıyız? Çoklarına küçük, çok da önemli olmayacak bir ayrıntı gelebilir. Hz. Peygamber’e dair hiçbir durum ayrıntıdan ibaret değildir oysa, olamaz. Hz. Peygamber’in amelleri, sözleri kadar manevi halleri de sünnetidir ve onlara ulaşmak için mutlak manada takipçisi olmak gerekir. Evet, ayrıntıların dahi peşinde olmak.

Çünkü ne kadar çok ayrıntı ile hemhal olunursa, zihin ve kalp de o kadar Hz. Peygamber’le hemhal olacaktır. Kişi düşündüğüne zamanla bürünmeye başlar, kalbin deri değiştirmesi bir yerde de bu şekilde gerçekleşir. Ayrıntılar, tefekkür kalesini güçlendirir. Tefekkür, kalbi dönüştürür. Zikir gibi ibadettir tefekkür de. İlim bir yerde biraz da o nedenle farzdır. Dünya yolculuğu da farzlarla, nafilelerle Allah’a doğru bir seyirdir nihayetinde.

Hicret, Müslümanlar olarak üzerinde daha fazla düşünmemiz, durmamız gereken bir kavram. Kavramı anlamak için de önce olguyu hakkıyla idrak etmek zorundayız.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

28 Nisan 2025 Pazartesi

“Allah sürprizdir, Rabbül âlemin”

Edebiyatımız çok güçlü bir şerh geleneğini içinde barındırıyor, yaşatıyor. Çünkü bu gelenek, bilhassa maneviyat meselelerine çok boyutluluk kazandırıyor. Şerh çalışmaları, yazılmış bir eseri daha geniş kitlelere ulaştırırken; bazen daha kolay anlaşılmasını bazen de o eserin üzerine daha derinlikli çalışmaların yapılmasına imkân sağlıyor. Şuradan başlayalım; şerh kelimesinin pek çok manası var. Bir şeyi açıp yaymak -ki fetih kelimesini çağrıştırıyor-, sözün kapalı taraflarını açmak, bir metni ya da kitabı ayrıntılarına inerek yorumlamak, izah etmek. Velhasıl, bilhassa şiirin penceresinden konuşursak, şerh etmek “şairler kadar cesur” olmayı gerektirir. Orada, şerh edenin hem zahiri hem de batıni ilmi ortaya çıkar. Tabiri caizse bir boy verme işidir. Bu durum akıllara, tasavvuf tarihimizde şiirleriyle de fevkalade bir yeri olan gönül hekimlerinden Lütfi Filiz’in şu dizelerini getirir: “Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım.

Tasavvufî eserlere dair yapılan şerhler, edebiyatımızda müstesna bir yeri oluşturur. Mesnevî ve Fusûsü’l-Hikem gibi mürşit kitaplara dair yazılmış şerhler dışında, bir dizenin peşinden giden irfan sahipleri de olmuştur. Mesela, Yunus Emre’mizin “Çıktım Erik Dalına” mısrasıyla başlayan şiiri/nefesi/nutku için sayısız şerh yazılmıştır. Niyazî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde gibi nice irfan sahibi, bazen böyle katmanlı şiirleri açmaya çalışmış, bazen de bir hikmetli sözü deşifre etmeye çalışmıştır. Şurası bir gerçek ki bilhassa tasavvufi eserleri şerh etmek için pek çok mecaza ve sembole hâkim olmak gerekir. İlahi sırlar, hiç beklenmedik yerlerden sürpriz yapmaya hazırdır. Öte yandan bizim şairlerimiz de sürpriz yapmaya pek hevesli, bu yönde pek maharetlidir. Tıpkı Ahmet Murat gibi. Ahmet Murat pek çok şapkaya sahip olmakla birlikte bunları gardırobunda saklamaya da meyilli, müstesna bir isimdir. Akl-ı selimin, kalb-i selimin ve zevk-i selimin bir terkibi olarak, okuyucunun sadrında üç saf açmıştır. İlki, akl-ı selimin yani denemenin safı: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Avarelik Görgüsü, Belki de Üzülmeliyiz, Taşı Taşırmak. İkincisi, kalb-i selimin, yani şiirin safı: Bir Şair Bisikletle, Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı, Şarkıyı Kes. Üçüncüsü, zevk-i selimin, yani hikmetin safı: İbn Atâullah El-İskenderî (Hayatı, Eserleri, Görüşleri) Hikayem Ne Tuhaftır – Ebu’l-Hasan Eş-Şüsterî’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı ve Sufilerin El Kitabı (İbn Acîbe).

Şerh geleneğinden hoşaf kaşığı bulaşığı kadar bahsedip şaire yanaştık. O hâlde “Âşinâ‐yı aşk olandan sor ledünniyâtını / âlem-i zevkin ne anlar sırrını ağyâr-ı aşk” deyu sözü köpürtüp cezbeden taşırmadan bir kitaba göz atalım, gözümüzü gönlümüzü açalım. Kalemiyle ve anlatıcılığıyla, geleneğin sorun çözen tüm taraflarını bugüne taşımaya gayret gösteren isimlerden biri de Yasin Taçar. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı kitaplarda arayışlarını, sorgulamalarını şeffaf biçimde dile getirmesi okur tarafında makul bir zemin buldu. Bu zeminde Taçar’ın metafiziğin rasyonalizasyonu olarak ifade edebileceğimiz bir güzellik de var. Nedir o? Bugünün mühim sorunlarına tasavvufla, azizlerin hayatından cevaplar araması. Bu cevapların günümüz şartlarına uyanlarını özenle seçmesi ve yine bugünün diliyle seslenmesi. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tüm Yakarışların Kapısında kitabında da bu meziyetinden vazgeçmeden cesur bir girişimde bulunuyor: Ahmet Murat’ın şiirlerine şerhler düşüyor. Sebeb-i telifi ise şöyle: “Ahmet Murat’ın şiirleri, sadece şiir değildir. Hakikatin, şiir görüntüsünde zuhur etmesidir.

Bir şair, tıpkı seyr ü süluk gören bir derviş gibidir. Zira Sadreddin Konevî’nin buyurduğu gibi yeryüzünde sülük görmeyen de yoktur. Karıncadan insana, taştan ağaca kadar bu böyle. Hepsinin sınavı farklı, hepsinin ihtiyacı da farklı. Şair, tüm bu cevelan içinde aklın, kalbin, nefsin, ruhun, canın farkında bir kalem savaşı verir. Yegâne yakınlığın kullukta saklı olduğunu bilir. Kulluğun bir acziyet, acziyetin de bir teslimiyet olduğunu bilir. Bu bilişlerin her biri, sanatçı fedakârlığıyla birleşince ortaya benlikten değil gönülden süzülen nağmeler çıkar. Yazılan her dize bir virde dönüşür. Kalbin de kelimelerin de birer yara olduğu düşünüldüğünde, bu nağmelerin her birinde yakarış vardır. Şairin yakarışlarını göğüste yumuşatarak karşılamak, her sadrın hüneri değildir. Bu da bir nasip meselesidir çünkü. Tıpkı iyi amellerin, hayırlı vazifelerin, güzellik peşinde olmanın da bir nasip meselesi olması gibi. Daima karşılıksız veren bir Mevlâ ve daima şükrü unutan bir insan görürüz işte bu cevelanda. Şair, “Kalenderiz, sesimiz çatal, suyumuz karanlık / karanlık ve acı mı? Acı da ne demek?” diye sorarken, şârih de şöyle cevap arar: “Modern hayatta bireycilik altında bencilliğin yeri vardır, kardeşliğin değil. Beşerî akıl merkezdedir, kalbî akıl değil. Dervişler ise beşerî aklı sadece araç olarak kullanır, kalbî akla ulaşmaya çalışır. Modern hayatın kulak verdiği ses, dervişin zikri değildir. Arif yerini aydına bırakmıştır. Günümüz öğretisi insanları narsist yapma odaklı işlemektedir, derviş ise benliğinden kurtulmaya çalışandır… Dervişin acısı, modern dünyanın onu daraltmasından ileri gelir.

Yasin Taçar, Ahmet Murat’ın şiirlerini şerh ederken insanın kaybettiği tınısına sıkça atıf yapıyor. Gürültü yerine ahengi arıyor. ‘Batanları sevmeme’nin bir fikir, bir nasihat değil yegâne hakikat olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de romantik bir bakış açısından uzak duruyor, şairin hikmetli gölgesinde sakin, ferah bir dil kuruyor: “İnsan, dünyada yolcudur. Yolcu, misafire denir. Misafir, gelip geçiciliği temsil eder. Böyle olunca da o bulunduğu yere ait olamaz. Tek sahip Allah ise, onun aitliği de Allah’a kalmıştır… Kişi Allah’ın inayetine muhtaçtır. Ve kavuşacağı da Allah’tır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Boğaziçi'nin güzellikleriyle dolu geniş bir aile tarihi

Dördüncü kuşak Bebekli şair Nigâr Hanım’ın torunu Nigâr Nigâr Alemdar, doğup büyüdüğü semtin bir monografisi olan Geçmişten Günümüze Bebek: Sosyal Tarihimizden Sayfalar isimli eseri 2023’de okurla buluşmuştu. Boğaziçi’nin incisi Bebek’in en köklü ailelerinin fertlerinden eski yapılarına hatıralarda kalan semt esnafından bugün hâlâ hizmet veren müesseselerine uzanan mazisini anlattığı kitap Bebek sevdalısı yazarın ilk kitabı idi.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın Timaş Yayınları’ndan bu ay çıkan yeni kitabı İstanbullu Üç Osmanlı Ailesi ise bir tarafta Beşiktaşlı Yahyâ Efendi bir tarafta Şair Nigâr Hanım bir tarafta da Ahmed Midhat Efendi’ye uzanan aile köklerinin Boğaziçi’nde geçen tarihini konu ediniyor. Fotoğraflar ve arşiv belgeleriyle zenginleştirilen kitap ailenin tarihini gün yüzüne çıkardığı gibi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşanan sosyal değişimi ve gündelik hayattan kesitler sunuyor. Bununla birlikte kitaba eklenen Ahmed Midhat Efendi’nin ve Şair Nigâr Hanım’ın daha önce yayınlanmamış resimleri ve eşyaları okur için bir sürpriz oluyor. Kitabın sonunda ise Şair Nigâr Hanım, Ahmed Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi, Yahya Efendi’nin soyağaçları yer alıyor.

Yazar, otuz yıldan fazla İngilizce ve simültane konferans çevirmenliği dersleri verdiği Boğaziçi Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra kolları Osmanlı’ya uzanan ailesinin geçmişi üzerine çalışmaya başlar. Uzun yıllar biriktirdiği gazete küpürleri, fotoğraflar, belgeleri çekmeceden çıkarmasıyla kendini adeta bir zaman yolculuğunda bulur. Bu yolculukta anne ve baba tarafından akrabalık bağlarının olduğu üç ailenin ünlü ünsüz her ferdiyle tanışır, görüşür. Nihayetinde üç önemli aileyi merkeze alan elimizdeki kitap ortaya çıkar.

Şair Nigâr Hanım’ın ortanca oğlu Feridun Nigâr ve eşi Nebire Nigâr, 1946’da dünyaya gelen ilk torunlarına ailenin ünlüsü Şair Nigâr Hanım’ın adını verirler: Nigâr Nigâr Alemdar. Baba tarafından Şair Nigâr Hanım’ın torun çocuğu, anne tarafından gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi’nin ağabeyi, ortağı, gazeteci Cevdet Bey’in torun çocuğu, babaannesi Nebire Hanım’ın ile de Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi Dergâhı’na uzanan köklü bir ailede geçmişe dair anlatılagelen hikayelerle büyüyen Nigâr Nigâr Alemdar dünden bugüne uzanan aile tarihini akıcı bir üslupla okura aktarıyor.

Şair Nigâr Hanım’ın üç oğlu Münir, Feridun ve Salih Keramet Nigâr’ın aileleri, yaşamları, dostları ve bugüne uzanan hatıraları yazarın ağzından anlatılıyor. Feridun Nigâr, 1913’de Ali Haydar Bey’in kızı Nebire Hanımla evlenmiş. Metin, Fıtrat ve Vecdi Füsun isimli üç oğlu olan çiftin bu evliliğinin gerçekleşmesinde Feridun Nigâr’ın her iki aileyi yakından tanıyan Bebek’te komşuları ve dostları Tevfik Fikret’in etkisi olmuş. Bununla birlikte büyük şair genç çifte verilen aile arsasında inşa edilen köşkün mimari tasarımını üstlenmiş hatta mobilyalarını bile çizmiş tıpkı Aşiyan’da kendi köşkünün plan ve dekorasyonunu yaptığı gibi. Feridun Nigâr Köşkü olarak bilinen ve yazarın çocukluğunda tatillerini geçirdiği bu köşk etrafında ailenin birçok anısını okuyoruz kitapta. Şehirleşme ve hızlı nüfus artışıyla İstanbul’un cehresinin hızla değiştiği 1960’larda ailenin acı tatlı hatıralar yaşandıkları köşk de istimlake uğramaktan kurtulamamış. Nigârların kuşaklar boyu yaşamları, Cumhuriyet döneminde genişleyen aile kollarını ve akrabalıkları kitabın birkaç bölümünü teşkil ediyor.

Osmanlı’nın fırtınalı son asrının ‘yazı makinesi’ Ahmet Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi’nin hayat serüveni, Midhat Efendi’nin şair Nigâr Hanım ile dostluğu, devrinin önemli iki kaleminin yazarlık faaliyetleri de kitapta müstakil bir bölümde ele alınıyor. Beykoz’un en önemli sakinlerinde olan Ahmet Midhat Efendi geniş bir aileye sahip. Midhat Efendi’nin matbuat yaşamında en büyük destekçisi birlikte gazetecilik yaptıkları anne-bir üvey ağabeyi Mehmet Cevdet Efendi. İki kardeş uzun yıllar birlikte çalışmış, çıkardıkları Tercüman-ı Hakikat gazetesi ve matbaacılıklarıyla basın dünyasında adeta çığır açmışlar. Ahmet Midhat Efendi’ye göre daha az bilinen Mehmed Cevdet Efendi hakkında çok az bilgi günümüze ulaşmış. Cevdet Efendi kızı Fatma Seniha Hanım, hukuk mezunu Osman Vefik (Beken) Bey’le olan izdivacından doğan Seniha Hanım küçük yaşta annesini kaybeder. Öksüz kalan Seniha Hanım anneannesi Safiye Hanım ve dedesi Cevdet Efendi tarafından büyütülür. Babaannesi Seniha Hanım’ın Büyükada’daki çocukluk günleri ve zorlu harp yıllarında yaşadıklarından söz eden yazar ailenin kış mevsimlerini Şehzadebaşı Vezneciler’deki konakta, yaz mevsimlerini de Büyükada’da geçirdiği ifade ediyor.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın ailesinin bir başka kolu olan babaannesi Nebire Hanım’ın soyu Abdülkadir Geylânî’den ile Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi, 16. yüzyıl ulemasından Yahyâ Efendi’nin Dergâhı’na kadar uzanıyor. Yahyâ Efendi’nin dergâhının türbedarı olan Hüseyin Şevki Efendi, Nebire Hanım’ın büyük babası. Hüseyin Şevki Efendi kızı Semine Hanım’ın II. Abdülhamid devrinde sadaret mühürdarlığı yapmış Ali Haydar Bey ile evliliğinden Nebire Hanım ve kardeşleri dünyaya geliyor. Aile Bebek’teki meşhur Yılanlı Yalı’nın selamlık bölümünde önce kiracı sonra II. Mahmud’un iradesiyle mülk sahibi olmasıyla uzun yıllar yaşamlarını burada sürdürmeye devam etmiş. Yazar, Yılanlı Yalı’nın ilginç hikayesini, Yahya Efendi Dergâhı postnişini Abdülkadir Geylâni soyundan gelen Mehmed Nuri Şemseddin Efendi’nin mülkiyetine geçmesini ve çocukluk yıllarda ailesiyle birlikte yaptığı akraba ziyaretlerinde görme imkânı bulduğu eski ahşap halini kitapta anlatıyor. Yılanlı Yalı’nın Rumelihisar’ına kadar uzanan geniş bahçesinin bir kısmı Tevfik Fikret’e satılmış ve şair Aşiyan Köşkü’nü burada inşa etmiş.

Yazarın kuşaklar boyu İstanbul’un ve Boğaziçi’nin güzelliklerini yaşamış atalarına ithaf ettiği eseri, bir aile tarihi olmasının ötesinde satır aralarındaki paha biçilmez detaylar, Tevfik Fikret, Halide Edip, Yahya Kemal, Rus şarkiyatçı Madam Gülnar, Fatma Aliye gibi pek çok tanınmış siması hakkındaki hatıralar ve tanıklıklarla kültür tarihimize ışık tutuyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus