16 Mayıs 2025 Cuma

Gülümsemenin gücüyle değişen bir köy: Mutsuzgiller

Sıcacık bir gülümsemeden ne zaman mahrum kaldık? Ya da hızla akan dünyamızda kısacık bir an “Merhaba” demekten ne zaman vazgeçtik?

Bu kısacık ve sıcacık anlardan uzaklaştıkça, insani değerlerimizden uzaklaştık. Yabancılaştık birbirimize. Sadece insanın insana yaşadığı bir yabancılaşma mı peki? Asla! Ağaca, hayvana, insana, değerlerimize kısacası özümüze değer katan her şeyle aramızda derin bir uçurum var artık.

Birçoğumuz haberleri izlemeye dayanamıyor artık. Sosyal medyadan bir haberin detaylarını okumayı yüreğimiz kaldırmıyor. Kötü olaylara, kötülüğe maruz kaldıkça kötülüğü tahayyül eden belleğimiz genişledi. Bakışlarımızı kaçırır olduk diğerlerinden. Kendi hayatımıza gömülürken bir başkasının bize kısacık bir an da olsa ihtiyaç duyabileceğini düşünemiyoruz. Kötülük de mutsuzluk da hızla yayılıyor yaşadığımız ortama, topluma. Kuşku dolu bakışlar da çatık kaşlar da çoğalıyor. Tıpkı Mutsuzgiller Köyü’nde olduğu gibi.

Gülce Kitap etiketiyle Ayşe Odabaşı’nın kaleminden çıkan Mutsuzgiller, selamlaşmanın, paylaşmanın ve dayanışmanın giderek azaldığı bir dönemde çocuklara büyük bir mesaj sunuyor. Mutsuzgiller, ahlaki değerlerin, toplumsal birlikteliğin ve inancın ışığında yeniden inşa edilen bir köyün hikâyesini okurlarına sunarken gülümsemenin, yardımlaşmanın, iyi niyetle davranmanın iyileştirici ve dönüştürücü gücüne işaret ediyor.

Hikâyemiz, adından da anlaşılacağı üzere, “Mutsuzgiller Köyü”nde geçiyor. Bu köyde insanlar sabahları oflaya puflaya uyanıyor, çocukların neşesine tahammül edemiyor, yemekler en taze malzemelerle yapılsa dahi lezzetsiz oluyor. Herkesin kendine döndüğü, dayanışmanın kaybolduğu, bireyselliğin baskın geldiği bu köyde gülümseme neredeyse suç sayılıyor.

Ancak artık bir şeylerin değişim zamanı gelmiştir. Dönüşüm de köye yeni taşınan Sevgi Nine ve Bahtiyar Dede ile başlar. Bu sevgi dolu çift, sadece tebessümleri ve iyimserlikleriyle değil, aynı zamanda davranışlarıyla da köyde büyük bir değişimin öncüsü olurlar. Kurabiyelerin tarifinden çocukların oyununa, komşuluk ilişkilerinden iş ahlakına kadar birçok alanda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) örnek hayatını merkeze alan bir değişim başlatırlar. Her gün evlerinde topladıkları köy halkına gülümsemenin sadaka olduğunu hatırlatırlar. Onların çabaları ve köy halkının değişime karşı koymayan tavırları sayesinde sofralar bereketlenir, komşuluk canlanır, işyerlerinde dürüstlük ve hak gözetme anlayışı yaygınlaşır.

Yazar bu dönüşümü, son derece sade ama etkileyici bir dille anlatır. Çocukların ilgisini çekecek mizahi unsurlar, karakterlerin dönüşüm yolculuğu ile harmanlanarak verilir. Henüz küçücük bir çocuk olan Çetin’in mutfakta Sevgi Nine’nin isteği ile çay taşıması, Muhtar’ın eşi ile gözleme yapması, Sarıkız’a merhametli davranan çoban, dürüst pazarcı Cengiz gibi karakterler üzerinden okur, toplumsal dönüşümün bireysel değişimle başladığını kavrar.

Mutsuzgiller, birbirinden önemli mesajlar vermeyi de ihmal etmez: İnançla ve samimiyetle yapılan küçük iyilikler bile büyük toplumsal etkiler yaratabilir. Çocuklara iyi bir örnek olmanın en güzel yolu, onları ahlaklı bireyler olarak yetiştirmekten geçiyor. Sevgiyle pişirilen kurabiyeler, besmeleyle yapılan yemekler sadece mideyi değil, kalbi de doyuruyor.

Dayanışmanın, selamlaşmanın, tebessümün unutulmadığı, her bireyin en güzel örneğe benzeme gayretiyle yaşadığı bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren Mutsuzgiller, her yaştan okuyucu için anlamlı mesajlar barındıran, neşeyle okuyabileceğiniz, dönüştürücü gücü yüksek bir kitap. Küçük kalplere büyük değerler aşılamak isteyen herkesin kitaplığında bulunması gereken bu eser, çocuklara en sade ama en derin biçimde ulaşmayı başarıyor.

Tuba Karamuklu

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir tutku rehberi: Yazma Dersleri

Büyük tutkuların ardında nelerin saklı olduğu; edebiyatın, felsefenin, psikolojinin konusu olmuştur daima. Tutku denilen şeye yaşamdan alınacak payı eksilterek mi ulaşılır yoksa tam aksine yaşama sıkı sıkı yapışarak mı? Belki biri, belki her ikisi. Sözlükte “Bir şeye karşı duyulan aşırı düşkünlük, şiddetli arzu, iptilâ” karşılığını buluyor tutku. Yap(a)madığımız takdirde zamanımızı zehir edecek kadar etkiler bizi tutkumuz. Böyle düşündüğümüzde acaba bir alışkanlık mı yoksa bağımlılık mı sorusu da geliyor elbette. Bu kez belki biri, belki her ikisi diyemeyeceğim çünkü ikisi de değil. Tutku başka bir şey. Olmazsa olmaz, vazgeçilmez, her şeyin önüne geçen, herkesten daha çok kıymet verilen, uzletin de vuslatın da yegâne sahibi. Evet bir aşk kokusu geliyor sanki. Yaralarım aşktandır demiş şair, tutkularımız da.

Yazarların nasıl yazdıklarına, gün içindeki ritüellerine, okuma alışkanlıklarına, hayatlarıyla eserlerine arasındaki ilişkiye dair çok güzel çalışmalar yapıldı son dönemde. Mesela hemen, Sema Uğurcan’ın makalelerini bir araya getiren Biyografik Okumalar’ı ve editörlüğünü Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek’in yaptığı Yazanların Okuma Kültürü’nü söyleyebilirim. Fakat bir kitap daha var ki okumaya ve yazmaya hayatında apayrı bir yer ayıranların, yani bunları tutku hâline getirenlerin uzun bir süre başucunda kalmaya layık: Yazma Dersleri. Edebiyatımızın herkesçe sevilen, sayılan, eserleri döne döne okunan yazarlarının nasıl, hangi şartlarda, ne tür ruh durumları arasında yazdığını anlatan bir çalışmada Necip Tosun imzası var. Okur, pek çok merakının giderileceği, yine pek çok sorunun karşılığını bulabileceği bir kitapla baş başa artık: İnsandaki yaratma duygusunu en çok ne harekete geçirir? Bir şair en çok hangi duygusunun esiridir? Hiçbir şeyin yazılamadığı o kasvetli zamanla nasıl baş edilir? Hayatı boyunca maişet meselesi yakasını bir türlü bırakmamış bir yazar ne kadar üretken olabilir? Etkilenme endişesi yazma eylemi içinde nerede durur? Aşklar ve ayrılıklar üretime mâni midir?

Yazma Dersleri’nde Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a kadar edebiyatımızın köşelerini tutmuş yahut sık sık kendi sessizliğine çekilip oradan kendi kelimeleriyle gürültü çıkarmış nice yazar var. Birkaçını -başka türlü sevdiklerimize kıyak geçerek- zikredelim: Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Orhan Pamuk. Ve hemen sondan başlayalım yazarların dersleri arasında gezinmeye.

Orhan Pamuk, yaşadığı şehirle yazma eylemi arasında hüzünlü bağlar kurmuş bir yazar diye düşünüyorum. İçinde yalnızlığın, sıkıntının, türlü nefs oyunlarının, keşiflerin, hayal kırıklıklarının, aşkların ve terk edilmelerin olduğu bir hüzün bu. Hep bir adım geride durmayı bilerek ve dolayısıyla gözlem yeteneğini geliştirerek kendi sürecini kendi kurmuş bir yazma planı. Günün ilk ışıklarıyla uyanan şehrin temposuna ayak uydurmadan ama onun ayak seslerini işiterek. Çevreye katılmadan ama çevrenin yüklerini de omuzlama cüreti göstererek. İçedönük, çareyi evvela kendi gayretinde ve sükunetinde bulmaya çalışarak. Babamın Bavulu kitabında, kendisine “neden yazıyorsun?” diye sorup peş peşe sıraladıklarına bir bakalım Orhan Pamuk’un: İçimden geldiği için. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için. Herkese kızdığım için. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için. Unutulmaktan korktuğum için. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için. Yalnız kalmak için. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için. Böyle diyor. Elbette bunun bir ruh planı da var. Onu da Manzaradan Parçalar’da bulabiliyoruz. Pek çoğumuzun “İşte ben!” dediğini duyar gibiyim şimdiden: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakalemle bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.

Şimdi de Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” diye takdim ettiği yazarlardan birine gelelim. “İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir” diyerek aslında kendi yazma dürtüsünü aşikâr eden Ahmet Hamdi Tanpınar’a. “Büyük insan sevgisi, her olaya önyargısız bakışı, hürriyet aşkı; kuşatıcı Doğu-Batı bilgisi; hüzünle coşku arasından dünyayı yorumlayışı, geleceğe umutla sarılışı; geçmişe, birikime vefası; sanatçılık ve düşünce adamlığının aynı kişide toplanması; bilinç akışıyla masalın birleştiği bir anlatım tarzı; Dede Efendi ile Beethoven’a aynı derinlikte nüfuz edişi; boğulmaya çalışan bir sanatçı imgesi, tüm saldırılarda edebiyata sığınan eşikteki adam…” diyerek pek güzel takdim ediyor onu Necip Tosun. O her ne kadar şair olarak tanınmayı, bilinmeyi istese de yazar kimliğiyle hatırlandı daima. Şiirleri asla romanları, denemeleri kadar yer edemedi edebiyatımızda. Ama kim itiraz edebilir ki Huzur’un edebiyatımızın en büyülü şiirlerinden biri olduğuna? Kim mesela Beş Şehir’i öylesine bir şehir hatıratı olarak tanımlayabilir? Tanpınar, öyle kolay izah edilebilir mi? Yarım kalan aşklarıyla, ‘beş parasız’lığıyla, annesini aradığı rüyalarıyla, ihtiyarlardan işittiği masallarıyla, İstanbul’un kendini besleyen sokaklarıyla; müzik, resim, mimari gibi sanatın pek çok alanına derin dalışlarıyla, kendinden büyük bir estet çıkarmış bu kültür adamı nasıl yazardı acaba? Önce öncüleri tanıdı: Proust, Valery, Bergson, Freud, Jung, Bachelard, Yahya Kemal, Haşim. Sonra düşünce ortamlarına, arkadaş gruplarına dahil oldu. Edebiyat kavgalarının içine düştü. Sükût suikastı yaşadı. Çok sevdiği, çok tartıştığı dostluklar kurdu: Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar. Yazdı, daima yazdı. Ne siyaset, ne maişet, ne de yâren eksikliği gölgeledi onun yazıya olan aşkını. “Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır” diyen bu adam, “Her şey yerli yerinde” diyerek düzensizliğin içinde kendine ait bir hayat kurduğunu da anlatmaya çalıştı. Günlük tuttu, bir gün okunacağını bilerek. Hikayeler yazdı, edebiyat tarihleri çalıştı. 14 Eylül 1960’ta günlüğüne yazdıkları, onun hâlâ neden sıra dışı bir yerde durduğunun, neden daima ona dönüldüğünün bir izahı sanki: “Ben bir psikolojik halitayım, bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar... Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim. Bunların yanı başında keşiflerim, sezişlerim...

Yazarlık tecrübesinin ardında bir hayat tecrübesi var. Tecrübe nedir? Bazen yenilgilerimizin bazen de vazgeçemediğimiz şeylerin toplamı. Bu ikisi arasında yazar kendi mizacına uygun biricik bir yol inşa eder. Kendi gibi biricik. Adanmışlığı, sabrı, çileyi cem edip hayal gücünü, sezgilerini, kimi zaman rüyalarını katık eder. İlhama yanaştığı da olur yalnızca mesaiye inandığı da. Ama bir aşk ilişkisi yaşar kalemiyle daima. Aşkın hem iyileştirici hem de kahredici tarafını tanıdıkça yazarlık tecrübesi de zenginleşir. Necip Tosun’un Yazma Dersleri işte bu zenginliği teferruatıyla bize anlatıyor. Okumaya ve yazmaya olan tutkumuzu cilalıyor.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

"Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum"

Kitaplarla olan ilişkimizin sıra dışı tarafları var. Mesela yıllarca gittiğimiz o kitapçıda gözümüze çarpsa da hiçbir kitabının arka kapağına bile bakmadığımız o yazarlar. “Hiç duymadım” ya da “Birkaç kere gördüm ama hiç dikkatimi çekmedi” diyerek geçiştirdiklerimiz. Bu tip durumlarda yazarın ismi kadar kitaplarının ismi ve hatta kapakları da etkili oluyor. O günkü duygu durumumuz karar veriyor bazı şeylere. Neşemiz yerindeyse ‘solgun’ bir ifadeye uzak duruyoruz. Bir şeyleri unutmaya yönelmişken ‘tortu’larla uğraşmak istemiyoruz. Halbuki ‘güz gelmeden’ bir yerlere gitmenin, ‘kış yolculuğu’ yapmanın hayalini kurduğumuz da oluyor. Ama işte duygu durumumuz, heveslerimiz, meraklarımız; bazı yazarları çok sonralara bırakmamıza neden olabiliyor.

Güçlü adımlarla bir okuma serüveni kurmuş iyi okurların, başkalarının kitap tavsiyelerine ihtiyacı olmadığı söylense de bu biraz tartışılabilir bir durum. Benzer yollardan geçtiğimiz okurların önerileri mutlaka bizde bir karşılık buluyor. Hiçbir okur, “Bu tam sana göre bir kalem” ya da “tam senin ruhuna uygun bir yazar” sözlerine karşılıksız kalmaz. Hiç değilse aklına yazar, bir gün mutlaka okur. “Hiç okudun mu?” sorusuna muhatap olup içindeki merak fitilini ateşlemiş nice okur var, iyi ki de var. Başka yazarları, başka ruhları keşfetmenin, onların derin dünyasına nüfuz etmenin ilk adımı bu. Sonrası günlükler, hatıralar ve mektuplar.

15 yaşında günlük tutmaya başlamış Selçuk Baran. Henüz o yaşta "Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum" demiş. Bir defteri bitirip diğer deftere başlarken kendini soğan misali soymuş. Ne kadar şeffaf olabilirse o kadar, ne kadar acımasız olabilirse o kadar. Bu ikisi arasında daima gerçeği arayan bir insan görüyoruz. Fakat gerçeği ararken, aslında ne aradığımızı biliyor muyuz? Arayıp bulacağımız şeye gerçek demeye dünden mi hazırız? Hayatı, ödememiz gereken bedel ne olursa olsun kendi tercihlerimiz ve yürekliliğimizle mi yoksa toplumun, etrafın çizdiği sınırlar içinde mi yürüyeceğiz? Hep bu sorularla meşgul olmuş. Bu sorularla meşgul olanın içi/dışı dalgalı deniz olmasın da ne olsun. Ama o, tıpkı Jung’un meşhur sözünde olduğu gibi “dışarıya bakıp rüya görmektense içeriye bakıp uyanmak” derdine düşmüş. İbn Arabî’nin “kendine kendine seyir” olarak izah ettiği insanın tekâmül serüvenini çok erken yaşta, belki melankolisinin ve sık sık tercih ettiği yalnızlığının yardımıyla keşfetmiş. Bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen bir şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.

Baran’ın çok fazla kitabını okumadım aslında fakat Bir Solgun Adam ve Tortu'dan sonra kimi okuduğumu merak etmeye başladım. Neden her iki kitapta da -hatta diğer tüm kitaplarında da- güvenle huzursuzluk, korkuyla zevk arasında koşturuyordu? Yaşamdan neleri söküp attı, neleri kaderine dahil etti? Merak ettim. Derken günlüklerinin sahneye çıkması ve benim üç hafta süren okumam. Tek kelimeyle nefisti. Günlük okumanın en etkileyici taraflarından biri, tam ihtiyacınız olan anlarda ihtiyacınız olan cümlelerle karşılaşmak. Mesela şöyle: “Allah'tan bana görmek ve duymak istemediklerimi, görmemek ve duymamak hassasını vermesini niyaz ediyorum. Kendim temiz kaldığım gibi gözlerim ve kulaklarım da temiz kalsın.

Okuduğuna inanan, tesadüfe inanmaz. Bir taraftan Sandor Marai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası adlı romanını diğer taraftan Selçuk Baran’ın günlüklerini okumak nasıl desem, edebi bir şölendi. Yalnız edebi değil, felsefi bir coşku aynı zamanda. Kendini düşün, sonra insanları düşün. Yalnızlığa çekil, sonra kalabalığa karış. Bir şeyleri bırak, başka şeylere kavuş. Arzu, ıstırap, tatmin, can sıkıntısı. Bu satırları okurken aklınıza Andre Comte-Sponville’in o meşhur anlatımı geldi mi? Schopenhauer tarafından yazılmış cümleyi, felsefe tarihinin en üzücü -yani en gerçek- cümlesi olarak görüyor: Tüm hayatımız bir sarkaç gibi gidip gelir; sağdan sola, ıstıraptan sıkıntıya. Istırap? Çünkü insan kendisinde olmayan şeyi arzu eder. O şey yoksa ıstırap duyar. Sıkıntı? Çünkü insan arzu ettiği şeye kavuştuğu anda kademeli olarak bir boşluğa düşer. Daha önce arzunun doldurduğu o boşlukta artık sıkıntı vardır. Andre Comte-Sponville işsizin ıstırabıyla çalışanın sıkıntısını hatırlatıyor hemen. Bir yanda işsizin geçim ve gelecek kaygısı (ıstırap), diğer yanda çalışanın her gün aynı şeyi yapıyor olması (can sıkıntısı). Dinleyenler bu örnek karşısında şen şakrak, gülüyorlar. Sıra diğer örnekte. Bir yanda yitirdiği aşkın yasını tutan insan (ıstırap), diğer yanda bütün ilişkilerde kolaylıkla görülebilecek problemler (can sıkıntısı). Salona bir anda sessizlik hâkim oluyor. “Bu sizi daha az güldürdü” diyor Andre Comte-Sponville. İşte Selçuk Baran’ın günlüklerin içine sızan yaşamöyküsü de bütünüyle böyle. Belki ıstırap ve can sıkıntısı doğru tanımlamalar olmayabilir ama umuda aç olduğu kadar umutsuzluğa da muhtaç bir ruh o. Çünkü ikisinden de besleniyor. Gün geliyor; insanı sevmenin, her şeyi olan haliyle kabul etmedeki güzelliğin, kalbin ancak bir şeylerden heyecan duydukça akla üstün gelebileceğinin öneminden bahsediyor. Başka bir gün geliyor; “İçimdeki boşluğu dolduracak olan ilimdir. İleride karşıma çıkacak bir yığın münasebetsiz hadiseleri, müşkülleri bertaraf edecek yine ilimdir. Arkadaş, sırdaş hiçbir şey istemiyorum. Kitaplar bana en iyi dosttur. Sonra hepsinden mühim ve müessir Allah var.” diyor.

İnanç evet, Selçuk Baran’ın en büyük kavgalarından biri. 17 yaşında Sâmiha Ayverdi ile tanıştıktan sonra "Tasavvuf beni müthiş cezbediyor. Yavaş yavaş bu yola yöneldiğimi fark ediyorum. Evvelce ağladığım şeyler artık beni müteessir etmiyor. Kalbim büyük bir huzur içinde. Lakin beynim? O karmakarışık, durmadan değişiyor" diye yazmış günlüğüne. Ayverdi onu, kalbindeki tohumdan haberdar etmiş. Anlaşılan o ki Selçuk Baran için bir heyecan dalgasına kapılmak hevesle izah edilecek bir durum değil. Kalbiyle uyumlu olan, istediği, düşlediği bir şey onu bu heyecan dalgasının tam içine çekiyor. Beklediği gerçekleşiyor. Ama esas beklediğine ulaşabiliyor mu? Kalbi huzur içinde olmaya bile tahammül edemiyor. Hep bir yükseliş ve düşüş, hep haykırışlar ve susuşlar. Böyle bir hayat fotoğrafı var Baran’ın. Nihayet, birkaç yıl sonra şöyle yazıyor: "Allahım, sen bile artık eski yerinde değilsin, ellerimle sana sımsıkı yapışmaya uğraşıyorum, boşuna gayret, her gün biraz daha benden gidiyorsun. Hakikati, kurtuluş yolunu sende boşuna aradım, miskince bir teselliden başka bir şey bulamadım."

Günlüklerin tutulduğu son defterlere doğru ilerlerken Selçuk Baran’ın okuduğu yazarlarla karşılaşıyoruz. Laf aramızda, sırf şu bile ayrı yazı konusu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gidiyor, Kazancakis’in Zorba’sı geliyor. Bir köşeciğe Bektaşi nefesi not edilmiş, peşi sıra Andre Gide’in Günlükler'i, sonra sık sık atıf yaptığı Dünya Nimetleri. Okurun özgürlüğü: Selçuk Baran ve Andre Gide tanışsa neler olurdu? Yahut şöyle uzaktan mektuplaşsalar. Nurullah Ataç’ın “Kendini en iyi incelemiş olan adam” dediği Gide, kendi günlükleri için “Kendi kendisi olmak isteyen bir adamın çabaları” yorumunu yapmış. Selçuk Baran, bir kadının kendi kendisi olamayacağını söylese de ancak bir erkeğin gözlerinde kendisini görebileceğini, bir erkeğin sevgisinde kendisini bulabileceğini dile getiriyor. Sevmek yoksa, hayali gerçek gibi kabul etme illüzyonu gerçekleşir. Bu düşünce dalgalanmalarını hiç bırakmıyor Baran: "Erkeğin hayattan beklediğini kadın aşktan bekler, demiştim. Artık ayaklarımın dibine hiçbir şey serilmeyeceğini ve bana kimsenin özenle, çabayla, sevgiyle hiçbir şey sunmayacağını biliyorum.

Bir mevlit sesiyle duygulanan, inanç kapılarını kapatan ama sonra tekrar açan, ölüm korkusuyla Allah’a güvenmek arasındaki bağı sorgulayan, kaç kez önemsiz dese de sadece sevgiye inanan, arzuları ve tutkuları arasında bocalamaktan kaçınmayan, hasar gördüğünde bunu bir güçsüzlük olarak görmeyen, sırf yeni olduğu için değil kalbini harekete geçirdiği için anlamlı olanın peşine düşen, öfke yerine hüznü ve nefret yerine affı tercih eden (Tortu’dan: "Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır."), başkasını yargılamaktansa susmayı tercih eden (Bergman), 60 yaşına doğru yaşamdan sadece sessizlik dileyen bir yazarı okumak bize neler kazandırır? Bir şey kazanmak için okumuyorsak en başta dinginlik, doygunluk kazandırır. Onun yaşam boyu aradığı gibi.

Bir Solgun Adam’da “Bütün bunlar boş... En iyisi yeni bir kitaba başlamak.” diyen hangi karakterdi? Selçuk Baran’ın ta kendisiydi. 28 Temmuz 1965’te şöyle yazmış günlüğüne, öyle bitirelim: “Velhasıl bilmiyorum, insani ilişkiler üzerine bu kadar kafa yormaya değer mi? En iyisi okumak, okumak… Kafamı olumlu şeyler üzerinde işletmeliyim. Geriye fazla gürültü etmeden yaşamak ve sevmek kalmalı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Halil Cibran'da tutku

“Bu hayata sürgün olarak değil, fakat aşkın ve ebedi varlığa nasıl kulluk edileceğini öğrenmek ve bizim kendi içimizde hayatın güzelliğine ilişkin sırları keşfetmek için gelmiş, Tanrı’nın günahsız kullarıyız.”

Halil Cibran’ın Başkaldıran Ruhlar kitabı üç öyküden oluşuyor: Başkaldıran Ruhlar, Bayan Rose Hanıe ve Mezarların Çığlığı.

Kitabın adında dahi başkaldırma ibaresi geçmesi, öykülerin genel temasının da isyan, karşı çıkma olması başlığa tutku kelimesini koymama engel olmadı çünkü yazının başında alıntıladığım cümle Cibran’ın karakterlerinin başkaldırma nedenlerinin temelinde yer atıyor. Kullara karşı çıkarlarken amaçları Tanrı’ya ulaşmak olan insanlar bunlar, Tanrı’dan uzaklaşan kullara Tanrı’dan uzaklaştıkları için başkaldıran ve bu sayede Tanrı’ya yaklaşmaya çabalayan ve aslında Tanrı’ya zaten yaklaşmış olan insanlar. Onların isyanları şahsi menfaatlerinden dolayı değil ve din adamlarına dinleri uğruna karşı çıkarak asıl ulvi olana işaret etme gibi bir işlev görmekteler. Cibran’ın kitabının başlığında ruhlar kelimesinin olması da zannımca kasıtlı bir hareket; Tanrısal olan ruhtur çünkü. Beden dünyaya aittir ve dairdir, kendini dünyaya kaptırmış ve Tanrısal olanı unutmuş olan insanlar bedenlerinin arzuları doğrultusunda bu noktaya sapmışlardır ve onlara karşı çıkanlar bu haksızlıklar karşısında ruhları daralan, kendilerini azapta hisseden insanlardır. Ondandır, zindana atılsalar, bedenen işkence görseler de yollarından dönmemektedirler, çektikleri ruhsal azabın yanında bedenlerine uygulanan işkenceler daha çekilir gelmektedir.

Cibran’ı evrensel kılan da bu özelliğidir. O aforizmalarında da, felsefi düşüncelerinde de, öykülerinde de en temel insani durumları ve her zaman ilahi olanı ön plana çıkarır. Öykülerinde karakter sayısı azdır, olay örgüsü kısıtlıdır ama içerisinde işlenen tema, değinilen duygular ve dünyanın ahvali; dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi inanca mensup olursa olsun ve kaç yaşında olursa olsun okuyan herkese ayna işlevi görür, kendisinden ve zamanından muhakkak parça bulur. Cibran zamansızlığı yakalamış bir gözlemci ve düşünürdür.

Bu nedenle Cibran’ın öykülerinde edebi yönü kuvvetli olmakla birlikte asıl düşünürlüğü, felsefi yönü baskındır demek zor değildir.

Cibran’ın esas meselesi ilahi olana temas olduğundan o samimi her okuyucuya temas edebilmiş, kalbî rabıtayı kurabilmiştir. Onun okuyucuları öykülerini bitirdiğinde insani olana dokunur, kurmaca bir karakter okuduğunu düşünmez, dünyanın en merkezinde yer alan insanı artık tanıdığını düşünür.

Başkaldıran Ruhlar okurunu bekliyor: Bedeninden ziyade ruhunu arayan okurları.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

2 Mayıs 2025 Cuma

Tanpınar'ın kendine nasihatleri

Hayatı boyunca kendiyle didişmiş, kendini aramış, yer yer bulmuş, sonra kaybetmiş bu adam, nasıl oluyor da bize hâlâ kendini bu kadar açabiliyor? Israrla, devamla, yaşamın hem kaosu hem de zevkleri içinde, tıpkı kendi yaşadığı hayat gibi bize hâlâ kendini okutmasındaki esrar ne? Onu okumak hem büyük bir edebi keyif hem de sarsıcı bir yoklama. Bu yoklamada biz de tıpkı onun gibi kendimizi arıyoruz her seferinde. Bulunca ne yapıyoruz ya da buluyor muyuz, bunlar her okurun kendine ait cevapları. Belki de sırları.

İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından hazırlanan Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, neşredildikten hemen sonra farklı tepkiler görmüştü. Bizde dedikodu merakı hiç de gizlenebilir bir boyutta olmasa da büyük bir edebiyatçının en mahrem anlarını ve anılarını ortaya döken bu günlükler için “ne gerek vardı?” diyenler de olmuştu. Burada belki de okumanın, okuma gayesinin içi didiklenmeli. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlüklerinde uzun olmasa da dopdolu bir hayatın, her topluluktan insanın, siyasi gelişmelerin, edebi kavgaların, yoksulluğun ve yoksunluğun, yalnızlığın, umutların, karamsarlığın, dil zevkinin, estetik ve güzellik arayışının, varlık sancısının her türlüsü var. İçini açmak isteyen de araştırıp hedefine varmak isteyen de mutlaka bir şeyler buluyor bu günlüklerde, bulmalı. Çünkü o şöyle diyor: “Bu defteri seviyorum. Benden sonra okunacağını düşünüyorum. Hoşuma gidiyor. Geçen zamanım görülecek sanıyorum.

Bir oturuşta okumak belki güç bu günlükleri ama zaman zaman kitabın herhangi bir sayfasını açıp, o sayfada yazılanlar eşliğinde akıp gitmek de pek mümkün. İşte böylesi bir anda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendine nasihatleriyle karşılaştım. Her seferinde kendini arayan ve kendine rastlayan bu adam yine yapacağını yapmış, içten ve samimi nasihatlerini kendinden insanlığa taşımış, sunmuştu. Tanpınar’ın 21 Kasım 1960 tarihli nasihatleri “Kendi üzerime kâfi derecede kapabilsem belki bir şeyler yapabilirim. Fakat para meseleleri bırakmıyor yakamı” cümlesiyle başlıyor. Yani aslında sadece nasihat okumuyoruz. Yaşama bir sitem, kendine bir yakarış belki.

- Zaman azaldı; sermayeyi israf devri geçti.

- Sıhhatli bir iç âlem rejimi. Yeise kapılmamak lâzım. Her okuduğunu kendine çevrilmiş bir silah yapmaktan vazgeç! Yapabileceğini yap; azami gayretinle yap. Olura bağlama, çalış, güçlüğü atlama, ara, değiştir ve bul; fakat lüzumsuz yere kendini zehirleme.

- Hissi ihmal etme. Kendini bırakmamak, büsbütün teslim etmemek, çalışma için lazım olan intellectualite’ye ve seni kâinatla birleştirecek bir spritualite’yi muhafaza etmek şartıyla duygular daima mühimdir ve daima büyütücü ve derindir.

- Dua şiirin en yüksek merhalesidir. Ruh kâinatla duada birleşir. Bir kahramanın en büyük kudreti, her hissi ve düşünceyi âlemşümul dua hâline getirebilmesi, her his ve düşüncede bütün kâinatı kurabilmesidir.

- Güzel, geniş, hatta büyük vedaların çağına geldik.

- Akşamını yaşa, şuurla yaşanırsa akşam daima güzeldir.

- Genişlemeye çalış. Resim ve musikiden çıkarman kabil olanı çıkar. Resmi harcama, ne de heykeli.

- Ustalarını yeniden seç ve onlara yorulmadan dön. Dersini ara. Daima dikkatli ol. Musiki sana sonsuz imkânlar açabilir.

- Geç kaldım deme. Her eser bir bakıma tesadüftür. Hilkat bütün ahengiyle tesadüftür, yahut bir şanstır.

- Her şey başlangıcında aynen bizde, bizim derunî vaziyetimizdedir. Bunu daima hatırla. Gör, dinle.

- Her şey senin olsun! İçten gör veya hareket noktası, yahut netice yap.

- Yalnızlığını iyice yokla ve beyhude ile doldurma. Yalnızlığın seni asla götürür. Allah’a ve muadiline.

Çok yaşa Tanpınar, çünkü yaşıyorsun. Ve biz daima sana dönüyoruz…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Ortodoks-Heterodoks sarkacında Hacı Bektâş-ı Velî

Ahmet Yaşar Ocak’ın, “Bektaşîlik: Tarih, İnanç, Efsane” adını taşıyan yeni kitabı, Timaş Yayınları’ndan çıktı. Sonda yazacağımızı, başta söyleyelim: Ünlü tarihçi, neredeyse literatürde yaygınlaştırdığı ‘heterodoks’ nosyonunu, bir misyon olarak devam ettiriyor. Bu arada hacim olarak küçük çalışmasının merakla beklenmesinin kök nedeni, “Acaba, Ahmet Yaşar Ocak, tarih tezini şekillendirdiği çizgisi ile ilgili yeni bir şey söyleyecek mi?” sorusuydu. Yeri gelmişken hatırlatalım: Türkiye’de Heterodoks İslam kavramı, ilk kez Fuad Köprülü ile gündeme gelir. Rafizî kavramını, pejoratif anlamı sebebiyle tercih etmeyen Köprülü, İslam’ın Sünnilik dışındaki biçimleri için bu kavramı kullanır. Ancak ne Köprülü ne de Abdülbaki Gölpınarlı bu kavramın sosyolojik ve teolojik muhtevası üzerinde dururlar. Bu kavramın çerçevesini etraflıca tartışan Prof. Irene Melikoff’tur.

Zaten Ahmet Yaşar Ocak da 1974’ten beri, yani 29 yaşından bu yana Melikoff’la aynı yerde durduğunu şu sözlerle yeniliyor: “… daha nötr ve uygun gördüğüm ‘heterodoksi’ kavramını Bektaşîlik ve Alevîlik araştırmalarımda zaman zaman kullandım ve kullanmaya devam ediyorum. Şimdi bakıyorum da benim muhatap olduğum eleştiri benzeri eleştirilere muhatap olmamak için bazı genç Türk araştırıcılar bu terimi kullanmaktan olabildiğince kaçıyorlar. Ben de onların yazdıklarını tebessüm ederek okuyorum. Bu kaçışlarına rağmen bugün halihazırda onlardan eskiye yeni bir şey katmayıp yeni bir şey söylediklerini zannederek sadece ‘patinaj’ yapan bazı kibirli araştırmacıların dışında, ciddiye alınması gereken ilginç araştırmalar yayınlayanların olduğunu da söyleyeyim.

Elimizdeki kitap; Bektaşîlik-Kızılbaşlık-Alevilik: Benzerlikleri ve Farklılıkları, Hayatı ve Çerçevesiyle Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Sufi Kimliği: Meczup Bir Derviş ya da Âlim Bir Mutasavvıf, Hacı Bektaş-ı Veli Kitap Yazdı mı?, Tarikatın Gerçek Kurucusu: Balım Sultan, Bektaşîlik Tarihinde Kırılma Anları, Şamanizmden Budizme Hurufilikten Şiiliğe Bektaşî Teolojisi, Bektaşîliğin Ana Motivasyonu, Âyin ve Erkân: Dört Kapı, Kırk Makam, Pir Evinden Zaviyelere Teşkilat, Sosyal ve İktisadî Yapı: Zengin Vakıflar, Cömert Bağışçılar, Mısır’dan Balkanlara Coğrafî Dağılım, Yeniçeri Ocağı’ndan Millî Mücadele’ye Siyasetle İlişkisi, Şiirden Müziğe Yazıdan Resme Kültürel Yansımalar, Yerleşik Algılar ve Tarihsel Gerçekler Arasında Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşîlik başlıklarından müteşekkil. Ocak, bu kısa bölümlerde; uzunca anlattığı, meseleyi izah ettiği çalışmalarının konserve hâlini anlatıyor. Aleviliğin tarihsel dönemlerini sabitleyen Ocak Hoca, kronolojiyi esas tutarak, bilhassa Hazreti Peygamber’in torunu Hazreti Hüseyin’in Muaviye oğlu Yezid tarafından katledildiği (şehit edildiği?) Kerbela Hadisesi’nden sonraki teopolitik yansımaları derliyor.

Hiç kuşku yok ki tahminen 1271’de vefat etmiş ve Horasan’dan Küçük Asya’ya gelen Hacı Bektaş Veli, tıpkı Hazreti Ali gibi aslında bir yanıyla da mitolojik bir figür, ona inananların belki de muhayyilesinde yaratıp, gerçeğe yamadıkları bir imaj. İşte Ahmet Yaşar Ocak, bu imgenin arkeolojisini yapıyor ve bir nevi icat edilen Hacı Bektaş kültünün üstündeki tozları üflüyor. Yalnız burada, kendisinden ders görmüş talebesi olarak tereciye tere satmanın korkusu ve utangaçlığıyla kaydetmek isterim ki mesele sadece Hacı Bektaş değil, onun ‘ince Müslümanlık’ addedilen dervişlik libasında, mezhepler üstü bir ‘Alici damarı ve dahi muhalefeti’ barındırması, böylesi bir tavrın da illa Alevi ya da Sünni bir kalıba dâhil edilmemesi daha çıkar bir yol olsa gerek.

Çalışmaya dönersek; Ahmet Yaşar Ocak, bugün Hacı Bektaş çalışmalarının temelinde yer alan şu iki ihtimali yeniden kanatlandırıyor: “Birincisi, ya Nişabur’un üst düzey eğitim almış sultanzâde ve imamzâdesi Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmed-i Yesevî’nin halifesi olarak Anadolu’ya gelip, konar göçerler arasında İslam’ı yaymak için onların kabullenebileceği bir ‘misyoner derviş’ kimliğine bürünmüş olması ya da Hacı Bektaş-ı Veli kültünün 14. yüzyıldan itibaren Anadolu’da üstünlük kazanmasına paralel olarak, yükselen bu figürün yeni yeni başlayan Şiî propagandalara uyarlanarak onu daha da yüceltmek maksadıyla 15. yüzyılda Velayetnâme müellifi tarafından sonradan kurgulanmış bir hikâye olması.

Zaten pek muhtemel Ortodoks-Heterodoks pandülünün arasındaki kurgu da burada yatıyor. Keza Makalat üzerinde en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren İskenderpaşa Cemaati’nin müteveffa şeyhi Esad Coşan’ın yaptığı ‘muhteva tasviri’, Ocak’ın ‘tarihî tenkit’ eksikliği itirazında yanıt bekliyor. O hâlde son söz, Ahmet Yaşar Ocak’ın olsun: “İşte elinizdeki kitap da kendi çapında Hacı Bektaş ve Bektaşîliğe bu sağlıklı yaklaşım içinde bakmaya çalışan, ama hiçbir şekilde ‘mutlak doğru budur’ iddiası taşımayan, kendimize ait bir tarihçilik versiyonunun ürünüdür. Yorum hiç şüphesiz okuyucunundur.

Sevim Şentürk

29 Nisan 2025 Salı

Hicreti yeniden düşünmek

Hicret, kelime anlamı ayrılıktır. Hecr ve hicran kökünden gelir, Kuran’da yirmi yerde geçer. Bedenen ayrılmayı karşılar ilkin, kalben ayrılmayı da ifade eder. Dolayısıyla aynı bağlamda farklılaşmaya da gider.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret asıl önemini buradan alır. Onun hicreti ayrılıktan yeni ve kuvvetli bir başlangıcın tohumunu atmaktır. Önce Yesrib’i Medine yapar, ardından ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı tesis eder. Bu iki hamle, İslam medeniyetinin ve şehrinin nasıl olacağının göstergesidir, temelidir. Hicret ayrılıktır ama aynı hicret kardeşliği getirmiştir. Demek ki ayrılmanın nedeni mühimdir, ayrıldıktan sonra yerleşilen beldenin muhtevası mühimdir.

Bu yeni başlangıç mefhumu aynı zamanda yolculuğun da önemini gösterir bir yerde. Hadis-i şerif bize “Dünyada bir yolcu gibi ol” buyurur. Nereyedir yolculuk? Ve neredendir? Asıl yurttan asıl yurdadır elbet. Bu yolculuğun bir de manevi veçhesi vardır. Dünyaya bağlı olan kalbi, Rahman’a götürmektir bir yolculuk da. Sufiler buna süluk derler. Asıl önemli olan noktası “daha ulvi menzillere ulaşmak için” yapılır bu yolculuk. Tıpkı hicret gibi. Zulmün ve baskının dayanılmaz olduğu Mekke’den Medine’ye hicret edilmiş, oradan İslam’ın yayılması sağlanmış, din nice yerlere ulaşmış, kardeşlik tesis edilmiş ve nihayetinde çok daha büyük bir ordu ile Mekke hiç kan dökmeden fethedilmiştir.

Mekke’nin fethinde hiç kan dökülmemesi için Medine’ye gitmek gerekmiştir, hicret etmek, yolculuğa çıkmak, farklılaşmak. Aradan geçen zamanda sadece inananların sayısı artmamıştır, aynı zamanda din kalplere tamamıyla yerleşmiştir. Bu öyle bir zaman dilimidir ki makamlar aşılmıştır. Hz. Ebubekir Efendimiz bu zaman diliminde “Sıddık” olmuştur örneğin. “İnananlar kardeştir” düsturu bu zaman diliminde ancak hicret ile tesis edilmiş, gösterilmiştir.

O nedenle hicrete sadece yer değiştirme olarak bakmak meselenin özünü kavramaktan uzak tutacaktır insanı. Yer değiştirmek neden olmuştur, nasıl olmuştur, bu aşamada hangi tecellilere mazhar olunmuştur ve hangi noktaya ulaşılmıştır? Bu soruların cevabını bulabilmek için hicreti tüm yönleri ve ayrıntılarıyla öğrenmek, tefekkür etmek elzemdir.

Ketebe Yayınları tarafından yayınlanan Hicret kitabı tam da bu noktada büyük bir boşluğu doldurmuş. Hz. Peygamber’in İzinde (sav) - Sanat, Fotoğraf ve Akademik Perspektifler İle Kutlu Yolculuk Rotası alt başlığını taşıyan kitap, bu alt başlıktan da anlaşılacağı üzere çok geniş bir çerçeveden hicreti ele alıyor. Kolektif metinler, fotoğraflar ile hicretin tüm yönleri eksiksiz ele alınsın amaçlanıyor.

Örneğin, 86. Sayfada karşımıza bir fotoğraf çıkıyor: Menzil taşı fotoğrafı. Bu menzil taşı Harşa Geçidi (Seniyyâtu Harşa) boyunca bulunur ve doğusunda ve paralelinde Hicret rotasının ilerlediği ana göç yolunu işaret eder. Alkadi’nin deyişiyle bu menzil taşı “çağlar boyunca yolculara güven veren sessiz bir nöbetçi”dir.

Fotoğraf ve bu pasajdan ne anlamalıyız? Çoklarına küçük, çok da önemli olmayacak bir ayrıntı gelebilir. Hz. Peygamber’e dair hiçbir durum ayrıntıdan ibaret değildir oysa, olamaz. Hz. Peygamber’in amelleri, sözleri kadar manevi halleri de sünnetidir ve onlara ulaşmak için mutlak manada takipçisi olmak gerekir. Evet, ayrıntıların dahi peşinde olmak.

Çünkü ne kadar çok ayrıntı ile hemhal olunursa, zihin ve kalp de o kadar Hz. Peygamber’le hemhal olacaktır. Kişi düşündüğüne zamanla bürünmeye başlar, kalbin deri değiştirmesi bir yerde de bu şekilde gerçekleşir. Ayrıntılar, tefekkür kalesini güçlendirir. Tefekkür, kalbi dönüştürür. Zikir gibi ibadettir tefekkür de. İlim bir yerde biraz da o nedenle farzdır. Dünya yolculuğu da farzlarla, nafilelerle Allah’a doğru bir seyirdir nihayetinde.

Hicret, Müslümanlar olarak üzerinde daha fazla düşünmemiz, durmamız gereken bir kavram. Kavramı anlamak için de önce olguyu hakkıyla idrak etmek zorundayız.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

28 Nisan 2025 Pazartesi

“Allah sürprizdir, Rabbül âlemin”

Edebiyatımız çok güçlü bir şerh geleneğini içinde barındırıyor, yaşatıyor. Çünkü bu gelenek, bilhassa maneviyat meselelerine çok boyutluluk kazandırıyor. Şerh çalışmaları, yazılmış bir eseri daha geniş kitlelere ulaştırırken; bazen daha kolay anlaşılmasını bazen de o eserin üzerine daha derinlikli çalışmaların yapılmasına imkân sağlıyor. Şuradan başlayalım; şerh kelimesinin pek çok manası var. Bir şeyi açıp yaymak -ki fetih kelimesini çağrıştırıyor-, sözün kapalı taraflarını açmak, bir metni ya da kitabı ayrıntılarına inerek yorumlamak, izah etmek. Velhasıl, bilhassa şiirin penceresinden konuşursak, şerh etmek “şairler kadar cesur” olmayı gerektirir. Orada, şerh edenin hem zahiri hem de batıni ilmi ortaya çıkar. Tabiri caizse bir boy verme işidir. Bu durum akıllara, tasavvuf tarihimizde şiirleriyle de fevkalade bir yeri olan gönül hekimlerinden Lütfi Filiz’in şu dizelerini getirir: “Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım.

Tasavvufî eserlere dair yapılan şerhler, edebiyatımızda müstesna bir yeri oluşturur. Mesnevî ve Fusûsü’l-Hikem gibi mürşit kitaplara dair yazılmış şerhler dışında, bir dizenin peşinden giden irfan sahipleri de olmuştur. Mesela, Yunus Emre’mizin “Çıktım Erik Dalına” mısrasıyla başlayan şiiri/nefesi/nutku için sayısız şerh yazılmıştır. Niyazî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde gibi nice irfan sahibi, bazen böyle katmanlı şiirleri açmaya çalışmış, bazen de bir hikmetli sözü deşifre etmeye çalışmıştır. Şurası bir gerçek ki bilhassa tasavvufi eserleri şerh etmek için pek çok mecaza ve sembole hâkim olmak gerekir. İlahi sırlar, hiç beklenmedik yerlerden sürpriz yapmaya hazırdır. Öte yandan bizim şairlerimiz de sürpriz yapmaya pek hevesli, bu yönde pek maharetlidir. Tıpkı Ahmet Murat gibi. Ahmet Murat pek çok şapkaya sahip olmakla birlikte bunları gardırobunda saklamaya da meyilli, müstesna bir isimdir. Akl-ı selimin, kalb-i selimin ve zevk-i selimin bir terkibi olarak, okuyucunun sadrında üç saf açmıştır. İlki, akl-ı selimin yani denemenin safı: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Avarelik Görgüsü, Belki de Üzülmeliyiz, Taşı Taşırmak. İkincisi, kalb-i selimin, yani şiirin safı: Bir Şair Bisikletle, Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı, Şarkıyı Kes. Üçüncüsü, zevk-i selimin, yani hikmetin safı: İbn Atâullah El-İskenderî (Hayatı, Eserleri, Görüşleri) Hikayem Ne Tuhaftır – Ebu’l-Hasan Eş-Şüsterî’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı ve Sufilerin El Kitabı (İbn Acîbe).

Şerh geleneğinden hoşaf kaşığı bulaşığı kadar bahsedip şaire yanaştık. O hâlde “Âşinâ‐yı aşk olandan sor ledünniyâtını / âlem-i zevkin ne anlar sırrını ağyâr-ı aşk” deyu sözü köpürtüp cezbeden taşırmadan bir kitaba göz atalım, gözümüzü gönlümüzü açalım. Kalemiyle ve anlatıcılığıyla, geleneğin sorun çözen tüm taraflarını bugüne taşımaya gayret gösteren isimlerden biri de Yasin Taçar. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı kitaplarda arayışlarını, sorgulamalarını şeffaf biçimde dile getirmesi okur tarafında makul bir zemin buldu. Bu zeminde Taçar’ın metafiziğin rasyonalizasyonu olarak ifade edebileceğimiz bir güzellik de var. Nedir o? Bugünün mühim sorunlarına tasavvufla, azizlerin hayatından cevaplar araması. Bu cevapların günümüz şartlarına uyanlarını özenle seçmesi ve yine bugünün diliyle seslenmesi. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tüm Yakarışların Kapısında kitabında da bu meziyetinden vazgeçmeden cesur bir girişimde bulunuyor: Ahmet Murat’ın şiirlerine şerhler düşüyor. Sebeb-i telifi ise şöyle: “Ahmet Murat’ın şiirleri, sadece şiir değildir. Hakikatin, şiir görüntüsünde zuhur etmesidir.

Bir şair, tıpkı seyr ü süluk gören bir derviş gibidir. Zira Sadreddin Konevî’nin buyurduğu gibi yeryüzünde sülük görmeyen de yoktur. Karıncadan insana, taştan ağaca kadar bu böyle. Hepsinin sınavı farklı, hepsinin ihtiyacı da farklı. Şair, tüm bu cevelan içinde aklın, kalbin, nefsin, ruhun, canın farkında bir kalem savaşı verir. Yegâne yakınlığın kullukta saklı olduğunu bilir. Kulluğun bir acziyet, acziyetin de bir teslimiyet olduğunu bilir. Bu bilişlerin her biri, sanatçı fedakârlığıyla birleşince ortaya benlikten değil gönülden süzülen nağmeler çıkar. Yazılan her dize bir virde dönüşür. Kalbin de kelimelerin de birer yara olduğu düşünüldüğünde, bu nağmelerin her birinde yakarış vardır. Şairin yakarışlarını göğüste yumuşatarak karşılamak, her sadrın hüneri değildir. Bu da bir nasip meselesidir çünkü. Tıpkı iyi amellerin, hayırlı vazifelerin, güzellik peşinde olmanın da bir nasip meselesi olması gibi. Daima karşılıksız veren bir Mevlâ ve daima şükrü unutan bir insan görürüz işte bu cevelanda. Şair, “Kalenderiz, sesimiz çatal, suyumuz karanlık / karanlık ve acı mı? Acı da ne demek?” diye sorarken, şârih de şöyle cevap arar: “Modern hayatta bireycilik altında bencilliğin yeri vardır, kardeşliğin değil. Beşerî akıl merkezdedir, kalbî akıl değil. Dervişler ise beşerî aklı sadece araç olarak kullanır, kalbî akla ulaşmaya çalışır. Modern hayatın kulak verdiği ses, dervişin zikri değildir. Arif yerini aydına bırakmıştır. Günümüz öğretisi insanları narsist yapma odaklı işlemektedir, derviş ise benliğinden kurtulmaya çalışandır… Dervişin acısı, modern dünyanın onu daraltmasından ileri gelir.

Yasin Taçar, Ahmet Murat’ın şiirlerini şerh ederken insanın kaybettiği tınısına sıkça atıf yapıyor. Gürültü yerine ahengi arıyor. ‘Batanları sevmeme’nin bir fikir, bir nasihat değil yegâne hakikat olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de romantik bir bakış açısından uzak duruyor, şairin hikmetli gölgesinde sakin, ferah bir dil kuruyor: “İnsan, dünyada yolcudur. Yolcu, misafire denir. Misafir, gelip geçiciliği temsil eder. Böyle olunca da o bulunduğu yere ait olamaz. Tek sahip Allah ise, onun aitliği de Allah’a kalmıştır… Kişi Allah’ın inayetine muhtaçtır. Ve kavuşacağı da Allah’tır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Boğaziçi'nin güzellikleriyle dolu geniş bir aile tarihi

Dördüncü kuşak Bebekli şair Nigâr Hanım’ın torunu Nigâr Nigâr Alemdar, doğup büyüdüğü semtin bir monografisi olan Geçmişten Günümüze Bebek: Sosyal Tarihimizden Sayfalar isimli eseri 2023’de okurla buluşmuştu. Boğaziçi’nin incisi Bebek’in en köklü ailelerinin fertlerinden eski yapılarına hatıralarda kalan semt esnafından bugün hâlâ hizmet veren müesseselerine uzanan mazisini anlattığı kitap Bebek sevdalısı yazarın ilk kitabı idi.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın Timaş Yayınları’ndan bu ay çıkan yeni kitabı İstanbullu Üç Osmanlı Ailesi ise bir tarafta Beşiktaşlı Yahyâ Efendi bir tarafta Şair Nigâr Hanım bir tarafta da Ahmed Midhat Efendi’ye uzanan aile köklerinin Boğaziçi’nde geçen tarihini konu ediniyor. Fotoğraflar ve arşiv belgeleriyle zenginleştirilen kitap ailenin tarihini gün yüzüne çıkardığı gibi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşanan sosyal değişimi ve gündelik hayattan kesitler sunuyor. Bununla birlikte kitaba eklenen Ahmed Midhat Efendi’nin ve Şair Nigâr Hanım’ın daha önce yayınlanmamış resimleri ve eşyaları okur için bir sürpriz oluyor. Kitabın sonunda ise Şair Nigâr Hanım, Ahmed Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi, Yahya Efendi’nin soyağaçları yer alıyor.

Yazar, otuz yıldan fazla İngilizce ve simültane konferans çevirmenliği dersleri verdiği Boğaziçi Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra kolları Osmanlı’ya uzanan ailesinin geçmişi üzerine çalışmaya başlar. Uzun yıllar biriktirdiği gazete küpürleri, fotoğraflar, belgeleri çekmeceden çıkarmasıyla kendini adeta bir zaman yolculuğunda bulur. Bu yolculukta anne ve baba tarafından akrabalık bağlarının olduğu üç ailenin ünlü ünsüz her ferdiyle tanışır, görüşür. Nihayetinde üç önemli aileyi merkeze alan elimizdeki kitap ortaya çıkar.

Şair Nigâr Hanım’ın ortanca oğlu Feridun Nigâr ve eşi Nebire Nigâr, 1946’da dünyaya gelen ilk torunlarına ailenin ünlüsü Şair Nigâr Hanım’ın adını verirler: Nigâr Nigâr Alemdar. Baba tarafından Şair Nigâr Hanım’ın torun çocuğu, anne tarafından gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi’nin ağabeyi, ortağı, gazeteci Cevdet Bey’in torun çocuğu, babaannesi Nebire Hanım’ın ile de Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi Dergâhı’na uzanan köklü bir ailede geçmişe dair anlatılagelen hikayelerle büyüyen Nigâr Nigâr Alemdar dünden bugüne uzanan aile tarihini akıcı bir üslupla okura aktarıyor.

Şair Nigâr Hanım’ın üç oğlu Münir, Feridun ve Salih Keramet Nigâr’ın aileleri, yaşamları, dostları ve bugüne uzanan hatıraları yazarın ağzından anlatılıyor. Feridun Nigâr, 1913’de Ali Haydar Bey’in kızı Nebire Hanımla evlenmiş. Metin, Fıtrat ve Vecdi Füsun isimli üç oğlu olan çiftin bu evliliğinin gerçekleşmesinde Feridun Nigâr’ın her iki aileyi yakından tanıyan Bebek’te komşuları ve dostları Tevfik Fikret’in etkisi olmuş. Bununla birlikte büyük şair genç çifte verilen aile arsasında inşa edilen köşkün mimari tasarımını üstlenmiş hatta mobilyalarını bile çizmiş tıpkı Aşiyan’da kendi köşkünün plan ve dekorasyonunu yaptığı gibi. Feridun Nigâr Köşkü olarak bilinen ve yazarın çocukluğunda tatillerini geçirdiği bu köşk etrafında ailenin birçok anısını okuyoruz kitapta. Şehirleşme ve hızlı nüfus artışıyla İstanbul’un cehresinin hızla değiştiği 1960’larda ailenin acı tatlı hatıralar yaşandıkları köşk de istimlake uğramaktan kurtulamamış. Nigârların kuşaklar boyu yaşamları, Cumhuriyet döneminde genişleyen aile kollarını ve akrabalıkları kitabın birkaç bölümünü teşkil ediyor.

Osmanlı’nın fırtınalı son asrının ‘yazı makinesi’ Ahmet Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi’nin hayat serüveni, Midhat Efendi’nin şair Nigâr Hanım ile dostluğu, devrinin önemli iki kaleminin yazarlık faaliyetleri de kitapta müstakil bir bölümde ele alınıyor. Beykoz’un en önemli sakinlerinde olan Ahmet Midhat Efendi geniş bir aileye sahip. Midhat Efendi’nin matbuat yaşamında en büyük destekçisi birlikte gazetecilik yaptıkları anne-bir üvey ağabeyi Mehmet Cevdet Efendi. İki kardeş uzun yıllar birlikte çalışmış, çıkardıkları Tercüman-ı Hakikat gazetesi ve matbaacılıklarıyla basın dünyasında adeta çığır açmışlar. Ahmet Midhat Efendi’ye göre daha az bilinen Mehmed Cevdet Efendi hakkında çok az bilgi günümüze ulaşmış. Cevdet Efendi kızı Fatma Seniha Hanım, hukuk mezunu Osman Vefik (Beken) Bey’le olan izdivacından doğan Seniha Hanım küçük yaşta annesini kaybeder. Öksüz kalan Seniha Hanım anneannesi Safiye Hanım ve dedesi Cevdet Efendi tarafından büyütülür. Babaannesi Seniha Hanım’ın Büyükada’daki çocukluk günleri ve zorlu harp yıllarında yaşadıklarından söz eden yazar ailenin kış mevsimlerini Şehzadebaşı Vezneciler’deki konakta, yaz mevsimlerini de Büyükada’da geçirdiği ifade ediyor.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın ailesinin bir başka kolu olan babaannesi Nebire Hanım’ın soyu Abdülkadir Geylânî’den ile Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi, 16. yüzyıl ulemasından Yahyâ Efendi’nin Dergâhı’na kadar uzanıyor. Yahyâ Efendi’nin dergâhının türbedarı olan Hüseyin Şevki Efendi, Nebire Hanım’ın büyük babası. Hüseyin Şevki Efendi kızı Semine Hanım’ın II. Abdülhamid devrinde sadaret mühürdarlığı yapmış Ali Haydar Bey ile evliliğinden Nebire Hanım ve kardeşleri dünyaya geliyor. Aile Bebek’teki meşhur Yılanlı Yalı’nın selamlık bölümünde önce kiracı sonra II. Mahmud’un iradesiyle mülk sahibi olmasıyla uzun yıllar yaşamlarını burada sürdürmeye devam etmiş. Yazar, Yılanlı Yalı’nın ilginç hikayesini, Yahya Efendi Dergâhı postnişini Abdülkadir Geylâni soyundan gelen Mehmed Nuri Şemseddin Efendi’nin mülkiyetine geçmesini ve çocukluk yıllarda ailesiyle birlikte yaptığı akraba ziyaretlerinde görme imkânı bulduğu eski ahşap halini kitapta anlatıyor. Yılanlı Yalı’nın Rumelihisar’ına kadar uzanan geniş bahçesinin bir kısmı Tevfik Fikret’e satılmış ve şair Aşiyan Köşkü’nü burada inşa etmiş.

Yazarın kuşaklar boyu İstanbul’un ve Boğaziçi’nin güzelliklerini yaşamış atalarına ithaf ettiği eseri, bir aile tarihi olmasının ötesinde satır aralarındaki paha biçilmez detaylar, Tevfik Fikret, Halide Edip, Yahya Kemal, Rus şarkiyatçı Madam Gülnar, Fatma Aliye gibi pek çok tanınmış siması hakkındaki hatıralar ve tanıklıklarla kültür tarihimize ışık tutuyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

22 Nisan 2025 Salı

Hatıraların rehberliğinde bir hayat

Bazı insanlar için hatıralar yalnız geçmişin izlerini değil, şimdinin yol haritalarını da içinde barındırır. Böyle olduğu için de yaşanılmış hadiseler ve karşılaşılmış insanlar mazinin tozlu raflarında değil, başucunda duran kitaplar gibidir. Sadettin Ökten, ailesindeki simaları anlatırken önce buna dikkat çekiyor. Anlattıklarının hâlâ kendisinde dipdiri durduğunu, canlı olduğunu söylüyor. Onlarla yaşıyor hoca, onlardan istifade etmeyi sürdürüyor. Yahya Kemal’in Geçmiş Yaz şiirindeki dizeyi hatırlıyoruz böylece: “Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

Ailemden Simalar; Sadettin Ökten’in hatıralarına, yaşadığı dönemin İstanbul'una, düşünce hayatına, estetiğine, zevklerine uzandığımız belgesel niteliğinde bir kitap. Kitapta hocanın bizi ilk tanıştırdığı sima; babası Celâleddin Ökten, nam-ı diğer Celal Hoca. Alışılagelmiş baba-oğul ilişkisinden çok farklı bir ritim görüyoruz. Diyaloglar, ikazlar, latifeler ve nasihatler kendi içinde bir derinliğe sahip. İçinde edebiyatın, tabiat sevgisinin, dergâh terbiyesinin, İstanbul tavrının olduğu bir sistem. Ailemden Simalar üzerine yazmaya girişirken, sadece bu baba-oğul ilişkisindeki hatıralardan bahsetmenin yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü evlat, babanın sırrıdır.

Sadettin Ökten, Vefâ Lisesi'nde öğrenciyken eve bir gün karnesini getirir. Velisi de pederi. O zamanlar karneyi veliler imzalıyor. Hoca velisinin adını Celâlettin olarak yazmış, babasına uzatıyor karneyi, Celâl Hoca, oğlunun kulakları kızarıncaya kadar durumu izah ediyor. "Ben dinsiz Celâl miyim? Ben, Celâleddin. Benim adım Celâlettin değil, tin değil, din. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!" diyor ve karneyi imzalıyor. Böylece dil hassasiyeti, Sadettin Ökten’in iç nizamında yerini buluyor. İnancın yaşanılarak öğrenildiği zamanlara gidiyoruz bu ilişkide. Telkinden ziyade seyir var. Çünkü o seyrin içinde olan insanlar, hayatlarını inanç esasları üzerine kurmuşlar. Ne çok abartılı ne de çok gevşek. “Böyle akıyordu hayat; yumuşak, tabiî ve mûnis” diyor Sadettin Ökten. Baba-oğul ilişkisinden devam edelim.

Divan şiirini çok severmiş Celâl Hoca. O bir beyit okur, oğlu kısa sürede ezberler. Onların vezinlerini bulur, buldurur, tâlim gerçekleşir. O beyitlerin ne manaya geldiğini, hayatta nereye oturduğunu yıllar sonra anlamış Sadettin hoca. Mesela: "Âkil ağlar geçen eyyâmı için / deli bayram geliyor der sevinir". Genel olarak ciddi bir sima olduğunu görüyoruz Celâl Hoca’nın. Dost meclisinde de, yemek sofrasında da. Hayatında ekseriyetle olan şeyler okumak, yazmak ve dostlarıyla hasbihal etmek. Oldukça seçici, mesafeli ama yeri geldiğinde samimi bir mizaç. Rüyaları çok önemsermiş. Özellikle hayatına yön veren hadiselerin başında yer alıyor rüyalar. Özel eğitimler veriyor talebelere Celâl Hoca, talebelerinden biri de İlhan Ayverdi. İlk müracaatında Celâl Hoca ona ders vermeyi kabul etmemiş. Sonra bir rüya görmüş, o rüyada Ken'an Rifâî, yanında da İlhan Ayverdi Hanım var. Hazret, Celâl Hoca'ya bir gümüş lira veriyor. Bu rüya üzerine Celâl Hoca ders vermeyi kabul ediyor.

Tabir meselesinde de hoca oldukça kuvvetli. Aileden bazı kimseler ona rüyalarını anlatırlarmış. Bazen tabir edermiş bazen de "bu mübtedî rüyasıdır" deyip tabir etmezmiş. Bu konuda da bir güzel anı mevcut. Darüşşafaka'nın müdiri Hasan Fehmi Bey, bir rüya görüyor: Kerimelerini bir haça germişler; bir subay da hanımefendi kıza silahla ateş ediyor. Tabiî adamcağızın bu nasıl bir mana diye zihni karışıyor. Aynı mektepte, aynı lisede muallim olan Celâl Hoca’ya anlatınca hoca "Senin kızına bir subay talip olacak ve kızı alacak ama nikahları ahkam-ı şer'iyye üzere kıyılmayacak, Frenk kanununa göre kıyılacak" diyor. O zaman medeni kanun yok elbette. İmam nikahı var. O arada da işte bir subay talip oluyor kerimelerine. Sözdü, nişandı derken zaman geçiyor, kanun değişiyor ve resmi nikahla evleniyorlar.

Celâl Hoca'nın iş hususunda sıkıntılı zamanları. Rüyasında bir büyük somun ekmek veriyorlar, o da alıyor. Sabah hanımına manayı anlatmış ve "Hanım müjde, ben ekmeği aldım. Yakında bize iş teklif edecekler" demiş. Cağaloğlu Kız Orta Mektebi yurt bilgisi muallimliğini teklif ediyorlar hocaya. Her ne kadar tenzil-i rütbe olsa da medar-ı maişet nedeniyle kabul ediyor hoca. Sadettin Ökten şöyle izah ediyor bu derinliği: "İşte bu rüyalarla biz böyle büyüdük. Pederde bu anlayış hâkim idi. Yani bir tarafta bir mantık adamı var, felsefe adamı var. Fransızca ders hazırlar, Hachette'ten kitap ısmarlar. Lisede verdiği felsefe dersini Fransızca kitaptan okuyup anlatır. Türkçe tercümesinden naklen değil, özellikle ana kaynağın kendisinden. Ama bir taraftan da rüyalar. Böyle bir adam. Ve çok sarfettiği bir söz: Bu yaştan sonra cehenneme seccadeyi seremem."

Yaşı kaç olursa olsun karşısındaki çocuğa sorumluluk vermeyi seven ve bu sorumluluk bilinciyle hareket eden çocuğun kendini önemli, güçlü hissedeceğini bilen bir tavrı varmış Celâl Hoca'nın. Mesela bir gün oğlu Sadettin Ökten'e bisiklet almış, "Senin bir vazifen var" demiş. "Her sabah Çubuklu'ya vapur geliyor saat yediyi yirmi geçe, o vapura gideceksin, benim gazetemi alacaksın" diye eklemiş. Sadettin hocadan dinleyelim yine: "Bisiklet alındı ya bir bedeli var. Ben çocuğum, on yaşlarındayım, küçüğüm, öyle bir şey yok yani. Sahil yolu, bugünküyle aynı yol. Vasıta çok az ama neticede on yaşınızdasınız. Tahmin ediyorum arkamdan çok okudu: Fallâhu hayrun hâfizâ ve huve erhamur râhimîn. Sonra bunun Sûre-i Yusuf'tan olduğunu öğrendim. Bu davranışı müthiş bir güven veriyor size. Hem bir sorumluluk veriyor bir iş yaptığınızdan dolayı hem de müthiş bir gurur duyuyorsunuz. Babanızın gazetesini alıyorsunuz ve bunu hiç aksatmıyorsunuz. Ve yavaş yavaş ahvâl-i âleme muttali oluyorsunuz ve pederinizden imâlı bir takdir alıyorsunuz."

Merhum pederinin eğitim metodunu "Birtakım taşları koyuyor, işaret taşlarını, zihninize ve gönlünüze ve geri kalan alanı size bırakıyor. Benim rahatlığım da oradan geliyor olabilir. Sonra siz el yordamıyla buluyorsunuz o alanda yolunuzu. Ama öyle güzel koymuş ki o taşları, o taşların dışına çıkmıyorsunuz, çıkamıyorsunuz" diyerek özetliyor Sadettin Ökten. Pederi, bir şeyin önemli veya önemsiz olduğunu muhakkak sezdirirmiş. Mesela 1950'li yıllarda bir akşam annesiyle radyo başında radyo tiyatrosu dinliyor. O sırada Celâl Hoca geliyor, "Lehvün ve laibün" diyor ve gidiyor. “Oyun ve oyalanma” yani. Yapma, etme, hır, gür yok. Bir ikaz, bir tavır, bir iz.

Ablası Ayşe Hümeyra Hanım, Sadettin Ökten hocaya anlatıyor. Cami cemaatinden bir hanım gelmiş, "Ben bir rüya gördüm, hocaefendi ile alâkalı, siz söyleyin de bir tabir etsin" demiş. Rüya şöyle: Hocaefendiye bir büyük somun ekmek veriyorlar ve Hocaefendi o ekmek koltuğunun altındayken gökyüzüne yükseliyor, ref oluyor. Celâl Hoca'ya mana aktarılıyor, o tabir etmiyor, yalnızca "hayırdır inşallah" diyor. Bundan sonraki hadiseyi ise Sadettin Ökten'den dinleyelim: "Küçük ablam İzmit'te çalışıyor enişte ile beraber. Küçük bir oğulları var, bizde kalıyor. Ablam ve eniştem de hafta sonları bize geliyorlar. Ablam "Pazar günü İzmit'e döneceğiz, babama veda edelim" diyor. Babam anneme "Benim işim var, çocukları sen yolcu et" demiş. "Babam bizimle görüşmedi" dedi. "Demek ki o bir veda mesajı imiş". Onlar pazar gittiler, peder salı akşamı vefat etti. Böyle bir çizgi içerisinde rahmetli pederin hayatı. Şöyle baktığım zaman her davranışında bir renk, bir üslûp, bir biçim size bir şey söylüyor."

Tekke şeyhleri tarafından çağırılan, intisap etmesi istenen bir zat imiş Celâl Hoca. Kimler yok ki? Abdülhakim Arvasî, Ken'an Rifaî, Mehmet Zahit Kotku. Mesela Ken'an Rifâi, Celâl Hoca'ya "Hoca, sen bildiklerini unutmaya hazır mısın?" diye sormuş. Hoca "Yok, hazır değilim" demiş. Abdülhakim Arvasî, Celâl Hoca’nın niyet ettiği kerameti göstermesine rağmen cezbedememiş hocayı. Fahreddin Efendi bu hadiseyi duyunca “Hoca sen galiba bana intisap edeceksin” demiş. Hakikaten de öyle olmuş. Celâl Hoca derslerini yapmaya başladıkça keşf-i kubur ve sonra keşf-i kulûb hâlleri zahir olmuş. Bir kabre bakıyor, mevtânın azap çektiğini görüyor. Bir talebesine bakıyor, kalbindeki hüznü görüyor. Ağır gelmiş. Fahreddin Efendi’den bu hâlleri kendisinden almasını istemiş, o da almış.

Son bir hatıra ile bitireyim. Celâl Hoca vefat ediyor. Fahreddin Efendi, halifesi Muzaffer Efendi’yi gönderiyor Fatih Camii’ne. Cenaze Nûreddin Cerrâhî Âsitânesi’nin yakınındaki dört yol ağzına gelince Muzaffer Efendi “Sapalım, Hz. Pîr’in penceresinden bir niyaz edelim” diyor. Kafilede, Celâl Hoca’nın son dönemde yakınlaştığı Mehmet Zahit Kotku Efendi’nin evlatlarından biri de var. “Hayır, hâcet yok, o artık bizim ihvanımızdandır” diye itiraz edince Muzaffer Efendi o pek meşhur ârifâne tavrıyla “Demek merhum hoca bir gül daha koklamış” diyor. Bu hadiseyi Sadettin Ökten’e anlatan ise Safer Efendi. Fahreddin Efendi, cenazede olup bitenleri sormuş, öğrenince tebessüm etmiş ve küçük bir imada bulunmuş: “Kışa giriyoruz, hoca çok üşürdü, şimdi bakalım orada ne yapacak?

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

12 Nisan 2025 Cumartesi

Deliliğin sınırlarında dolaşmak: Dostoyevski

Dostoyevski’nin, deliliğin sınırlarında dolaştığı çokça söylenir. Nöbetler geçirir, krizler yaşar, duygusal patlamaları, delice tavırları vardır. Romanlarındaki karakterler de bu anlamda hiç “normal” değillerdir. Neredeyse hiçbiri sokaktaki Ruslara benzememektedir. Hepsi, fazlasıyla uçlarda, fazlasıyla fantastik ve fazlasıyla gerçek-dışı görünmektedir. Rus ruhunu en iyi verdiği düşünülen bu büyük ismin dahiliği belki tam da buradan gelmektedir, fakat yine de bu soruyu sormak garip değildir: Dostoyevski deli miydi?

Joseph Frank’ın yakın zamanda çıkan kitabı Dostoyevski Üzerine Dersler’de (Vakıfbank Yay.) bu sorunun cevabına dair önemli bölümler yer alıyor. Kitap, onun en kapsamlı biyografisini yazmış önemli bir Dostoyevski uzmanı olan Frank’ın, eserleri üzerine verdiği derslerden oluşuyor. Adı ders vermek olsa da, daha çok Dostoyevski’den aldığı eşsiz dersleri paylaşıyor dense daha doğru olur. Burada Suç ve Ceza ya da Karamazov Kardeşler gibi başeserlerin yanı sıra Dostoyevski’nin ilk çıkış metinleri olan İnsancıklar ve Öteki gibi henüz işinin başındaki eserlerine de dikkatle eğiliyor.

Frank, Açılış Dersi’nde, Dostoyevski’nin Batı kültürünün en derin ahlaki ve felsefi meselelerini büyük bir canlılıkla ve okuyanı içine alan bir derinlik ve cezbedicilikle ele aldığını, en sıra dışı konuları en sıradan insanlara anlatmak gibi büyük bir zorluğa meydan okuduğunu ortaya koyar. Bugün güncelliğini en fazla koruyan ve tüm dünyada en çok okunan Rus yazardır, Dostoyevski. Belki de dışarıdan bakıldığında sıradan ve normal olan ne varsa hepsini yerle bir ettiği için, hiçbir zaman bitmeyecek bir içsel mücadelenin yazarıdır o. Kendisini toplumun ve toplumsal yaşantının parçası olarak göremeyen elitlere kafa tutmuş, küçük insanın küçük dünyasının görünmeyen yüzündeki büyük sarsıntıları olabilecek en insani biçimde açığa çıkarmıştır. Dostoyevski’nin kitapları, kendi kültürünü, dilini, dinini, değerlerini küçümseyen Batılı karakterle sert bir hesaplaşma içerir.

Buna karşın, içindeki Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu bir türlü bulamadığı için acı çekmektedir. Bütün yozlaşmışlığı ve çürümüşlüğüyle birlikte yaşanan gerçeklik, altta yatan asıl gerçekliği gizlemiş ve görünmezleştirmiş, tıpkı bir sara nöbetinde olduğu gibi bir bilinç değişikliğiyle ancak buna erişmek mümkün olabilmiştir. O nedenle, ilk romanı İnsancıklar’dır. Burada, alt sınıftan, gösterişsiz ve küçük insanları görürüz: “Dostoyevski, fakir ve mütevazı karakterlerine insan onurunu bahşetmeye çalışmaktadır.

Hayat bunu yapmamaktadır, çünkü ve küçük sıradan karakterlere içlerinde yaşattıkları isyanı açığa çıkarma fırsatı vermemektedir o; yazarın görevi -varsa şayet!- tam da yaratacağı karakterleri sayesinde gerçekliği yeniden yaratarak bu isyanın yok olup gitmesini engellemektir. İnsancıklar’ın ana karakteri Devuşkin küçük bir memurdur. Frank “küçük” insanların hemen her gün yaşadıkları muazzam çelişkiyi Devuşkin üzerinden şöyle anlatır: “İçinde yaşadığı topluma karşı bilinçli bir şekilde duygusal bir isyan beslemektedir. Sonrasında bu cüretkarlığından dolayı korkuya kapılır ve tehlikeli ve yasak olduğunu bildiği bu duyguları terk eder. Devuşkin’in beslediği bu duygular tehlikelidir, zira kendisini sadık bir tebaa olarak hissetmesi gereken ve benliğinin bir parçası olan bağlılığa halel getirmektedir.

Bütün enerjisini gündelik hayatın olağan akışıyla baş etmek için harcayan sıradan insanların içsel dünyalarını, dışarıdan bakarak anladığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Dostoyevski bu yanılgıyı ortadan kaldırır. Olabilecek en mahrem, en ruhsal psikolojik tahlillerle bunu yapar. İnsanlığın içini okumaktadır!

Dostoyevski karakterleri tıpkı kendisi gibi bitmeyen içsel mücadeleler yaşarlar. Devuşkin de isyankâr fikirleri ve arzularıyla suçluluk duygusu arasında içsel bir mücadeleyle yaşamaktadır. Şu satırlar hemen her gün küçük insanın yaşadığı iç mücadelesini çok iyi vermektedir: “Eşitsizlik, adaletsizlik ve aşağılanma gibi toplumsal konular romanın ağırlık merkezini oluşturur. Devuşkin, bu adaletsizliklere duygusal düzeyde meydan okumaktadır, ancak kendi tavrının tahripkâr bir özgür düşünce olduğundan da endişe eder. Devuşkin, mevcut toplumsal düzeni pasif bir şekilde kabullenmeye duygusal açıdan hazır olmayabilir, ancak bu düzenin Tanrı vergisi olduğunda ve bu nedenle sorgulanmaması gerektiğinde ısrarcıdır.

İnsancıklar’dan hemen sonra Öteki gelir. Bu roman tam bir başarısızlık olur, çünkü gerçek içeriği anlaşılmaz. Dönemin en önemli edebiyat ve toplum eleştirmeni Vissarion Belinski, Dostoyevski’yi fazlasıyla yetenekli bulsa da kitabı yerden yere vurmaktan çekinmez. Kitaptaki karakterlerin yerinin gerçek yaşam değil tımarhane olduğunu söyler. Böylelikle Dostoyevski’nin delilikle ilişkisi de başlamış olur ve bu niteleme, sonradan bitmeyecek bir eleştiri teması olarak sürekli yer bulur.

Belinski’ye göre Öteki’deki karakterler hastalıklıdır ve Rusya’daki hayatı gerçekçi bir şekilde temsil edememektedir. Frank, hastalıklı kısmına katılmaz ama gerçekçi olmadığı eleştirisinde haklılık payı olduğunu kabul eder. Çünkü bu tam da Dostoyevski’nin yapmaya çalıştığı şey için gereklidir, onun deliliği ve büyüklüğü de buradan gelmektedir. “Dostoyevski; vücuda getirdiği karakterlerin abartılı olduğunu, aşırı, anormal ve dolayısıyla fantastik olarak değerlendirilebilecek davranışlar sergilediklerini kabul etmektedir. Gelgelelim, tüm anormal davranışlarına rağmen bu karakterleri gerçekçi olduğunda ısrarcıdır. Dostoyevski’ye göre onun karakterleri Rus toplumunda zaten var olan fikir ve temayüllere sahiptir, ancak bu fikir ve temayülleri daha gevşek bir şekilde benimserler.

Burada neden daha gevşek bir şekilde benimsedikleri önemli bir sorudur. Başka bir ifadeyle, dışarıdan bakıldığında basit ve herkes gibi insanlar toplumla kurdukları bu gevşek ilişki sayesinde çürümenin etki edemediği karakterlerdir. Bu sayede görünen gerçekliğin dışına çıkabilme imkânı bulan kişilerdir. Dostoyevski’nin esas amacı, çarpıtılmış hayatın dışına çıkarak onu tersyüz etmek ve değişmez düzeni bütünüyle sarsarak gerçekle yalanı yer değiştirmektir. Küçük insanın büyük isyanına hayat vermektir. “Dostoyevski, esas gerçekçiliğin kendi yaptığı olduğu kanaatindedir, zira kendisine kalırsa o, Rusya’daki hayatın altında yatan gerçekliği tasvir etmektedir.

Öteki’nin kahramanı Golyadkin -Devuşkin’den biraz farklı olarak- orta derece bir memurdur. Hayattaki hırslarını içinde tutmak zorunda hissederek yaşamış olmaktan dolayı çektiği bir acı duymaktadır. Golyadkin hem hırslıdır hem de hırsı küçümsemektedir. Buradan doğan bir iç çatışma halindedir. Bir kişilik bölünmesi yaşar. Buna bağlı olarak daha yüksek bir toplumsal mevkideymiş gibi davranarak, gerçekliği olmayan bir sahte imaj benimser. Gülünç durumlara düşer. Toplumsal açıdan kendisinden yukarıda gördüğü insanları taklit etmek için bir araba ve üniforma kiralar. Hiçbir karşılığı olmamasına rağmen, Klara ile yakın bir zamanda evlenecekmiş gibi alışverişler yapar. Cebindeki kâğıt paraları kabarık görünsün diye daha küçük banknotlar halinde bozdurarak çoğaltır.

Güç karşısında yenilmiş bir karakterdir Golyadkin. İtaatkardır. Hile ve desiseyle yolunu bulmaya çalışır. Kurnazlıklar yapar. Ama gerektiğinde sakin, merhametli, erdemli ve dürüst görünebilmektedir. Diğer bir yanı vardır ki hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmez. Bir kez daha itaat ve isyan arasında salınır durur. “Karakteri itibariyle Golyadkin, yüzleşmek istemediği yönlerini bastırmak için mücadele eden ancak bu mücadelesinde başarısız olan bir figürdür. Golyadkin, baskıcı bir otoriteye itaat etmek ile kendi hırsları arasında bir iç çatışma yaşar.

Ne var ki bu çatışmanın yaşanması tam da bozuk bir düzenin otoritesiyle bozulmuş arzuların karşılaşması gibidir. Rusya’nın halkındaki asıl gerçeklik tam da böylesi çatışmalarda yatmakta ve Dostoyevski’nin gerçekçi bulunmayan gerçekçiliği bu büyük çatışmaların psikolojik içyüzünü bütün canlılığıyla ortaya koymaktadır. İnanılacak bir otorite ve düzen kalmadığında geriye karşı konulmaz hırslar ve arzular kalmakta, küçük insanın içinde tutmak zorunda olduğu cüretkarlığı ve isyanı sayısız insanı deliliğin sınırlarında yaşatmaktadır.

Soruyu tekrarlamak gerekirse, Dostoyevski deli miydi? Tabii ki hayır! Ama baskıcı ve otoriter bozuk düzenlerin küçük insanlarının deliliğin sınırlarında dolaştıklarını verebilmek için kendisi de deliliğin sınırlarında dolaşmak zorundaydı.

Olay Rusya’da geçse de delilik her yerdeydi!

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Gündelik olanın sosyolojisi

Sosyoloji ne hikmetse hem akademinin uğraşı alanıymış gibi bir yer tutuyor hayatımızda. Makaleler, ‘profesyonel’ çalışmalar, sosyologların bir araya geldiği ne yazık ki geneli sıkıcı konferanslar. Tanımaya, bilmeye ve istifade etmeye en çok ihtiyacımız olan bilim dallarından biri oysa. Üslubun ve hitabetin sürükleyici olmadığı her sosyoloji faaliyeti, ne meraklısında ne okurunda, hatta ne de öğrencisinde bir yer bulamıyor. Besim F. Dellaloğlu, uzun zamandır köşe yazılarını bir araya getirdiği kitaplarında aslında çok önemli bir şeyi hedefliyor: Sosyolojinin kamusallaşmasına, popülerleşmesine önayak olmak. Sadece kitaplarında değil yakın zamanlarda dijital mecralarda karşımıza çıkan videolarda da popülizme teslim olmadan bunu yapmaya çabalaması, sosyoloji meraklıları için bir nebze iç ferahlatıyor.

Bir tarafta sosyoloji gibi Fransızca kökenli bir kelime, diğer tarafta marifet gibi Arapça kökenli bir kelime: Sosyolojik Marifet. Kitap, ‘kariyer odaklı’ metinlerin değil Türkiye’nin okuryazar kamusuna sunulan bir çetele. Çünkü döne dolaşa konuşulan meselelerin nasıl değerlendirilip, nasıl ‘başka’ yorumlanması gerektiğine dair bir dili var. Zor meseleleri kolay ifade etme çabası, Dellaloğlu’nu iyi takip edenlerin de yakıtı. Sosyolojik Marifet’te Türkiye’nin bitmek bilmez iç dertleri var: Laiklik, sekülerleşme, dindarlık. Diğer yandan ‘için içi’ dertler de var: Okuma yazma, dinleme, WhatsApp entelliği. Gazete manşetlerini hatırlatan ama onlarla aynı kefeye koyulamayacak ciddiyette yazılar da mevcut: Helal cumhuriyet, başörtüsüyle bikini çağdaştır, yeni bir cumhurun sosyolojisi. Bütün bunları sıralamamanın sebebi kitabın eğlenceli tarafına da dikkat çekmek. Zira ağlanacak hâline gülme konusunda yeterli terbiyeyi gördüğümüz ziyadesiyle ortada. Bu yazıyı kitabın geneline dair bir inceleme yapmaktan ziyade, kitapta yer alan ve eşya-mekan-insan üçgeniyle ilgili metinlere dikkat çekmek için yazıyorum. Çünkü Dellaloğlu çocukluğundan bu yana hem anılarında yer etmiş hem de günümüz insanının bazen otantik bazen de turistik tutumlarına, davranışlarına sinmiş bazı eşyaların şimdilerde ne durumda olduğunu da izah ediyor. Mesela halı, tespih, nargile. Sonra ev yemekleri, esnaf lokantaları. Ayrı bir kitap olsa yeridir diyebileceğim iki yazı da samimiyetin ve mesafenin sosyolojisiyle ilgili, bunu da belirtmeden geçmek istemedim.

Halı, ebeveynlerinden zılgıt yiyerek büyümüş her çocuğun zihninde çarpık bir yerde durur. Geçmişe götürür burası doğru, ama o gidilen geçmiş neler hissettirir? Anneanne, babaanne evi, kendilerini bir odaya kapatıp bütün günü orada geçirmeye meyyal dedelerin varlık sancısı, belki sessizliği, evlerin kokuları, iç ve dış dinamikleri. Bütün bu nostaljik hava, el halısıyla endüstriyel halının yer değiştirmesiyle ne kadar ilgili? Üretilen her halının biricik olduğu günlerden emeği fark etmemize zerre imkân tanımayan seri üretim halılar. Arkadaş ziyaretlerinde karşılaşılan ‘bundan bizde de var’ söylemi artık ‘bundan dedemlerde vardı’yı çoktan geride bıraktı. Bir sosyoloğun ‘olup bitenin ardındaki nedenselliğe merak salan insan’ olması gerektiğini söyleyen Dellaloğlu halı bahsinde şuraya dikkat çekiyor: “Makine halısında marka etiketi halının arkasındadır ve aynı halından binlerce üretilebilir. Oysa el halısında marka, yani alametifarika olan imza eserin içine gizlenmiştir. Her el halısı biriciktir. El halısı öncelikle kendi çeyizi için ürettiği bir şeydir genç kız için. Halının ticarileşmesi çok daha sonradır. Anadolu antropolojik kültürünün, yani geleneğinin bütün dünyaya sunabileceği en değerli ürünlerden biridir el halısı.

Kültür tarihimizin önemli isimleri de Anadolu ziyaretlerinde mutlaka halı ve kilim gibi dokuma ürünlerinin üretildiği yerlere giderler. Orada sadece ürünü değil, o ürünü ortaya koyan emekçinin nasıl bir yaşamdan, nasıl bir iş terbiyesinden geçtiğini de görür. Sonra ortaya güzel bir hikâye, yol izi çıkarır. Süheyl Ünver, Sivas'ta halı dokumacılığı yapan bir kızdan duyduğu sözleri defterine kaydetmiş. Bunlardan biri için “altın kıymetinde” diyor. Söz şöyle: Her yanlış, bir nakış. Daha sonra bu sözü, -belki de Mehmet Kaplan olmasa çok bilemeyeceğimiz- Fransız filozof Alain'e ait başka bir sözle ilişkilendiriyor: "Şahsiyet, hatayı meziyet hâline getirir."

Tespih, çocuk yaşlarda karşılaşsak da elimize meraktan, belki kopartıp taneleriyle oynamak için aldığımız bir eşya. Lise hayatıyla beraber karar mekanizması devreye giriyor. Bu kararın içinde politik tavrınız, ailenizin yapısı, sizin uyumlanmak istediğiniz cephe var. Kimileri için Hakk’a sığınmak için araç, kimileri için raconun mührü, bazıları için de oyun, oyalanma. Ama mutlaka size dair bir şey söylüyor. Sizi hiç tanımayan birine elinizde tespihle yakalandığınızda etiketlere hazır olmanız gerekiyor. Tespihe merak duymanın dini, siyasi bir karşılığı bizim ülkemizde hep oldu. Yani ‘ben şu tip tespihlere ilgi duyuyorum, önemli bir koleksiyonum var’ deseniz bile arka planda size dair türlü türlü etiketler. Dellaloğlu şöyle diyor: “Tespih kullanmaya başladığımdan beri bana yönelmiş eleştirinin, serzenişin, tuhaf tutum ve davranışların haddi hesabı yoktur. Bunun temel nedeni Türkiye’de solcu, seküler, laik, şehirli sosyal tabakaların tespihe yüklemiş oldukları politik anlamdır. Bu anlam elbette diğer mahallenin tespihi mülk edinmesiyle de ilgisiz değildir. Zaten başka nasıl olabilir? Toplum bir vakumlar topluluğu değil. Her şey, hatta birbirlerine en zıt olanlar bile aslında ilişkisel.

Sıklıkla çayın, peş peşe çok tüketilemediği için de bazen Türk kahvesinin yanına eşlik eden ‘eril’ tüketim malzemelerinden biri de nargile. Hala tuhaf bulunur bir mekânda kadınların da nargile içmesi nedense. Halbuki ehl-i keyfin işine ne karışılır, kimin neyi ve neden sevdiği nereden bilinir? Tespihte olduğu gibi nargilede de kültürü, hayat tarzını ifade eden bir şeyler mi var? Olmasa bile, bizde öyle. Nargile, eski zaman insanlarının gün içindeki dinlenme, demlenme keyfiydi. Hatta nice edebiyat mahfili nargilenin, tömbekinin, kahvehanelerin çevresinde kurulmuştu. Tartışmalar dumanlıydı: ne kadar duman, o kadar randıman denirdi. Dellaloğlu, nargilenin kabuğunu soyup içine bakıyor: “Nargile sabit mekân ve boş zaman isteyen bir kültürel tercihi işaret ediyor. Modern hayatın debisine pek uygun olmayan, kullanıcısından fazla talepkâr olduğu söylenebilecek, hatta biraz da ağır bir eşya. Dolayısıyla da tüketicisinden benzer bir ağırlığı istiyor eşyanın tabiatına uygun olarak. Bu açıdan bakıldığında nargile zanaatı çağrıştırıyor bence. Tıpkı yirmilik bir sigara paketinin endüstriyi çağrıştırması gibi.

Buraları böyle geçince, Besim hocanın sadece eşyayı ve tüketim ürünlerini hesaba katan bir kitap yazması da çok zevkli olurmuş diye düşündüm. Stor perdeler, poşet çaylar, mikrodalga fırınlar, her ofisin vazgeçilmezi french-press’ler, neler neler. Hayat değiştikçe insan, insan değiştikçe eşya başka bir manaya bürünüyor. Mana dediysem, aslında maddeliğine yeni yapaylıklar ekleniyor. Onunla bir anlam bulunamıyor, ona değer biçilemiyor, yalnızca fiyatıyla ve albenisiyle, gösterişiyle bir varlık alanı kaplıyor hayatımızda. Halbuki Tanpınar -evet o hep bir şekilde haklı çıkan Tanpınar- ne güzel anlatıyor: “Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağıydı. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

11 Nisan 2025 Cuma

Şehrin ruhuna zarif dokunuşlar kitabı

Şehir üzerine yazmanın zengin birikim, tükenmez bir ilgi ve münasebet, meselelere farklı açılardan bakabilme kabiliyeti gerektirdiği herkesin malumu. Tekin Şener, şehir kavramı üzerine kafa yoran, okuyup yazan hemen hemen herkesin yakından tanıdığı bir isim. Kendisini tanıyan veya takip edenlerin aşinalıklarında, matbuat dünyasındaki dergi, kitap, yayın içerikli kalem işleri ön plana çıksa da o, fotoğraf sergileri, söyleşiler, panel ve konferanslarla da renkli ve zengin bir çalışma yelpazesiyle şehre dair izler bırakmayı başarmış bir yazar.

Şener, Mülkiyeli bir kalem. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun. Sivas Defterdarlığındaki memuriyeti resmen devam ederken o fiilen şehir üzerine okuma, düşünme, yazma, sohbet etme, kitap hazırlama, sergi açma, panel konferans faaliyetleri gibi çok boyutlu ve derin bir kültürel atmosferin ziynetleriyle hem muhayyilemizi hem de gönül ve dimağlarımızı tezyin etmeye devam ediyor.

Şehir Kültürü Dergisi” mottosuyla 2004 yılında Sivas’ta yayımlanmaya başlayan Hayat Ağacı dergisinin ilk sayısından itibaren yayın kurulunda yer alan ve 7. sayıdan itibaren editörlüğünü üstlenen Şener hem muhteva ve görsel zenginlik hem de tasarım ve editörlük boyutlarıyla dergi işinde önemli başarılar kazandı. Hayat Ağacı dergisi, şehir dergisi fikrinin başka iller tarafından “hayata geçirilmesine” de öncülük etti. Kısa bir zamanda Karaman’da İmaret, Konya’da K+, Kayseri’de Şehir, Kahramanmaraş’ta Evvel Âhir, yine Sivas’ta Sultan Şehir gibi dergiler neşet ederek şehri merkeze alan “kenz-i mahfi” hüviyetinde ve faklı boyutlarda şifahi ve kitabi hazineleri meraklı, ilgili okurların beğenisine sundu.

Şener’in 2018’de politikadan kültüre çok geniş bir çerçevede ele aldığı meselelerin hayata, şehre ve insana yansımalarını farklı başlıklarda işlediği denemeleri Ötekiler Günü, Karakum Yayınları'ndan çıkarak okurla buluşmuştu. Bunu Hayat Ağacı dergisi çevresinde yapılan röportaj, deneme ve portrelerin yer aldığı ve 2019 yılında yayımlanan Tabirin Sığmaz Kaleme isimli eseri takip etti. (Bu kitap yayımlandığı dönemde hak ettiği değeri görmeyen; ama çok başarılı bir eser olarak hafızalarda yer edecek kıvamda.) 2023’te yayımlanan Kayıp Mevsim Düşleri, öncesi ve sonrasıyla pandemi dönemini yansıtıyor ve onun ağır atmosferi içerisinde kasvet ve ümidi yükleniyor. 100. Yıl Sivas Cumhuriyet Albümü'nü ve Divriği Albümü'nü de eklediğimizde yazı hem uzayıp hem de farklı katmanlar kazanacağından onlara temas etmeden sözü Şener’in şehir minvalinde felsefi derinlik arz eden metinlerini içeren son kitabına getireceğim.

Tekin Şener’in daha önce Hayat Ağacı, Söğüt ve Evvel Âhir başta olmak üzere farklı dergilerde yayımlanan; şehir üzerine derinliğe sahip, felsefi ve edebî bir kıvamda ve selis bir Türkçe ile kaleme aldığı deneme tarzındaki birbirinden güzel metinleri yine çarpıcı bir isimle iki kapak arasında birleşerek Birinci Çoğul Şehir ismiyle raflardaki yerini aldı.

Onun hayatının, düşüncesinin ve kaleminin merkezinde olan şehir, aslında hepimizin hayatını kuşatacak kadar çok boyutlu nitelikte. Bunu fark etmek için keşif mi yoksa rastlantı mı gerekiyor ya da bir aydınlanma mı? Şener, denemelerinde şu cevabı veriyor: “Hem çattığımız hem de bulduğumuz bir mesele olarak şehir, her meselenin ortasında duruyor. İnsan varlığının en önemli tezahür alanı olarak şehir, hayatımızda açılan pek çok üst başlığın alt başlığın kaynağı ve sahnesidir.

Kitapta yer alan yirmi beş deneme, “şehrin her meselenin ortasında yer alması”nı insan, mekân, zaman odaklarından bakıldığında görülen farklı boyutlarıyla sergilemeyi amaçlamış. Bunu her bir denemenin başlığında, satır aralarında ve metni okuyup bitirdiğimizde zihnimizde bıraktığı izlerde yeniden kavrıyoruz. Kendisi “Herhangi bir şehri değil ‘şehir’ kavramını entelektüel bir tartışma zeminine taşımalı, etrafında fikir üretmeliyiz. Esasen bu kitapta yapmaya çalıştığım da budur.” cümlesiyle özlü bir sebeb-i telif de yapmış.

Şehri, insanın sadece suretini değil siretini de yansıtan bir sihirli aynaya benzetenler de var, insan eliyle yapılan ve insanın tüm duygularından izler taşıyan bir heykel gibi olduğunu düşünenler de… Bunları çoğaltmak mümkün fakat her bir tanımın, teşbih veya teşhisin insan odaklı olacağı su götürmez bir gerçektir. Çünkü “İnsanın en geniş tecessüm sahası şehirdir. İnsanın dehası ve budalalığı, ölçülülüğü ve azgınlığı, sanatı ve vandallığı, zarafeti ve hoyratlığı olanca tesiriyle şehirde cisimleşir.” diyor bir metninde. Ve şehre farklı bir tanımla bakıyor bir metnin etrafında: “Benzerliklerin benzemezlikleri kuşattığı ama bastıramadığı insan yerleşimine şehir denir.” Şehri Mesele Yapmak dibacesiyle açılan kitap “Şehir Denir”, “O Belde”nin Bin Bir Yüzü”, “Çağlayan ve Durulan Zamanda İnsandan Şehre Kalan”, “Ümitlerin Ötesinde Bir Şehir” , “Şehirlerin İnsanlara Yaptıkları”, “Mekân Var Mekân İçinde”, “Duydunuz Şehrin Sesini”, “Şehrin Renklerine Dokunmak”, “Yer Altı Canavarlarını Dehlemek”, “Şehir Düştü” gibi başlıklarla okuru selamlayan denemeler birbirinden farklı yönleriyle şehir ve insan mefhumunu kuşatıcı bir anlayışla kavrama çabasını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda felsefi arka planıyla da okura zihin egzersizi yaptırıyor. Şehrin varlık sebebi insan ile insanın varlık göstergesi şehrin iç içe geçmiş ve biraz da girift ilişkisini yazar nasıl da güzel izah ediyor: “Topografyanın sunduğu imkânlar ve imkânsızlıklar şehrin mekânda yayılmasını belirlerken geçmişin yükü, şimdinin enerjisi ve geleceğin çekimi onun zamandaki ilerleyişinin yolunu çizer.

Bu ilişkiye ontolojik bir noktadan baktığı bir metninde ise şu cümleler sayfalar dolusu izahı adeta sehl-i mümteni üslubuyla ifade edecektir: “Şehir benliğimizi ve şahsiyetimizi var etmez ama oluşumuna nezaret eder. Mütevazı destanımızın sahnesi, biricik hikâyemizin satır araları, şahsi meselelerimizin tanığı şehirlerimiz… Onların yerleşikliğinde ve akışında kendimizi bulur, kaybeder, tekrar buluruz.

Bir şehre gidememenin, bir şehri görememenin veya içinde şu veya bu şekilde bulunduğumuz şehrin ruhuna dokunamamanın, onunla rabıta kuramamanın sebeplerine varıncaya kadar pek çok noktaya temas ediliyor bu denemelerde. Bu kılavuz cümlelerden biri daha: “Restore ve modernize edilmiş tarihî binalarda, eski süsü verilen çarşılarda, terbiye edilmiş yerel mutfaklarda vakit doldurur, bize sunulanı yaşar gideriz. Bu bir tecrübe değil bir teğet geçmedir. Enerjisini duyduğumuz, hareketine kapıldığımız, sesini ezberlediğimiz, sükûnetinden ürktüğümüz bir şehirle sahiden tanışmış oluruz. Oradaki basmakalıp sahnelerin, seri yaşantının, koral hengâmenin örttüğü ama büsbütün gizleyemediği tekillikler, bize şahane ipuçları verir, şehrin zaman aşırı bünyesinde sürprizli koridorlar açar.

Fazla söze ne hacet? Birinci Çoğul Şehir'in birbirinden güzel metinlerini okuyup bitirdiğimizde ne oldu derseniz…“Söz sık sık insana geldi, zamana değdi, hafızayı yokladı, mekânda gezindi. Şehir dediğimiz kul yapısı nesne de zaten insandan, zamandan, hafızadan ve mekândan ibaret değil midir?

Şehre ve çağrışımlarına dair, şehir ile zaman-mekân-insana ait tüm kavramların çok boyutlu ve oldukça renkli olarak ele alındığı, dile geldiği ve gönüle yükseldiği metinleri siz de tadına vararak okumak isterseniz buyurunuz…

Erhan Paşazâde

Doğu'da ve Batı'da bakışın tarihi

Sanat tarihçisi Hans Belting, Orta Çağ, Rönesans sanatı ve çağdaş sanat ile imge teorisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir araştırmacı. Görsel kültürü, sanat tarihi, din, toplum ve antropolojiyi de içeren multidisipliner bir şekilde ele alan Belting, sanatı insanın temel deneyimlerinden biri olarak görür. Bildwissenschaft ("görüntü bilimi") alanına önemli katkıları bulunan Belting, sanat tarihi söylemlerinin çağdaş sanatı anlamak için yetersiz kaldığını, günümüzde sanat üzerine düşünmek için bambaşka bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu ve bunun Bildwissenschaft ile yapılabileceğini öne sürer. Hans Belting, 1966’da başladığı akademik kariyerini 2002’de sonlandırmış olsa da hayata gözlerini kapadığı 2023 yılına kadar sanat tarihi alanındaki çalışmalarına devam etti. Yirmiden fazla kitap kaleme alan Belting’in yazımıza konu olan Floransa ve Bağdat; Doğu’da ve Batı’da Bakışın Tarihi çalışması dışında iki kitabı daha dilimize çevrilmiştir.

İlk olarak Batı kültüründe bakışın tarihini incelemek üzere işe koyulan yazar, perspektif kavramı konusunda adeta arkeolojik bir kazı yaparak devam ettiğinde çalışmanın da sınırlarını genişletip görme teorisinin keşfedildiği toprakları da içine alan kapsamlı bir araştırmaya girişiyor. Belting çalışmasında bir Doğu ve Batı karşılaştırması yapmaktan ziyade iki kültürü İbnü’l- Heysem’in optik teorisi üzerinden okumayı tercih ediyor. Bunu da Blickwechsel (bakışma, bakış açısını değiştirme) üzerinden yapıyor çünkü kültürler arasındaki farklılıkların doğru bir biçimde ortaya konması için bir kültür çatışmasına girmeden, kültürleri kendi sınırlarında inceleyebilen ve bunları tarihte görünür kılan bir anlayışa ihtiyaç olduğunu ve Blickwechsel yönteminin buna izin verdiğini söylüyor. Yazar bu şekilde, “Batı’nın diğer kültürlere bakışına uzun zamandan beri damgasını vuran o kaçınılmaz Avrupa-merkezcilik ancak bu şekilde engellenebilir ya da en azından sınırlandırılabilirdi.” diyor.

Hans Belting izlediği bu yolda aslında Batı’da orta çağda yaygın olarak kullanılan perspektif kavramının, 16. yüzyılda Rönesansla birlikte “optik” kavramı olarak resme giriş serüvenini altı bölümden oluşan çalışmasında adeta adım adım anlatıyor. Kitap perspektif kavramının Batı’daki serüvenine ışık tutması açısından oldukça tatmin edici bir çalışma. Belting, tüm kariyeri boyunca yaptığı gibi bu çalışmasında da perspektif konusunu sadece sanat açısından irdelemekle yetinmiyor, perspektife kültürel etkisiyle daha geniş bağlamda resim üzerinden bakmamız gerektiğini çünkü kültürlerin resimlerle ne yaptığının ve resimlere nasıl yansıttıklarının bizi düşünme biçimlerinin merkezine götüreceğini söylüyor. Bu düşünme biçimleri farklılıkları getiriyor. İki kültür aynı bilgiye sahip olmalarına rağmen teolojik ve kültürel farklılıklarından dolayı farklı yollar yürüyor.

İki kültürde bakışın tarihini inceleyen yazarın bölüm sonlarında yer alan Blickwecshel (bakışma, bakış açısını değiştirme) kısımlarında Doğu ve Batı kültürlerini yan yana görmek için yaptığı tercihler okurun konuya farklı bir bakış açısından bakmasına izin veriyor ve yeni sorular sormasını sağlıyor. Kitapta küreselleşen perspektifin Osmanlı Sarayında nasıl karşılandığına dair Blickwecshel kısmında Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabı üzerinden bir okuma yapan yazar, bir başka bölümde ise İslam'da Görme Eleştirisi başlığı altında resim yasağını işleyen yazar bu sefer bakışmak için Rönesansın bize göz hizamızdan bakan ve bizimle bakışan resimlerini tercih ediyor. İbnü’l-Heysem’in Batı’da bilinen adıyla Perspectiva (Kitabü’l Menazır) kitabındaki ışık ölçümünü (camera obscura) ayrıntılı bir biçimde işlediği bölümde ise aslında Rönesans’a kadar resimlerle ilgisi olmayan bir görme teorisi olarak bilinen perspektif kavramının 1572’den sonra Optik (Yunanca ışığı inceleyen algı öğretisi) adı ile yayımlanmasını ve sonrasında perspektifin bilimsel alanın dışında resimde kullanımı ile Batı sanatının hem diğer kültürlerin hem de Orta Çağ Batı sanatından tamamen ayrıldığı süreci ele alıyor. Bölüm sonu karşılaşmasında ise Kepler’in yeniden icat ettiği camera obscurayı mercek altına alıyor. Belting, görme teorisi nasıl oldu da resim teorisine dönüştü sorusunun cevabını aradığı bölümde sorunun cevabını Blickwecshel kısmında yer alan Vitrivius’un antikçağda kullandığı skenografi tasvirini perspektif olarak algılayan Lorenzi Ghiberti’de buluyor. Bir sonraki bölümde ise doğrusal perspektifin Floransa’da icat edildiğine dair sarsılmaz görüşe; “O zamana kadar hiç görülmemiş ve duyulmamış sanatları ve bilimleri onlar icat etti ve bunu yaparlarken de önlerinde hiçbir örnek yoktu.” diyerek itiraz eden yazar, doğrusal perspektifin mekana ve mimariye olan etkisini açıklayarak yoluna devam ediyor. Bölüm sonu bakışmasında ise perspektifin karşısında en uygun bulduğu bakışma unsuru olan mukarnası konu ediyor. Son bölüme gelindiğinde ise Rönesansla birlikte sadece bir duyu organı olmaktan çıkıp bakışı bakan bedenden “ayıran” bir simge haline gelen “göz” tasvirini elen alan Belting; “Leon Battista Alberti’nin Tanrı’yı simgeleyen gözü alıp da kendi amblemi haline getirmesi dünya görüşünde insanı merkez alan bir dönüşüm yaşandığının göstergesiydi” diyor. Ayna metaforu, Alberti tarafından değiştirilen yeni Narcissus yorumu, sanatın ve kültürün rota değişimiyle birlikte perspektifin yeni resim kültürünün simgeleri ufuk ve pencere bakışına uzanan bölümde yazar Batı’nın bakış serüveninde bir dönüm noktası olan ve dünyayla ilişkisini belirlediği pencere tasvirinin karşısına adeta bir eşik görevi gören meşrebiyeyi koyarak çalışmasını sonlandırıyor.

Kitapta Floransa, Rönesansı; Bağdat ise Rönesans'ta derin izler bırakan Arap bilimini; Abbasi halifeliğinin başkenti olarak Arap dünyasının merkezinde yer alan Bağdat'ı temsil ediyor. Kitabın henüz daha giriş sayfasında yer alan bu açıklamaya bir şerh düşmek gerekiyor zira Bağdat uzun yüzyıllar boyunca Arap dünyasının değil, İslam dünyasının önemli tarih, ilim, kültür, siyaset ve ticaret merkezi idi. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de sıkça rastladığımız tek bir ulus kimliğine indirgenmiş; Arap görme teorisi, Arap bilimi, Arap geometrisi, Arap matematiği vb. söylemleri yazarın kitabında ele aldığı 8. ve 12. yüzyıllar için sınırlandırıcı ve modern bir söylem. Belki bu söylem yazarın karşılaştırma yaptığı noktayı daha iyi tanımlayabilmesi için kullandığı izafi bir kavram olabilir ya da belki de Mahmud Erol Kılıç’ın dediği gibi; “Günümüz araştırmacıları olarak bizleri zorlayan konulardan birisi de kırılma yaşanmış bir asırdan bakarak geçmişi yorumlamaya kalkışmamızdır. Muayyen bir tarih kesiti içerisindeki bir kişiyi ele alıyoruz ama bunu o zamanın ruhunu okuyarak değil kendi çağımızın zihniyet kalıplarıyla senkronize ederek tefsir ediyoruzdur.” lakin bu Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma kitabında bahsettiği gibi ortak kültür havzasında; “Özellikle onlarca araştırmacının bir takım halinde çalışmasını gerektiren astronomi ve coğrafyada, kimisi ömür boyu süren, ortak çalışmalar yürütüldüğü kesin olarak bilinmektedir. Dil, köken, milliyet ve coğrafya farklarına rağmen bu bölgelerin sakinleri, gayet çoğulcu olmakla birlikte, tek bir kültür alanına aitlerdi” anlatımındaki gibi tek bir ulus kimliğine indirgenemez. Konuyu daha iyi anlamak için İhsan Fazlıoğlu’na kulak kabartmalıyız: “M.S. 1050’den itibaren, Dünya’da, -Çin ve Hint kısmen hariç- doğu, batı, kuzey, güney diye bir şey yok; tersine ortak kültür havzası var; Avrupa da bu ortak kültür havzasının bir parçası; orada olup bitenler burada olup bitenlerin bir tür devamı. Avrupa’da olup bitenler, milattan sonra 1050’den itibaren, Bağdat’ta, Ortadoğu’da, İran’da, Türkistan’da olup bitenlerle, üç aşağı beş yukarı, ortak bir perspektif içerisinde cereyan ediyor; fiziği de böyle metafiziği de. Elbette teolojik ve kültürel seviyede farklılıklar var. Oradaki optik ile buradaki optik çok da farklı değil. Endülüs ortak kültür havzası; özellikle Moğollardan sonra İlhanlılar döneminde, Anadolu da klasik İslam coğrafyasının doğal bir parçası haline geliyor; dolayısıyla Bizans da ortak havzanın bir devamı halini alıyor. Ve bu ağırlığı İslam dünyası olmak üzere 1600’lere kadar devam ediyor."

Tüm bu sebeplerden dolayı yazarın bu tanımlamalarını ortak kültür havzasının içerisinde İslam medeniyeti altında yorumlamak daha doğru olacaktır.

Kitaba birkaç noktada daha şerh düşmek gerekiyor çünkü kitabın ikinci bölümü olan Ehlileştirilmiş Göz; İslam'da Görme Eleştirisi kısmında öncelikle kitabın diğer bölümlerinde de yer alan sert ve keskin söylemler yer alıyor. İslam'ın resim konusundaki tavrını, dışlamak, savaş açmak, geometrik fantezilere bırakmak, pranga takmak, ehlileştirmek gibi kavramlar ile açıklayan yazarın bu tavrına karşılık Özlem Hemiş ise Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni kitabında şöyle açıklama getirir: “İslam Sanatının Oluşumu’nda, İslam dininin figürlü tasvirlerin ve heykellerin yapımına izin vermediğine yönelik yaygın görüşe karşın Oleg Grabar, Müslümanların tasvirden kaçınmalarını gerektiren öğretilerin kesin ve keskin olmadığını; zihinsel ve toplumsal yan anlamlarla birlikte tarihsel koşullara bakmak gerektiğini belirterek İslamın anikonik olduğunu ileri sürer. Anikonizm, ikonoklazm gibi tasvirlere savaş açmaz, imgelere karşı ilgisizdir. Bu ilgisizliği, tıpkı minyatürün perspektife yönelmeyişi gibi, Bartlebyvari bir “yapmamayı tercih etme” olarak görmek mümkündür. İslam sanatının temel itkisi olan manevi boyutun; Kur’an-ı Kerim, hadis ve sünnetten hareketle elde edilmiş şerri hükümlerce daraltılamayacağını, şeriatın ancak sanatçının ruhunu şekillendirebileceğini söyleyen Seyyid Hüseyin Nasr, İslam Sanatı ve Maneviyatı’nda bu türden bir yasağı konu bile etmez. William Chittick ile Sachiko Murata, İslam sanatının Kur’an-ı Kerim etrafında biçimlendiğini ileri sürer: İslam sanatı ve mimarisi bir buyruk sonucu, bir yasaklamanın çerçevesinde oluşmamıştır; güzel ses ve şiirin, Kur’an-ı Kerim’in ahenkli okunmasının, güzel hatla yazılmasının bu güzel ses ve yazıyı bir kubbe altında toplama isteğinin bir sonucudur. Zeynep Sayın’a göre ise İslami kavrayış, varlığın özüne benzeşim yoluyla ulaşılamayacağı düşüncesine “rıza göstermiştir.” Bir diğer şerhi ise yazarın; “İslam'da kitapların tasvir ve metinle kurduğu ittifak gözü ehlileştirmeye devam etti. İzleyici dünyayı kendi başına araştıramıyordu, daima metnin boyunduruğu altındaydı. Kitaptaki resimlere bir okur gözüyle bakarken, neyi göreceğini önceden biliyordu; resimlere nasıl, hangi sıralamayla bakacağını öğrenmişti. Metindeki her tasvir kendisine nasıl bakılacağını dikte ediyor, ama otoritesine sınır da koyuyordu. Metin gerek nakkaşa gerekse de resme bakan kişiye hem bir pranga takıyor hem de yol gösteriyordu.” anlatımındaki minyatür ve gözün ehlileştirilmesi konusuna getirmek gerekiyor. Bu konuda da yine Özlem Hemiş’e yaslanıyoruz; Hans Belting’in mukarnaslar, girihler üzerinden yerli yerine oturan bu tartışması, minyatürlerdeki tercihlere tam olarak yanıt verememektedir. İslami öykünmenin kaygısı Batıdakinden farklıdır: O, resmedileni ehlileştirerek onu özne için, ama özne karşısında seyirlik bir nesne yapacağına; varlığın kendi ilkselliğine ve onun işleyiş biçimine öykündüğünü düşünür. Göz, hakikati bulgulamak iddiasıyla bakmadığında; akıl ya da kalp, hakikati görmekle görevlendirildiğine göre, İslam sanatlarının bakışla ilişkisi de farklı olacaktır. Historia resmi ya da Batı sahnesi, “bir şeyi dikmek, doğrultmak” anlamına gelmekte, dikey olarak örgütlenmekte, bakış da bu örgütlemeye göre sabitlenmektedir. Oysa Karagöz perdesiyle ilişkilenebilecek olan minyatür meclisleri, gözü bir atılım üzerinde tutmayı talep etmez. Kâğıt üstünde kâinatın tüm hareketlerinin gerçekleşmesi gerekir. Salt dikeylik hem evrenin hareketine hem de hicaba aykırıdır. Batıdaki gibi bakılan resim, gözü içine alamayacak; Belting’in dediği gibi, "içinde bakışın kendini tasvir ettiği simgesel ayna” olamayacaktır; çünkü Osmanlı’da bu türden bir dışavurum beklenmemekte; aksine, manayı hayal ederken sakınmak gerekmektedir. Öyleyse “göründüğü an geri çekilen” maddenin ötesinde duran mananın “sadece ritmi ve yasallığı” ortaya çıkarılabilecektir. Minyatürde nakışlar, merkezi perspektifin, bakışı temsil alan stratejisinden uzak bir tavırla resim düzleminde altın oran içinde kalarak ve dikkatli bir biçimde figürlerin istiflenmesiyle bakış üzerinde egemenlik kurmak yerine; bakışı cezbesiyle üzerinde tutmak, atmış olduğu katların, perdelerin, bakanla eser arasında kurulan oyunla kaldırılmasını dilemektedir.

Kitaba dair yukarıda yapılan itirazların dışında çalışmanın bütününe bakıldığında Hans Belting’in İbnü’l-Heysem’in optik teorisi üzerinden baktığı Doğu ve Batı kültürlerine ait çizdiği tasvir günümüzde çokça yapılan Doğu, Batı karşılaştırmaları çalışmaları için önemli ve dikkat çekici bir eser. Özellikle iki kültürü karşılaştırmak ve bir tarafı üstün kılmaktan uzak duran bakışı kültürel farklılıkları daha doğru yorumlamak adına atılmış önemli bir adım.

Neslihan Erarslanoğlu
x.com/nerarslanoglu