29 Eylül 2022 Perşembe

İyilik üzerine yeniden düşünmek

Donald Winnicott 1970'te, "Akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir" diye yazmış. Modern çağın en korkutucu özelliklerinden biri bu fikrin tam karşısında duruyor: Sadece kendine değer var, kendini kurtarmaya bak, dünyayı bugünden daha iyisine getiremezsin, sürekli kazanan taraf ol ve bununla yetinmeyip başkalarının da kaybetmesini sağla. Utanmanın ve vicdan azabının çağın gerisinde kaldığını unutma. Kıyamet kopmadan malı götürmeye bak. Sana ne başkasının derdinden. Gibi.

Şahane kitapların yazarı Britanyalı psikoterapist Adam Phillips, bu kez tarih bilimci Barbara Taylor ile iyiliğin kökenlerine götürüyor okuru. Yolculuk, iyilik karşıtlığı konusuyla başlıyor. "Günümüzde pek çok insan, içten içe iyiliğin kaybedenlere özgü bir erdem olduğuna inanarak büyüyor. Fakat insanları kazananlar ve kaybedenler diye ikiye ayırma söylemi iyilik fobisinin, çağımızda iyiliğe karşı duyulan dehşetin yol açtığı sakınmanın getirisi" deniyor ve şöyle devam ediliyor: "Çünkü iyilik düşmanlarının, ki artık bu düşman hepimizin içine işlemiş durumda, kendilerine sormadığı şeylerden biri de böyle bir şeyi neden hissettiğimiz. Neden, öyle veya böyle, başkalarına, hele ki kendimize, iyilik etmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz? İyiliği niye dert ediyoruz?"

Bu oldukça önemli soruların cevabı daha çok ebeveyn-çocuk ilişkisiyle yorumlanmaya çalışılıyor günümüzde. En doğru ve iyi ilişkinin anneyle çocuk arasında sürdüğü, sürmesi gerektiği ifade ediliyor. Sanki iyilik, sadece çocuk yetiştirmede gündem olması gereken bir konuymuş gibi değerlendiriliyor. İnsanın sadece çocukluk döneminde değil, esasında hayatın pek çok döneminde savunmasız olduğu unutuluyor. Neyi ne kadar garanti edebiliriz ve hayatı bütünüyle mutlu, saadetli yaşamamızın bir kesinliği var mı? Ne garanti ne kesinlik, iyiliğin çok dışında oysa. Zorlukların üstesinden gelmek hepimiz için bir kesinlik, tek kesinlik de bu. Bu kesinliği hayat içinde işlerken, olabildiğine başkalarının da zorlukları yenebilmesine katkıda bulunmanın adı iyilik midir? Bu da ayrı bir muamma ama genel olarak evet, iyiliktir. Bir omuz vermek, yapılması gerekeni yapmak ve sonra da kenara çekilmek, iyiliğin alametidir. Günümüzde, sosyal medya sağ olsun, iyiliğin yapıldığı ve denize atıldığı zamanlar geride kaldı. Herkes her eylemini paylaşıyor ve bunu da "başkalarının teşvik etmek için" yaptığını ifade söylüyor. Gerçek olan, iyiliğin gerçekten de teşvik edilmesi gerektiği. Yoksa sadece olağanüstü durumların ya da pedagojinin bir konusu olarak kalacak iyilik.

Felsefeden yararlanırken özellikle Stoacılara işaret ediliyor. Müstakil yaşamayı benimsemiş olan Stoacılar her ne kadar benliğe bel bağlamış olsalar da bu benliği tekil değil müşterek olarak tanımlıyorlardı. Stoacı imparator Marcus Aurelius'a göre dünya, karşılıklı sevginin ve iyiliğin olmadığı bir durumda yaşanılamaz bir yere dönüşürdü. "Bir insan için gerçek haz, yaradılışına uygun davranmaktır. İnsan, hemcinslerine iyi niyet göstermek için yaratılmıştır" demiş Aurelius. Çok sonraları, Jean-Jacques Rousseau gibi müstakil olmaya düşkün, kendi derdini önceleyen ve iyilik elçiliği yapması beklenmeyen biri bile yıllar süren hayal kırıklıklarının, ıstıraplarının ardından "İnsan, yanında başkası yoksa bir türlü iyi vakit geçiremiyor" demişti. Önemli eserlerinden biri olan Emile'de ergenlik dönemine geçerken bir çocuğun duygusal dünyası için iyiliğin önemine doğru bir işaret gösterilir: "Başkalarının ne hissettiğini tahayyül etmeyen çocuk kendi derdinden başka dert bilmez ama duyuları gelişmeye başlayıp hayal gücünü ateşleyince kendisini başkalarında duyumsamaya, başkalarının yakarışlarından etkilenmeye ve dertlerinden mustarip olmaya başlar. İşte o vakit, ıstırap çeken insanlığın hazin manzarası, deneyimlediği ilk şefkat duygusunu yüreğinde yeşertmelidir.". Romanın sonlarına doğru bilhassa gençliğin günümüzdeki hâlini yakalayan bir söylem var. Bugün iyiliğin bu kadar zarar görmesinde elbette bu vurdumduymazlık ve bencillik de önemli bir yer kaplıyor: "Kendilerini sevmekten bihaberler; tek bildikleri kendileri dışındaki şeylerden nefret etmek."

Kitap, iyiliğin psikanaliz tarafından nasıl ele alındığıyla devam ediyor. Neden anneler ve çocuklar birbirlerine, başka insanlardan daha iyi davranır sorusu, bu alanın derinliğini ifade ediyor aslında. Freud'un hem hayatını hem de psikoloji bilimine katkılarını oldukça iyi çözümleyen Phillips burada da boş durmuyor elbette. Fazla duygusallığın yıpratıcılığı ve gerçeklikten kopuk bir hayal gücünün hiçbir işe yaramayacağı, aksine daha fazla hırpalayacağı yorumu şaşırtmıyor, ziyadesiyle haklı. Birlikte okuyalım: "İyiliği romantikleştiren ve ona yalnızca doğaüstü iyilikte insanların erişebileceği, ulaşılması son derece güç bir erdem muamelesi yapan toplumlar da insanların gerçek ve sıradan iyiliğe inancını oradan kaldırır. Her şeyin güllük gülistanlık, herkesin mutlu olmasını sağlaması beklenen sihirli iyilik, insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu gerçeklerle örtüşen ilgi ve güvenceyi sağlayamaz. Sihirli iyilik yalancı bir vaattir."

Çağımızda iyiliğin ne durumda olduğunu sorgulayarak bitiyor kitap. Şu hatırlatmalar son derece önemli: insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye ayrıldıkça ve rekabet körüklendikçe, iyilik bir pastadan başka bir şey olmayacak, görsel şov. İnsanlar çelişik duygulara ve dünyalara sahip varlıklar. İyilik tabiatımızda var ama kötülük, şiddet, saldırganlık ve nefret de var. Baskı herkesi rahatsız eder ve sağlıklı ilişki kurmasını engeller, böylece iyiliğe uzanmak da giderek zorlaşır. Phillips yine hünerini konuşturarak zihnimizi zorluyor tam da burada: "Hayatımız iki dolaysız soru vasıtasıyla anlamlandırılabilir: Neyi kabul etmek, neyi kovmak istiyoruz? Hayatımıza neyi dahil etmek, kimi zarar veremeyeceği uzaklıkta tutmak istiyoruz? Sevgi kabul ettiğimiz, nefret ise kovmak dediğimiz. Dolayısıyla, nefret duygumuz garip bir şekilde ayakta ve hayatta kalmamızı sağlıyor."

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil. Çocuk masumiyeti burada devreye giriyor belki de. Çünkü onlar herkes mutlu olsun istiyor. O masumiyete dönmek mümkün olmayabilir ama hatırlamak çok şey kazandırabilir. Üstelik bu kazanç, kimseyi bir kayba da uğratmaz.

Yağız Gönüler

28 Eylül 2022 Çarşamba

Tanrısız ahlak mümkün mü?

Amerika’da görev yapan ateist felsefe profesörü Walter Sinnott Armstrong, din felsefesi, felsefe kategorilerinde eserler yazmış, Tanrısız Ahlak kitabının yazarıdır. Yazar’a göre yalnızca yalın ahlâk vardır ve bu kitabın yazılış amacı da Tanrısız ahlâk konusunun bir sorun olmadığını göstermektir. Armstrong’un ifadesiyle teistler, hangi nedenle olursa olsun, ahlâkın dine bağlı olduğunu düşündükleri için teisttir ve öte yandan çoğu teist ve agnostik de dini ahlâkla özdeşleştirir; dini terk ettiklerinde ahlâkı -en azından nesnel ahlâkı- da terk ederler. Örneğin Richard Taylor, “ahlâki yükümlülük kavramı Tanrı fikrinden ayrı tutulduğunda muğlaktır” ifadesini kullanır.

Tanrısız Ahlâk terkibini bir bütün olarak ele almadan önce “ahlâk” kavramını ve doğru bir ahlâk öğretisinin ne olduğu konusunu Ahlâk Felsefesi kapsamında incelemek daha doğru görünüyor. Çünkü antik çağdan beri tüm felsefeciler ahlâkı felsefenin alt dalı olarak görmüşler. Modern dönemlerde de ahlâk, felsefenin dört temel dalından biridir. Ahlâk felsefesi disiplininde ise temelde üç öğretinin öne çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. İlki, en yüksek iyinin mutluluk olduğunu söyleyen ve bundan dolayı “mutluluk ahlâkı” olarak nitelendirilen Aristoteles’in görüşüdür. Aristoteles, éthike kelimesini ahlakı ifade eden temel kavram haline getirmiş filozof olarak, ahlakın değişebilir olduğuna dair bir yaklaşım sergilemiştir. Éthike kavramı, kelime köken olarak ethos, yani alışkanlık kelimesinden türetilmiştir. Alışkanlıklarımız doğuştan değildir, dünya hayatında sayısız kez tekrarladığımız davranışlarımızın bizde yerleşik hale gelmesidir. Aristo’ya göre mutluluk ve ahlâk arasında sıkı bir ilişki vardır ve insanların nihai amacı mutluluktur. Mutluluğun ise üç özelliği vardır: Mutluluk, bizatihi kendisi bir amaçtır, kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayattır. Aristo’nun ahlâk felsefesine göre erdemli olmak zordur ve bunun da bazı koşulları vardır. Her şeyden önce zorla, bilgisizce yapılan bir iş erdemli değildir. Erdem, insanın kendi iradesini ortaya koyabileceği özgür ortamın varlığında söz konusu olabilir ki, istek ve tercih aynı şey değildir. Erdem, isteğin düşünülüp tercihe dönüşmesi ile ilgilidir. Bilinçli tercihler, tekrar eden eylemlerle pekiştiğinde asıl erdeme dönüşürler. İslam filozofu Farabi de Aristotelesçi bir yaklaşım sergilemektedir. Ahlak felsefesinde öne çıkan ikinci öğreti Epikür’ün hazcı ahlak felsefesidir. Ona göre ahlak, “insanın acılardan kaçınması ve hazlara yönelmesidir.” Epikür ahlâk söz konusu olduğunda hazzı kriter olarak ele almaktadır ve bizim açımızdan bu durum hazza yüklediği anlamı dikkate almayı gerekli kılmaktadır. Epikür, haz derken yalnızca maddi değil, manevi hazları da kastetmektedir. Örneğin insanın muhtaç kimselere yardım etmesi ona manevi bir haz veriyorsa bu ahlâki bir eylemdir. Aristo gibi Epikür de mutluluğa ulaşmayı en yüksek iyi olarak görmektedir. Bu alandaki en önemli üçüncü ve aynı zamanda Epikür ahlak anlayışıyla çelişen görüş Kant’ın ‘vazife ahlakı’dır. Kant için, iyi olan yatkınlıklardan değil, vazife duygusuyla yapılan şeylerdendir. Salt kendi eğilimlerinden dolayı, haz amaçlı bir eylemi yapmak erdem değildir ve bundan dolayı bu eylem mutluluğa da ulaştırmaz kişiyi. Kant’ın ahlâk felsefesinde yüksek bir vazife duygusu ahlâkın temelini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi tarih boyu ahlâk konusunda farklı görüşler ortaya konulmuş, Antik ve Ortaçağ’da ahlâki norm özne dışında aranmış ve kendi başına iyi olan -doğa ya da Tanrı yasası- bir kaynağa dayandırılmıştır.

Özgürlük, ahlâkın gerçekleşmesinin en önemli koşullarından birisidir. Ahlâki eylemin ideal ortamı, iyi ve kötü olanın beraber bulunduğu bir ortamda iyi olanı özgür irade ile seçmektir. Her türlü zorunluluk, seçme eylemini ortadan kaldırdığı için insan eylemi özgürlük olmaksızın anlamlı olmaktan da çıkmaktadır. Bizde var olan, ama bizim tarafımızdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. İnsan eylemini zorunlu hale getiren tarihsel, coğrafi, toplumsal ve kişisel biçimler vardır.

Özgürlüğün ve dolayısıyla ahlâkın Tanrı veya dine dayanması sonucunda tüm ateistlerin ahlâken kötü olduğu, -ateist ve agnostiklerle dolu- seküler toplumların yoz ve ahlâksız olmaya sürüklendiği, nesnel ahlâkın herhangi bir mantığının olmadığı, ateistlerin ahlâklı olacak kadar akıllı olmadıkları veya Tanrı’nın, dini kurumların ve kutsal kitapların rehberliği olmaksızın ateistlerin ahlâken neyin doğru-yanlış olduğunu bilemeyecek oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Peki, ateistlerin ahlâken kötü olduklarına dair empirik iddia doğru mudur? Esas sorun, sadece ateistlerin ahlâksızlığa meyyal olup olmadıkları değil, diğer seküler teist ve agnostik insanların da ahlâksız olabileceği ihtimalidir. Ahlâklı ateistler bir Hristiyan kültürü içinde büyüdükleri, yani o kültürü özümsedikleri için ateist olmalarına rağmen iyi birer insan olabilirler. Dolayısıyla bir ateistin ahlâklı olmasının sebebi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak geçmişte kalmış bir dinin tortularıdır, çünkü yeni kuşakların sadece ideolojileri vardır, fakat dinlerin tarihi ideolojilerden eskidir. Aynı şekilde dindar kimliğe sahip fakat dini kültürü özümsememiş bir insan ahlâksız olabilir.

Armstrong, ahlâkın özünün Tanrı’ya bağlı olmadığını ve bundan dolayı temel ahlâkı kabul edip anlamak için herhangi bir dini kabul etmeye ya da Tanrı’ya inanmaya gerek olmadığını iddia etmektedir. Bir ahlaki önermenin nesnel olduğu iddiası, onun doğruluk değerinin toplumun ahlaki görüşünden bağımsız olduğu anlamına gelmektedir. Ahlaki realizm ise ahlaki önermelerden en az bir tanesinin doğru ya da yanlış olduğunu iddia eden felsefi bir görüştür. Ahlâki realizm savunucularına göre, ahlâki önermelerin doğruluk değeri toplumun ahlâk teorisinden bağımsızdır. İster teist, ister ateist ya da agnostik olsun tecavüz ahlâken yanlıştır. Çünkü kurban özgürlüğünü kaybederek aşağılanmış olur, onurunu kaybederek acı çeker ve kalıcı pek çok hasara maruz bırakılır. İnsanları – hiçbir haklı neden yokken- öldürmek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü yaşam hakkı elinden alınır. İnsanlara verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü bu durum onları incitir ve size olan güvenlerini kaybetmelerine neden olabilir. Armstrong’un iddia ettiği gibi Tanrısız bir evrende nesnel ahlâki ilkelerin varlığından söz edebilir miyiz?

İslam Kelamı tarihinde ahlâki bilginin nesnelliği ya da öznelliğine ilişkin bir tartışma yaşanmıştır. Kur’an’dan hareketle evrensel bir ahlak teorisi inşa etmeyi amaçlayan Mu’tezililer, ahlaki hükümlerin nesnel varlığını ve ayrıca bu hükümlerin de akılla bilinebileceğini iddia eder. Yani ahlaki ilkeler, insan aklının bilmek ve donanmak zorunda olduğu şeylerdir. Mu’tezile’ye göre ahlakın peygamberden bağımsız kavranabilen ontolojik ve epistemolojik boyutu evrensel, dolayısıyla nesneldir. Nesnel olan ahlaki değerler insan varlığından bağımsız ve aşkın olduğu için tüm insanlar ahlaki olanı akılla bilebilirler. Mu’tezile’nin ahlaki nesnelliğine karşı Eş’ariler ahlakın ilahi iradeyle belirlendiğini, ahlaki değerlerin belirleyicisinin Tanrı olduğunu, iyilik ve kötülüğün bilgisinin nesnel olmayıp yalnızca peygamber tebliğiyle bilinebileceğini öne sürmüşlerdir. Zira bu gruba göre ahlakın akli nesnelliğinden ziyade vahyi bağlayıcılığı önemlidir.

Armstrong, insanın kendisine zarar vermesini akıldışı bulup bu durumu ahlâkdışı bulmamaktadır. Oysa aklın gayri insani bulduğu her şeyi din, gayriahlaki bulur. İmam Mâturidi, ahlakın din, dinin rasyonelite olduğunu söylerken, aklen doğru bulduğumuz şeylerin ahlaken olumsuzlanan şeyler olduğunu ifade etektedir.

Modern dönemin ateist felsefecileri olan Jean Paul Sartre, F. Nietzche, B. Russell ve R. Dawkins Tanrısız bir evrende nesnel ahlaki önermelerin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Sartre’a göre Tanrı olmadığı için insanın içsel değeri yoktur ve ahlak dâhil tüm değerleri insanın kendisi yaratır. Nietzsche, Tanrı’yı öldürmekle ahlakın öleceğini ve ahlakın gerçekliğini Tanrı’nın gerçekliğiyle özdeş olduğunu ileri sürer. Russell biraz ileri giderek ahlakın, bireyin üstündeki toplumsal baskıdan kaynaklandığını ve bundan dolayı Tanrı’nın da nesnel ahlaki önermeler gibi var olmadığını savunur. Armstrong ateist felsefecilerin aksine “insanlar genel anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme yetisine sahiptir.” “Ahlak, Tanrı’ya bağlı değildir, ahlaki yanlışlık, Tanrısız var olabilir.” görüşünü ileri sürmektedir. Ahlaki realizm tüm bu iddiaları doğrular mı? Ateist ya da teist olsun tüm insanların inandığı en az bir tane nesnel ahlaki önerme vardır, örneğin yalan söylemenin kötü bir şey olduğuna dair hepimiz nesnel bir inanç taşırız. Üstelik ahlaki realizmi reddetmek için rasyonel argümanlar ileri sürülmelidir, aksi halde ahlakın doğası hakkında agnostik bir tavır takınmamız gerekmektedir. Kürtajın ahlakiliği tartışmaları özelinde farklı kültür ve toplumların bazı ahlaki konuların göreceli olduğunu ileri sürerek ahlaki realizme karşı yükseltilen itirazlar vardır. Fakat bu eleştiriler bizim ontolojik görüşlerimizin ve toplumsal algılarımızın ahlaki yargılarımızı ciddi şekilde etkilediği gerçeğinden uzak bir yargıdır. Naziler soykırımı haklı çıkarmak için Yahudilerin olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağına dair ahlaki bir önerme ileri sürmüştür. Bu demektir ki toplum, bizim ahlaki yargılarımızı etkileyebilir, fakat aynı toplum ahlaki yargılarımızın doğruluk değerinin nesnel olup olmadığı konusunda görüş ileri süremez. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı’nda insanın özgürlüğü ve ahlaki eylemleri önündeki engellerden söz etmektedir. Çünkü insan, günlük yaşantısında çoğunlukla içinde doğup büyüdüğü toplumdaki kültürel, geleneksel, tarihsel değerlerin güdümündedir. “Ben” dediğimiz, toplumun, tarihin, coğrafyanın bir meyvesidir. İnançlarımızı, aidiyetlerimizi, düşünce kalıplarımızı, korkularımızı kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize içinde yetiştiğimiz toplum yükler. İnsan, toplumun olduğu kadar kendi benliğinin de esiridir ve en güçlü, aşılması zor olan bu insanı Şeriati “ego” olarak nitelendirir. Eleştirel düşünce yoluyla tabiat, tarih ve toplum zindanından çıkmayı başarabilen insanın benlik zindanından kurtulması oldukça zordur. İnsanda yerleşmiş bulunan güdüler, eğilimler, arzular Kur’an’da Heva olarak nitelenir. İnsan, seçimlerinin kendi dürtülerinden bağımsız olduğunu düşünmesine rağmen, tercihlerini kendi nefsinin arzularına göre yapmaktadır. Kontrolsüz arzularına esir olan insan, ancak kendini yıkmak, kendine isyan etmek suretiyle özgürlüğünü elde edebilir. Şeriati’ye göre diğer üç zindandan kurtulmak için lazım olan akli değerlendirme kendine isyan etme söz konusu olduğunda işe yaramaz, kendi zindanından kurtulmak isteyen insanın mantık dışı bir güce ihtiyacı vardır: “din”. İnsan tabiatının iyiliği-kötülüğü meselesini antik yunanda ilk olarak ele alan Platon, beden hapishanesinden çıkmanın ancak nefsin kanatlarıyla mümkün olduğunu, Tanrı’nın bu yetkiyi kanatlara verdiğini söylemektedir.

Ahlak felsefesi, felsefenin alt dallarından biridir ve bundan ötürü felsefenin temel özelliklerini taşımaktadır. Buradan hareketle ahlak felsefesinin de felsefe gibi nesnel doğrular üretme çabası vardır. Yani ahlak felsefesi de nesnel olarak doğru-yanlış önermeler üretebilir ve bu durum nesnel ahlaki ilkelerin varlığını göstermektedir. Bu demektir ki, iyi ve kötünün bilgisini akıl içerir ve İslam, Hz. Âdem’den itibaren insanlığa bu evrensel değerleri hatırlatır. Gündelik hayatta ateist, agnostik birçok ahlaklı insanın varlığı ahlakiliğin bir dine bağlı olmadan da gelişebileceğini gösterir. Ahlâkın nesnelliğinden dolayı bir toplumdaki din farklılıklarına rağmen ortak ahlaki ilkeler ortaya konulabilir. Fakat dini ve seküler ahlaki önermelerde bazı farklılıklar vardır, çünkü din ve ahlak arasında özel bir ilişki vardır. Özellikle dinin metafizik boyutları sebebiyle ahlaki emirleri meşruiyet kaynağı haline getirdiği gözlemlenmektedir. İnsan aklı tabii olarak iyi, doğru ve estetik olanı bulmak ve ona meyletmek zorundadır, bu durum ahlaki bir aklın gereğidir fakat din, iyi ve doğru olanı bilen akıl sahibi insanın iradesini harekete geçirerek onun iyi ve doğru olanı yapmasını zorunlu kılar. Bu noktadan hareketle ahlaklı ateistten söz edilebilir, fakat ahlâklı ateizmden söz edilemez, çünkü aklın bir şeyin kötü olduğunu bilmesi insanı zorunlu olarak o şeyden uzak durması gibi bir sonucu doğurmayacağı gibi; nesnel iyiliğin bilgisine sahip akıl, insanı sürekli iyi olanı yapmaya yöneltecek kadar güçlü bir kuvve değildir.

Bir kutsal emir ahlak teorisinin iddiasına göre, ahlakdışı eylemleri ahlakdışı yapan şey, onları yapmamamızı bize Tanrı’nın emretmiş olmasıdır.” Armstrong, bu düşünce özelinde teistik ahlaki ilkelerin Tanrı’nın keyfi seçimleri sonucu oluşturulduğu kanaatine ulaşıyor. Ona göre Tanrı bir şeyi yapmamamızı emrediyorsa bu şey her ne olursa olsun, onu yapmamak zorundayız, ayni şekilde bir şeyi yapmamızı emrediyorsa o şeyi yapmak zorundayız; o şey ne olursa olsun. Armstrong’un bu iddiası İslam Kelamının merkezi tartışma konularından birini içeriyor. Ahlaki davranışların Tanrı tarafından emredildiği için ahlaki olduğu iddiası İslam Felsefesinde başta Gazali olmak üzere Eş’ari kelamcıları tarafından, Evangelik Hristiyan düşüncesinde ise Ochham tarafından savunulmuştur. Bu iddiaya göre Tanrı fikrini değiştirip tecavüzü ahlâklı görürse, tecavüz ahlâklı olacaktır. Fakat bu durum ateistlere göre kabul edilebilir değildir, üstelik böyle bir iddia söz konusu olduğunda ahlâkın nesnelliği değil Tanrı’dan kaynaklı teistik ahlakın keyfiliği yargısı oluşabilir. Eşari tarzdaki bu ahlâk yaklaşımı bizi septisizme götürür. Keyfi bir Tanrı tasavvuru, adaletsiz ve güvenilmez bir Tanrı tasavvurunu da beraberinde getirir. Örneğin her ne kadar kutsal metinde dürüst olduğunu söylese de keyfi davranışlar sergileyen bir Tanrı, iyi olanları da kötülerle birlikte cehenneme atabilir. Görüldüğü gibi bu yaklaşım, Tanrı’nın reddi için makul bir gerekçe sunmaktadır.

Ahlâki davranışlar ahlâki olduğu için Tanrı tarafından emrediliyor olabilirler mi? Bu düşünceye göre de ahlâk Tanrı’dan bağımsız olacaktır ve ahlâk Tanrı’dan bağımsızsa, Tanrı olmasa bile ahlâk var olabilir. Konu hakkındaki üçüncü ve Augustine, Anselm, Aquinas gibi teistik felsefecilerinde savunduğu en doğru yargı, merhamet, adalet gibi temel ahlâki özelliklerin Tanrı’nın doğasının parçası olduğudur. Bu görüşe göre ahlâki değerlerin standardı Tanrı’nın doğasıdır. Tanrı, merhametli, adil ve iyidir; bu sıfatlar onda temel ve zorunlu olarak vardır. Yani Tanrı, merhamet, adalet gibi ahlâki özellikleri herhangi bir kaynaktan almaz, o mutlak olarak ahlâklıdır. Tanrının ahlâkiliği metafiziksel bir zorunluluk olduğu için ateistler tarafından kavramsal olarak algılanamamaktadır.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

15 Eylül 2022 Perşembe

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Size sadece bir oturuşta okuyabileceğiniz ama tadı damağınızda kalacağı için başa dönüp tekrar okuyacağınız, bazen gülümseyeceğiniz, bazen acıyı derinden hissedeceğiniz, bazen sorgulayacağınız ve nihayetinde acılarından kendince çıkan, iyileşen ve hatta çiçeklenen bir kadını seyredeceğiniz bir roman önerisiyle geldim.

Bu Hikâye Senden Uzun Osman, Aylin Balboa’nın İletişim Yayınları’ndan raflara uzanan üçüncü ve son kitabı. Kısaca özetleyecek olursam, yaşadığı bir ayrılığın ardından sevdiği adama (adamımız Osman elbette) karşılıksız mektuplar yazarak (bu mektupların gönderilip gönderilmediği bir muamma) aşkını, yaşadığı acıları, düşüncelerini, dünyasını ve nihayetinde iyileşmesini anlatan bir kadının öyküsü.

Bu ilişki beni çok yıprattı, ben ayrılmak istiyorum Osman." diyerek başlıyor. Ayrılığın ardından ise bir süre uğraştığı, kopamadığı, başa sardığı Osman’a yazıyor anlatıcı. Kitapta Osman yok, hiç yok hem de… Öte yandan kitapta Osman var, her satırında üstelik. Hayatımızdan bir sebeple iyi ya da kötü, tercihen ya da mecburi gidenler de nasılsa öyle işte. Osman var, olmasa da var. Osman’la yaşananlar var, Osman’ın sebep olduğu duygular, düşünceler ve acılar öyle gerçek ki… Tüm bu gerçeklikte görüyoruz yazarın ruh halini, iyileşme çabalarını, içine düştüğü kör kuyulardan çıkacağı halatı kendi başına ilmek ilmek işlediğini… Ve elbette, zamanın da şifa olduğunu…

Candan Erçetin’in “Bitti, buraya kadarmış dedim, unuttum bile dedim, avuttum kendimi sözde” diye bir şarkısı vardı. Atilla İlhan’ın “Ayrılık da sevdaya dahil / çünkü ayrılanlar hala sevgili” diye bir şiiri… Eminim, şimdi düşünsek, bu minvalde birçok eser gelir geçer aklımızdan. İşte aşk ile harmanlanmış bir ayrılığın tam da bu süreçlerine bir bir şahit oluyoruz kitapta Ayrılmalıyız Osman, Barışalım mı Osman, Senin Canın Sağ Olsun Osman, Ben Burada Bekliyorum Osman, Senden Ayrılmaktan Bıktım Osman, Oturdum, Geçmesini Bekliyorum Osman, İyi ki Doğdum be Osman, Astalavista Osman gibi birçok öykü başlığı ile. Öte yandan paylaştığım son iki öykü başlığından da anlaşılacağı üzere ayrılıklar da aşklar da yaşanan her türlü iyi ve kötü deneyim de bir vedalaşma anına gebe. Burada ise devreye “Bu da geçer ya hu” anlayışı hakim oluyor. Halihazırda bu iyileşmenin başlangıcına kitaptaki bir öyküde de şahit oluyoruz:

Bir de şey hikâyesi var hani, İran şahı mı Hint imparatoru mu ne işte, Asya’da bir yerlerde biri sadrazamına demiş ki, ‘Bana kederli olduğumda sevineceğim, sevinçli olduğumda kederleneceğim bir cümle yaz.’ Sadrazam da şey yazmış işte: ‘Bu vakit geçip gidecek.’ Bu kıssayı ne zaman hatırlasam gerçekliği karşısında dehşete kapılıyorum. Bu vakit geçip gidecek, biliyorum, artık bunu bilmekten de nefret ediyorum Osman.

Bu vakit geçip gidecek muhakkak ama nasıl? Ne yaparak? Ne deneyimleyerek?

Benim en çok sevdiğim tarafıysa tüm çıplaklığıyla insan olmanın hallerini görüyoruz biraz da bu anlatıda. Kendiyle, yaşadığı dünyayla derdi olan bir kadını… İyileşmesinde rol oynayan ilkyardım çantasındaki aletlerden biri olan kendilik sorgulamasını:

Kendimizi sabit, katı, değişmez bir şey sanıyoruz. Kim olduğumuzla ilgili fikirlerimiz ve kararlarımız var. Nelerden korktuğumuzu, neleri istediğimizi, neleri sevdiğimizi, neleri sevmediğimizi belirlemişiz. Bu sınırların dışına çıkarsak yanlış bir şey yapacakmışız gibi hissediyoruz. Kendimize "Ben" adında bir hapishane yapmışız, bir türlü tahliye olamıyoruz Osman."

Kitabın yapısal özelliklerine değinecek olursak, üzerinde öykü diye belirtilmiş ancak aynı anda birçok türü içinde harmanlamış bir anlatı diye düşünebiliriz: öykü, mektup, novella… İçinde Osman’a yazılmış yirmi farklı mektup var, anlatıcının hangi süreçten geçtiğini bizlere gösteren yirmi farklı öykü barındırıyor bu mektuplar. Nasıl geliyorsa içinden öylece yazmış yazar, bu nedenle son derece samimi bir üslup hakim metne. Bölümlerin her biri aslında ayrı ayrı okunmaya müsait, aralarında ise Aylin Balboa’nın bu mektuplardaki bazı detayları temsil eden kendi çizimleri yer alıyor. Tüm bu bağımsız okunabilecek mektuplar bir araya geldiğinde ayrılıkla başlayan ve iyileşmeye doğru uzanan akışı görebildiğimiz, anlatıcı karakterin hayatının bir dönemini okuyucuya yansıtan sağlam bir novella duruyor karşımızda.

Kimi zaman hüzünle, kimi zaman muzip bir tebessümle okuyabileceğiniz Bu Hikaye Senden Uzun Osman’daki son mektup "Gezegenin bir yerlerinde olduğunu bilmek benim için her zaman güzel." diyerek bitiyor ve yazar yine de not düşüyor son satırlarına: Astalavista Osman!

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

13 Eylül 2022 Salı

Hakk'a selîm bir kalp ile varılır

“Sanma ey hâce ki senden zer u sîm isterler
‘Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler.”
- Bağdatlı Ruhî

Şüphesiz dünya hayatının sonu var ancak hayatın sonu yoktur. Müminler bilir ki dünya, ancak bir gurbet yurdudur. Mevlânâ’nın Mesnevî’nin girişinde ney ve kamışlık üzerinden tasvir ettiği gibi insan aslî yurdundan izler taşır ve aslî yurduna ulaşmak için için dert yanar. Buradaki aslî yurt, cennet değil bizzat Hakk’ın kendisidir zira Cenab-ı Hakk. Enbiya suresinde “Biz ona ruhumuzdan üfledik.” buyuruyor. Ayrıca, Cenab-ı Hakk insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratacağını meleklerine bizzat beyan ediyor. İnsan, halifetullah olması itibariyle Allah’ın hoşnut olacağı şekilde hareket etmelidir. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, “İnsanlar size bakıp Müslüman olmaya karar vermiyorsa eksiksiniz demektir.” derken bir anlamda bu helifetullah olma durumuna işaret ediyor. Halifetullah olan insanın üzerinde Allah’ın esması tecelli etmelidir. Allah’ın esmasının tecelli ettiği en yüce insan şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir. (sav) Bu nedenle müminler Peygamber Efendimiz’in hadis ve sünnetlerini rehber edinirler. Peygamber Efendimiz’i (sav) rehber edinmenin yolu ise onun varisleri olan alimleri ve arifleri rehber edinmektir. İşte tasavvuf, insanda Allah’ın esmasının tecelli etmesi için izlenen İslâmî bir terbiye yoludur ve rehbersiz yürünmez. Merhum Hocamız Ömer Tuğrul İnançer son dönemde manevî dünyamızı imar eden önemli şahsiyetlerden biriydi. Hocamızın son kitabı Kalb-i Selîm tasavvufî hayatın önemli kavramlarından kalb-i selîm, benlik, enaniyet, riya, gıybet, haset, ucb vb. hakkında ayet ve hadisler ışığında çeşitli açıklamalar yapıyor ve gündelik hayatın çeşitli açmazlarına İslâmî izahlar getiriyor.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Allah sizin suretlerinize ve şekillerinize, mallarınıza ve mülklerinize bakmaz ama kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyuruyor. Bu hadis üzerinden pek çok çıkarım yapabiliriz. Mümin, dünyaya zengin ya da meşhur olmaya değil Allah’a kul olmaya geldiğini bilir. Ayrıca mümin bilir ki Allah insanların kalplerinden geçenleri bilir. Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine uymaktan gaye onun şekline ve görüntüsüne benzemekten ziyade onun ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Enfâl suresinde, “Oysa sen onların içinde olduğun sürece Allah onlara azap edecek değildi. Onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.” buyruluyor. Peygamber Efendimiz’in (sav) içimizde olması sadece aramızda olması değil, bizzat kalbimizde yer almasıdır, yani onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmamızdır aslolan. Peygamber Efendimiz (sav) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor: “Bilin ki insan vücudunda bir et parçası vardır. O salih olursa bütün beden düzgün çalışır, o bozuksa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir.” İçinde Muhammedî bir ahlâk bulunan kalp elbette salihtir. Aksi taktirde hiçbir kalp salih değildir. Müminler; cömertlik, alçak gönüllülük, hoşgörü, tevazu, iyi niyet gibi aklımıza gelebilecek bütün güzel huyların en güzel örneklerini Efendimiz’de (sav) bulur.

İnsanın kulluk yolculuğunda en büyük engellerinden biri benliktir. “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.” ayetinin sırrına erebilirsek kulluğun esasının benlikten kurtulmak olduğunu da anlarız. Cenâb-ı Hakk Maide suresinde “Müminler birbirlerine karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı izzetli olurlar.” buyuruyor. İsra suresinde de “Yeryüzünde ayaklarınızı yere vura vura, böbürlenerek yürümeyin çünkü ne yeri delebilir ne de boyca dağlara erişebilirsiniz.” buyuruyor. Mümin; “İslâm’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir.” düsturunca hareket eder. Haddini bilmek, nefsine galip gelmekle mümkün olur. Nefsi yenmenin yolunu ise Mevlânâ şöyle açıklıyor: “Nefis yanmakta olan bir ateş gibidir. Sen bu ateşi söndürmek istiyorsan üzerine odun atma.” Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk; zina, içki, kumar gibi günahlara “Yaklaşmayın” diyor. “Yapmayın” demek yerine “Yaklaşmayın” diyor zira nefs, kötülüğü emreder. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, tasavvufun nefs terbiyesi hakkında şunları söylüyor: “Tasavvuf zaten baştan aşağıya hizmet ettirmek ve nefse ağır gelen hizmetleri yaptırmak suretiyle kişinin nefsini evvela törpüler, sonra eğeler, daha sonra cilalar, bir kenara koyar. O nefis terbiyesini geçen kulda ise İlahî tecelliler parıldamaya başlar.

Nefs ve benlikle birlikte düşünülebilecek bir başka kavram da riyadır. İki yüzlülük, samimiyetsizlik, sahtekârlık gibi kavramları da çağrıştırır riya. Olmadığı gibi görünmek, yapmadığı şeyleri yapmış gibi konuşmak… Özellikle yaptığımız iyilikleri, verdiğimiz sadakaları, kıldığımız namazları, tuttuğumuz oruçları vs. insanlar görsün, bize “Ne kadar güzel bir insan” desinler diye yapmak… Ömer Tuğrul İnançer Hocamız bu duruma farklı bir açıdan yaklaşıyor. “Sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmazsa benim çocuğum nereden öğrenecek sadaka vermeyi? Fiilen görmeden, kitapta yazılanlardan öğrenemez.” Müslüman bütün iyilikleri gizli kapaklı yaparsa yeni nesiller bu iyilikleri kimden öğrenecek? Bu nedenle örnek olması bakımından bazı davranışları açıktan yapmakta ziyan yoktur.

İnsan, fıtratı gereği gaflete düşer ve günah işler ancak Allah kulunun tövbe etmesini ister. İnsanı şeytandan ayıran en önemli özellik, hatayı kendinden bilmesidir. Şeytan Allah’a “Beni sen azdırdın” diyerek kibre düşerken Hz. Âdem “Biz nefsimize zulmettik” diyerek hatayı kendinden bilmiştir. Bu nedenle Şeytanın özrü kabul edilmezken Hz. Âdem affedilmiştir. Şeytanın kibre düşmesi, kendisinin ateşten yaratılmasına rağmen Hz. Âdem’in topraktan yaratılmış olması sebebiyledir. Bu durumla peygamberlerin davetini kabul etmeyen insanların tavırları arasında bir benzerlik kuruyor Ömer Tuğrul İnançer Hocamız.

Tasavvufun en fazla eleştirilen yönlerinden biri de mürid ve mürşid arasındaki ilişki. Müridin iradesini mürşidinin eline vermesini kölelik sanıyorlar, mürşide İlahlık atfedildiğini zannediyorlar. Müslümanlar değil herhangi bir şeyhe Hz. Peygamber’e (sav) dahi ilâhlık atfetmemiştir. Şeyhlerin tek rolü yol göstericiliktir. Ehl-i irfan bu durumu kesin bir şekilde şöyle açıklıyor: “Allah, Allahlığını kimseye vermez. Allah Allah’tır, kul da kul.” İnsan, dünyada kayıp bir yolcudur. Nihai hedef ise rıza- yı İlâhî’dir. Mürşid, bu yolculukta müridin elindeki harita gibidir. Her ne kadar haritaya bakarak yol alsa da haritaya varmak için değil menzile varmak için ilerler. Ömer Tuğrul Hoca bu konuda “Bilmiş olmak lazım ki Allah ile aranda ya nefsin vardır ya da adam gibi bir adam vardır.” diyor. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” prensibinin bir başka ifadesi de budur.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Eylül 2022 Pazartesi

Bir aşk üçgeninden geriye kalanlar

Javier Marias son birkaç yıldır benim Nobel Edebiyat Ödülü adaylarımdan biri. Kaleminin sarsıcılığı, metinlerinin psikanalitik kuvvetliliği, kurgudaki başarısı ve karakterlerinin en derinlerine rahatlıkla inebiliyor oluşu onu hem çağdaş İspanyol edebiyatının hem de dünya edebiyatının en çarpıcı kalemlerinden biri yapıyor.

Hiç düşünmeden, duraksamadan diyebilirim ki; Marias çağımızın Proust’u. Javier Marias’ın kaleminin başarısında, roman sanatını çok iyi bilmesinin yanı sıra çevirmenliğinin etkisi de olası. Hardy, Conrad, Nabokov, Faulkner ve Shakespeare gibi isimleri kendi diline kazandıran Marias; Sterne’ün ünlü Tristam Shandy eseriyle de İspanyol Ulusal çeviri ödülünü kazandı. Javier Marias’ın daha önce Berta Isla, Karasevdalılar, Beyaz Kalp, Yarın Savaşta Beni Düşün, Acı Bir Başlangıç Bu, Tüm Ruhlar, Yarınki Yüzün gibi önemli kitapları dilimize kazandırılmıştı. Duygusal Adam isimli eseri de yıllar sonra yeni çevirisiyle, yeniden okuruna kavuştu; Neyyire Gül Işık çevirisi ve Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Bir opera sanatçısının yaşadığı yasak aşkı anlatan roman, Madrid’e giden bir trende başlar. Baş kahramanımız Verdi’nin Otello’sunda Cassio rolünü oynamak üzere bindiği trende üç yabancıyla karşılaşır; bir kadın ve iki erkek. Bu üçlünün arasındaki ilişkiyi merak eden, anlamaya çalışan opera sanatçısı, daha sonra kaldığı lüks otelinde aynı üçlüyle karşılaşıp bir de sohbete başlayınca, hikâyenin gizemi de yavaş yavaş çözülmeye başlar. Hayatı adeta onların hayatıyla yumak haline gelen, iç içe geçen sanatçının hayatı bir anda altüst olur. Bu üçlü, Belçikalı yaşlı bir banker ve aynı zamanda kıskanç bir koca olan Hieronimo Manur; genç karısı Natalia Manur ve de kocası işteyken Natalia’ya yanaşacak erkekleri kovalamakla görevli eşlikçileri Dato’dur. Opera sanatçısı işi gereği şehirleri gezmekte ve gezdiği şehirlerde hep lüks otellerde kalmaktadır. Aynı otelde kaldıkları süre boyunca Manur’un karısı Natalia’ya karşı duyguları yoğunlaşan genç opera sanatçısı, Natalia’nın kocasını yok etme, öldürme isteğiyle dolup taşar. Bu dürtüye mani olmaya çalıştıkça daha da aşka düşer, aşka düştükçe de hatalar yapmaya başlar. Hataları Natalia’nın kocasının dikkatini çeker. Kendisi iş toplantılarındayken karısının oyalanmasına izin verdiğini ama asla daha fazla ileri gidemeyeceklerini sık sık belirten Manur, yine de bu yasak aşka mani olamaz. Opera sanatçısı bu aşkın girdabında kaybolmuştur. Natalia’dan uzaklaşsın diye otel odasına çağırttığı fahişeyle birlikte olamaz ve onu geri göndertir. Tüm bunlar yaşlı banker Manur’un dikkatini çeker ve genç karısını, yaşının dengi olan opera sanatçısına kaptıracağı fikriyle deliye döner. Kitabın bundan sonrasını ve yasak aşkın nasıl sonlanacağını okura bırakalım.

Duygusal Adam'ın anlatı tekniğine gelince, Marias okuruna küçük bir oyun oynar. Hikâyenin yalınlığına ve sıradanlığına rağmen onu çarpıcı hale sokan da bu tekniktir. Yazar hikâyeyi bir gün içinde anlatır. Sanatçı bir gün yatağından kalkar, ancak kahvaltı etmez, zira ona göre “kahvaltı etmeyen kimseler, güne başlamamak isteyen kimselerdir ve hâlâ gece gördüğü düşlerin etkisi ve egemenliği altındalardır. Hikâyelerini uykuda konuşur gibi anlatırlar.” Anlatıcı iki ayrı dünya olduğundan bahseder, biri düş biri uyanıklık dünyasıdır. Hiçbir şey yemeden akşama kadar masa başında oturup bu hikâyeyi anlatır. Hikâyeyse son dört yılı kapsar. Andan geçmişe dönen anlatıcının belleğine güvenip güvenmemek de okura bir tercih gibi sunulur. Acaba bunların hepsi bir düş müdür yoksa anlatıcının belleğine güvenmeli midir? Anlatılan hikâye henüz uykuda olan bir bilincin mi yoksa tekinsiz bir belleğin ürünü müdür? Anlatıcı anlatmaya başladığında “Düşlerimi size anlatayım mı bilmiyorum, çünkü eski zaman düşleri…” der; günün sonunda artık fazlasıyla acıkmıştır, dört yıllık hikâyesini okurun ellerine bıraktıktan sonra şöyle bitirir “Hepsi bu işte,” ve devam eder, “artık bir şeyler yiyeyim.

Javier Marias’ın neredeyse tüm romanlarına hakim olan psikanalitik tahliller, karakter çözümlemeleri, derin psikolojik sorunlar, sanrılara sebep olan nevrotik durumlar burada da baş roldedir. Kahramanın Manur’u öldürmek, onu ortadan kaldırmak ve yok etmek dürtüsü çok baskındır. Benzer bir dürtüyü Karasevdalılar romanında da başkasına aşık olduğu için kocasının ölmesini isteyen bir kadında görürüz. Marias hem kahramanının en karanlık yönlerini anlatmayı ve en hayvani dürtülerini yazmayı sever hem de aynı zamanda onun belleğinin labirentlerinde gezinirken bunu sarmal düzende bir olay örgüsünde okura anlatır. Duygusal Adam da bu sarmal düzende ilerleyen kurgusuyla okurda bir edebiyat zevki bırakacaktır.

Yasak aşkı, başkasına ait olana sahip olma duygusunu, tutkuyu anlatan bu romanda genç ve başarılı bir opera sanatçısının yaşamının dört yıllık kesitini okuyacaksınız. Bu yasak aşkın sonunda ne olduğunu keşfederken aynı zamanda da güçlü bir edebiyat deneyimiyle karşı karşıya kalacak ve çağımızın yaşayan en güçlü kalemlerinden biri olan Marias’ın diğer romanlarını da okumak isteyeceksiniz.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

İnsan kalbi, bir hazinedir

Geçmiş mi gelecekten, gelecek mi geçmişten üstün olan? Kalp mi yoksa akıl mı güçlü olan? Zaman mı yoksa insan mı sır olan? Sahi hangi kelime çözer bu soruları... İskender Pala, bizi uzun bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Kâh geçmiş zamana kâh geleceğin pek de parlak olmadığı zamana. Ama tabii bundan önce yaşananlar var elbette. Bir uçak kazasıyla başlayan olaylar...

Avusturyalı Joseph yani diğer adıyla A-71... Çocukluğu Leopoldsdorf’taki çiftlikte geçen bu genç adamın mazisi mutluluktan ziyade hüzünlerle doludur. Geçirdiği travmalardan dolayı ruhu derin yaralar almış, çok erken yaşta iki yol ayrımına girmiştir. Ya annesinin dinini ya da babasının dinini seçecektir ki, on üç yaşında babasının dinini seçerek Müslüman olur ve adını Yusuf olarak değiştirir. Hayatının geri kalanını ise müzik ve imana adar...

Fakat bir zaman sonra yaşadığı bazı olaylardan ötürü bunalıma girer ve Afrin’e kaçıp giden cihatçı arkadaşının davet mektubunu alır. Suriye’de yaşanan insanlık trajedisini görünce de kalbindeki adalet ve iyilik tutkusunun peşine takılarak cihatçı olmaya karar verir. Bu sıralarda ise Doktor Bay Stoye ile tanışır ve zaman içinde onun verdiği emirleri yerine getirmeye çalışan bir denek olur.

Öyle ki görevlerinden birini yerine getirmek için bindiği uçak, Sina Çölüne düşer ama Yusuf’a hiçbir şey olmaz. Nitekim aldığı zihin atomu sayesinde yedi günlüğüne uçağın en zeki ve dayanıklı insanı olur ama yanında düşen kadın için durum aynı değildir. Zira Cemile ağır yaralar almıştır. Yusuf ise onu kurtarmak için elinden geleni yapar ama bir an öldüğünü düşünerek, mecburen bırakıp gitmek zorunda kalır.

Cebindeki USB’ye bakarak Bay Stoye’nin onu uçsuz bucaksız Sina Çölünden kurtaracağını düşünür fakat günler geçer hiç kimse gelmez. Yusuf ise yavaş yavaş yaşam emarelerini kaybetmeye başlar. Ta ki çöl gülünü bulana dek...

İlk başlarda onu insan gibi algılar ama kocaman bir bitki olduğunu yanına varınca anlar ve susuzluğunu gidermek için çiğ tanelerini dikkatlice emer. Sonralarında ise karşısına Ammar Hoca çıkar ve kitapta esas olarak bu kısımdan sonra başlar...

Zira bir tarafta rahmani düşünceler bir tarafta şeytani akıllar olur... Rahmani düşüncede olanlar tasavvuf çatısı altında toplanırken, şeytani akıllar evanjelik, dijital ağların ve Tanrıcılık oynamak isteyenlerin çatısı altında toplanır. Birinin amacı insanlara doğruyu göstermek diğerinin amacı ise insanları teknolojiyle birlikte robotlaştırıp amaçları için kullanmak. Fakat sadece bu söylediklerimle de kalmıyor daha birçok şeyler var. Örneğin; Hz. İsa’nın gelmesi için hazırlanan planlar, Suriyeli kimsesiz çocukların denek olması, insanların genleriyle oynanarak Lgbt’nin çoğaltılması, gıdaları bozmak, solucan deliklerini birbirine bağlamaya çalışarak zaman yolculuğu yapmak ve tabii metaverse evrenini kullanarak insanları ele geçirmek. Hepsi ama hepsi tek bir projenin gerçekleşmesi için atılan adımlardan biri ve Yusuf ise bu karmaşanın arasında kalan tek bir adam...

Bir gün Cemile ile tekrar karşılaşır ve ikisi soluk soluğa bir kaçışın içinde bulurlar kendilerini fakat tam bu sırada Yusuf, kalbine yoğunlaşarak zamanda yolculuk yapar. Kendini 1683 yılında, Viyana Kuşatması içinde bulur. Orada belli bir zaman kalır. Hatta Cemile’nin aynısı olan Chamyle adında bir Slav kız ile tanışır ve onunla evlenerek bir oğlu ve bir de kızı olur ama aklında hep geçmişi vardır ve bir gün tekrar dönme ihtimali...

Gelgelelim günler geçerken Yusuf, kendini yeniden bir zaman yolculuğu içinde bulur ve bu sefer gözlerini farklı bir zamana açar yani 2071 yılına. Bu yıl oldukça farklı bir yıldır. Öyle ki her şey adeta ruhunu kaybetmiş ve ikiye bölünmüş gibidir.

Şeytani akıllar bir bölge kurmuşken diğer tarafta tek bir Allah’a inancı olanlar da bölge kurmuştur. Yani Siyon ve Babil olmak üzere. Yusuf ilk başta kendini Siyon bölgesinde bulur. Sahte cennet. Burada apaçık yapılan sapkınlıklara şahit olur. İlk önce kaçmak ister ama aklına gelen bir fikir ile onların dediklerini mecburen yapmayı kabul eder ve karşısına yine Cemile’nin aynısı olan bir kadın çıkar. Bu sefer Siyon'un başında olan Juda’nın kızı Camilla olarak.

Ne var ki kalbi bu zamanda da onu tekrar isteyerek bir evlilik yapar ve bir oğlu daha olur. Fakat zaman geçtikçe Camilla, Yusuf’a kaçmasını söyler. Yusuf da karısını ve oğluna alarak Babil'e kaçar. Orada iyi ve inançlı insanların olduğunu görünce sevinç içinde kalır. Tam “mavi gökler görüyorum, ve de beyaz bulutlar aydınlık kutsanmış gün...” derken kader bir kere daha aynı şeyi ona yaşatarak, kendini 2023 yılında bulur. Bundan sonra yaşadıkları ise acı ve hüzün ile gözler önüne serilir.

Nitekim Yusuf için her şey geri dönülmez bir noktaya varmıştır. Gerçeklik artık onun çok uzağındadır. Üstelik onu hayata bağlayacak yegâne aşkını da sükut-u hayal ile kaybetmiştir. Ve yapması gereken son bir tercih kalmıştır.

Kitap, günümüz sorunlarına ışık tutarken bir insanın kalbinin ne kadar mühim olduğunu ve onunla neler başarabileceğinin sırrını da veriyor. Ve okudukça şunu çok daha iyi anladım ki şeytani akıl, bu yüzden ilk önce insanın kalbine saldırıyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki bozulmamış bir kalbin karşısında hiç kimse zafer kazanamaz. Ancak kimyası bozulmuş bir kalbin karşısında zafer kazanılabilir.

Mutlaka okunması gereken kitaplardan biri olduğunu söyleyerek, iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Allah’ım bana sükunet ver. Hem bedenen, hem kalben..."

"Alfabe kalptedir ve bütün yazılar kalpten başlar, yine kalpte biter."

"İnsan kalbi, evladım, bir hazinedir. Ruhun hazineye ulaşmasını sağlayacak rehber akıldır. Ruhu hazineden mahrum etmek isteyen nefis ise bir düşmandır."

"Acaba dünyada insanların birbirini öldürmedikleri, cedelleşmedikleri bir zaman var mıydı? Gülümsemek o kadar mı zor, barışmak o kadar mı imkânsızdı?"

"Dijital gözlüklerini takıp sanal dünyalarda heyecan arayan, kalbiyle hissetmek yerine dokunma hissini kopyalayıp tatmin olan, suretini veya ruhunu hayali tatillerde eğlendirirken hastalıklı varlığını ve yaşlı bedenini yatakta avutmaya çalışan insanlar dünyayı değiştirebilir mi sence?"

"Zaman hem dost, hem düşmandı. Hem mazlum, hem zalim. Aktıkça köpüren bir nehir, durdukça kuduran bir şehir... Özlem ve sevdanın tuzağı. İyi ile kötünün, iyilik ile kötülüğün yolunu ayıran bir despot. Bazen rahmette zahmet, bazen zahmette rahmet... Hayırda şer, şerde hayır..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

9 Eylül 2022 Cuma

Âşıklar muhabbet kanadının altında toplanır

'Sadece akıl' olmaz, 'sadece gönül' olmaz; 'sadece kalp' olmaz. Allah hiçbir şeyi 'sadece' yaratmamıştır.

İnsanoğlu, yaradılışı gereği güzel olana meyyaldir. Güzel bir ses, güzel bir yüz, güzel bir koku vs. insana kendini iyi hissettirir. İnsandaki bu güzele meyyal olma durumu insanın “En Güzel”den geliyor oluşunun bir göstergesidir. “Her şey aslına rücu eder.” sözünün insandaki tezahürüdür bu. Mademki “En Güzel”den geldik ve mademki halifetullahız; bize yakışan, yeryüzünde Allah’ın boyasıyla boyanmak ve sünnetullaha uygun hareket etmektir. Peki, bu nasıl mümkün olacak? Bu sorunun cevabını Cenab-ı Hakk yüce kitabında, Ahzab suresi 21. ayette şöyle veriyor: “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah´a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah´ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.

Yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu idrak ederek yaşamak isteyen kişi, kendine Peygamber Efendimiz’i (sav) örnek almalıdır zira Efendimiz (sav) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur. Vefat etmiş birinden alacağımız varsa veya aynı kişiye borcumuz varsa onun varisleriyle görüşür ve onlarla ödeşiriz. Aynı şekilde Peygamber Efendimizin (sav) güzel ahlâkından nasibimizi almak ve O’na olan sevgimizi göstermek için de O’nun varislerine, yani âlimlere ve ariflere müracaat etmeliyiz. Bir arifin sohbetinden nasiplenmek insana “En Güzel”den kokular koklatır. Geçtiğimiz günlerde dünya sürgününü tamamlayan Ömer Tuğrul İnançer de kitapları, televizyon programları ve çeşitli etkinlikleri vasıtasıyla gönül dünyamızı mamur eden mümtaz şahsiyetlerden biriydi. Bu yazıda merhum hocamızın Gönül Sohbetleri adlı kitabına dair konuşmaya gayret edeceğiz. Kitabın ilk bölümü, akıl ve gönül arasındaki ilişkiye ayrılmış. Tasavvufa dair yapılan eleştirilerin birleştiği noktalardan biri de “akılla izah edilemeyen uygulamalar ve söylemler barındırıyor olması”dır. Düşünmek her ne kadar akılla gerçekleştiriliyor gibi görünse de bilmek sadece aklın yapabileceği bir iş değildir. Cenab-ı Hakk “Kalpleri vardır, onunla düşünmezler” derken kalbî bir düşünmeden, kalbî bir bilgiden bahsediyor. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız da kulun bir kuş misali iki kanatlı olması gerektiğini vurgulayarak “Mükellefiyet ve muhabbet kanatları beraber çırpılırsa uçup bir yerlere varabilir insan; tek kanatla bir yere gidilmez.” diyor. Buradaki mükellefiyet kanadı akılla temsil edilen ibadetlerdir. Muhabbet kanadı ise aşktır. Ne sadece akıl yani sadece ibadetler ne de sadece muhabbet yani aşk insanı gerçek manada oldurur.

Peki, nasıl bir denge kurulmalıdır? Bu sorunun cevabını verebilmek için aklın ve aşkın sınırları bilinmelidir. Mevlânâ akılla ilgili “Aşkın şerhinde akıl çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı.” diyor. Ömer Tuğrul İnançer de akıl ve muhabbet ilişkisini uçağın seyrine benzeterek anlatıyor. Pistte harekete başlayan bir uçak tekerlekleri üzerinde yürür ve belli bir menzile kadar da gider ama uçmaya başlayabilmesi için tekerleklerin kapanması ve uçağın kendini gökyüzüne bırakması gerekir. Bu noktada dikkat edilirse uçak tekerleklerini pistte bırakmaz, gövdesinin içine alır. İnsan; namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle belli bir noktaya geldiğinde artık bu ibadetlerin onu havalandırmaya yetmediğini anlar ve muhabbet kanadıyla kendini aşkın gökyüzüne bırakır. Burada da insan mükellefiyetleri bırakmaz yani namazı, orucu vs. kesinlikle terk etmez, sadece uçağın tekerleklerini gövdesine saklaması gibi ibadetlerini saklar. Bende nasılsa aşk var ibadetlere gerek yok demez. Nasıl ki bir uçak sonsuza dek havada kalamaz, vakti geldiğinde piste iner ve tekerleklere ihtiyaç duyarsa insan da muhabbet kanadıyla açıldığı aşk semalarından mükellefiyet pistine iniş yapıp ibadetler aracılığıyla yakıt ikmalini yapmak zorundadır. Bu dengeye muhakkak dikkat edilmelidir.

Peygamber Efendimizde bizim için çok güzel örnekler bulunduğunu Cenab-ı Hakk müjdeliyor. Peki, O’ndaki bu örnekleri fark etmek nasıl mümkün olacak? Bunun için evvela O’nu sevmeliyiz. O’nu sevmenin yolunu ise Ömer Tuğrul İnançer Hocamız şu şekilde açıklıyor: “Tanımak akılla olur, tanıdığın zaman zaten sevmeye mecbur ve mahkûm olursun. Resulullah’ı tanıyıp da sevmeyene rastlamadım.” Evet, O’nu tanıyabilirsek severiz ve seversek O’na tâbî oluruz. Hocamız Peygamber Efendimizi (sav) tanımak konusunda Hz. Ebû Bekir ve Ebû Cehil üzerinden şöyle bir karşılaştırmalı örnek veriyor ve bu örnek tanımanın akıldan ziyade gönülle mümkün olduğunu izah etmesi bakımından oldukça önemli: “O’nu en iyi tanıyanlardan biri Hz. Ebû Bekir oldu. Ama cismini gördüğü, sesini duyduğu halde O’nu yalnızca Abdullah’ın yetimi olarak gören de Ebû Cehil oldu. Ebû cehillerin de Ebû Bekirlerin de varisleri dünyada tükenmez.” Demek ki siyer kitaplarından Peygamber Efendimizin (sav) kronolojik hayatını öğrenmekle O’nu gerçekten tanımış olmuyoruz. “İslam, güzel ahlâktır.” hadis-i Şerifini “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hadis-i Şerifiyle birlikte düşündüğümüzde Peygamber Efendimizin (sav) yaşayan Kur’an olduğunu anlarız ki Hz. Aişe Validemiz (ra) kendisine Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkını soranlara “Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an'dı” buyururken bu gerçeği ifade etmiştir. Tasavvuf, kâinatın yaratılış sırrının Aşk olduğu gerçeğinden hareketle insanın İlahî aşka kavuşması için Muhammedî ahlâkı rehber edinen İslâmî terbiye yoludur. Bu yol elbette O’nun varisleri hükmünde bulunan Allah dostlarının rehberliğinde yürünebilir.

Hocamızın işaret ettiği hususlardan bir diğeri de haddini bilmek meselesi. “İslâm’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir.” düsturundan hareketle kulun kendini tanıması ve hem Rabbiyle hem diğer mahlûkla arasındaki ilişkiyi doğru düzenlemesi gerektiğini vurguluyor. Hz. Mevlânâ’nın “Bir çobanı bile dinle. Hiçbir şey bilmiyorsa bile senden iyi koyun gütmesini biliyordur.” sözünü referans alarak kulun ilmi, malı ya da makamı yüzünden kibre kapılmasının yanlışlığından bahsediyor. Özellikle ibadet ehlinin dikkat etmesi gereken bir benlik türüne de işaret ediyor hocamız: “‘Yapamıyorum’un acısını yaşamak, ‘Aferin bana, yapıyorum’dan makbuldür. Çünkü ‘Aferin, ben yapıyorum’ olmaz; ‘Rabbime şükürler olsun ki’ derse doğru olur.”. Kulu cennete koyacak olan ibadetleri değil, Allah’ın rahmetidir. İbadetlerini beğenen ve “Ne kadar güzel namaz kılıyorum, ne güzel oruç tutuyorum, ne iyi bir insanım, Allah beni cennetine koyar elbet!” gibi düşünceler kulun ibadetlerini bir pazarlık aracı olarak kullandığını gösterir ki pazarlıkta eşitlik ve adalet esastır. Allah adaletiyle muamele ederse hangimiz cennet yüzü görebiliriz ki. Ancak kul; Allah’ın rahmetini umarak, ibadetleri bir kulluk vazifesi sayar ve ibadetlerin ötesinde aşkla O’nu zikrederse “Onlara Rableri katından bir selâm vardır.” ayetinin sırrına erebilir.

Ez sohbet-i dervişân bûy-i Muhammed âmed.” diyor bir nefesinde Muzaffer Ozak. “Dervişlerin (aşıkların) sohbetinden Muhammed (sav) kokusu gelir.” Peki, her sohbetten gelir mi bu koku? Elbette ehlinin ehline ettiği sohbettir kastedilen. Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın şu sözleri sohbet konusunda dikkat edilmesi gereken önemli bir hususa işaret ediyor: ehliyet. Bakın ne diyor hocamız: “Taşmadan, kapı çevirerek döktüğümde dibindeki tortuyla dökülür. İşte, cahillerin konuşmaları böyledir. Tortudur.” İçinde Allah’ın zikredildiği meclis elbette Allah’ın rahmetiyle dolar ama kul; işin teferruatını öğrenmeden, yani bardağını tam olarak doldurmadan hüküm verircesine konuşursa dinleyenlerin aklını bulandırır. “Emaneti ehline veriniz.” ayetinin gereğince sohbette sözü ehil olan söylemeli, diğerleri dinlemelidir. Merak edilenler ise sonradan araştırılmalı ya da usulünce sorulmalıdır. Sohbette esas olan dinlemektir.

Hocamızın sohbetlerde değindiği bir diğer mesele ise kulun kötülükleri kendinden bilmesi ve isyan etmemesidir. Hz. Adem’in affedilmesine rağmen şeytanın affedilmemiş olmasını şu şekilde açıklıyor hocamız: “Âdem’le şeytanı ayıran en önemli unsur, Hz. Âdem’im o zellesinden dolayı kabahati kendi üstüne alıp: ‘Ya Rabbi ben nefsime zulmettim, beni affet, Sen bize merhamet et.’ demesi, şeytanın ise ‘Beni sen azdırdın’ diye isyan etmesidir.”. Burada insanların aklına “Allah isteseydi şeytan secde etmez miydi ya da Allah isteseydi Hz. Adem’i yasak ağaçtan uzak tutamaz mıydı?” gibi sorular geliyor. Bu noktada idrakten kaçan şey cüz’i irade. Elbette Allah’ın dilemediği hiçbir şey olmaz ama murâd-ı İlâhî’yi sorgulamak kula düşmez. Dünya hayatında da pek çok olayla ilgili Allah’ın kudreti göz ardı edilir. İnsanlar yaptıklarını kendinden bilmeye başlarlar. “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.” ayetinin iyi okunması gerekir. Hocamızın şu sözleri insanın ve kâinatın işleyişindeki İlâhî dengeyi ifade etmesi bakımından çok önemli: “İnsanın da kâinatın da kumandası Allah’ın elindedir. Bazen otomatiğe bağlar.” Biz fark etmesek de bütün işleyiş Allah’ın kontrolündedir.

Bütün bunları söyledikten sonra yazıyı yine hocamızın bir sözüyle bitirelim. İnanmak, gönül işidir. İmanına delil aramak deliliktir. Bu sohbetlerin de faydasına inananlar elbet istifade eder. İnanmayana ne söylenecek ne de yapılacak bir şey vardır. Bakın ne diyor hocamız: “İnansan ne olur, inanmasan ne olur? Köre renk, sağıra ahenk olmaz. Bu kadar basit.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

8 Eylül 2022 Perşembe

Acıdan kaçanın hikâyesi olmaz

Keyifle gülümsüyoruz, neşeyle yemek yiyoruz, çılgınca dans ediyoruz, ölesiye geziyoruz, konforlu tatiller yapıyoruz, lüks araçlar kullanıyoruz ve tüm bunları muhakkak gösteriyoruz. Üstelik yalnız de değiliz asla, fotoğraflarda her ne kadar yalnız olsak da. Kalabalık bir çevremiz var. Seviliyoruz, koruyup kollanıyoruz, etrafımıza sözümüzü geçiriyoruz. Herkes bize özeniyor, bizi hayatında bambaşka bir yere koyuyor, gıpta ediyor, çoğu zaman da vay be ne kadar mutlu diyor. Vay be, hasta bile olmuyor. Ölmez bile bu.

Sahiden öyle mi? Sahi kelimesi bile ne kadar basit kalıyor artık. Gerçekten öyle mi? Hakikaten öyle mi? Acınız, derdiniz, yasınız olmuyor mu hiç? Yardıma ihtiyaç duyduğunuz anlarda ne hissediyorsunuz peki? Yeni takipler ve like’lar bir nebze hafifletiyor mu sıkıntılarınızı? Mümkün değil. Aslında yakarmak, imdat diye bağırmak istiyorsunuz. Ama ayıp. Çünkü size ta çocukluktan itibaren asla başkalarına hastayım, güçsüzüm, işsizim deme diye öğütlendi. Sonra günler geçti, seneler devrildi, pandemi diye bir şey oldu. Tıpkı savaşlardaki gibi ölü sayıları yansıdı ekranlara. Her gün takip ettik. Vay be dedik, bugün de bin kişi ölmüş. Biraz daha kolonya, biraz daha temiz maske. Ölüm ve acı bize çarpmamalı, başka kime ne olursa olsun.

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın pek çok kitabı dilimize kazandırılıyor. Bunlardan biri de Haziran 2022’de Metis Kitap tarafından Haluk Barışcan çevirisiyle okurlara sunulan Palyatif Toplum: Günümüzde Acı. Han, kitabına algofobi kavramını irdeleyerek başlıyor. İnsanların acıdan korkar hâle gelmesinin sebeplerini yorumlarken siyasetten psikolojiye geçişler yapıyor, sağlık sisteminden dem vurup kişisel gelişime dokunduruyor: “Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim. Acı yaratacak her durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır artık. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. Alternatifsizlik siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak orta yol palyatif bir etki gösterir.

Palyatif ne anlama geliyor? Grip olduğumuzda eczaneye gidip aldığımız ilaçları hatırlayalım. Semptomlar hafifliyor ama tam manasıyla bir tedavi mümkün olmuyor. İşte günümüzde de pek çok şeyin üzerini örtmekle meşgul olduğumuza değiniyor Han. Üstelik buna giderek daha çok alışıyoruz. Sosyal medya, televizyon, gazeteler ve dergiler; hiç öyle “farkında olmadan” diyerek kaçmayalım, bizi uyuşturuyor. Bunun farkındayız. Büyük sıkıntı, uyuşmaktan memnun olmamız. Oysa filozofların da mutasavvıfların da birleştiği noktalardan biri insanların acılarından dersler çıkarmasıdır. Acılar hem uyarır hem de uyandırır. Acısı olmayanın anlatacak hikâyesi olmaz.

Acının hakikatini, Kemal Varol’un dizeleriyle yeniden hatırlatıp yazımı sonlandırmak isterim: “Acı geçiyor / acı geçiyor / acı elbette geçiyor / acı çekmiş olmak geçmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Eylül 2022 Çarşamba

Sadece hissettiğine gerçekten güvenebilirsin

Çocuk edebiyatı yazarı olan Anna Mary Sewell İngiltere'nin Norfolk Bölgesi'ndeki Great Yarmouth'da Religious Society of Friends mezhebine bağlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Basılı olan tek eseri Siyah İnci’yi, 1871 yılından 1877 yılına kadar, Norfolk’ta Norwich şehri yakınlarındaki Old Catton’a taşındıktan sonra kaleme almıştır. Ayrıca eser, atlarla çalışanlar içinde yazılmıştır. Bu sebeple Anna Mary Sewell, romanını “atların refahı ile aynı zamanda şefkat, sevgi ve saygının insan tedavisindeki önemi” diye açıklamıştır.

Eseri okumadan önce “Black Beauty” filmini izlemiştim ve konu olarak çok beğenmiştim. Zira her şey bir atın bakış açısıyla anlatılıyordu yani Siyah İnci’nin gözüyle. Onun insanlarla olan dostluğu ve bağı o kadar güzeldi ki, yüzyıllardan beri atların neden insanlara daha yakın ve yaren olduğunu çok iyi anlamıştım.

Fakat kitabı okuduktan sonra filmle aynı olmadığını öğrendim. Nitekim kitap, filme daha başka uyarlanmış. Örneğin; filmde Joe kız karakterinde iken kitapta erkek karakterinde. Ayrıca Siyah İnci’nin başından geçen olaylar ise çok başka...

Öyle ki kitap, insanların hayvanlara nasıl muamele ettiğine dair çok ince mesajlar veriyor. Bunu ise en çok din üzerinden yapıyor. İncil’den örnekler vererek. Bu yönden romanda geçen “Londra’da Bir Kira Arabası Atı” bölümünü çok sevdim. Jerry ve ailesi o kadar iyiler ki, Siyah İnci’ye her zaman ince davranır ve ona asla eziyet çektirmezler. Nitekim Jerry bu konuda çok hassastır. Çevresindeki insanlara da hassas olmalarını öğütler. Atlara kötü davranmamaları için sürekli uyarılarda bulunur. Tabii bunun yanı sıra çok da yardım sever, inançlı, dürüst bir kişidir. Kim ondan bir istekte bulunsa yağmur demeden kar demeden koşup yardım eder ve kimseyi zor durumda bırakmaz. Aynı zamanda haksızlığın karşısında da dimdik durur.

Fakat geçen günlerin ardından bu güzel ve iyi kalpli insanların başında kara bulutlar dolaşmaya başlar. Jerry, soğuk havaların nedeniyle ağır bir hastalık geçirir ve bundan sonra işini yapamaz hâle gelir. Siyah İnci ise bir başkasına satılır. Yaşadığı onca güzel günlerin ardından merhamet yoksunu insanların eline düşer. Acımasızca gece gündüz çalıştırılır. Bir gün bile dinlenmesine izin verilmez.

Oysa Jerry’nin yanındayken pazar günleri dinlenir ve yediği güzel yemeklerle rahat ederdi fakat o günler Siyah İnci için çok gerilerde kalmıştır. Zira bazı insanların ne kadar kötü bir kalbe sahip olduğunu acı da olsa öğrenmiştir. Gözlerindeki o hırsı, bencilliği görmüştür. Gerçi bunu çok önceleri arkadaşı tarafından da biliyordu ama dinlemek, yaşamak kadar tecrübe vermiyor maalesef...

Arkadaş demişken biraz da Zencefil’den bahsetmek isterim. Zencefil, güzel mi güzel kestane renginde olan atlardan biridir fakat bunun yanısıra çok hırçın ve öfkelidir de. Öyle ki yanına gelen insanları dahi ısırır. Bir gün Siyah İnci, buna şahit olunca, ona bunu neden yaptığını sorar ve Zencefil’de başından geçen tüm olayları anlatır. En nihayetinde Siyah İnci çok üzülerek arkadaşına hak verir ve geçen günlerin ardından iki sıkı dost olurlar. Fakat bir zaman sonra yolları ayrılmak zorunda kalır. Siyah İnci başka bir yere Zencefil başka bir yere gider ama kader bu ya tekrar hiç bilmedikleri bir yerde karşılaşırlar ve iki dost hasret giderirler. Ancak Zencefil’in durumu bu sefer iyi değildir. Sahibinden gördüğü kötü muameleler yüzünden artık ölmek istediğini söyler. Siyah İnci, bu sözlerin ardından çok üzülür ve arkadaşını rahatlatacak tek kelime dahi edemeden yanından ayrılmak zorunda kalır. Ve bir gün dostunu ölmüş olarak görür. Bir yanı kötü insanlardan kurtulduğu için sevinir ama bir yanı da dost acısıyla kıvranır.

İşte kitabın bu kısmı ve filmde de yer alan bu sahne gönlüme öyle hüzün vermişti ki yaşadığım o duyguyu ifade etmem gerçekten bana çok zor gelir. Belki okuyanlar ya da okuyacak olanlar anlayabilir.

Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki: ister at olsun ister başka bir hayvan eğer vahşi ve saldırgansa bunun tek nedeni gördüğü eziyetten ve sevgisizliktendir. Zira yaratılan her şey sevgiyle var olmak, merhametle muamele görmek ve iyilikle yaralarının sarılmasını ister. Belki de başının sadece okşanmasını... Hem siz de bilirsiniz ki şefkatle uzanmış her eli kabul ederler hayvanlar. Çünkü biz insanlardan daha kuvvetli hissederler sevgi dolu bir kalbi ve bağlanmaları daha safi, çabuk olur. Ama bir ömür boyu da sevgileri sürüp gider.

Kitabın sonlarına doğru ise Siyah İnci, dostu Joe’ya kavuşarak günlerini sıcak yuvasında geçirmeye devam eder. Artık bir daha ne kimseye satılacak ne de zorluklar çekecektir. Tıpkı Jerry’nin yanında olduğu gibi rahat ve mutlu olacaktır.

Son cümle olarak merhametli ve iyi niyetli olmanın yüceliğini anlatan, öğütler veren ayrıca kötü bir kalbe sahip olan insanların da vahametini gözler önüne seren bu kıymetli eseri okumanızı tavsiye ederek, iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Oysa komşularını seven, insanlara ve hayvanlara şefkat gösteren insanları gördüğünüzde, bunun Tanrı’nın işareti olduğunu bilebilirsiniz, çünkü ‘Tanrı sevgidir’".

"Tanrı’nın hiçbir yaratığına eziyet etmeye hakkımız yok. Hayvanlara dilsiz diyoruz, doğru dilsizler, neler hissettiklerini söylemiyorlar; fakat konuşmamaları daha az acı çektikleri anlamına gelmiyor."

"İnsanlar sadece gözünle gördüğüne gerçekten güvenebilirsin derler; fakat bence sadece hissettiğine gerçekten güvenebilirsin."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

5 Eylül 2022 Pazartesi

Gönül gözünü açan sohbetler

"Gönlü mamur eden en hakikatli şey sohbettir.
Sohbet varsa gidilecek yollar, açılacak kapılar,
karşılaşılacak hayırlar, tanışılacak iyiler vardır."
- Yağız Gönüler

Tasavvufa dair pek çok tanım yapılmakla beraber bu tanımların ekserisi nefs terbiyesine dayanır. Nefs, azılı bir hayduttur adeta ama tasavvuf bu haydutu hapsetmek yerine terbiye etmeyi esas alır çünkü hapsedilmiş ama ıslah edilmemiş bir nefs insana aşkın lezzetini tattırmaz. Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın da buyurduğu üzere insan biri mükellefiyet diğeri muhabbet olmak üzere iki kanatla uçan kuşa benzer ve akıl sayesinde mükellefiyet kanadı çalışırken gönül sayesinde de muhabbet kanadı çalışır. Kısacası tasavvuf aklın devre dışı kaldığı bir gönül coşkunluğunu kabul etmediği gibi gönlü devre dışı bırakan bir akılcılığı da doğru bulmaz. Nefs ve akıl bir yere kadar birlikte gider ama gönül aşka kanat çırpmaya başladığında akıl yetersiz kalırken nefs insanı kendi bataklığına çeker. İşte bu noktada nefsi dizginleyecek olan şey sohbettir.

İnsan fıtratı gereği güzel olana meyyaldir çünkü insan, ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmeyi sevdim, mahlûkatı yarattım.” kutsî hadisinin sırrı insanın Allah’ı bilmek üzere yaratılmış olmasıdır. Kul, ibadetleri aracılığıyla nefsinin dizginlerini eline alır ancak burada kalırsa nefs atı, gemi azıya alır ve kul ziyan edenlerden olur. İbadet etmeden olmaz ama sadece ibadetlerle de olmaz. “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillah” ayeti Mü’minleri, “Allah’ı şiddetle severler” şeklinde tanımlıyor. Hiç şüphesiz kulun Allah’a duyduğu aşk, Allah’ın kuluna olan muhabbetindendir. İnsanın kime ya da neye âşık olursa olsun esas olan ondaki aşıklık istidadıdır. Bu istidadı insana verense Cenab-ı Hakk’tır. Fuzûlî ne güzel söylüyor: “Aşk imiş her ne var alemde / ilm bir kıyl u kâl imiş ancak”. Yunus Emre de dünyada aslolanın aşk olduğunu şu veciz dizeyle ifade ediyor: “Aşk gelecek cümle eksikler biter” Aşk, aklın aciz kaldığı bir er meydanıdır. Bu meydanda gönül sahipleri söz söyleyebilir ancak. Ehl-i dil olmayana aşk, aptallıktır. İnsanın cehaletine de aşkı aptallık zannetmesindedir. “Biz bu emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler.” ayetinde işaret edilen emanet, aşktır ve yalnızca aklıyla hareket edip gönlü hakir görenler İblis misali hor bakarlar Âdemmeşrep olanlara.

Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın Ramazan Ayı boyunca Prof Dr. Kenan Gürsoy Hocamızla yaptıkları Gönül Gözü programında; Ramazan, aşk, hoşgörü, tevhid, gençlik, edep, gelenek, ahlâk gibi birçok konuda gönlümüze işleyen sohbetlerini Sufi Kitap, adlı adla kitaplaştırmış. Kitabın ilk bölümünde Sadık Yalsızuçanlar Hocamızın sunuş mahiyetindeki yazısında bu sohbetlerin içeriği hakkında şunları okuyoruz: “Ömer Tuğrul İnançer ile Kenan Gürsoy’un bu canım sohbetleri bizi Hakk’ın âlemi kuşatmış, âlemin bütün zerrelerine sirâyet etmiş oluşu hakîkatiyle doldurur ve bizi onların kelimelerine kulak verirken çoklukta birliğin güzelim resmini seyrederiz.” Sözler dilden dökülse de esas kaynağı gönüldür. Gönül bir deniz misali içinde ne varsa dil dalgasıyla sahile vurur. Bizler de kıymetli hocalarımızın gönül denizlerindeki sayısız inciden payımıza düşenleri temaşa etmeye gayret ettik. Kenan Gürsoy’un medeniyetimiz hakkında söylediği, “… bizim medeniyetimiz âdeta bir gönül medeniyeti. Gönülle yaşanan, gönülle kavranan, gönülle götürülen, gönülle kucaklanan bir medeniyet.” sözleri, geleneğimiz içinde gönle verilen değeri ifade etmesi bakımından oldukça önemli. Yine bir başka sohbette Kenan Gürsoy, “… gelenek, gelenek olduğu için değil; manayı, hakîkati kendinde ifade ettiği ve sembolleştirdiği için önemlidir.” geleneğin anlam kazanması için içinde muhabbet barındırması gerektiğini ifade ediyor.

Edep bahsinde Ömer Tuğrul İnançer şunları söylüyor: “Kudretullah devreye girmeyip Âdem serbest kaldığında oradaki hatayı kendine yüklediği için insan oldu. İblis, hatayı kendine yüklemeyip ‘Beni sen azdırdın’ diye mabuduna, Halık’ına, Rabb’ine kafa tuttuğu için şeytan oldu, rahmetten kovuldu. İşte insanla şeytanı ayıran en önemli unsur da edep.” Bu örnekten de anlıyoruz ki insanı şeytandan ayıran en önemli vasıf aczini ve zulmünü idrak etmesidir ve tövbe etmesidir. "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Hadisini, bu örnek üzerinde tekrar düşünmeliyiz. İnsanın dünyaya geliş sebebine dair de şunları söylüyor Ömer Tuğrul İnançer: “Biz dünyaya avunmaya gelmedik değil mi hocam? Sadece iyi vakit geçirmeye gelmedik, bir vazifemiz var: geldiğimiz yeri düşünmek, gideceğimiz yere göre davranmak ve bu zaman içinde avunmadan vakit geçirmek, zamanı da israf etmemek…” Tasavvuf, insanın bu dünyada bir imtihan sürecinde olduğu ve kendini bu dünyanın debdebesine kaptırmaması gerektiği gerçeğinden hareket ederek “Ölmeden önce ölmek” düsturuyla hareket etmeyi esas alır. Motorlu araçların yakıtı benzin ise aşıkların yakıtı sohbettir. Hiç şüphe yok ki Allah kuluna kulundan tecelli eder. İşte sohbetin sırrı, İnsan-ı kâmil’den tecelli edecek olan Hakk’ın zwvkini tatmaktır.

Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, pek çok televizyon programında, konferanslarda, kitaplarında Aşk’ı ve muhabbeti temel alan bir prensiple, Allah’tan korkmak yerine Allah’ı sevmeyi önceleyen bir eğitim metoduyla, gönüllerimize İlahî sırlar fısıldadı. Hakk’a vuslat haberini aldığımızda kendisini tanımakta ne kadar geç kaldığımızı ve kendisinden ne kadar az istifade etmiş olduğumuzu bir kez daha idrak ettik. Büyük bir Peygamber aşığıydı. Peygamber aşığı Mevlânâ’ya da aşıktı. Kâinatın mayasının aşk olduğunu bildi ve gönüllerimizi aşkla mayalamak için bir ömür harcadı. Cenâb-ı Hakk, Cennetinde Cemaliyle müşerref kılsın…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

2 Eylül 2022 Cuma

Tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir

Yaz mevsiminin kendine mahsus bir okuma ritmi var. Kimileri roman, kimileri de felsefe okumak için yazı bekleyebilir. Yaz mevsimi özellikle dönem ve portre okumaları yapmayı sevenler için de beklenen bir mevsimdir. Aşırı sıcak, nem ve kalabalık, kafayı yormaktansa gönlü o diyardan öbür diyara gezdirecek kitaplara yönelme imkânı sunabilir. Bu sebeple anı, hatıra ve gezi kitapları okuyanlar da boldur yaz günlerinde. Bendeniz, mayıs ayı biter bitmez bir okuma planı yaparak özellikle portre kitaplarından oluşan bir liste çıkardım önüme. Hayatın sürprizlerini unutmadan elbette. Hiç olmadık zamanda bir şey patlayabiliyor ve okuma planınız değişebiliyor, çok şükür şimdilik değişmedi. Ahmed Güner Sayar, Ahmed Yüksel Özemre, Haluk Dursun, S. Burhanettin Kapusuzoğlu ile süren pek zevkli okumalarım, Alparslan Babaoğlu’nun hocası Mustafa Düzgünman’ı anlattığı kitabıyla zirveye ulaştı. Ömrümde hiçbir yaz bu kadar verimli bir okuma temposuyla geçmemişti. Bu vesileyle ismi geçen büyüklerimizden yaşayanlara afiyet, göçenlere rahmet niyaz ederim.

Albaraka Yayınları tarafından Aralık 2020’de son derece titiz bir baskıyla sunulan Hocam Mustafa Düzgünman (1920-1990), günümüzde hasret duyulan pek çok meseleyi yeniden hatırlatıyor. Alparslan Babaoğlu hocasını yâd ederken bizlere ebru sanatının inceliklerini, hoca-talebe ilişkisinin kritik evrelerini, dönemin imkânlarını ve sıkıntılarını, günümüzde tekne başında fotoğraf çektiren hemen herkesin kendini “ebrucu” olarak göstermesini ve başkalarına da bol kepçeden icazet vermesini, yine sosyal medya vesilesiyle pek çok yerde karşımıza çıkan “ebruzen” kelimesinin hikmetini(!) anlatıyor. Oldukça samimi ve yalın bir üslupla kaleme alınan bu çok önemli çalışmanın içinde tahmin edebileceğiniz üzere pek güzel ebrular, hat örnekleri ve geçmişin insan güzellerinden fotoğraflar da yer alıyor. Hatta kitabın henüz başında, Alparslan Babaoğlu’nun teknesinden çıkan ve altında numarası da yazan bir ebru sizi karşılıyor. Ciddi bir okur bu sayfayı hemen geçmeyip üzerine tefekkür etmeli diye düşünüyorum. Her şeye en kolay ve en hızlı yoldan ulaşmaya o kadar alıştık ki böyle incelikler karşısında şaşkına dönmemiz gerekiyor. Eğer dönemiyorsak, bari kendimize dönelim. Neleri kaybettiğimizi hatırlayalım.

Tanıyan herkesin çok rahatlıkla ifade edeceği gibi Mustafa Düzgünman yalnızca ebrucu değildi. Kendisini yakından tanıyabilmek için onun manevi dünyasını yakından bilmek, sahip olduğu ehl-i beyt muhabbetini onun gibi hissetmek, gönülden bağlandığı ve yirmi altı sene türbedarlığını yaparak hizmetinde bulunduğu Hz. Hüdayi’yi de anlamak gerektiğine inanıyorum” diyor kitabının önsözünde Babaoğlu. Tam burada bir hatırlatma yapmak boynumun borcu: Lütfen merhum insan güzeli Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı ve Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitaplarını okuyunuz. Ömrünüzün farklı demlerinde tekrar okuyunuz. Böylece kıymetli Alparslan Babaoğlu’nun kimlere hocam dediğini, o hocaların kimleri gördüğünü, o görünenlerin başka kimleri gördüğünü düşünüp büyük şevk duyabilirsiniz. Vaktiyle bir büyüğüm söylemişti ki Hakk sofrasının gülleri olan bu insanlar, dünyaya tahammül edebilmek için bu sanatlara can u gönülden tutunmuşlar, bu sanatla başkalarını da tutuşturmuşlar ve böylece dünya hayatı bir miktar daha çekilebilir olmuş. Neticede sanatın bizim medeniyetimizdeki karşılığı dünyayı güzelleştirmektir. Kimileri mûsıkî ve mimarîyle, kimileri hat ve şiirle, kimileri de tezhip ve ebru ile dünyayı güzelleştirmiş, bir insan güzeli oluvermiş, böylece başka insan güzellerinin de yetiştirmiş. Hiç değilse okuyup bilelim, vefa borcu hissedelim, başkalarının onları bilmelerine vesile olalım.

Ebru sanatkârı, teknesinin başına geçer ve teknik donanımını gönlündekilerle buluşturup bizlere bir sanat eseri doğurur. Bu kadar basit anlatabilir miyiz ebruyu? Elbette değil. Babaoğlu hem hocasının manevi yaşantısını hem de ebru sanatını manevi yapısını şu cümlelerle cem ediyor: “Hocamın tasavvufa olan ilgisi ve ebrunun da tasavvufi bir yönü olduğu herkesin malumudur. Ebru, tasavvufta küllî irade ve cüz'î irade bahsi anlatılırken misal gösterilen bir sanattır. Ebrucu teknesinin kıvamının, boyalarının öd ve su ayarlarını kendi cüz'î iradesi dâhilinde yapar. İstediği boyaya istediği kadar öd, istediği kadar su ekler. Hangi boyayı önce, hangi boyayı sonra, hangi boyayı ince fırçayla, hangi boyayı daha kalın fırçayla serpeceğine, her boyanın fırçasını sıkarak fırçada ne kadar boya bırakacağına yine kendisi karar verir. Ancak fırçayı parmağına vurduğu andan itibaren hangi damlanın ne büyüklükte ve nereye düşeceğine kendisi karar veremez; burada küllî irade devreye girer. Onun ebruyu bu kadar sevmesinin sebebi, muhtemelen ebrunun tasavvufla olan bu ilişkisidir ya da ebruyu çok sevdiğinden tasavvufa bu kadar ilgi duymuştur kim bilir... Hoca'nın inancına göre tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir.

Meşgalesi olan ve bu meşgalesinde derinleşmeyi kendisine vazife bilmiş bir okur, Mustafa Düzgünman’ın hayatından pek çok ders çıkaracaktır. Bu derslerden en önemlisi de hocaya, ustaya mutlak sadakattir hiç şüphesiz. Hocanın söylediği belki bugün bir anlam ifade etmeyebilir ama seneler geçtikten sonra, talebenin de hocalık yolunda ilerlediği bir dönemde o söz, anlamını ortaya koyacaktır. Bu satırları yazarken aklıma başka bir insan güzeli Süheyl Ünver’in Amiş Efendi’den naklettiği “Allah indinde talebe, hocadan büyüktür” sözü geldi. Gelmişken cümlenin ne ifade ettiğini de açmaya çalışayım: Pek çok hoca, bir noktaya geldiğinde durur ve tıpkı beden sağlığı gibi artık bazı hünerleri, meziyetleri hafif seyretmeye başlar. Bunlar arasında hayret, gayret, merak ve sabır gibi mühim duygular vardır. Talebe ise yola çıktığı andan itibaren bu duygularında samimi olduğu müddetçe asla durmaz. Hocanın şaşırmadığına kendi şaşırır, hocanın gayretten düştüğü bir anda o gayrete sarılır. Esas olan da budur; talebenin hocayı geçmesi. Ne yazık ki bu mesele bizim ülkemizde çok farklı anlaşılıyor, sırf bu yüzden talebeler hiçbir şey talep etmeyen öğrencilere dönüşüyor. Konuyu daha fazla derinleştirmeden kitaptan Babaoğlu’nun anısını aktarmak isterim: “Bir gün cevabını en çok merak ettiğim ve ebrunun püf noktası olduğunu düşündüğüm ‘Hocam bir kavanozda bir parmak boya varsa, buna ne kadar su, ne kadar öd eklemek lazım?’ sorusunu sordum. Hoca’nın cevabı hiç beklediğim gibi değildi. ‘Onu tekne söyler…’ Biraz sükût-u hayale uğradığımı itiraf etmem lazım; çünkü ben daha somut, ölçülebilir -iki parmak su, yirmi damla öd gibi- bir cevap bekliyordum. Hoca’nın bazı şeyleri söylemek istemediği vehmine kapılmıştım. O gün eve döndüğümde eşime bundan söz edip ‘Hocaya bir soru sordum, sanki beni başından savdı, ‘onu tekne söyler’ dedi’ diye serzenişte bulunduğumu hatırlıyorum. Ancak Hocamın sorumu böyle cevaplamakta ne kadar haklı olduğunu, tekneni ebrucuya her şeyi söylediğini seneler geçtikten sonra, Hocam artık hayatta değilken idrak edebildim.

Alparslan Babaoğlu’nun hocasından aldığı icazetin hikâyesi ne kadar tebessüm doğuruyorsa, hocasının henüz yaşarken vefat ilanını talebesinin vermesini vasiyet etmesi de o kadar hüzün doğuruyor. Velhasıl kelam; bir tarafta ebrular, sohbetler, tespihler, diğer tarafta Edhem Efendi’ler, Necmeddin Okyay’lar, Niyazi Sayın’lar derken muhabbetin, sanatın, vefanın kâğıtlardan taşıp gönüllere konduğu bir kitabı bitirmiş oluyoruz. Aşk ile bir dahi: Göçenlere rahmet, kalanlara afiyet.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit'in 32. sayısında yayınlanmıştır.

1 Eylül 2022 Perşembe

Dünkü yakın geçmiş

İngilizce gramer derslerinde "Present Perfect Tense" diye bir zaman öğretirler: yakın geçmiş zaman. Geçmişte meydana gelmiş ama etkileri hala devam eden olaylar için kullanılır. Pandemi günleri de böyle ifade edilir bana göre. Geçmişte kaldı fakat etkileri hala devam ediyor. Bir de “Past Tense” vardır. Geçmiş zaman. Yaşanmış, bitmiş. Etkisi dahi kalmamış. Hatıralar müstesna...

Fatma Barbarosoğlu'nun Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim adlı öykü kitabına getirmek istiyorum sözü. Önce arka kapaktan bir cümlenin yardımını alalım: Fatma Barbarosoğlu 2020'nin hatıra ve hafıza kaydını, hayatın en saf, en dokunaklı anlarını öykülere yükleyerek tutuyor.

Bu girizgahtan sonra devam edelim. Bugünden bakınca kitaptaki öyküler bizi hem geçmiş zamana; akranlarımı çocukluğuna biraz daha büyükleri gençlik yıllarına hem de yakın geçmiş zamana; pandemi günlerine götürüyor.

Profil Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölüm şeklinde tasarlanmış. İlk bölüm olan Hatıra Kadar Narin’de beş öykü bulunuyor. Bu öykülerde geçmişe ziyaret daha fazla. Artık anılarımızda kalan narin hatıraları gezip geliyoruz. Hafıza Kadar Zalim adlı ikinci bölüm ise altı öyküden oluşmuş ve pandemi günlerinden sesleniyor. Kahramanlarımız henüz dünyayı saran virüsü alt edip bugüne gelememiş. Burada “Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu” öyküsüne geri dönüp biraz daha üzülmek için mim koyuyor ve en baştan başlıyorum.

İlk öykü Dedemin Defterleri'ne “Çocuktum. Nineme göre. Bana kalsa ne çocuk ne gençtim. Oyun oynayacağım zaman koca genç kız, fikir beyan edeceğim zaman dünkü çocuk. Şimdilerde ergenlik deniyor, komşumuz İhsan yenge araf günleri derdi.” paragrafıyla giriş yapılıyor. Ergen kızımızın haklı isyanıyla başlayan bu dört sayfalık öyküde Demirel'i, sık sık kesilen elektrikleri, radyoda dinlenen haberleri, tele-pazar'ı, ilk Eurovision heyecanını anımsıyor kendi ergenliklerimize şöyle bir uğrayıp devam ediyoruz okumaya.

Ayhan Abi ve Bal Hatun, Dert Dinler Ziyade Hanım, Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı öykülerini geçtikten sonra ilk bölümün son öyküsü Aşk Acısı. Okuyanlar bana katılacaktır en etkileyici öykülerden biri. Orta yaşlı olduğunu tahmin ettiğimiz kahramanımız cami avlusunda mahalleden çocukluk arkadaşı Ahsen’le karşılaşır. Ahsen, arkasında bir mektup bırakarak bir subayla kaçmış olan Birsen’in kardeşi.

İnsanın kaderi pek değişmiyor. Daha doğrusu herkesin kaderinin bir teması var, hayat itinayla o temaya dair hikayelerle dolduruyor o defteri. Ama çoğumuz kaderimizin ana temasının ne olduğunu hiç bilmiyoruz…” diye anlatmaya başlar kardeşinin yaşadıklarını. Sevgili adaşıma bütün mahalle mutlu bir gelecek çizmişken yaşadıkları üzücüdür.

Kız kardeşinden sonra oğlunun aşk acısını da görür Ahsen. Arkadaşı onu dinledikçe “Sen sorumluluk sahibi olmakla herkesin sorumluluğunu üstüne almayı birbirine karıştırıyorsun.” diye uyarır…

Instagram, "TT olmak", WhatsApp, hashtag gibi günlük konuşmalarımızda sıkça yer verdiğimiz kavramların ustaca yerleştirildiği öyküleri birden fazla kahramanın ağzından ve bakış açısından okuyarak konuyu zihnimizde nihayete erdiriyoruz. Final, herkesin hayal gücüne kalmış.

Bu öykülere göre diyebiliriz ki biz arafta bir nesiliz. Ne Z kuşağı gibi teknolojiyi etkin kullanabiliyor ne ebeveynlerimiz gibi geleneklere tutunup "saadet" içerisinde yaşayabiliyoruz. Yine yazardan alıntılayıp söylersek saadet babalarımızın devrinde kaldı. Bizler mutlu olmalı ve bunu herkese göstermek zorundayız.

Şimdi Gizem’e üzülmenin yani Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu öyküsünden bahsetmenin tam yeri. Olay bir sitede geçiyor, Huzur Sitesi’nde. Geneli yaşlılardan oluşan sitemizde üniversite öğrencisi üç kuzen de ev arkadaşıdır. Alt kat komşularının garip hareketleri ve gürültülü halleri sitenin ismiyle tezat oluşturmaktadır. Karı koca bir süre evden ayrılmak zorunda kalınca küçük kızları Gizem de bizim öğrencilere misafir olur…

Öyküden şunu anlıyoruz: Fenomen yaşamlar eşittir naylon hayatlar. Tatile giderken gülücükler saçıp poz veren karı kocaya öfkemiz ayrı, hepimizin aklında aynı buruk soru: Gizem nerede, ne olacak o çocukcağız?

Hasret Sendromu'nu tebessümle okudum. Maskeler bizi virüslerden korurken bazı meslek erbabının da ekmeğine yağ sürdü. Pek çok hırsızlık vakasını duyduk. Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun'daki yaşlı amcaya bilmem acımak gerekir mi yoksa çoktan kızına direnemeyip fikrini değiştirdi mi?

Sayfalar dolusu yazsam geçmez bu dili damağımda kalan öykülerin izleri. En iyisi okuduktan sonra hatırlattığı tatlı mazi için, zalim korona günleri için, kahramanların naifliği ve yazarına duyduğumuz büyük hürmet için kitaplığın en güzel yerine koyup, göz göze geldikçe tebessüm etmek diyelim.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com