Daha başlarken “can sıkıntısı hakkında” demişse yazar, orada bir durup düşünmeli. Neden can sıkıntısı demiş? Aslında bu kitap hakkında konuşulacaklar, anlatılacaklar zaruri ve ciddidir, demek istemiş olabilir mi? Yazar Hasan Yurtoğlu, dikkatimizi celbeden seslenişiyle, mühim şeylerden söz açacağını belli eder bu durumda. Kütüphanelerde, kıraathanelerde, yetişkin ve liseli gençlerin aynı sohbetleri paylaştıkları devirler vardı hani. Okuyan gençlerin ciddiye alındığı ve de, o gençlerden çok şey beklendiği dönemler… Zor ve güzeldi. O günlere atıflar yapan bir kitaptan bahsediyorum. Karakum’dan çıkan Weysel Paradoksu adlı romanın girişindeki kelimelerin, çağrısına kayıtsız kalmak mümkün değil. Çağrının devamında “kişi başına düşen can sıkıntısı” ve “kahreden cumartesi, pazarlar” mesela. Pek çok konuya girizgâh niteliğindedir, bu küçük not aslında.
Oysa yaşamak sanattır ve yazmak, “yaşamak”tan daha kolay görünür çoğu kez. Hani, “Ahir zamanda insanın alınyazısı okunaklı olmuyor, insan olmak dokunaklı oluyor hepsi bu!” der ya, Mızraksız İlmihal’de Mehmet Efe, haklıdır bir bakıma. İnsanların “erguvan yakalılar” olan kısmı, can sıkıntısının giderilmesine dair buldukları sayısız yöntemler, atlanabilir mi hiç? (Neticede insan canı sıkılan bir varlıktır.) Hayal kurmak, uyumak, okumak, dedikodu yapmak, sayısız hobilerden birini edinmek, ibadet etmek. Liste uzuyor gidiyor. Peki, ama kim bu Veysel?
Yazar, okuru zorlar durmadan satır aralarında, ‘Yaşam gerçekleşmemiş ihtimaller mezarlığı olabilir mi?’ sorusu bile gelir akla. Kimbilir… Twitter ve facebook’un dünü, yani ilkel dönemleri ve bugününe dair Veysel’in düşünceleri… Sağcılık, solculuk, inançlı olduğunu düşünen kesimlerin içine düştükleri sığ dünya. Tanrı adına konuşup ahkâm kesmesi, onun için onun adına davranışlarda bulunma hakkını kendilerinde görme özgüveniyle yaşayanlar. Ortalıkta dolaşan müthiş egolu kahraman adayları…
Peki ama kim bu Veysel? Sosyoloji bölümünü kazanan bir lise öğrencisidir Veysel, romanın ise baş kahramanıdır. Camcı çıraklığından vazgeçiş süreciyle başlıyor onun hikâyesi. “Salkım Sokak” sakini Veysel’in kalabalık aile ortamından zamanı gelince kopup, okumaya karar vermesi ve gitmesiyle hayatının akışı değişiyor. Veysel, “teklifsiz insanlar” dünyasında, usul usul paradokslu bir Weysel’e dönüşür. Süreci yavaşlatmak için, elinden geleni yapar aslında. Yeni soruları vardır. Bu sürecin sonucunda 'Weysel'i üretmesi kaçınılmazdır. Dede-torun arasındaki zaman farkı ve oluşan müthiş uçurum mesela. "Sözün etrafında toplanıldığı" günlerden, “sözü duyacak kulağın” yitirildiği günlere evrilen zamanın içinde Veysel, yine verdiği söze tutunmak isterken görülür. Yazar Hasan Yurtoğlu, okurun sıkı durması gerektiğini ima eder adeta. “Değer verdiğin şeylerin gözden düşeceği, küçümsediklerinin değerini ise zamanla anlayacağın iki perdelik oyundur hayat.” diyor ya roman kahramanı Veysel. Konu hayattır, konu memattır. Veysel’in aslında neyle dolduracağını bilemediği boşluklara dair, hamleleri vardır. Veysel paradoksa sahip, ama asla kredi kartı, unvanı, zenginliği olmayan bir genç. Hele ki, mülkiyete bakış açısı çok net: “İsmimizi yazarak sahip olmak oyunu oynuyoruz.” Adeta bir oyun bozan. “Okunacak ne çok kitap vardı.” deyişinden zaten algısının gelişmiş olduğunu anlamak mümkün Veysel’in.
Eğri oturup doğru konuşanların pek sevilmediği bir dünyaya dairdir bu anlatılanlar. Veysel’in kendi sonunu adım adım hazırladığı durumlar, sorgulamalar bitmek bilmeyen analizler… Sadece o mu? Aristo’ya dair parlak fikirleri, sosyal bilincini yitirme tehlikesi geçiren öğrenciler, sosyal bilimci olması imkânsızlaşmış psikopat iyiler… Weysel Paradoksu ise, “mutsuzum” demek yerine, kibarca bir yol seçen ve buna sığınan “yalnızım” diyenlerin hikâyesidir. Bir zamanlar “Yalnızız” okuyan, kafası çalışan her genç gibi, söylenilmeyenler ipe dizilir bir tesbih gibidir bu romanda.
Genç dimağlar üzerindeki sıkıcı toplumsal baskının getirdikleri ve götürdükleri irdeleniyor aynı zamanda. Sanayide olup bitenler mesela, sokağını anlatıyor Veysel. İşçi, patron, yeğen, dayı ideolojileri (konumlamaları), türlü iki yüzlülükler… Sonra Veysel’in gözünden o dönemin Ankara’sı… Aslında konforizmi savunan, değişime kapalı, her daim ana kuzusu bir gencin, yani Veysel’in düşündüğü doğrudur: “Bazı insanların daha şanslı oldukları doğru değil, daha kurnaz insanlar var sadece.”
Haklıdır doğal olarak Veysel. “Pirincin taşını ayıklatacak, ağzında diş bırakmayacak kadar” kahra gark eden Selma ya da onun nezdinde temsil ettiği kızlar. “Oysa dünyamıza lazım olan sahicilik.”. Ve hep samimiyetin peşinde. Veysel önce annesine sonra Selma’ya hayran. Âşık Veysel’i seviyor. Hep köyünde yaşayıp ilk çıkışında Yemen’de ölen Veysel dedesine ve hikâyesine sadık. Yüzü kızarmadan konuşamayan, başkalarına göre anormal biri. Kendi aforizmalarını gün gün büyüten ve sonuçta 'Weysel Paradoksu’na ulaşan biri. “İnsanoğlunun keşfettiği en hain yöntem! Sevdiğimiz ve inandığımız şeyler yüzünden hastayız. Katılaşma, duyarsızlaşma, hayat olayları karşısında kayıtsızlık… Bu soğuk, sert, bu zalim, eyvallahı olmayan bu Allahsız kabuğu yıllar içinde ediniyor insanoğlu.”
Bir yanda Nietzsche, Goethe, Hegel, Kant, Marks, Hesse gibi isimler; öte yanda İbni Arabî, Dede Efendi, Fuzulî, Mevlana’ya dair nice orijinal çıkarımlar. Son Yemek’te Veysel’in Selma ile olan görüşmesi oldukça acıklıdır. Yine de olup biten mizahi bir dille anlatılmıştır romanda. Selma ile arasına Veysel’in kafasındaki boşluklar, arkadaşları ve filozoflar girmiştir. Zihnindeki zemin yarılmış, içine düştüğü şeyden kurtulamamıştır. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan (disosiyatif kimlik bozukluğu) Veysel iyice çıkmaza girmiştir. Öte yandan Veysel’in insanın oyuncu ruhuna dair yaptığı çıkarımlar müthiştir.
Eteğindeki taşları dökme vaktidir artık. Veysel paradoksundan emin değildir. Pek çok hareketinden/eyleminden sonra geldiği bu son noktada geri dönüş yoktur. Belki de paradoksu puttur. Bu ihtimali düşünen Veysel, ölüme hazırdır artık. “Meleğe açık çek vermiştir” bile. Travmadan kaçan geçici hafıza kayıpları yaşayan bir gencin dramını okumak, hüzünlü ama çarpıcı ve gerçekçi. Romanın sonuna doğru, bir yanda onu anlamlı kılan sevdiklerini ve Allah’ı aynı kefeye koyamayan vicdanı ve bir yanda kurduğu paradoksu.
Sürecin sonunda benliğini kaybeden gencin, bir cam parçası gibi kişiliklere bölünmesi, akıcı bir üslupla, başarılı olarak yansıtılmış durumda. Hepsi ve daha fazlası için Weysel Paradoksu okuru, yaşadığımız modern dünyaya dair, sıkı bir sorguya çağırıyor biz okurları.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı Birnokta dergisinin 197. sayısında (Haziran 2018) yayınlanmıştır.
28 Haziran 2018 Perşembe
Dünya, gül vadedilen bir bahçe değilmiş meğer
Sanırım hepimiz hayatımızın belirli dönemlerinde, delirmeye yaklaştığımızı düşünmüşüzdür. Birtakım ontolojik problemlerimize psikolojik problemlerin de eklendiğini, hali hazırda karışık olan kafamızın daha da karışmaya müsait olduğunu anlarız.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, dünyanın gerçekliğini yüzümüze vurur gibi anlatır bu psikolojiyi. On altı yaşında, anne babasının hareketi üzerine kliniğin yolunu tutar Deborah. On dokuz yaşına gelene kadar da devam edecektir bu süreç. Yaşıtlarına göre erken olgunlaşan bir beyin yapısı, yaşıtlarına kıyasla çok zor bir gençlik dönemi vardır. Şizofren teşhisi koyar doktorlar. Kitabı okuduğum sırada, şizofren olan matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan Akıl Oyunları filmini de izledim. Deborah’ın kendi kafasında kurduğu dünyayla olan konuşmalarını kavramak, yaşadıkları durumları anlamak için John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla olan konuşmalarına dikkat ettim. Deborah’ın dünyasıyla ilgili fikirler verdiğini söyleyebilirim. Demek ki şizofreni böyle bir şeydi. Henüz delirmediğimden mütevellit ilk etapta anlayıp hayal etmek zor oldu. Filmi izleyip kitabın da kalan kısmını bitirince hayalim netleşti. Şizofreni hastaları kendi kurduğu dünyasının, gördüğü halüsinasyonlar neticesinde ortaya çıkan arkadaşlarının ve tüm bunlarla olan diyaloglarının bir parçası olarak, kaçışı sağladıklarını düşünürler. Bu dünya ve dünyanın üstündeki insanlar onları incitir ve kendi kurdukları dünyaya sığınmak onlar için mecburi bir kaçış halini alır. Bilinçli bir kaçış gibi aslında. Hatta Deborah’ın doktoru Dr. Fried (Deborah’ın deyimiyle Furi) bu durumla ilgili olarak bir hastasının ahvalini şöyle anlatır: “Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın diye,’ karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,’ demiştim. O da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,’ diye yanıt vermişti.”
Okuyunca hiç de mantık dışı gelmeyen bu cümleler, kitabı okumak için kurduğum yakınlığı “Acaba şizofrenliğe doğru mu evriliyor?” diye düşündürmedi değil.
Deborah’ın dünyası ise Yr Krallığı, Koro, Kuyu ve Tanrıların oluşturduğu bir bütünden ibarettir. Sürekli yaşadığı dış dünyaya ait olmadığını bağıran seslerdir bunlar: “Sen hiçbir zaman onlardan biri olmadın, hiçbir zaman. Tamamen farklısın sen.”. Hatta Yr Krallığı’ndaki Tanrıların koruyucu ruhlar olduğuna dair inancı bile belirmiştir. Konuştuğu İngilizce, dünya için düş kırıklığına uğramak demek iken Yr dilini ise söylenmesi gereken şeyleri söylemek için kullandığı dil olarak görür. Örneğin Koro; hoşlanmadığı öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmesiyle oluşan seslerdir.
Yahudi olduğu için toplum tarafından yargılayıcı nitelikte olan dışlanmışlıklar, büyükbabasının mükemmeliyetçi tutum içinde baskı yapması ve anne ve babasının rolü Deborah’ın problemlerinde büyük etkenler oynamıştır. Hatta babası kızının neden böyle olduğunu düşünürken “Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…” diye bir cümle kurar. Çok basit bir nokta gibi görünen ama altında büyük yıkımlar oluşturan bir cümle bu, bana kalırsa. Çünkü bizim de toplumumuzda ve hatta ailemizde karşılaştığımız sık bir durumdur bu. Soğukluk, açlık, savaş tehdidiyle karşılaşmadığı müddetçe bir çocuk kendi içinde ne gibi büyük problemler yaşayabilir ki? Sığlığı doğmuştur babanın kafasında. Yani bir çocuk temel büyük ihtiyaçları açısından sorun yaşamıyorsa neden kendine problemler üretir ki? Bizim toplumumuzda “şımarıklık” olarak bile nitelenebilir böyle bir durum. Annesinin tutumlarına değinirsem, babasına kıyasla Deborah’ın durumunu ve ailenin bu durum karşısında davranışlarını dengede tutabilmek için her daim çırpınır vaziyettedir. Yalnız bir nokta dikkatimi çekti: Kızına yardımcı olduğunu ve bunun için sevinç duyduğunu belirtir Esther. Bunu da, “Benim annem bunu hiç yapmazdı.” diyerek vurgular. Buradan anladığım olgu ise: Bir annelik ölçümü olarak, kendi annesinin kendisine sergilemediği davranışları kızına göstererek, vicdan muhasebesinde sınıfı geçtiğini kabul etmek ister. Onay almak istemek gibi. Dr. Furi’ye de bu konudan bahseder sık sık.
Şizofreninin en kötü yanı gerçekte olanla gerçek dışını ayıramamaktır. Kafalarının içinde kendileriyle konuşan karakterlerin aslında var olmadığını öğrenmek hastalar için büyük bir yıkımdır. Bu durumu kabullenemedikleri ya da kabullenmek istemedikleri için iyileşemezler. Deborah’ın sürekli Yr Krallığı ve Tanrılarla konuştuğu gibi. Akıl Oyunları'nda da John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla konuşup onlardan iyileşmek için izin istemesi, onlarla çatışması ve hatta konuşmamaya çalışarak onları cezalandırdığını düşünmesi, bunlara örnek verilebilir.
“Ah şu ana babalar.’Onu iyileştirin,’ derlerdi hep, ‘onu, sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri olacak biçiminde iyileştirin!’ Dr. Fried içini çekti. Zeki, dürüst, iyi yürekli ana-babalara bile çocuklarını aldatmak kolay geliyordu. Kendilerinin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceği aldatmacaları, gösterişçiliği, kibirliliği, rahatlıkla çocuklarına uygulayabiliyorlardı.”. İşte buradan da anlayabileceğimiz gibi ana-babaların çocuk üzerindeki yıkıcı tutumları Doktor Fried’i de rahatsız eder.
Deborah’ın bulunduğu koğuşta kalan hastalar ise tıpkı Deborah gibi dünyayı suçlar hep. Kendilerinin katili olan bu dünyanın nasıl olur da ceza çekmek yerine durmadan gelişip güzelleştiğini anlayamazlar. Kızdıkları nokta burasıdır.
Doktoruna karşı suçluluk psikolojisi hisseden Deborah, doktoruna hiçbir zaman yalan söylemediğini ama bir insan olmadığını da söyler. Buna karşılık olarak doktoru: “Benim görevim seni bağışlamak değil,” der. “Gerçekten dünyada ahlaki konular ve zor kararlarla sık sık karşılaşacaksın ve daha önce de dediğim gibi, dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Gel, görüp anlamanı sağlayan güce şükredelim ve yapman gerektiğini anladığın şeyi yapabileceğin güne ulaşmaya çalışalım.”
“Yaşamak savaşmak demektir,” der Deborah. İyileşme isteği ve umuda inanmak istemesinden sonra.
Vücudunda yanıklar oluşturduğunda ilk zamanlar acı duymaması, iyileşme isteği güçlü çıktıkça bu acıları hissetmesi ve tekrarlamaması iyileşme sürecine girdiğine örnektir.
Doktorunun onu büyük bir kuvvetle inandırmak istemesi ise en büyük etkendir. “Ona bir anlatabilsem… Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?”
Yazarın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu kitap, psikolojiye ilgi duyan herkese kaynaklık edebilir nitelikte.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ismiyle müsemma bir kitap. Dünyanın tozpembe bir gerçekliğe sahip olmadığını anlatırken bir yandan da tamamen yıkıma ve umutsuzluğa maruz kalmamak gerektiğini ispatlıyor. Anne-baba-çocuk üçlüsünde dünyanın rolü ve akıl sağlığının ne kadar zedelenip, nasıl iyileştiğini anlatıyor.
“Hiç bitmiyor evlat olmak” demiştim bir öyküde. Sanırım bu cümleyi Deborah’a ithaf edebilirim artık.
Rüya Bağ
twitter.com/RuyaBag
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, dünyanın gerçekliğini yüzümüze vurur gibi anlatır bu psikolojiyi. On altı yaşında, anne babasının hareketi üzerine kliniğin yolunu tutar Deborah. On dokuz yaşına gelene kadar da devam edecektir bu süreç. Yaşıtlarına göre erken olgunlaşan bir beyin yapısı, yaşıtlarına kıyasla çok zor bir gençlik dönemi vardır. Şizofren teşhisi koyar doktorlar. Kitabı okuduğum sırada, şizofren olan matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan Akıl Oyunları filmini de izledim. Deborah’ın kendi kafasında kurduğu dünyayla olan konuşmalarını kavramak, yaşadıkları durumları anlamak için John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla olan konuşmalarına dikkat ettim. Deborah’ın dünyasıyla ilgili fikirler verdiğini söyleyebilirim. Demek ki şizofreni böyle bir şeydi. Henüz delirmediğimden mütevellit ilk etapta anlayıp hayal etmek zor oldu. Filmi izleyip kitabın da kalan kısmını bitirince hayalim netleşti. Şizofreni hastaları kendi kurduğu dünyasının, gördüğü halüsinasyonlar neticesinde ortaya çıkan arkadaşlarının ve tüm bunlarla olan diyaloglarının bir parçası olarak, kaçışı sağladıklarını düşünürler. Bu dünya ve dünyanın üstündeki insanlar onları incitir ve kendi kurdukları dünyaya sığınmak onlar için mecburi bir kaçış halini alır. Bilinçli bir kaçış gibi aslında. Hatta Deborah’ın doktoru Dr. Fried (Deborah’ın deyimiyle Furi) bu durumla ilgili olarak bir hastasının ahvalini şöyle anlatır: “Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın diye,’ karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,’ demiştim. O da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,’ diye yanıt vermişti.”
Okuyunca hiç de mantık dışı gelmeyen bu cümleler, kitabı okumak için kurduğum yakınlığı “Acaba şizofrenliğe doğru mu evriliyor?” diye düşündürmedi değil.
Deborah’ın dünyası ise Yr Krallığı, Koro, Kuyu ve Tanrıların oluşturduğu bir bütünden ibarettir. Sürekli yaşadığı dış dünyaya ait olmadığını bağıran seslerdir bunlar: “Sen hiçbir zaman onlardan biri olmadın, hiçbir zaman. Tamamen farklısın sen.”. Hatta Yr Krallığı’ndaki Tanrıların koruyucu ruhlar olduğuna dair inancı bile belirmiştir. Konuştuğu İngilizce, dünya için düş kırıklığına uğramak demek iken Yr dilini ise söylenmesi gereken şeyleri söylemek için kullandığı dil olarak görür. Örneğin Koro; hoşlanmadığı öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmesiyle oluşan seslerdir.
Yahudi olduğu için toplum tarafından yargılayıcı nitelikte olan dışlanmışlıklar, büyükbabasının mükemmeliyetçi tutum içinde baskı yapması ve anne ve babasının rolü Deborah’ın problemlerinde büyük etkenler oynamıştır. Hatta babası kızının neden böyle olduğunu düşünürken “Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…” diye bir cümle kurar. Çok basit bir nokta gibi görünen ama altında büyük yıkımlar oluşturan bir cümle bu, bana kalırsa. Çünkü bizim de toplumumuzda ve hatta ailemizde karşılaştığımız sık bir durumdur bu. Soğukluk, açlık, savaş tehdidiyle karşılaşmadığı müddetçe bir çocuk kendi içinde ne gibi büyük problemler yaşayabilir ki? Sığlığı doğmuştur babanın kafasında. Yani bir çocuk temel büyük ihtiyaçları açısından sorun yaşamıyorsa neden kendine problemler üretir ki? Bizim toplumumuzda “şımarıklık” olarak bile nitelenebilir böyle bir durum. Annesinin tutumlarına değinirsem, babasına kıyasla Deborah’ın durumunu ve ailenin bu durum karşısında davranışlarını dengede tutabilmek için her daim çırpınır vaziyettedir. Yalnız bir nokta dikkatimi çekti: Kızına yardımcı olduğunu ve bunun için sevinç duyduğunu belirtir Esther. Bunu da, “Benim annem bunu hiç yapmazdı.” diyerek vurgular. Buradan anladığım olgu ise: Bir annelik ölçümü olarak, kendi annesinin kendisine sergilemediği davranışları kızına göstererek, vicdan muhasebesinde sınıfı geçtiğini kabul etmek ister. Onay almak istemek gibi. Dr. Furi’ye de bu konudan bahseder sık sık.
Şizofreninin en kötü yanı gerçekte olanla gerçek dışını ayıramamaktır. Kafalarının içinde kendileriyle konuşan karakterlerin aslında var olmadığını öğrenmek hastalar için büyük bir yıkımdır. Bu durumu kabullenemedikleri ya da kabullenmek istemedikleri için iyileşemezler. Deborah’ın sürekli Yr Krallığı ve Tanrılarla konuştuğu gibi. Akıl Oyunları'nda da John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla konuşup onlardan iyileşmek için izin istemesi, onlarla çatışması ve hatta konuşmamaya çalışarak onları cezalandırdığını düşünmesi, bunlara örnek verilebilir.
“Ah şu ana babalar.’Onu iyileştirin,’ derlerdi hep, ‘onu, sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri olacak biçiminde iyileştirin!’ Dr. Fried içini çekti. Zeki, dürüst, iyi yürekli ana-babalara bile çocuklarını aldatmak kolay geliyordu. Kendilerinin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceği aldatmacaları, gösterişçiliği, kibirliliği, rahatlıkla çocuklarına uygulayabiliyorlardı.”. İşte buradan da anlayabileceğimiz gibi ana-babaların çocuk üzerindeki yıkıcı tutumları Doktor Fried’i de rahatsız eder.
Deborah’ın bulunduğu koğuşta kalan hastalar ise tıpkı Deborah gibi dünyayı suçlar hep. Kendilerinin katili olan bu dünyanın nasıl olur da ceza çekmek yerine durmadan gelişip güzelleştiğini anlayamazlar. Kızdıkları nokta burasıdır.
Doktoruna karşı suçluluk psikolojisi hisseden Deborah, doktoruna hiçbir zaman yalan söylemediğini ama bir insan olmadığını da söyler. Buna karşılık olarak doktoru: “Benim görevim seni bağışlamak değil,” der. “Gerçekten dünyada ahlaki konular ve zor kararlarla sık sık karşılaşacaksın ve daha önce de dediğim gibi, dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Gel, görüp anlamanı sağlayan güce şükredelim ve yapman gerektiğini anladığın şeyi yapabileceğin güne ulaşmaya çalışalım.”
“Yaşamak savaşmak demektir,” der Deborah. İyileşme isteği ve umuda inanmak istemesinden sonra.
Vücudunda yanıklar oluşturduğunda ilk zamanlar acı duymaması, iyileşme isteği güçlü çıktıkça bu acıları hissetmesi ve tekrarlamaması iyileşme sürecine girdiğine örnektir.
Doktorunun onu büyük bir kuvvetle inandırmak istemesi ise en büyük etkendir. “Ona bir anlatabilsem… Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?”
Yazarın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu kitap, psikolojiye ilgi duyan herkese kaynaklık edebilir nitelikte.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ismiyle müsemma bir kitap. Dünyanın tozpembe bir gerçekliğe sahip olmadığını anlatırken bir yandan da tamamen yıkıma ve umutsuzluğa maruz kalmamak gerektiğini ispatlıyor. Anne-baba-çocuk üçlüsünde dünyanın rolü ve akıl sağlığının ne kadar zedelenip, nasıl iyileştiğini anlatıyor.
“Hiç bitmiyor evlat olmak” demiştim bir öyküde. Sanırım bu cümleyi Deborah’a ithaf edebilirim artık.
Rüya Bağ
twitter.com/RuyaBag
27 Haziran 2018 Çarşamba
Okumamaya övgü!
Zaman zaman ‘okunmadan hakkında konuşulan kitaplar’ diye listelere rastlarız. Bu listelere dair serzenişler, köklü bir sorunumuz olarak sunulan ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’ tabirinin ötesinde bir duruma işaret eder. Öyle ki, okumadığı kitap hakkında konuşabilen birisi bırakın bilgiden yoksun fikir sahibi olmayı, en baştan bilmediği şey hakkında ahkâm kesebilmek gibi bir cüreti gösterebilmiştir. Hüküm son kertedir ve verilebilmesi için tamamlanması gereken süreç vardır. Üst perdeden yapılan bu eleştiri (ya da tespit) meseleyi içerik açısından değil biçim açısından ele alır. Oysa kitabın içeriğiyle onu okumadan hakkında yapılan konuşmanın içeriğinin örtüşmeme ihtimali olduğu kadar örtüşebilme ihtimali de vardır ve bu durum atlanır. Usül/esas meselesi hukuki terminolojide aranılan bir yöntem olabilir fakat hukuk dışı bir konuda, örneğin kitaplar hakkında yapılan yorumlarda aynı kesinlik aranmalı mıdır? Bir kitap hakkında konuşmak için o kitabın okunması şart mıdır? Soruyu biraz daha netleştirirsek, insanlar okumadıkları kitaplar hakkında konuşabilir mi? Pierre Bayard’ın "Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?" adlı eseri tam olarak bu sorunun cevabını arıyor. Everest Yayınları tarafından neşredilen kitabın çevirisi Aysel Bora tarafından yapılmış. İki yüz yirmi sayfalık çalışma giriş ve sonsöz haricinde üç bölümden oluşuyor. "Okumanın Yolları" başlıklı ilk bölümde 'belli başlı okuma türleri'ni ele alan yazar, "Söylem Durumları" adını taşıyan ikinci bölümde bazı kitapları “okumadığımız halde konuşmak zorunda kalabileceğimiz durumların analizi”ni yapıyor. P. Bayard’ın en önemli kısım dediği "Benimsenecek Yollar" başlıklı üçüncü bölümde ise “kişinin okuma eylemi üzerinde derinlemesine düşünmesini sağlayacak öğütler” yer alıyor.
Pierre Bayard, insanın hangi sebeplerle okumadığı kitaplar hakkında konuşmak zorunda kaldığını ortaya koymaya çalışıyor. Kitabın hemen ilk sayfalarında kendinden örnek veren yazar, üniversitede ders verirken zaman zaman okumadığı kitaplar hakkında konuştuğunu (konuşmak durumunda kaldığını) ama bunun bazı sakıncalarının bulunduğunu belirtiyor. Dinleyiciler arasında okumadan hakkında konuştuğu kitabı okuyan birinin çıkması ve müdahale etmesi her an için bir tehlike oluşturmaktadır. Bunun yanında, konuşmanın kitabın içeriğinden bağımsız (ya da farklı) olma ihtimali dinleyicileri yanlış bilgilendireceğinden gerçekten uzaklaşılmasına neden olacaktır. İnsanın okumadığı bir kitabı okuduğu yalanını söylemesi en başta kendisi açısından zordur. Bu yalan açığa çıkmasa bile içten içe bir mahcubiyet veya suçluluk hissi doğurur. Pierre Bayard bu zor durumla ilişkilendirerek yazdığı kitabın amacını, “insanın okumadığı kitabı okumuş gibi yaptığında bilinçaltında oluşan suçluluk duygusunu hafifletmeye çalışmak” olarak belirtiyor. Kişi kitabı baştan sona okumamış olabilir fakat göz atma, benzer veya aynı mantığa sahip kitaplarla kıyaslama ya da okuyanların yorumlarından faydalanma gibi yöntemleri kullanarak kitabın içeriğiyle örtüşen bir sonuç çıkarabilir.
Yazara göre okuma gibi okumama da bir tabu alanıdır ve delinmesi pek mümkün olmayan bir takım yasaklar barındırır. Okumamaya övgü dizilmesi veya kutsal olarak addedilen okumanın olumsuz olarak eleştirilmesi (yerilmesi) bu yasakların delinmesi anlamına gelir. Okumamak genel anlamda kültürsüzlük, cahillik olarak adlandırılır fakat büyük çoğunluğun kabul ettiği bu yasağı delen bazı yazarlara göre okumadan yapılan eleştiriler isabetli olanlarıdır. Böylesi bir eleştiri için kitaba birkaç dakikalık bir göz gezdirme yeterlidir. Kitabı baştan sona okuyarak yapılan eleştiri ise metinde anlatılanlardan bağımsız bir hâl alacaktır. Çünkü kitabı tümüyle okuyan kişi yaptığı eleştirisinde yazarın beyanlarını değil öznel görüşlerini belirtir. Dolayısıyla böyle bir eleştiri otobiyografik bir görünüme bürünecektir. Bu bağlamda Bayard, bir eserin yazarından bağımsız değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini örneklerle sorguluyor.
Pierre Bayard bazı yazarlara atıfta bulunurken birçok kitaptan da alıntı yapıyor. Alıntıların birinde en iyi okumama yönteminin kütüphanecilerin kullandığı herhangi bir kitabın kapağını açmamak olduğu belirtiliyor. Kitap kataloğu dışında sayfa çevirmeyen kütüphaneciler bu sayede kitaplar hakkında çok daha fazla ve net bilgiye sahiptir. Kütüphanecinin kitaplardan uzak durması kitap sevgisinden kaynaklanmaktadır. Buradaki asıl önemli konu, okumadan bir kitap hakkında konuşabilmek için yeterli bir kültürel kazanımın oluşup oluşmayacağıdır. Bunun mümkün olacağını söyleyen P. Bayard’a göre “Kültürlü olmak şu ya da bu kitabı okumuş olmak değil, kitapların bütünlüğü içinde kendini bir yere konumlandırmasını bilmektir, yani onların bir bütün oluşturduğunu bilmek ve her unsuru ötekilerle olan ilişkisine göre bir yere yerleştirebilecek durumda olmaktır.”. Bu bağlamda kültürlü bir insan kitabın içeriğinden haberdar olmasa bile konumunu tayin edebildiği için hakkında rahatlıkla konuşabilir. Bu eğilimin ileri seviyesi ilk görüşte kitabı tanımaktır. Kitapları 'genel görüş' sahibi kültürlü insanlar tanıyabilir. Kültürlü insan kitap ismi, kapaktaki imge, seçilen renk, kalınlık ve yazar gibi verilerden kitabı asli konumuna yerleştirebilme yetkinliğine sahip kişidir. Bu kişinin okumaması bir farkındalık durumudur ve dolayısıyla bilinçli okumamadır.
Pierre Bayard, bir kitaba göz atarak veya başkalarının yorumlarından yola çıkarak o kitap hakkında konuşmanın mümkün olup olamayacağını sorguluyor. Ona göre “kültürlü olmak kendini bir kitabın içinde süratle bir yere yerleştirebilmektir ve bu konumlanma kitabı baştan sona okumayı gerektirmez.”. Kitaba dair bir şeyler söylemek için bir kitabı baştan sona okumak yerine göz atmak ya da başkalarının yorumlarını dikkate almak yeterlidir. Bunun yanında herkes tarafından bilinen kitaplar üzerine konuşmak zaten doğal bir şeydir. Diğer taraftan insanlar kültürsüz olarak görünmemek için okumadıkları kitapları okuduklarını söyleyebilmektedir. Söz konusu kültür anlayışı ‘okunması gereken kitaplar’ listesi oluşturmuştur. Hayatın akışı içinde bu kitapların okunmadığının itiraf edilemediği ortamlar olmaktadır. Bu duruma düşen birisi farklı bağlamlardan kitap hakkında edindiği bilgilerden faydalanarak o kitabı okumuş gibi davranabilir. Bu davranışın sebebi kültürsüz ya da cahil görünmek istememe veya itibar/statü kaybı korkusudur. Pierre Bayard bu anlayışa karşı “her kitabı ya da yazarı bilmek zorunda mıyız?” diye soruyor. Herhangi bir kitap okunmuş bile olsa çıkarım üzerinde bir konsensüs sağlanamayabilir ve/veya yorumların bir kesinliği bulunamayabilir. Bunun da ötesinde kültürel farklılıkların yol açtığı ‘mesafe’ toplumların aynı metin üzerinde ortak bir söylence veya anlayış oluşturmasına engel olmaktadır. P. Bayard bu farklığı doğuran şeyi “iç kitap” olarak tanımlıyor. İç kitap, “okuyucu ve ile yazılı her yeni şey arasına giren ve okumayı o farkında olmadan şekillendiren kolektif ya da bireysel mitik temsiller bütünüdür.”. Bu bağlamda okunan şeye anlamını veren kişinin anlam dünyasının oluşmasında etkili olan sosyal ve kültürel şeylerin tümüdür. İç kitap bireysel olabildiği gibi toplumu kapsayacak şekilde kolektif hâlde de bulunur.
Genel kanının okumamayı cahillik olarak algıladığını söyleyen yazar bunun tam tersinin de söz konusu olabileceğini öne sürüyor. Örneğin aşırı okumak insanı yazara/kitaba bağımlı hâle getirir ve özgün fikir üretimini engeller. Bu durumun cahillik ile çok bir farkı yoktur. Diğer taraftan çok dikkatli okuma yaparak elde edilen sonuçlar hatalı olacaktır. Özellikle akademik okumalar metni farklı açılardan değerlendirmeye maruz bıraktığından eseri bağlamından çıkarır. Bu nedenle metnin söylediğinin daha net anlaşılabilmesi için yazar, metin ve okurun birbirinden bağımsız ele alınması üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Dikkatli bir okurun metne dair anladığı veya söylediği yazarın düşündüğü veya anlattığıyla aynı değildir.
Pierre Bayard bir kitabı okumadan anlama ihtimali üzerinde duruyor. Buna göre aynı mantığa sahip iki kitaptan bilinmeyeni bilenene kıyaslayarak yapılan okuma faydalı olacaktır. Çünkü hiç bir kitap kendisiyle sınırlı değildir ve her biri birbirinin devamı olduğundan bir bütünün parçalarıdır. Bilinen kitaplardan hareketle birbirinin devamı niteliğindeki kitaplar arasındaki ilişki ağını kurabilmek bir kitabı okumadan da anlamayı sağlar. Yazar bu aşamada Sigmund Freud’dan (1856-1939) aldığı “perde-hatıralar” (gerçeğin üzerini örtmek için yaşanmış gibi aktarılan yalancı hatıralar) kavramını “perde-kitaplar” şeklinde yeniden yorumluyor. Perde-kitaplar geçmişte okunan kitaplardan hareketle okunmamış kitaplar hakkında konuşabilmek için kullanılır. Bu durum bir anlamda yalancı okuma anılarıdır. Kitaptaki en ilginç bölümlerden birisi okuma ile unutmanın eşsüremli gerçekleşmesi üzerine yazılanlar diyebilirim. Öyle ki okur, yazarın yazdıklarını okuduğu anda unutmaya başlar ve kendi hatıralarını (düşüncelerini) harekete geçirerek ortaya başka bir anlam çıkarır. Aynı metni farklı zamanlarda okumak da benzer bir durumla sonuçlanır ve farklı tarihlerde farklı anlamlar oluşmuş olur. Bu hâliyle okuma kişilik bölünmesine dönüşebilen bir süreçtir.
Yazar ana fikir olarak bir kitap hakkında konuşmak için o kitabı okumanın şart olmadığını iddia ediyor fakat öyle ulu orta konuşulamayacağını da bilmek gerektiğini vurguluyor. Örneğin kitabı konumlandırma yetisi kazanmış kültürlü insanlar okumadıkları kitaplar hakkında konuşabilir. Bu tür insanların yetiştirilmesi için ise ezbere dayalı eğitim ve kutsanmış metin anlayışından kurtulmak gerekmektedir. Ancak bu sayede özgün ve sanatsal eserler, anlamlı yorumlar ortaya çıkabilir. Okumak kadar okumamayı da sanat olarak tanımlayan yazar birçok düşünceyi ters yüz ediyor. Edebiyat alanındaki eleştiri konusunda söyledikleri de oldukça önemli. Eleştirmenlerin çoğunun kitabı okumak yerine hamasi ve çatışmacı dili seçerek dikkat çektiklerini ve isim yaptıklarını belirten Bayard, bir sanat olarak telakki ettiği eleştirinin nasıl yapılması gerektiğine dair düşüncelerini sıralıyor. Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?; okur-kitap temalı eserlerde gördüğümüz okumaya övgü anlayışının dışında, zihni kurcalayan aykırı bir kitap. Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki, paradoksal içeriği bir yana, bir kitap hakkında konuşmanın en iyi yolunun onu okumaktan geçtiğini gösteriyor olması oldukça manidar.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Pierre Bayard, insanın hangi sebeplerle okumadığı kitaplar hakkında konuşmak zorunda kaldığını ortaya koymaya çalışıyor. Kitabın hemen ilk sayfalarında kendinden örnek veren yazar, üniversitede ders verirken zaman zaman okumadığı kitaplar hakkında konuştuğunu (konuşmak durumunda kaldığını) ama bunun bazı sakıncalarının bulunduğunu belirtiyor. Dinleyiciler arasında okumadan hakkında konuştuğu kitabı okuyan birinin çıkması ve müdahale etmesi her an için bir tehlike oluşturmaktadır. Bunun yanında, konuşmanın kitabın içeriğinden bağımsız (ya da farklı) olma ihtimali dinleyicileri yanlış bilgilendireceğinden gerçekten uzaklaşılmasına neden olacaktır. İnsanın okumadığı bir kitabı okuduğu yalanını söylemesi en başta kendisi açısından zordur. Bu yalan açığa çıkmasa bile içten içe bir mahcubiyet veya suçluluk hissi doğurur. Pierre Bayard bu zor durumla ilişkilendirerek yazdığı kitabın amacını, “insanın okumadığı kitabı okumuş gibi yaptığında bilinçaltında oluşan suçluluk duygusunu hafifletmeye çalışmak” olarak belirtiyor. Kişi kitabı baştan sona okumamış olabilir fakat göz atma, benzer veya aynı mantığa sahip kitaplarla kıyaslama ya da okuyanların yorumlarından faydalanma gibi yöntemleri kullanarak kitabın içeriğiyle örtüşen bir sonuç çıkarabilir.
Yazara göre okuma gibi okumama da bir tabu alanıdır ve delinmesi pek mümkün olmayan bir takım yasaklar barındırır. Okumamaya övgü dizilmesi veya kutsal olarak addedilen okumanın olumsuz olarak eleştirilmesi (yerilmesi) bu yasakların delinmesi anlamına gelir. Okumamak genel anlamda kültürsüzlük, cahillik olarak adlandırılır fakat büyük çoğunluğun kabul ettiği bu yasağı delen bazı yazarlara göre okumadan yapılan eleştiriler isabetli olanlarıdır. Böylesi bir eleştiri için kitaba birkaç dakikalık bir göz gezdirme yeterlidir. Kitabı baştan sona okuyarak yapılan eleştiri ise metinde anlatılanlardan bağımsız bir hâl alacaktır. Çünkü kitabı tümüyle okuyan kişi yaptığı eleştirisinde yazarın beyanlarını değil öznel görüşlerini belirtir. Dolayısıyla böyle bir eleştiri otobiyografik bir görünüme bürünecektir. Bu bağlamda Bayard, bir eserin yazarından bağımsız değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini örneklerle sorguluyor.
Pierre Bayard bazı yazarlara atıfta bulunurken birçok kitaptan da alıntı yapıyor. Alıntıların birinde en iyi okumama yönteminin kütüphanecilerin kullandığı herhangi bir kitabın kapağını açmamak olduğu belirtiliyor. Kitap kataloğu dışında sayfa çevirmeyen kütüphaneciler bu sayede kitaplar hakkında çok daha fazla ve net bilgiye sahiptir. Kütüphanecinin kitaplardan uzak durması kitap sevgisinden kaynaklanmaktadır. Buradaki asıl önemli konu, okumadan bir kitap hakkında konuşabilmek için yeterli bir kültürel kazanımın oluşup oluşmayacağıdır. Bunun mümkün olacağını söyleyen P. Bayard’a göre “Kültürlü olmak şu ya da bu kitabı okumuş olmak değil, kitapların bütünlüğü içinde kendini bir yere konumlandırmasını bilmektir, yani onların bir bütün oluşturduğunu bilmek ve her unsuru ötekilerle olan ilişkisine göre bir yere yerleştirebilecek durumda olmaktır.”. Bu bağlamda kültürlü bir insan kitabın içeriğinden haberdar olmasa bile konumunu tayin edebildiği için hakkında rahatlıkla konuşabilir. Bu eğilimin ileri seviyesi ilk görüşte kitabı tanımaktır. Kitapları 'genel görüş' sahibi kültürlü insanlar tanıyabilir. Kültürlü insan kitap ismi, kapaktaki imge, seçilen renk, kalınlık ve yazar gibi verilerden kitabı asli konumuna yerleştirebilme yetkinliğine sahip kişidir. Bu kişinin okumaması bir farkındalık durumudur ve dolayısıyla bilinçli okumamadır.
Pierre Bayard, bir kitaba göz atarak veya başkalarının yorumlarından yola çıkarak o kitap hakkında konuşmanın mümkün olup olamayacağını sorguluyor. Ona göre “kültürlü olmak kendini bir kitabın içinde süratle bir yere yerleştirebilmektir ve bu konumlanma kitabı baştan sona okumayı gerektirmez.”. Kitaba dair bir şeyler söylemek için bir kitabı baştan sona okumak yerine göz atmak ya da başkalarının yorumlarını dikkate almak yeterlidir. Bunun yanında herkes tarafından bilinen kitaplar üzerine konuşmak zaten doğal bir şeydir. Diğer taraftan insanlar kültürsüz olarak görünmemek için okumadıkları kitapları okuduklarını söyleyebilmektedir. Söz konusu kültür anlayışı ‘okunması gereken kitaplar’ listesi oluşturmuştur. Hayatın akışı içinde bu kitapların okunmadığının itiraf edilemediği ortamlar olmaktadır. Bu duruma düşen birisi farklı bağlamlardan kitap hakkında edindiği bilgilerden faydalanarak o kitabı okumuş gibi davranabilir. Bu davranışın sebebi kültürsüz ya da cahil görünmek istememe veya itibar/statü kaybı korkusudur. Pierre Bayard bu anlayışa karşı “her kitabı ya da yazarı bilmek zorunda mıyız?” diye soruyor. Herhangi bir kitap okunmuş bile olsa çıkarım üzerinde bir konsensüs sağlanamayabilir ve/veya yorumların bir kesinliği bulunamayabilir. Bunun da ötesinde kültürel farklılıkların yol açtığı ‘mesafe’ toplumların aynı metin üzerinde ortak bir söylence veya anlayış oluşturmasına engel olmaktadır. P. Bayard bu farklığı doğuran şeyi “iç kitap” olarak tanımlıyor. İç kitap, “okuyucu ve ile yazılı her yeni şey arasına giren ve okumayı o farkında olmadan şekillendiren kolektif ya da bireysel mitik temsiller bütünüdür.”. Bu bağlamda okunan şeye anlamını veren kişinin anlam dünyasının oluşmasında etkili olan sosyal ve kültürel şeylerin tümüdür. İç kitap bireysel olabildiği gibi toplumu kapsayacak şekilde kolektif hâlde de bulunur.
Genel kanının okumamayı cahillik olarak algıladığını söyleyen yazar bunun tam tersinin de söz konusu olabileceğini öne sürüyor. Örneğin aşırı okumak insanı yazara/kitaba bağımlı hâle getirir ve özgün fikir üretimini engeller. Bu durumun cahillik ile çok bir farkı yoktur. Diğer taraftan çok dikkatli okuma yaparak elde edilen sonuçlar hatalı olacaktır. Özellikle akademik okumalar metni farklı açılardan değerlendirmeye maruz bıraktığından eseri bağlamından çıkarır. Bu nedenle metnin söylediğinin daha net anlaşılabilmesi için yazar, metin ve okurun birbirinden bağımsız ele alınması üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Dikkatli bir okurun metne dair anladığı veya söylediği yazarın düşündüğü veya anlattığıyla aynı değildir.
Pierre Bayard bir kitabı okumadan anlama ihtimali üzerinde duruyor. Buna göre aynı mantığa sahip iki kitaptan bilinmeyeni bilenene kıyaslayarak yapılan okuma faydalı olacaktır. Çünkü hiç bir kitap kendisiyle sınırlı değildir ve her biri birbirinin devamı olduğundan bir bütünün parçalarıdır. Bilinen kitaplardan hareketle birbirinin devamı niteliğindeki kitaplar arasındaki ilişki ağını kurabilmek bir kitabı okumadan da anlamayı sağlar. Yazar bu aşamada Sigmund Freud’dan (1856-1939) aldığı “perde-hatıralar” (gerçeğin üzerini örtmek için yaşanmış gibi aktarılan yalancı hatıralar) kavramını “perde-kitaplar” şeklinde yeniden yorumluyor. Perde-kitaplar geçmişte okunan kitaplardan hareketle okunmamış kitaplar hakkında konuşabilmek için kullanılır. Bu durum bir anlamda yalancı okuma anılarıdır. Kitaptaki en ilginç bölümlerden birisi okuma ile unutmanın eşsüremli gerçekleşmesi üzerine yazılanlar diyebilirim. Öyle ki okur, yazarın yazdıklarını okuduğu anda unutmaya başlar ve kendi hatıralarını (düşüncelerini) harekete geçirerek ortaya başka bir anlam çıkarır. Aynı metni farklı zamanlarda okumak da benzer bir durumla sonuçlanır ve farklı tarihlerde farklı anlamlar oluşmuş olur. Bu hâliyle okuma kişilik bölünmesine dönüşebilen bir süreçtir.
Yazar ana fikir olarak bir kitap hakkında konuşmak için o kitabı okumanın şart olmadığını iddia ediyor fakat öyle ulu orta konuşulamayacağını da bilmek gerektiğini vurguluyor. Örneğin kitabı konumlandırma yetisi kazanmış kültürlü insanlar okumadıkları kitaplar hakkında konuşabilir. Bu tür insanların yetiştirilmesi için ise ezbere dayalı eğitim ve kutsanmış metin anlayışından kurtulmak gerekmektedir. Ancak bu sayede özgün ve sanatsal eserler, anlamlı yorumlar ortaya çıkabilir. Okumak kadar okumamayı da sanat olarak tanımlayan yazar birçok düşünceyi ters yüz ediyor. Edebiyat alanındaki eleştiri konusunda söyledikleri de oldukça önemli. Eleştirmenlerin çoğunun kitabı okumak yerine hamasi ve çatışmacı dili seçerek dikkat çektiklerini ve isim yaptıklarını belirten Bayard, bir sanat olarak telakki ettiği eleştirinin nasıl yapılması gerektiğine dair düşüncelerini sıralıyor. Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?; okur-kitap temalı eserlerde gördüğümüz okumaya övgü anlayışının dışında, zihni kurcalayan aykırı bir kitap. Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki, paradoksal içeriği bir yana, bir kitap hakkında konuşmanın en iyi yolunun onu okumaktan geçtiğini gösteriyor olması oldukça manidar.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Her hastalık hayat sancılarımızın birer yankısı
"Uzun bir yolculuğa çıkmamız gerekir gerçek duygulara ulaşabilmemiz için."
- Alper Hasanoğlu, Hayat ve Diğer Hastalıklar, sf.72
Bir kitabın ismi bazen yalın görünse de aslında çok şey söyler. Psikiyatr ve psikoterapist Alper Hasanoğlu, hayatı diğer her şeyden daha fazla önemsediğini göstererek aslında çok olumlu bir taraftan sesleniyor Hayat ve Diğer Hastalıklar'da. Yalnız bu olumlu taraf, içeriğin de iyimserlikle bürünmüş olduğu anlamına gelmesin. Hasanoğlu son derece ciddi, gerçekçi ve sert biçimde eleştiriyor yaşadığımız hayatı, yani yaşamak zorunda kaldığımız hayatı.
Bir şeyi yapmak için zorunda olmak, yani mecburiyet hissetmek, insan için en acımasız durum ve davranışları beraberinde getirir. Oysa herkes içinden geldiği için, içinden geldiği gibi yapmak ister bir şeyi. Böyle olduğunda, yani doğal bir sürecin işlemesi hâlinde her şeyden daha fazla tat alır, yaşamı anlamlanır, varlığı taçlanır. Öğrencilere sık sık edilen bir tenbih; sevdikleri yahut sevecekleri işi meslek edinmeleridir mesela. Evet sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olmak çağın bir açmazıdır. Ancak bu iş bizim varlığımıza anlam katan, yaparken mutlu olduğumuz ve iyi hissettiğimiz bir işse, tutkuya dönüşmesinde bile sakınca yoktur. Bu durum gerçekten işimizi iyi yapmamızı ve alanımızda parmakla gösterilen, 'ehil insan' olduğumuzu belli eden bir hâle gelebilir. Bu durumda ortaya iki şey çıkıyor: doğal olmak-yaşamak ve sevmek. İkisi bir araya gelince hangi insan "yaşıyorum çok şükür" demez ki? İnsan yaşadığını dahi hissedemiyorsa, hastalıklardan hastalık beğenmeye de başlıyor demektir çoğu zaman.
Zaman gerçekten de hastalıklardan hastalık beğenme zamanı. Kendimize hastalıklar üretmemiz yetmiyormuş gibi bir de el âlemin söylediklerinden hastalıklar devşiriyoruz. Biraz dalgın mı bakıyoruz dünyaya? Kesin depresyondayız ve bir 'deli doktoru'na görünmemiz gerek. Biraz tedirgin mi hissediyoruz kendimizi? Kesin panikatak olduk ve hemen hapa başlamalıyız. Biraz içimize kapanmak, nefes almak ve yalnız kalmak mı istiyoruz? Kesinlikle su katılmamış bir melankoliğiz ve bu durum mazallah intihara bile götürebileceğinden hemen kliğine yatmalıyız. Oysa tüm bunlar hem bedenin hem de ruhun doğal bir tepkisi. Şu içi-dışı kötülük kokan zamanlarda beden ve ruh tepki göstermesin de ne yapsın? Devreye mumyalama fikrini sokan bile var. Belki başka bir zamana uyanma hayali. Evet kesin delirdik ve hemen toplumdan tecrit edilmeliyiz.
Kimse kusura bakmasın ne biz insanlar olarak bu kadar ucuzuz ne de yaşam bu kadar ciddiye alınması gereken bir süreç. "Ekmek aslanın ağzında" ve "pabuç pahalı" sözleriyle yetişen bir neslin yan gelip yatarak ömür sürdüreceği elbette düşünülemez. Oraya buraya yetişmek, çelik gibi sinirlere sahip olmak, evlilik-aşk-çocuk üçgeninde tüm sorumlulukların farkında olarak mücadele etmek kolay şeyler değil. Eğer buna kira-borç gibi insanın ömründen ömür yiyen gerçekler de eklenirse hayat ve hastalıklar iki yönde kümeleniyor sanki. İnsan ya hayatı seçecek her duygusunu (elem-neşe) dimdik yaşayabilmek için ya da sürekli bir hastalık etiketleyecek kendine doktor doktor gezmek için. Bir de bunun 'yanlış doktor' tarafı var. Hepimiz google vasıtasıyla birer doktora dönüştüğümüz için hastalığın da doktorun da iyisinden kötüsünden çok iyi anlıyoruz. Mürşidini beğenmeyen birer müride dönüştük hepimiz. Eh, suçlu kesinlikle biz değiliz. Suç önce, bu doktorlara hastayı müşteri olarak gösteren ve sürekli yeni 'fırsatlar' sunan sistemde. Sistemi delip geçmek bizim elimizde olmasa da en azından bireysel bir çıkış noktası bulabiliriz. Sözcükler ve kitaplar bize çok yardımcı olabilir. Müzikler ve filmler de. Mühim olan neyin içimize seslendiği, gerçekten seslendiği. Hasanoğlu'nun bu konuda güzel bir yorumu şöyle: "Hayatla başa çıkabilmenin en zevkli yollarından biri, biriyle birlikte kitap okumak olsa gerek. Edebiyat dışında her şey kirlendiği için belki de."
TEDxReset organizasyonundaki "Kendi Uçurumuna Bakmak" başlıklı konuşmasında, "Kaosumuzu anlamanın bir yolu olmalı" demişti Hasanoğlu. 392 sayfalık geniş kitabında ise bu yolları tabiri caizse kurcalıyor. Hem de sadece klasik psikoloji okuyucusuna değil, çağın zorluğu altında ezildiğini hisseden veya hissetmeyen herkese sesleniyor. Neticede bu kitabı terapi terapi gezmiş, bir türlü aradığı şifayı bulamamış kimseler de okuyacak diye düşünerek, onların da derdini anladığını gösteriyor birçok konuyu hırpalarken. Her sertifikasını duvara yapıştıranın terapist olamayacağına değinirken İsviçre'de aldığı eğitimlerden anılarını hatırlatarak başka topraklardan misaller veriyor. Topraklar başka, dertler aynı. Bazen çok tecrübeli gibi görünen bir doktor dahi, ya dikkatsizliğinden ya da hastayı 'test materyali' gördüğünden sadece hastaya değil mesleğine zarar, hatta kalıcı hasarlar verebiliyor. Çıkış noktası insanlık, tespit şöyle: "Anlam ve sevgiden gittikçe uzaklaşan mutsuz insanlar. Artık psikiyatri muayenehanelerinin o hiç istenmeyen duygudan kurtulmak için yuttukları antidepresanlarla "iyileşemediklerinden" yakınan insanlarla dolmasının nedeni budur."
Kitabını birkaç bölüme ayırmış Hasanoğlu. Muhtemelen daha önce yazılmış olan makalelerden birbiriyle ilişkili olanları ya da belirli bir konu etrafında şekillenenleri aynı bölümde toplanmış. "Garip ve içten yazılar", "Hayatın manası", "Ben sende oluyorum", "Babam, babalık ve Aydın ağbi", "Kadınlık halleri", "Psikiyatrinin içinden", "Okurken mırıldandıklarım" bölümlerin başlıkları. Girişte Hasanoğlu hem nasıl biri olduğunu çok kısaca anlatıyor hem de bir eleştiriye değiniyor: "Ekşi Sözlük'ten birileri benim kendimi bulamadığımı savrulup durduğumu yazmış. Ben aklı karışık olmayan insandan çok korkarım. Çünkü aklı karışık olmayan insan mutlak doğruyu bildiğine inanır ve bir dine inanır gibidir."
Bu koca kitaptan birçok ders çıkarılabileceği gibi, insanın kendi sorunlarına bazı pratikler geliştirebilmesi ve kendini keşfetme yolunda bazı perdeleri yırtması mümkün. Çünkü Hasanoğlu bildiklerini tüm detaylarıyla ve o detaylara nasıl ulaştığını da belli ederek yazmış yazılarını. Bazen anlatması çok kısa sürebilecek bir konuyu dallanıp budaklandırmış, bu esasında okuyucuya işin hiç de kolay olmadığını ve sabretmek gerektiğini gösteriyor zaman zaman.
Kitapları okurken birçok cümlenin altını çizer, paragraflar işaretleriz. Ben bazen her okuduğum kitaba bir 'son cümle', 'son paragraf' bulurum. Bu hem kitabı hatırlamamı kolaylaştırır hem de o kitabın bendeki en büyük yankısını ifade eder: Hayat ve Diğer Hastalıklar'da da şu cümleleri kendim için özel olarak işaretledim: "Otomatik pilotta ve son sürat giden çıldırmış bir hayatı yavaşlatabilmenin, onu daha iyi anlayabilmenin bir yolu olabilir. Belki de hepimizin günde on dakika dünyaya ona herhangi bir değer atfetmeden kulak kabartması gerek."
Hayat tüm hastalıklardan üstündür ve her hastalık hayat sancılarımızın birer yankısı sanki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Alper Hasanoğlu, Hayat ve Diğer Hastalıklar, sf.72
Bir kitabın ismi bazen yalın görünse de aslında çok şey söyler. Psikiyatr ve psikoterapist Alper Hasanoğlu, hayatı diğer her şeyden daha fazla önemsediğini göstererek aslında çok olumlu bir taraftan sesleniyor Hayat ve Diğer Hastalıklar'da. Yalnız bu olumlu taraf, içeriğin de iyimserlikle bürünmüş olduğu anlamına gelmesin. Hasanoğlu son derece ciddi, gerçekçi ve sert biçimde eleştiriyor yaşadığımız hayatı, yani yaşamak zorunda kaldığımız hayatı.
Bir şeyi yapmak için zorunda olmak, yani mecburiyet hissetmek, insan için en acımasız durum ve davranışları beraberinde getirir. Oysa herkes içinden geldiği için, içinden geldiği gibi yapmak ister bir şeyi. Böyle olduğunda, yani doğal bir sürecin işlemesi hâlinde her şeyden daha fazla tat alır, yaşamı anlamlanır, varlığı taçlanır. Öğrencilere sık sık edilen bir tenbih; sevdikleri yahut sevecekleri işi meslek edinmeleridir mesela. Evet sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olmak çağın bir açmazıdır. Ancak bu iş bizim varlığımıza anlam katan, yaparken mutlu olduğumuz ve iyi hissettiğimiz bir işse, tutkuya dönüşmesinde bile sakınca yoktur. Bu durum gerçekten işimizi iyi yapmamızı ve alanımızda parmakla gösterilen, 'ehil insan' olduğumuzu belli eden bir hâle gelebilir. Bu durumda ortaya iki şey çıkıyor: doğal olmak-yaşamak ve sevmek. İkisi bir araya gelince hangi insan "yaşıyorum çok şükür" demez ki? İnsan yaşadığını dahi hissedemiyorsa, hastalıklardan hastalık beğenmeye de başlıyor demektir çoğu zaman.
Zaman gerçekten de hastalıklardan hastalık beğenme zamanı. Kendimize hastalıklar üretmemiz yetmiyormuş gibi bir de el âlemin söylediklerinden hastalıklar devşiriyoruz. Biraz dalgın mı bakıyoruz dünyaya? Kesin depresyondayız ve bir 'deli doktoru'na görünmemiz gerek. Biraz tedirgin mi hissediyoruz kendimizi? Kesin panikatak olduk ve hemen hapa başlamalıyız. Biraz içimize kapanmak, nefes almak ve yalnız kalmak mı istiyoruz? Kesinlikle su katılmamış bir melankoliğiz ve bu durum mazallah intihara bile götürebileceğinden hemen kliğine yatmalıyız. Oysa tüm bunlar hem bedenin hem de ruhun doğal bir tepkisi. Şu içi-dışı kötülük kokan zamanlarda beden ve ruh tepki göstermesin de ne yapsın? Devreye mumyalama fikrini sokan bile var. Belki başka bir zamana uyanma hayali. Evet kesin delirdik ve hemen toplumdan tecrit edilmeliyiz.
Kimse kusura bakmasın ne biz insanlar olarak bu kadar ucuzuz ne de yaşam bu kadar ciddiye alınması gereken bir süreç. "Ekmek aslanın ağzında" ve "pabuç pahalı" sözleriyle yetişen bir neslin yan gelip yatarak ömür sürdüreceği elbette düşünülemez. Oraya buraya yetişmek, çelik gibi sinirlere sahip olmak, evlilik-aşk-çocuk üçgeninde tüm sorumlulukların farkında olarak mücadele etmek kolay şeyler değil. Eğer buna kira-borç gibi insanın ömründen ömür yiyen gerçekler de eklenirse hayat ve hastalıklar iki yönde kümeleniyor sanki. İnsan ya hayatı seçecek her duygusunu (elem-neşe) dimdik yaşayabilmek için ya da sürekli bir hastalık etiketleyecek kendine doktor doktor gezmek için. Bir de bunun 'yanlış doktor' tarafı var. Hepimiz google vasıtasıyla birer doktora dönüştüğümüz için hastalığın da doktorun da iyisinden kötüsünden çok iyi anlıyoruz. Mürşidini beğenmeyen birer müride dönüştük hepimiz. Eh, suçlu kesinlikle biz değiliz. Suç önce, bu doktorlara hastayı müşteri olarak gösteren ve sürekli yeni 'fırsatlar' sunan sistemde. Sistemi delip geçmek bizim elimizde olmasa da en azından bireysel bir çıkış noktası bulabiliriz. Sözcükler ve kitaplar bize çok yardımcı olabilir. Müzikler ve filmler de. Mühim olan neyin içimize seslendiği, gerçekten seslendiği. Hasanoğlu'nun bu konuda güzel bir yorumu şöyle: "Hayatla başa çıkabilmenin en zevkli yollarından biri, biriyle birlikte kitap okumak olsa gerek. Edebiyat dışında her şey kirlendiği için belki de."
TEDxReset organizasyonundaki "Kendi Uçurumuna Bakmak" başlıklı konuşmasında, "Kaosumuzu anlamanın bir yolu olmalı" demişti Hasanoğlu. 392 sayfalık geniş kitabında ise bu yolları tabiri caizse kurcalıyor. Hem de sadece klasik psikoloji okuyucusuna değil, çağın zorluğu altında ezildiğini hisseden veya hissetmeyen herkese sesleniyor. Neticede bu kitabı terapi terapi gezmiş, bir türlü aradığı şifayı bulamamış kimseler de okuyacak diye düşünerek, onların da derdini anladığını gösteriyor birçok konuyu hırpalarken. Her sertifikasını duvara yapıştıranın terapist olamayacağına değinirken İsviçre'de aldığı eğitimlerden anılarını hatırlatarak başka topraklardan misaller veriyor. Topraklar başka, dertler aynı. Bazen çok tecrübeli gibi görünen bir doktor dahi, ya dikkatsizliğinden ya da hastayı 'test materyali' gördüğünden sadece hastaya değil mesleğine zarar, hatta kalıcı hasarlar verebiliyor. Çıkış noktası insanlık, tespit şöyle: "Anlam ve sevgiden gittikçe uzaklaşan mutsuz insanlar. Artık psikiyatri muayenehanelerinin o hiç istenmeyen duygudan kurtulmak için yuttukları antidepresanlarla "iyileşemediklerinden" yakınan insanlarla dolmasının nedeni budur."
Kitabını birkaç bölüme ayırmış Hasanoğlu. Muhtemelen daha önce yazılmış olan makalelerden birbiriyle ilişkili olanları ya da belirli bir konu etrafında şekillenenleri aynı bölümde toplanmış. "Garip ve içten yazılar", "Hayatın manası", "Ben sende oluyorum", "Babam, babalık ve Aydın ağbi", "Kadınlık halleri", "Psikiyatrinin içinden", "Okurken mırıldandıklarım" bölümlerin başlıkları. Girişte Hasanoğlu hem nasıl biri olduğunu çok kısaca anlatıyor hem de bir eleştiriye değiniyor: "Ekşi Sözlük'ten birileri benim kendimi bulamadığımı savrulup durduğumu yazmış. Ben aklı karışık olmayan insandan çok korkarım. Çünkü aklı karışık olmayan insan mutlak doğruyu bildiğine inanır ve bir dine inanır gibidir."
Bu koca kitaptan birçok ders çıkarılabileceği gibi, insanın kendi sorunlarına bazı pratikler geliştirebilmesi ve kendini keşfetme yolunda bazı perdeleri yırtması mümkün. Çünkü Hasanoğlu bildiklerini tüm detaylarıyla ve o detaylara nasıl ulaştığını da belli ederek yazmış yazılarını. Bazen anlatması çok kısa sürebilecek bir konuyu dallanıp budaklandırmış, bu esasında okuyucuya işin hiç de kolay olmadığını ve sabretmek gerektiğini gösteriyor zaman zaman.
Kitapları okurken birçok cümlenin altını çizer, paragraflar işaretleriz. Ben bazen her okuduğum kitaba bir 'son cümle', 'son paragraf' bulurum. Bu hem kitabı hatırlamamı kolaylaştırır hem de o kitabın bendeki en büyük yankısını ifade eder: Hayat ve Diğer Hastalıklar'da da şu cümleleri kendim için özel olarak işaretledim: "Otomatik pilotta ve son sürat giden çıldırmış bir hayatı yavaşlatabilmenin, onu daha iyi anlayabilmenin bir yolu olabilir. Belki de hepimizin günde on dakika dünyaya ona herhangi bir değer atfetmeden kulak kabartması gerek."
Hayat tüm hastalıklardan üstündür ve her hastalık hayat sancılarımızın birer yankısı sanki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Haziran 2018 Perşembe
Okuma Günlüğü'nü okuma denemeleri
“İnsanların bana kitapları özetlemesini sevmem. Bir başlık, sahne, bir alıntı bana çekici gelir, evet ama öykünün tamamı, hayır. Bizim gibi meraklılar, kapaklardaki tanıtım yazıları, öğretmenler ve yazın tarihleri, durmadan olay örgüsünü anlatır, okuma hazzını büyük ölçüde yok ederler. İnsan yaşlandıkça, bellek de bundan sonra ne olacağını bilmemenin verdiği hazzı bozabilir.”
- Alberto Manguel
Kitabından böyle bir alıntıyla başlayarak özrüm olsun istedim yazardan. Kitabı özetlemek niyetiyle değil de anlamak çabasıyla yazdım diyebilirim ancak.
2016'da Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’i çıkarmış olduğu için yollara düşüşüyle konuşulan Alberto Manguel’i Okuma Günlüğü kitabı ile konuşmak istedim ben de.
Öncelikle türüyle ilgili çelişkiye düştüğüm için böyle bir başlığı kullandım. Günlük-deneme diye nitelendirebileceğimiz bir kitap Okuma Günlüğü. Bu nedenle de okumaların günlüğünü okuma denemeleri çabası çıktı ortaya.
Kitap Manguel’in kurmaca bir metinden ziyade bir yıl içerisinde her ay başka bir kitabı okuyarak ve notlar alarak aktardığı bir günlük denemesinden oluşuyor. Kitapların içeriğine dair eleştiri yapmıyor, kendisine hissettirdikleriyle günlüğünü sunuyor. Çünkü hedefi kurmaca bir metinle yazıp “iyi bir yazar” olarak anılmak değil, öncelikle “iyi bir okur” olmaya çabalamak. Daha önce okuduğu hatta çocukluğunda daha çok sevdiği kitapları yeniden keşfederek, neler hissedeceğini gözlemlemek istemiş bana kalırsa. Nesnel bir dil yerine tutulan günlükler, notlar, izlenimler, anılar, hatta evdeki kedisiyle kitaplığında geçirdiği vakitler dâhil; her şeyi olanca sadeliğiyle kaleme almış yazar.
Kitap iki bölümden ve on iki kitap incelemesinden oluşuyor. Birinci bölüm 2002 yılının haziran ayında başlıyor. İkinci bölüm ise 2003 yılının mayıs ayında son buluyor. Okuduğu kitapların anlatımıyla var olan notları değil, günlük yaşantısını ve hislerini paylaşıyor yazar.
Kitap listesini sıralayacak olursak şöyle:
Haziran - Adolfo Bioy Casares’ten Morel’in Buluşu
Temmuz - H. G. Wells’ten Dr. Moreau’nun Adası
Ağustos - Rudyard Kipling’den Kim
Eylül - François Rene de Chateaubriand’dan Mezar Ötesinden Hatıralar
Ekim - Sir Arthur Conan Doyle’dan Dörtlerin Simgesi
Kasım - Johann Wolfgang von Goethe’den Gönül Yakınlıkları
Aralık - Kenneth Grahame’den Söğütlükte Rüzgâr
Ocak - Miguel de Cervantes’ten Don Quijote
Şubat - Dino Buzzati’den Tatar Çölü
Mart - Sei Şonagon’dan Yastıkname
Nisan - Margaret Atwood’dan Yüzeye Çıkış
Mayıs - Joaquim Maria Machado de Assis’ten Bras Cubas’ın Ölüm Sonrası Hatıraları
İlk anlatımda daha çok melankolik bir havayla, çocukluğuna ve yaşadığı yere duyduğu özlemle dile getirilen notların yerini; kitap anlatımı, seyahatleri ve düşünceleri takip ediyor. Kitapların içeriklerinden uzun uzadıya bahsetmek yerine kitabı okumaktan duyduğu mutluluğu, sebebi ya da sadece o an ki hissini anlatıyor. Her okumada daha çok sevdiğini belirtiyor.
Açıkçası yer yer duyduğu hisleri anlatırken, samimi bir dil kullanarak kitaplardan bahsetmesi romantik bir açıdan yaklaştığı fikrini uyandırdı. Kipling’in Kim isimli kitabından bahsederken bu cümleleri kurmasını örnek olarak verebilirim: “Anlatım tonunu, yan karakterlerden her birinin canlılığını, bir nehri aramakta olan oğlan çocuğu arasındaki dokunaklı dostluğu seviyorum. Onların bu uzun ve çetin yolculukları hiç bitmesin istiyorum.”
Manguel sık sık dedektif romanlarını sevdiğinden bahseder. Hatta listesini yapar romanların. Aslında Manguel liste yapmayı sever. Okuduğu kitapları, okumayı istediği kitapları, okumaktan keyif alabileceği kitapları. Hatta “Liste yapmada, anlam yalnızca çağrışımla yaratılacakmış gibi, belli bir büyüsel keyfilik vardır.” diyerek özetler.
Yazarın anlattığı kitaplara dair zerre kadar bilginiz olmasa da anlatılanlara yabancı kalmıyorsunuz. Dili, anlatımı ve o an ki duygu durumunu paylaşımıyla hissedebiliyorsunuz bunu. Üstelik yazar kitabın bir bölümünde: “Yazarın yazdığını değil, okumak istediğimizi okuruz.” diyerek bu durumu çağrıştırıyor bana. Metinlerin arasında değişiklikler göstererek aktarması kafa karışıklığı yerine, birbiriyle ilintili bağlar kurdurabiliyor. Yazar bir anda başka bir kitaptan bahsettiği vakitlerde, günlüğünü okuduğumu unutmamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Kitaplığında dolaşırken bir anda okuduğu kitaptan sıyrılarak sırf son cümlesi için başka bir kitaba uzanabiliyor çünkü. Hep başvurduğumuz bir durum değil midir bu? Son cümlesini, altını çizdiğimiz yeri, bazen sadece basım yılını hatırlamak için bile olsa karıştırmıyor muyuz kitapları?
Kitabın bazı kısımlarında romantik bir hava içerisinde sadece duygu durumlarını paylaştığını düşündüğümü belirtmiştim. İlerleyen sayfalarda Manguel bambaşka konularda fikrini yazarak şaşırtıyor beni. Kitap bahsinden bir an sıyrılarak bu ve benzeri düşüncelerini aktarması şaşırtıyor.
“Çökmüş ulaşım sistemi ve korkunç yüksek fiyatlarıyla Londra, azıcık bir parayla yaşamak zorunda olan birisi için dünyanın en rahatsız edici kentlerinden biri olmalı. İngiliz Turizm Bakanlığı acaba nasıl reklamlar aracılığıyla inandırıyor dünyayı, böyle olmadığına?” diyor. Gözümüzde görkemiyle canlanan Londra’ya dair fikirlerimiz değişebiliyor böylelikle.
“Batı, Öteki’ni sadece daha fazla aşağılamak için tanır, sonra da bunun geriye yansıyan yanıtını görünce şaşırır.”
“Herkesçe bilinen eski gerçekler hâlâ geçerli; şiddet şiddeti doğurur; her türlü iktidar kötüye kullanmadır; her tür fanatizm aklın düşmanıdır; propaganda, bizi kötülüğe karşı çıkmaya çağırdığında bile propagandadır; savaş, Tanrı’nın büyük taburların yanında olduğuna inanan galiplerin gözleri dışında hiçbir zaman şerefli değildir.”
Artık kitapta bahsettiğimiz zaman dilimi 2003 yılının şubat aylarıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a savaş açtığı yıllar. Yazar bu konu hakkında ya da savaşın genel pozları hakkında fikirlerini sürer ortaya. Dile getirilenleri gözümüzün önüne serer. Sakin ama içten içe kızgın. “Savaş aynı zamanda hem kaçınılmaz hem de olanaksız görünür. Avrupa gazetelerinin sunduğu anlaşmazlık görüşü sadece alegoriktir: Bildiğinden şaşmayan bir canavar şeklindeki Amerikan gücü, öteki canavarlara saldırıyor. Ejderhalara inandığımıza göre, bu alegori boşunadır. Londra Daily Telegraph gazetesinde yayımlanan bir başyazı, ‘Dünya Ekonomisinin Savaş Makinesine İhtiyacı Var’ diyor bize. Süslü, büyük baş harfler ülkesindeyiz.”
Bir yandan okuduğu kitaplarla, varsaydığı tutumları bağdaştırmaya başlar. Buzzati’nin Tatar Çölü ile Amerika’nın tutumunu birleştirerek anlatır.
“Uzakta korkunç bir hayal gibi beliren savaşın hiçbir kahramanca yanı yok; İngiliz-Amerikan güçlerini harekete geçiren nedenler insani olmaktan çok parasal. Öte yandan, Buzzatin’nin öyküsünde, okuru çok etkileyen trajik saçmalık duygusu, büyük ölçüde kahramanca girişimin su katılmadık anlamsızlığından kaynaklanıyor. Hiçbir insani ya da parasal neden ileri sürülemez. Sınırda hiç sorun yok, Tatar Çölü’nde bugüne kadar bir Tatar görülmemiş, kahramanlara kahraman olma şansı tanınmamış.
Artık mart ayına gelinir ve savaşla beraber notlarını almaya devam eder Manguel: “Amerikalılar, Birleşmiş Milletler’in aksine kararına rağmen Bağdat’ı bombalamaya başladı. Televizyonda gösterilen tek şey, ara sıra roketlerin çarptığı yerlerdeki patlamalarla aydınlanan, siyah bir ekran.”
Buradan hareket ederek şu kanıya varabiliriz: Bir entelektüel yeniden okumaya karar verdiği kitapların günlük-denemesini tutarken, dış dünyada yankılanan savaşa kulaklarını tıkamaz, gözlerini kapatmaz. Propaganda yapar gibi çığlık çığlığa karşıt fikirlerini dökmez ortaya. Sakinliğini koruyarak, okuduğu kitaplardan alıntılarla kıyaslamalar yaparak, var olan bir durumu aktarır. Bana kalırsa gerçek bir entelektüelin de yapması gereken budur. İzlenimlerimiz ve okuduğumuz kitaplar ve dış dünyada olup bitenler bizi çığlık yerine, sükûta teşvik etmeli; kuyulara kitapların çerçevesinde eğilmeliyiz. “Savaş var evet, gözüm kulağım orada fakat kitaplara sığınmayı tercih ediyorum. Çünkü akıl sağlığını korumanın başka bir yolu mümkün görünmüyor.” diyerek belki de.
Belki bunun için okuyoruz, karanlık anlarda bunun için kitaplara dönüyoruz yüzümüzü; zaten bildiğimiz şeyler için sözcükler bulmak üzere diyerek özetliyor aslında Manguel.
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
- Alberto Manguel
Kitabından böyle bir alıntıyla başlayarak özrüm olsun istedim yazardan. Kitabı özetlemek niyetiyle değil de anlamak çabasıyla yazdım diyebilirim ancak.
2016'da Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’i çıkarmış olduğu için yollara düşüşüyle konuşulan Alberto Manguel’i Okuma Günlüğü kitabı ile konuşmak istedim ben de.
Öncelikle türüyle ilgili çelişkiye düştüğüm için böyle bir başlığı kullandım. Günlük-deneme diye nitelendirebileceğimiz bir kitap Okuma Günlüğü. Bu nedenle de okumaların günlüğünü okuma denemeleri çabası çıktı ortaya.
Kitap Manguel’in kurmaca bir metinden ziyade bir yıl içerisinde her ay başka bir kitabı okuyarak ve notlar alarak aktardığı bir günlük denemesinden oluşuyor. Kitapların içeriğine dair eleştiri yapmıyor, kendisine hissettirdikleriyle günlüğünü sunuyor. Çünkü hedefi kurmaca bir metinle yazıp “iyi bir yazar” olarak anılmak değil, öncelikle “iyi bir okur” olmaya çabalamak. Daha önce okuduğu hatta çocukluğunda daha çok sevdiği kitapları yeniden keşfederek, neler hissedeceğini gözlemlemek istemiş bana kalırsa. Nesnel bir dil yerine tutulan günlükler, notlar, izlenimler, anılar, hatta evdeki kedisiyle kitaplığında geçirdiği vakitler dâhil; her şeyi olanca sadeliğiyle kaleme almış yazar.
Kitap iki bölümden ve on iki kitap incelemesinden oluşuyor. Birinci bölüm 2002 yılının haziran ayında başlıyor. İkinci bölüm ise 2003 yılının mayıs ayında son buluyor. Okuduğu kitapların anlatımıyla var olan notları değil, günlük yaşantısını ve hislerini paylaşıyor yazar.
Kitap listesini sıralayacak olursak şöyle:
Haziran - Adolfo Bioy Casares’ten Morel’in Buluşu
Temmuz - H. G. Wells’ten Dr. Moreau’nun Adası
Ağustos - Rudyard Kipling’den Kim
Eylül - François Rene de Chateaubriand’dan Mezar Ötesinden Hatıralar
Ekim - Sir Arthur Conan Doyle’dan Dörtlerin Simgesi
Kasım - Johann Wolfgang von Goethe’den Gönül Yakınlıkları
Aralık - Kenneth Grahame’den Söğütlükte Rüzgâr
Ocak - Miguel de Cervantes’ten Don Quijote
Şubat - Dino Buzzati’den Tatar Çölü
Mart - Sei Şonagon’dan Yastıkname
Nisan - Margaret Atwood’dan Yüzeye Çıkış
Mayıs - Joaquim Maria Machado de Assis’ten Bras Cubas’ın Ölüm Sonrası Hatıraları
İlk anlatımda daha çok melankolik bir havayla, çocukluğuna ve yaşadığı yere duyduğu özlemle dile getirilen notların yerini; kitap anlatımı, seyahatleri ve düşünceleri takip ediyor. Kitapların içeriklerinden uzun uzadıya bahsetmek yerine kitabı okumaktan duyduğu mutluluğu, sebebi ya da sadece o an ki hissini anlatıyor. Her okumada daha çok sevdiğini belirtiyor.
Açıkçası yer yer duyduğu hisleri anlatırken, samimi bir dil kullanarak kitaplardan bahsetmesi romantik bir açıdan yaklaştığı fikrini uyandırdı. Kipling’in Kim isimli kitabından bahsederken bu cümleleri kurmasını örnek olarak verebilirim: “Anlatım tonunu, yan karakterlerden her birinin canlılığını, bir nehri aramakta olan oğlan çocuğu arasındaki dokunaklı dostluğu seviyorum. Onların bu uzun ve çetin yolculukları hiç bitmesin istiyorum.”
Manguel sık sık dedektif romanlarını sevdiğinden bahseder. Hatta listesini yapar romanların. Aslında Manguel liste yapmayı sever. Okuduğu kitapları, okumayı istediği kitapları, okumaktan keyif alabileceği kitapları. Hatta “Liste yapmada, anlam yalnızca çağrışımla yaratılacakmış gibi, belli bir büyüsel keyfilik vardır.” diyerek özetler.
Yazarın anlattığı kitaplara dair zerre kadar bilginiz olmasa da anlatılanlara yabancı kalmıyorsunuz. Dili, anlatımı ve o an ki duygu durumunu paylaşımıyla hissedebiliyorsunuz bunu. Üstelik yazar kitabın bir bölümünde: “Yazarın yazdığını değil, okumak istediğimizi okuruz.” diyerek bu durumu çağrıştırıyor bana. Metinlerin arasında değişiklikler göstererek aktarması kafa karışıklığı yerine, birbiriyle ilintili bağlar kurdurabiliyor. Yazar bir anda başka bir kitaptan bahsettiği vakitlerde, günlüğünü okuduğumu unutmamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Kitaplığında dolaşırken bir anda okuduğu kitaptan sıyrılarak sırf son cümlesi için başka bir kitaba uzanabiliyor çünkü. Hep başvurduğumuz bir durum değil midir bu? Son cümlesini, altını çizdiğimiz yeri, bazen sadece basım yılını hatırlamak için bile olsa karıştırmıyor muyuz kitapları?
Kitabın bazı kısımlarında romantik bir hava içerisinde sadece duygu durumlarını paylaştığını düşündüğümü belirtmiştim. İlerleyen sayfalarda Manguel bambaşka konularda fikrini yazarak şaşırtıyor beni. Kitap bahsinden bir an sıyrılarak bu ve benzeri düşüncelerini aktarması şaşırtıyor.
“Çökmüş ulaşım sistemi ve korkunç yüksek fiyatlarıyla Londra, azıcık bir parayla yaşamak zorunda olan birisi için dünyanın en rahatsız edici kentlerinden biri olmalı. İngiliz Turizm Bakanlığı acaba nasıl reklamlar aracılığıyla inandırıyor dünyayı, böyle olmadığına?” diyor. Gözümüzde görkemiyle canlanan Londra’ya dair fikirlerimiz değişebiliyor böylelikle.
“Batı, Öteki’ni sadece daha fazla aşağılamak için tanır, sonra da bunun geriye yansıyan yanıtını görünce şaşırır.”
“Herkesçe bilinen eski gerçekler hâlâ geçerli; şiddet şiddeti doğurur; her türlü iktidar kötüye kullanmadır; her tür fanatizm aklın düşmanıdır; propaganda, bizi kötülüğe karşı çıkmaya çağırdığında bile propagandadır; savaş, Tanrı’nın büyük taburların yanında olduğuna inanan galiplerin gözleri dışında hiçbir zaman şerefli değildir.”
Artık kitapta bahsettiğimiz zaman dilimi 2003 yılının şubat aylarıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a savaş açtığı yıllar. Yazar bu konu hakkında ya da savaşın genel pozları hakkında fikirlerini sürer ortaya. Dile getirilenleri gözümüzün önüne serer. Sakin ama içten içe kızgın. “Savaş aynı zamanda hem kaçınılmaz hem de olanaksız görünür. Avrupa gazetelerinin sunduğu anlaşmazlık görüşü sadece alegoriktir: Bildiğinden şaşmayan bir canavar şeklindeki Amerikan gücü, öteki canavarlara saldırıyor. Ejderhalara inandığımıza göre, bu alegori boşunadır. Londra Daily Telegraph gazetesinde yayımlanan bir başyazı, ‘Dünya Ekonomisinin Savaş Makinesine İhtiyacı Var’ diyor bize. Süslü, büyük baş harfler ülkesindeyiz.”
Bir yandan okuduğu kitaplarla, varsaydığı tutumları bağdaştırmaya başlar. Buzzati’nin Tatar Çölü ile Amerika’nın tutumunu birleştirerek anlatır.
“Uzakta korkunç bir hayal gibi beliren savaşın hiçbir kahramanca yanı yok; İngiliz-Amerikan güçlerini harekete geçiren nedenler insani olmaktan çok parasal. Öte yandan, Buzzatin’nin öyküsünde, okuru çok etkileyen trajik saçmalık duygusu, büyük ölçüde kahramanca girişimin su katılmadık anlamsızlığından kaynaklanıyor. Hiçbir insani ya da parasal neden ileri sürülemez. Sınırda hiç sorun yok, Tatar Çölü’nde bugüne kadar bir Tatar görülmemiş, kahramanlara kahraman olma şansı tanınmamış.
Artık mart ayına gelinir ve savaşla beraber notlarını almaya devam eder Manguel: “Amerikalılar, Birleşmiş Milletler’in aksine kararına rağmen Bağdat’ı bombalamaya başladı. Televizyonda gösterilen tek şey, ara sıra roketlerin çarptığı yerlerdeki patlamalarla aydınlanan, siyah bir ekran.”
Buradan hareket ederek şu kanıya varabiliriz: Bir entelektüel yeniden okumaya karar verdiği kitapların günlük-denemesini tutarken, dış dünyada yankılanan savaşa kulaklarını tıkamaz, gözlerini kapatmaz. Propaganda yapar gibi çığlık çığlığa karşıt fikirlerini dökmez ortaya. Sakinliğini koruyarak, okuduğu kitaplardan alıntılarla kıyaslamalar yaparak, var olan bir durumu aktarır. Bana kalırsa gerçek bir entelektüelin de yapması gereken budur. İzlenimlerimiz ve okuduğumuz kitaplar ve dış dünyada olup bitenler bizi çığlık yerine, sükûta teşvik etmeli; kuyulara kitapların çerçevesinde eğilmeliyiz. “Savaş var evet, gözüm kulağım orada fakat kitaplara sığınmayı tercih ediyorum. Çünkü akıl sağlığını korumanın başka bir yolu mümkün görünmüyor.” diyerek belki de.
Belki bunun için okuyoruz, karanlık anlarda bunun için kitaplara dönüyoruz yüzümüzü; zaten bildiğimiz şeyler için sözcükler bulmak üzere diyerek özetliyor aslında Manguel.
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
20 Haziran 2018 Çarşamba
Başkasına Hızır olmak
“Edebiyat görmek isteyene, yarasını kesinlikle gösterir.”
- Ayfer Tunç
Günümüz edebiyatına dair en popüler sorulardan biri “öykünün yükselişi” meselesi. Ama her öykü kitabı da bunu sordurmuyor. Yalnızca kendine ait bir tavrı olan özgün eserler bir çengel bırakıyor zihnimizde. Elif Genç’in Ketebe Yayınları'ndan kitabı çıkınca gözümden kaçan öykülerinin de okuyucusu oldum. Bu vesileyle tekrar öykü üzerine kafa yormak hâsıl oldu. Öyküyü albenili yapan ne? Öykü neden yükselişte? İşte bunları sordurabilen bir kitap Düşünsene Hızır Bendim.
Vardığım başka bir yargı ise bazı yazarları yazmaya iten şeyin aslında bir teselli aramak olduğu konusu. Hayat karşısındaki savunmasızlığımızla aldığımız yaralara merhem arıyoruz yazarak. Elif Genç’in öykü kahramanlarının da teselliye ihtiyacı var. Öykü kişileri varoluşsal serüvenlerine hep yenik başlayan, kırılma anlarında hep yalnızlıkla sınanan, payına hep acı düşen kişiler. Bazen Hızır bekleyenlerin, bazen de Hızır olmaya çalışanların öyküsü aynı zamanda. Biraz cılız da olsa kendi içinde bir umut ışığını sızdıran öyküler. Ama genel anlamda duygu dünyasındaki yıkımların anlatısı bence.
Mesela bir annenin sokakta gördüğü kimsesiz bir çocuğa sahip çıkma gayretini “her kadının içinde birilerine anne olma ağrısı” diye tanımlıyor anlatıcı. “İnsanoğlu eğer yalnızlığa alışmışsa, artık kendini aynalarda değil ancak bir insanın yüzünde tanıyabilir” gibi insanı olduğu yere mıhlayan bir girizgâhla açılıyor “Ayna” öyküsü.
Herkesin mutluluktan, başarıdan bahsettiği bir çağda, mutsuzluktan, yenilgiden ve kayıptan bahsediyor Elif Genç. Bu yanıyla daha insani ve okuyucuyu kavrayan bir tavrı var kitabın. Hayal kırıklıkları, yalnızlığa mahkûm edilmiş hayatlar ve içe dönen kahramanların çektiği ıstırabı anlatırken okuyucuyu ortak bir paydada buluşturacak kadar kuvvetli bir duygu aktarımı ustalığı sergiliyor üstelik. En önemli başarısı bu bence. Kendi evrenine okuyucu dâhil eden bir üslup bu. Tüm iyi öykülerde olduğu gibi bu öykülerde de bir dil başarısı görüyoruz demeye getiriyorum aslında.
İnce bir mizahı da içinde barındıran on altı öyküden oluşan Düşünsene Hızır Bendim bir tavrı olan, atmosferi olan öyküleriyle okunup bitirildikten sonra okuyucuda varlığını sürdüren bir his bırakıyor geriye. Yer yer arabesk bir tavra da bürünen üslubuyla anlattığı karakterleri daha canlı bir hale sokuyor ama bazen ayarı kaçıp fazla arabeske düşüyor. Öyküde o sularda gezmenin riski var tabi ama pek de öyle rahatsız edici bir fazlalık değil bu. Son zamanlarda en çok etkilendiğim öykü kitabı olarak kütüphanemdeki yerini aldı bile.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Ayfer Tunç
Günümüz edebiyatına dair en popüler sorulardan biri “öykünün yükselişi” meselesi. Ama her öykü kitabı da bunu sordurmuyor. Yalnızca kendine ait bir tavrı olan özgün eserler bir çengel bırakıyor zihnimizde. Elif Genç’in Ketebe Yayınları'ndan kitabı çıkınca gözümden kaçan öykülerinin de okuyucusu oldum. Bu vesileyle tekrar öykü üzerine kafa yormak hâsıl oldu. Öyküyü albenili yapan ne? Öykü neden yükselişte? İşte bunları sordurabilen bir kitap Düşünsene Hızır Bendim.
Vardığım başka bir yargı ise bazı yazarları yazmaya iten şeyin aslında bir teselli aramak olduğu konusu. Hayat karşısındaki savunmasızlığımızla aldığımız yaralara merhem arıyoruz yazarak. Elif Genç’in öykü kahramanlarının da teselliye ihtiyacı var. Öykü kişileri varoluşsal serüvenlerine hep yenik başlayan, kırılma anlarında hep yalnızlıkla sınanan, payına hep acı düşen kişiler. Bazen Hızır bekleyenlerin, bazen de Hızır olmaya çalışanların öyküsü aynı zamanda. Biraz cılız da olsa kendi içinde bir umut ışığını sızdıran öyküler. Ama genel anlamda duygu dünyasındaki yıkımların anlatısı bence.
Mesela bir annenin sokakta gördüğü kimsesiz bir çocuğa sahip çıkma gayretini “her kadının içinde birilerine anne olma ağrısı” diye tanımlıyor anlatıcı. “İnsanoğlu eğer yalnızlığa alışmışsa, artık kendini aynalarda değil ancak bir insanın yüzünde tanıyabilir” gibi insanı olduğu yere mıhlayan bir girizgâhla açılıyor “Ayna” öyküsü.
Herkesin mutluluktan, başarıdan bahsettiği bir çağda, mutsuzluktan, yenilgiden ve kayıptan bahsediyor Elif Genç. Bu yanıyla daha insani ve okuyucuyu kavrayan bir tavrı var kitabın. Hayal kırıklıkları, yalnızlığa mahkûm edilmiş hayatlar ve içe dönen kahramanların çektiği ıstırabı anlatırken okuyucuyu ortak bir paydada buluşturacak kadar kuvvetli bir duygu aktarımı ustalığı sergiliyor üstelik. En önemli başarısı bu bence. Kendi evrenine okuyucu dâhil eden bir üslup bu. Tüm iyi öykülerde olduğu gibi bu öykülerde de bir dil başarısı görüyoruz demeye getiriyorum aslında.
İnce bir mizahı da içinde barındıran on altı öyküden oluşan Düşünsene Hızır Bendim bir tavrı olan, atmosferi olan öyküleriyle okunup bitirildikten sonra okuyucuda varlığını sürdüren bir his bırakıyor geriye. Yer yer arabesk bir tavra da bürünen üslubuyla anlattığı karakterleri daha canlı bir hale sokuyor ama bazen ayarı kaçıp fazla arabeske düşüyor. Öyküde o sularda gezmenin riski var tabi ama pek de öyle rahatsız edici bir fazlalık değil bu. Son zamanlarda en çok etkilendiğim öykü kitabı olarak kütüphanemdeki yerini aldı bile.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
19 Haziran 2018 Salı
Bulanlar arayanlardır
“Müslümanların cenneti bir varış yeri değildir, bir seyahat tarzıdır.”
- Ziyaüddin Serdar
İslam dünyasının durumuna dair muazzam bir literatür bulunuyor. Konuya ilgili olanların malumudur, genelde reaksiyonel tepkiler içeren bu çalışmaların sığ ve üst perdeden gerçekleşen bakış açısı üzerinden oluşturulan çözümler meselenin ciddiyetiyle uyuşmadığı izlenimi veriyor. Sebepler ve çıkış yolları içeren bu eserlerin her birinde döneminin ve/veya yazarının öznel değerlendirmelerini ya da ‘ütopik’ çözüm önerilerini sıralanır. Bireyselmiş gibi görünen bu çabalar çoğunlukla yazarın bağlı olduğu yapının sözcülüğüne evrilerek -güya- kolektiflik imajı oluşturulur. İşin en trajik yanı, bu kolektif ruhun ümmetin tümünü bağlayacak şekilde anlamlandırılmaya çalışılması olsa gerektir. İnsan ve topluma dair azıcık bilgi sahibi olan bir kişi bu anlayışın sorunu bitirmekten ziyade büyüteceğini bilir. Son derece kapsamlı ve bakir bir alan olarak karşımızda duran bu görüntünün dinin ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulması hayati derecede önem arz ediyor. Aksi durumda Müslümanlar geleceğin dünyasında bugünkünden çok daha ‘aciz’ kalacaktır. Şahsi kanaatim, ortada duran sorun, Müslümanların durmadan geri kaldıkları söylenen epistemolojik alanın ötesinde evvela çözümlenememiş ontolojik sorunun tezahürüdür. Yani en temelde bulunan varlık fenomeninin bilgisi ve mahiyeti konusunda elle tutulur bir anlayış oluşturulmamış ya da oluşturulmuş olsa bile yaygınlaştırılarak opsiyonel bir anlayış haline getirilememiş. Bu durum da Müslüman toplumları oldukça sığ düşünen ve reaksiyonel hareket eden kaotik bir yapı hâline getiriyor.
İngiltere’ye göç etmiş Pakistanlı bir ailede doğan Ziyaüddin Serdar’ın Cenneti Arayan Adam isimli eseri, Müslümanların içinde bulunduğu sığ, reaksiyonel ve kaotik durumu gözler önüne seriyor. Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan dört yüz sayfalık kitabın çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Kitaba dair en baştan bir detaya dikkat çekmek ve bir de şerh düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın künyesinde “Bu kitabın yayınlanması, yazarın ifade ettiği görüş ve fikirlerin yayınevi tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.” şeklinde verilen ifadeyi farklı şekillerde okumak mümkün. Bir süredir takip ettiğimden yayınevinin çizgisini az çok biliyorum. Buradan hareketle, yayınevini bu ifadeyi koymaya sevk eden “Bilginin İslamileştirilmesi” konusuna dair Ziyaüddin Serdar’ın katı eleştirisi midir yoksa içeriğe dair yukarıda değindiğim sığ/reaksiyonel tepkiyle karşılaşılması tehlikesi midir bilemiyorum ama yayıncılık adına ilginç bulduğumu söylemek isterim. Benzer frekanstaki yazar-yayıncı restleşmesinin bulunduğu bir alanda Mahya Yayıncılık içeriğine (tümüyle) katılmadığı bir eseri Türkçeye kazandırıp okura ulaştırmayı seçtiği için bir teşekkürü hak ediyor. Muhtemelen eser içeriğinin entelektüel derinliği ve ele alınan konuların önemi bunda etkili olmuştur. Şerh konusuna gelirsek, kitap ismindeki “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu” alt başlığının iman ve kuşkunun bir aradalığı konusunda çelişki olup olmadığıdır. Ayrıca benzer eleştiri eserdeki birçok görüşe getirilebilir (ve belki de yayınevinin hassasiyeti bundan kaynaklanmıştır). Polemik yapmak niyetinde değilim yalnız, eğer kavramın Türkçe karşılığının oluşturulmasında sorun yoksa -ki olduğunu sanmıyorum- Ziyaüddin Serdar sert bir eleştiriyi hak ediyor. Buna zaten kendisi de itiraz etmeyecektir zira kitap boyunca yaptığı iş bu.
Cenneti Arayan Adam on beş bölümden oluşan çok yönlü, çok katmanlı, çok saçaklı bir metin. 1951 doğumlu yazarın gençlik yılarından itibaren 2000’li yıllara kadar geçen süreci ele alıyor diyebiliriz. Bu yanıyla kitap bir anlamda Ziyaüddin Serdar’ın hayatının bir kesitine dair otobiyografik bir çalışma diyebiliriz. Yazar bu süreci sorgulama ve eleştiri içeren bir ‘arayış yolculuğu’ olarak nitelendiriyor. Aranılan şey dinsel bir mekân olan ‘cennet’tir. Farklı İslami grupların cenneti anlamlandırma yöntemlerine ve kazanma motivasyonlarına değiniyor. Bunun yanında İslam dünyasının anlayış sorunlarına yönelik bir farkındalık artırma çabası olarak da görülebilir. Yazar, 1960’lı yıllarda İngiltere’de başlayan ‘yolculuk’ esnasında literal/lafızcı dini yapılardan siyasi yöntemi benimseyen yapılara, şiddet eğilimli oluşumlardan tasavvufi kuruluşlara, gelenekçilerden mezhepçilere ve ulusçulardan laikliği/sekülerliği benimseyenlere kadar çok ve farklı oluşumlarla karşılaşma imkânı yakalamış. Kitap da zaten bu karşılaşmaların karşılaştırılarak değerlendirilmesinden oluşuyor. Metni okurken gelenekçi ve modern algının rekabetini, geri kalmışlığın izlerini, ekonomik işgüzarlığı, siyasi acizliği, çıkar mücadelelerini ve en çok da bilim ve eğitimdeki yetersizliği görüyorsunuz. Ziyaüddin Serdar’ın hemen hemen her gruba dair bir izlenimi bulunuyor lakin onlar hakkındaki asıl kararını birlikte zaman geçirerek vermeyi seçiyor. Bu süreçte hem fikri yapılarını hem de yöntemlerini anlamaya çalışıyor. Sorgulayıcı ve eleştirel tutumu karşılaştığı gruplara koşulsuz dâhil olmasına engel oluyor. Yazarın değerlendirmelerindeki kilit noktayı farklı İslami grupların cennet üzerindeki düşünceleri ve hareket yöntemleri oluşturuyor. Bu açıdan yazarın cennet konusundaki takıntısını anlamak zor diyebiliriz. Örneğin benim aklıma gelen ilk soru, cennet yerine neden adalet ya da akıl gibi temel bir kavram koymayı seçmediği oldu. Belki de dinin, insanın zaaflarına yönelik yaptığı metaforik vaatlerin somut dünyadaki işleyişini göstermeye çalışmıştır bilemiyorum ama cennet mevhumu Müslüman için hangi konumda olmalıdır ya da cenneti kazanma motivasyonunun belirleyiciliğinin niteliği nedir diye sormadan edemedim. Yazarın çalışmasında da görüldüğü üzere sekülerleşerek cenneti dünyada kurmaya çalışanlarla dini fetişleştirerek dünyayı cennete çevirmeye çalışanların aynı yerde buluşması oldukça ilginç bir detay.
Ziyaüddin Serdar cenneti arama yolculuğunda İslam dünyasının neredeyse tamamını geziyor ve farklı İslami anlayışlara yerinde tanıklık ediyor. Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar farklı coğrafyadan ve ulustan Müslümanlarla karşılaşıyor. Bu karşılaşmalar sıradan bir seyahat, keyfi bir keşif, alelade bir merak ya da bir arınma arayışı değil. Seyahatlerin bir kısmı o bölgedeki dini anlayışı anlamaya yönelik yapılırken bir kısmı da yazarın farklı ülkelerdeki bağlantıları üzerinden gerçekleşen bilimsel/entelektüel projeler sayesinde oluyor.
Z. Serdar, İngiltere’de eğitim görmüş iyi yetişmiş biri olarak gençliğinden itibaren İslami organizasyonlarda yer alıyor ve özellikle bilimsel/entelektüel alanda faaliyet gösteren Müslümanlarla tanışarak birçoğuyla bağlantı kuruyor. Gidişat onu Müslüman ülkelerin aydınları tarafından bilinen biri haline getiriyor. Serdar’ın gençlik yıllarında ilk karşılaştığı grup, dini şekilciliğe indirgeyerek ibadeti katı şekilde uygulayan ve seçilen bölgelere giderek tebliğ yapmayı yöntem olarak seçenler. Buna tipik misyoner yöntemi diyebiliriz. Onlarla bir süre birlikte zaman geçiriyor ve bu yöntemin İslam dünyası için faydalı olamayacağına kanaat getiriyor. Daha sonra İngiltere’deki karşılaşmalarından tanıdığı sufilere yöneliyor. Tasavvufa gönül veren bu insanlarla etkileşimde bulunmak için Fas’a ve Türkiye’ye seyahatler gerçekeleştiriyor. Tasavvufi yapıların önemli olduğunu vurguluyor fakat aradığı cevapların orada da olmadığını görüyor ve yoluna devam ediyor. Afganistan ve Pakistan’a yaptığı seyahatlerde Müslümanların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi seçen gruplarla karşılaşan Serdar, İran’da devrim mücadelesine tanık oluyor. İslam devrimi diye tüm Müslümanları heyecanlandıran şeyin aslında ulusçu-mezhepçi otokratik bir devlet oluşunun altını çiziyor. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer devletlerdeki yöneticiler ile yönetilenlerin bambaşka dünyalara sahip olduklarını gözlemleyerek iki tarafta da görülen yozlaşmanın nedenleri üzerinde duruyor. Bu bağlamda dinin araçsallaştırılarak nasıl menfaate dönüştürüldüğü vurgulanıyor. Bu ülkelerde zenginlikle yoksulluğun birbirine değmeden yaşandığı İslami olmayan bir yapı ortaya çıktığı görülüyor. Z. Serdar, Çin’de Müslümanların yaşadığı bölgede insanların içeriğini net olarak bilmedikleri ya da dolduramadıkları bir şeriat istediklerini tespit ediyor ve hemen arkasından bu tespitinin neredeyse İslam dünyasının tamamı için geçerli olduğunu belirtiyor. Malezya’da devlet desteğiyle kapsamlı bir çalışma başlatarak ideal devleti oluşturmaya yönelik yönetici yetiştirmek için çalışmalar yapan bir grupta görev üstleniyor. Model olarak Endülüs’ün alındığı bu eğitim çalışmalarının sonuçları istenilen düzeyde olmuyor. Teorik anlamda İslam dünyasının son elli yılına damga vuran İslami hareketler ve önde gelen temsilcilerine değinen yazar, uygulamada çok daha farklı yönetimlerin ortaya çıktığını belirtiyor. Z. Serdar’a farklı ülkelerden gelen tekliflerle başlayan her süreç yeni bir ümidin ateşi oluyor lakin bir süre sonra başlanılan projeler bir şekilde engelleniyor. Bu engellemelerde mevcut iktidarın yanı sıra statüsünü kaybetmek istemeyen bilim insanlarının da rolü olduğu görülüyor. Yaptığı seyahatlerde işkenceye varacak derecede uygulamalara maruz kalan Serdar’ın yolcuğundan Türkiye de epeyce nasibini almış görünüyor. Türkiye’ye dair izlenimlerini üç başlıkta ele almak mümkün. İlki şekilci din anlayışına sahip sufiler ile Konya’da, ikincisi laik (ya da seküler) bir Cumhuriyet aydını ile İstanbul’da, üçüncüsü ise dindar akademisyenler ile yine İstanbul’da gerçekleşen karşılaşmalar. Türkiye’deki bu seyahatler farklı zamanlarda olmuş olsa da temel nokta dindar-laik çatışması olarak göze çarpıyor. Serdar kitabın bir bölümünde Türkiye’de yürürlükte olan laik/seküler anlayışın İslam dünyası için çözüm olup olamayacağını sorguluyor.
Z. Serdar metnin tamamında çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, insan haklarına, demokrasiye, hümanizme atıflar yaparak Müslümanların bu konulardaki kayıtsızlığından dem vuruyor. Seyahat ettiği yerlerdeki toplumsal ve siyasi yapıyı, kültürü, dini anlayışı eleştirel bir gözle ele almaya çalışan yazar, ibadetlerin içeriğinin boşaltılması, kavramlardaki anlam kayması, dinin şekilciliğe indirgemesi, lafızcılık, Kur’an’ı bütüncül yerine parçalı okunması gibi temel sorunların yanında bilim, kültür, eğitim, sanat gibi konularda anlamlı bir projeksiyonu olmayan İslam dünyasının zihin haritasını çıkarıyor. Serdar, yaptığı değerlendirmelerde tarihsel verilerden oldukça faydalanıyor ve neredeyse her bir konuya dair tarihi bir perspektif sunuyor. Bu açıdan metin farklı tarihi dönem ve anlayışların içinde sekerek dolaşıyor diyebiliriz.
İslam dünyasının son yarım yüzyılına dair samimi, yoğun özeleştiri içeren, entelektüel seviyesi yüksek, bilgi dolu bir çalışma olan Cenneti Arayan Adam’da, durmadan yenilgiye uğrayan ama ümidini kaybetmeyen Müslüman bir entelektüelin haykırışlarına tanık oluyoruz. Z. Serdar’ın oldukça önemli tespit, tenkit ve yorumlarının yanında eleştiriden kaçamayacak çok fazla görüşünün olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunlukla makul görüşlerin olduğu eser kimi zaman oldukça modern hatta laik/seküler bir görüntü çizerken kimi zaman da mistisizmle kol kola giriyor. Konunun ilgisi için ufuk açıcı bir metin olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitap hakkında iki konuya daha dikkat çekmek isterim. Birincisi, ilk başta İslam dünyasına yönelik bir eleştiri gibi görülebilir lakin bu tanım eksik kalacaktır. Zira o kadar dolu bir metinle karşı karşıyayız ki aynı zamanda Batı düşüncesine yönelik eleştiri olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi ise salt eleştiri içeren bir metin olduğunu söylemek yazara haksızlık olacaktır. Yazar, bir anlamda yaşadıklarını yazarak hem dindaşlarına karşı hem de Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor.
Z. Serdar sonunda nereye varıyor diye bir soru akla gelebilir. Küçük bir cevap olması açısından yazmak gerekirse; Müslümanların cennet anlayışını, “Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor: Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür türlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştür; kan dökme ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi” şeklinde tanımlayan yazar yaşadığı tüm hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen “Şimdi ne yapacağız?” diye soran arkadaşına “Her zaman yaptığımızı. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız” diyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Ziyaüddin Serdar
İslam dünyasının durumuna dair muazzam bir literatür bulunuyor. Konuya ilgili olanların malumudur, genelde reaksiyonel tepkiler içeren bu çalışmaların sığ ve üst perdeden gerçekleşen bakış açısı üzerinden oluşturulan çözümler meselenin ciddiyetiyle uyuşmadığı izlenimi veriyor. Sebepler ve çıkış yolları içeren bu eserlerin her birinde döneminin ve/veya yazarının öznel değerlendirmelerini ya da ‘ütopik’ çözüm önerilerini sıralanır. Bireyselmiş gibi görünen bu çabalar çoğunlukla yazarın bağlı olduğu yapının sözcülüğüne evrilerek -güya- kolektiflik imajı oluşturulur. İşin en trajik yanı, bu kolektif ruhun ümmetin tümünü bağlayacak şekilde anlamlandırılmaya çalışılması olsa gerektir. İnsan ve topluma dair azıcık bilgi sahibi olan bir kişi bu anlayışın sorunu bitirmekten ziyade büyüteceğini bilir. Son derece kapsamlı ve bakir bir alan olarak karşımızda duran bu görüntünün dinin ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulması hayati derecede önem arz ediyor. Aksi durumda Müslümanlar geleceğin dünyasında bugünkünden çok daha ‘aciz’ kalacaktır. Şahsi kanaatim, ortada duran sorun, Müslümanların durmadan geri kaldıkları söylenen epistemolojik alanın ötesinde evvela çözümlenememiş ontolojik sorunun tezahürüdür. Yani en temelde bulunan varlık fenomeninin bilgisi ve mahiyeti konusunda elle tutulur bir anlayış oluşturulmamış ya da oluşturulmuş olsa bile yaygınlaştırılarak opsiyonel bir anlayış haline getirilememiş. Bu durum da Müslüman toplumları oldukça sığ düşünen ve reaksiyonel hareket eden kaotik bir yapı hâline getiriyor.
İngiltere’ye göç etmiş Pakistanlı bir ailede doğan Ziyaüddin Serdar’ın Cenneti Arayan Adam isimli eseri, Müslümanların içinde bulunduğu sığ, reaksiyonel ve kaotik durumu gözler önüne seriyor. Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan dört yüz sayfalık kitabın çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Kitaba dair en baştan bir detaya dikkat çekmek ve bir de şerh düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın künyesinde “Bu kitabın yayınlanması, yazarın ifade ettiği görüş ve fikirlerin yayınevi tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.” şeklinde verilen ifadeyi farklı şekillerde okumak mümkün. Bir süredir takip ettiğimden yayınevinin çizgisini az çok biliyorum. Buradan hareketle, yayınevini bu ifadeyi koymaya sevk eden “Bilginin İslamileştirilmesi” konusuna dair Ziyaüddin Serdar’ın katı eleştirisi midir yoksa içeriğe dair yukarıda değindiğim sığ/reaksiyonel tepkiyle karşılaşılması tehlikesi midir bilemiyorum ama yayıncılık adına ilginç bulduğumu söylemek isterim. Benzer frekanstaki yazar-yayıncı restleşmesinin bulunduğu bir alanda Mahya Yayıncılık içeriğine (tümüyle) katılmadığı bir eseri Türkçeye kazandırıp okura ulaştırmayı seçtiği için bir teşekkürü hak ediyor. Muhtemelen eser içeriğinin entelektüel derinliği ve ele alınan konuların önemi bunda etkili olmuştur. Şerh konusuna gelirsek, kitap ismindeki “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu” alt başlığının iman ve kuşkunun bir aradalığı konusunda çelişki olup olmadığıdır. Ayrıca benzer eleştiri eserdeki birçok görüşe getirilebilir (ve belki de yayınevinin hassasiyeti bundan kaynaklanmıştır). Polemik yapmak niyetinde değilim yalnız, eğer kavramın Türkçe karşılığının oluşturulmasında sorun yoksa -ki olduğunu sanmıyorum- Ziyaüddin Serdar sert bir eleştiriyi hak ediyor. Buna zaten kendisi de itiraz etmeyecektir zira kitap boyunca yaptığı iş bu.
Cenneti Arayan Adam on beş bölümden oluşan çok yönlü, çok katmanlı, çok saçaklı bir metin. 1951 doğumlu yazarın gençlik yılarından itibaren 2000’li yıllara kadar geçen süreci ele alıyor diyebiliriz. Bu yanıyla kitap bir anlamda Ziyaüddin Serdar’ın hayatının bir kesitine dair otobiyografik bir çalışma diyebiliriz. Yazar bu süreci sorgulama ve eleştiri içeren bir ‘arayış yolculuğu’ olarak nitelendiriyor. Aranılan şey dinsel bir mekân olan ‘cennet’tir. Farklı İslami grupların cenneti anlamlandırma yöntemlerine ve kazanma motivasyonlarına değiniyor. Bunun yanında İslam dünyasının anlayış sorunlarına yönelik bir farkındalık artırma çabası olarak da görülebilir. Yazar, 1960’lı yıllarda İngiltere’de başlayan ‘yolculuk’ esnasında literal/lafızcı dini yapılardan siyasi yöntemi benimseyen yapılara, şiddet eğilimli oluşumlardan tasavvufi kuruluşlara, gelenekçilerden mezhepçilere ve ulusçulardan laikliği/sekülerliği benimseyenlere kadar çok ve farklı oluşumlarla karşılaşma imkânı yakalamış. Kitap da zaten bu karşılaşmaların karşılaştırılarak değerlendirilmesinden oluşuyor. Metni okurken gelenekçi ve modern algının rekabetini, geri kalmışlığın izlerini, ekonomik işgüzarlığı, siyasi acizliği, çıkar mücadelelerini ve en çok da bilim ve eğitimdeki yetersizliği görüyorsunuz. Ziyaüddin Serdar’ın hemen hemen her gruba dair bir izlenimi bulunuyor lakin onlar hakkındaki asıl kararını birlikte zaman geçirerek vermeyi seçiyor. Bu süreçte hem fikri yapılarını hem de yöntemlerini anlamaya çalışıyor. Sorgulayıcı ve eleştirel tutumu karşılaştığı gruplara koşulsuz dâhil olmasına engel oluyor. Yazarın değerlendirmelerindeki kilit noktayı farklı İslami grupların cennet üzerindeki düşünceleri ve hareket yöntemleri oluşturuyor. Bu açıdan yazarın cennet konusundaki takıntısını anlamak zor diyebiliriz. Örneğin benim aklıma gelen ilk soru, cennet yerine neden adalet ya da akıl gibi temel bir kavram koymayı seçmediği oldu. Belki de dinin, insanın zaaflarına yönelik yaptığı metaforik vaatlerin somut dünyadaki işleyişini göstermeye çalışmıştır bilemiyorum ama cennet mevhumu Müslüman için hangi konumda olmalıdır ya da cenneti kazanma motivasyonunun belirleyiciliğinin niteliği nedir diye sormadan edemedim. Yazarın çalışmasında da görüldüğü üzere sekülerleşerek cenneti dünyada kurmaya çalışanlarla dini fetişleştirerek dünyayı cennete çevirmeye çalışanların aynı yerde buluşması oldukça ilginç bir detay.
Ziyaüddin Serdar cenneti arama yolculuğunda İslam dünyasının neredeyse tamamını geziyor ve farklı İslami anlayışlara yerinde tanıklık ediyor. Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar farklı coğrafyadan ve ulustan Müslümanlarla karşılaşıyor. Bu karşılaşmalar sıradan bir seyahat, keyfi bir keşif, alelade bir merak ya da bir arınma arayışı değil. Seyahatlerin bir kısmı o bölgedeki dini anlayışı anlamaya yönelik yapılırken bir kısmı da yazarın farklı ülkelerdeki bağlantıları üzerinden gerçekleşen bilimsel/entelektüel projeler sayesinde oluyor.
Z. Serdar, İngiltere’de eğitim görmüş iyi yetişmiş biri olarak gençliğinden itibaren İslami organizasyonlarda yer alıyor ve özellikle bilimsel/entelektüel alanda faaliyet gösteren Müslümanlarla tanışarak birçoğuyla bağlantı kuruyor. Gidişat onu Müslüman ülkelerin aydınları tarafından bilinen biri haline getiriyor. Serdar’ın gençlik yıllarında ilk karşılaştığı grup, dini şekilciliğe indirgeyerek ibadeti katı şekilde uygulayan ve seçilen bölgelere giderek tebliğ yapmayı yöntem olarak seçenler. Buna tipik misyoner yöntemi diyebiliriz. Onlarla bir süre birlikte zaman geçiriyor ve bu yöntemin İslam dünyası için faydalı olamayacağına kanaat getiriyor. Daha sonra İngiltere’deki karşılaşmalarından tanıdığı sufilere yöneliyor. Tasavvufa gönül veren bu insanlarla etkileşimde bulunmak için Fas’a ve Türkiye’ye seyahatler gerçekeleştiriyor. Tasavvufi yapıların önemli olduğunu vurguluyor fakat aradığı cevapların orada da olmadığını görüyor ve yoluna devam ediyor. Afganistan ve Pakistan’a yaptığı seyahatlerde Müslümanların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi seçen gruplarla karşılaşan Serdar, İran’da devrim mücadelesine tanık oluyor. İslam devrimi diye tüm Müslümanları heyecanlandıran şeyin aslında ulusçu-mezhepçi otokratik bir devlet oluşunun altını çiziyor. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer devletlerdeki yöneticiler ile yönetilenlerin bambaşka dünyalara sahip olduklarını gözlemleyerek iki tarafta da görülen yozlaşmanın nedenleri üzerinde duruyor. Bu bağlamda dinin araçsallaştırılarak nasıl menfaate dönüştürüldüğü vurgulanıyor. Bu ülkelerde zenginlikle yoksulluğun birbirine değmeden yaşandığı İslami olmayan bir yapı ortaya çıktığı görülüyor. Z. Serdar, Çin’de Müslümanların yaşadığı bölgede insanların içeriğini net olarak bilmedikleri ya da dolduramadıkları bir şeriat istediklerini tespit ediyor ve hemen arkasından bu tespitinin neredeyse İslam dünyasının tamamı için geçerli olduğunu belirtiyor. Malezya’da devlet desteğiyle kapsamlı bir çalışma başlatarak ideal devleti oluşturmaya yönelik yönetici yetiştirmek için çalışmalar yapan bir grupta görev üstleniyor. Model olarak Endülüs’ün alındığı bu eğitim çalışmalarının sonuçları istenilen düzeyde olmuyor. Teorik anlamda İslam dünyasının son elli yılına damga vuran İslami hareketler ve önde gelen temsilcilerine değinen yazar, uygulamada çok daha farklı yönetimlerin ortaya çıktığını belirtiyor. Z. Serdar’a farklı ülkelerden gelen tekliflerle başlayan her süreç yeni bir ümidin ateşi oluyor lakin bir süre sonra başlanılan projeler bir şekilde engelleniyor. Bu engellemelerde mevcut iktidarın yanı sıra statüsünü kaybetmek istemeyen bilim insanlarının da rolü olduğu görülüyor. Yaptığı seyahatlerde işkenceye varacak derecede uygulamalara maruz kalan Serdar’ın yolcuğundan Türkiye de epeyce nasibini almış görünüyor. Türkiye’ye dair izlenimlerini üç başlıkta ele almak mümkün. İlki şekilci din anlayışına sahip sufiler ile Konya’da, ikincisi laik (ya da seküler) bir Cumhuriyet aydını ile İstanbul’da, üçüncüsü ise dindar akademisyenler ile yine İstanbul’da gerçekleşen karşılaşmalar. Türkiye’deki bu seyahatler farklı zamanlarda olmuş olsa da temel nokta dindar-laik çatışması olarak göze çarpıyor. Serdar kitabın bir bölümünde Türkiye’de yürürlükte olan laik/seküler anlayışın İslam dünyası için çözüm olup olamayacağını sorguluyor.
Z. Serdar metnin tamamında çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, insan haklarına, demokrasiye, hümanizme atıflar yaparak Müslümanların bu konulardaki kayıtsızlığından dem vuruyor. Seyahat ettiği yerlerdeki toplumsal ve siyasi yapıyı, kültürü, dini anlayışı eleştirel bir gözle ele almaya çalışan yazar, ibadetlerin içeriğinin boşaltılması, kavramlardaki anlam kayması, dinin şekilciliğe indirgemesi, lafızcılık, Kur’an’ı bütüncül yerine parçalı okunması gibi temel sorunların yanında bilim, kültür, eğitim, sanat gibi konularda anlamlı bir projeksiyonu olmayan İslam dünyasının zihin haritasını çıkarıyor. Serdar, yaptığı değerlendirmelerde tarihsel verilerden oldukça faydalanıyor ve neredeyse her bir konuya dair tarihi bir perspektif sunuyor. Bu açıdan metin farklı tarihi dönem ve anlayışların içinde sekerek dolaşıyor diyebiliriz.
İslam dünyasının son yarım yüzyılına dair samimi, yoğun özeleştiri içeren, entelektüel seviyesi yüksek, bilgi dolu bir çalışma olan Cenneti Arayan Adam’da, durmadan yenilgiye uğrayan ama ümidini kaybetmeyen Müslüman bir entelektüelin haykırışlarına tanık oluyoruz. Z. Serdar’ın oldukça önemli tespit, tenkit ve yorumlarının yanında eleştiriden kaçamayacak çok fazla görüşünün olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunlukla makul görüşlerin olduğu eser kimi zaman oldukça modern hatta laik/seküler bir görüntü çizerken kimi zaman da mistisizmle kol kola giriyor. Konunun ilgisi için ufuk açıcı bir metin olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitap hakkında iki konuya daha dikkat çekmek isterim. Birincisi, ilk başta İslam dünyasına yönelik bir eleştiri gibi görülebilir lakin bu tanım eksik kalacaktır. Zira o kadar dolu bir metinle karşı karşıyayız ki aynı zamanda Batı düşüncesine yönelik eleştiri olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi ise salt eleştiri içeren bir metin olduğunu söylemek yazara haksızlık olacaktır. Yazar, bir anlamda yaşadıklarını yazarak hem dindaşlarına karşı hem de Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor.
Z. Serdar sonunda nereye varıyor diye bir soru akla gelebilir. Küçük bir cevap olması açısından yazmak gerekirse; Müslümanların cennet anlayışını, “Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor: Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür türlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştür; kan dökme ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi” şeklinde tanımlayan yazar yaşadığı tüm hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen “Şimdi ne yapacağız?” diye soran arkadaşına “Her zaman yaptığımızı. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız” diyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
"Gençliğini nerede harcadın?" sorusuna cevaben, gençliği tanımlayan kitabı okumak
İbn Arabî, İslam tarihinde mühim bir yere sahip olan, bana kalırsa okunması -misal Gazali’ye göre- zor olan kıymetli bir mutasavvıf. Fütüvvet kavramını ve çevresinde Fütûhat-ı Mekkiye'yi yazmadan önce, Arabî’yi tanıyarak başlayabiliriz.
Kitapta yer alan bilgilere göre, tam adıyla Ebû Bekir Muhammed b. Ali olan ve İbn Arabî ismiyle tanınan İslam alîmi, Endülüs’ün (İspanya) güneydoğusundaki Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuştur. Bazı üyeleri sufi olan, tanınmış ve soylu bir aileden gelmiştir. Dini öğrenimlerini önce Lizbon’da daha sonra Endülüs’teki en büyük tasavvuf merkezlerinden olan İşbiliyye’de tamamlamıştır. Burayı yurt edinmesine rağmen, bilginleri ziyaret etmek ve seyahatte bulunmak için sık sık yolculuk yapmıştır. Kurtuba’ya gittiği vakitlerden birinde o dönem şehrin kadısı olan filozof İbn Rüşd ile karşılaşmıştır. 1201’de ise Endülüs’ten ayrılarak hac görevi için Doğu’ya gitmiş ve geri dönmemiştir. Mısır, Kudüs, Hicaz, Mekke, Bağdat, Malatya ve Konya gibi şehirlerde bulunmuştur. Fütûhat-ı Mekkiye’yi de bu bölgelerde yazmıştır. Daha sonra Şam’a yerleşerek vefat edene kadar orada yaşamıştır. 1240 yılında ise vefat etmiş ve Kasiyun dağına defnedilmiştir.
Ekrem Demirli’nin aktardığı bilgiler doğrultusunda ilerleyerek Arabî’yi tanımaya devam edebiliriz. Kıymetli tasavvufçu, başka alîmlere kıyasla felsefe, kelam yahut herhangi bir bilim dalına sert bir eleştirel tavırla bakmamıştır. Aksine Arabî için hakikat gizli değildir, muhakkak kendisini gösterir. İnsanlık da bundan bihaber değildir. Tasavvufa bu bakış açısıyla eğildiği için de kendisine geniş bir hareket serbestliği sağlanmış olur. Önyargısızdır ve kaynaklarla ilişki kurar. Yine Arabî’nin en mühim katkıları arasında, bağlantısı olmayan farklı konuların fikirlerini bir araya getirmeyi becerebilmesi yer alır.
Ekrem Demirli’nin üzerinde durduğu bir konu da Fütûhat-ı Mekkiyye’yi ulaşılabilir ve güncel tutmaktır. Çünkü, “Pek çok kişi Futûhat-ı Mekkiyye’yi okumadan İslam düşüncesi alanında bir görüş beyan edilemeyeceğini kabul eder.”
Tercümesi ve yayınlanması için 2006 yılında çalışmaya başlanmıştır ve altı yıl süren çalışma sonucunda bitmiştir. 2015 yılında ise Litera Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Daha anlaşılır olmasını sağlamak adına ve buna da müsait olmasına elverişli olduğu için bölümlere ayrılarak yayımlanmıştır.
Kitap “Takdim”, “Gece Ehlinin Blinmesi”, “Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi”, “Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi”, “Behlüller (Akıllı Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi”, “Erdikten Sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi”, “Az İlmin ve Onu Salihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi”, “Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi”, “’Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ İfadesinin Bilinmesi” başlıklı bölümlerden oluşmuştur.
Takdim kısmında kitap için, “Fütuhat-ı Mekkiye’yi bir cümleyle nitelemek isteseydik onu mebde ve mead (başlangıç ve son) arasında insanın serüveni olarak niteleyebilirdik.” cümlesi geçiyor. Buradan da anlaşıldığı üzere Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, fütüvvetin nasıl olması gerektiğinin üzerinde yoğun durmak yerine en başından sonuna değin büyük bir İslam çizgisini anlatıyor. Yine aktarıldığı üzere: İbnü’l-Arabî kitabıyla ilişkisini izah ederken bir yerde şöyle der: "Seyr süluk’a bu veya başka bir kitap için girmedik, lakin seyr ü süluk’un bereketi olarak ortaya çıktı kitap!"
İbnü’l-Arabî’nin okunması zor bir mutasavvıf olduğunu tekrarlamak isterim. Tasavvufun yanı sıra kelam, hadis, fıkıh, tefsir, dil bilimleri gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Arabî’nin temel amacı açık ve anlaşılır olma çerçevesi içinde vahdet-i vücûd (varlığın birliği) öğretisini anlatmaktır.
Arabî’yi kısaca tanıdıktan sonra fütüvvet kavramının üzerinde durabiliriz. Sözlük anlamı “gençlik, yiğitlik” olan ve feta kelimesinden türeyen fütüvvet, kendinden önce başkalarını düşünme, cömert davranma gibi diğerkgamlık ve başkalarına yük olmamak gibi melamilik kavramları ile de bağdaşır. Fütüvvet, kendi nefsinden önce başkalarını düşünerek onlara hizmeti temel alır. Melamet ise başkalarının kanaatlerine önem vermeden doğru yolda olmayı esas alır. Bu iki kavram birbirinden bağımsız gibi görünse de ortak amaçları; başkalarını kendi nefsinden önce önemseyip fakat onların önyargılarına kulak asmadan, hatta kendini gizleyerek Hak yolunda ilerlemektir. Amaç, insanlığa hizmet ki bunu da Hak için Hakk’ı gözeterek yapmaktır.
Gerek inandığımız dinin buyruğu olarak karşımıza çıkan gerek büyüklerimiz tarafından öğütlenen yiğit ve cömert olmayı, erdem olarak benimsememiz mühimdir. Ekrem Demirli Fütûhat-ı Mekkiyye’ye dair açıklamalarda bulunduğu bölümde, Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadis-i şerifini aktararak bu konunun üstünde durmuştur: “Yiğit Ali’dir kılıç Zülfikar’dır (La Feta illa Ali vela-seyfe illa Zülfikar)” hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi örnek alınması gereken kişi Hz. Ali’dir.”
“Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır.”
Tasavvufla ilgilenen, dahası İslam’ın buyurduğu şekle ciddi manada dikkat kesilerek, emirlerini yaşamlarına aksettirmek isteyen her insanın okuması gereken bir eser. Kitaptan bazı alıntıları aktararak aklınızın güzel bir köşesinde kalmasını dilerim.
“Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölüçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.”
"Fütüvvet (gençlik, yiğitlik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve kişi bu halde Genç (feta, yiğit) diye isimlendirilir. Allah ona herhangi bir zayıflık izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’ Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah bu ikinci zayıflık ile vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrılığı vardır: Acaba hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?"
“En zayıf kimseye karşı fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da sofrada bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti gereği, karıncaları sofradan uygun görmez. Fütüvvetin bir gereği de onu hayvanlarda uygulamaktır. Öylece karınca sofradan kendiliğinden ve bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü fütüvvet ehli metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan alınca şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’”
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
Kitapta yer alan bilgilere göre, tam adıyla Ebû Bekir Muhammed b. Ali olan ve İbn Arabî ismiyle tanınan İslam alîmi, Endülüs’ün (İspanya) güneydoğusundaki Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuştur. Bazı üyeleri sufi olan, tanınmış ve soylu bir aileden gelmiştir. Dini öğrenimlerini önce Lizbon’da daha sonra Endülüs’teki en büyük tasavvuf merkezlerinden olan İşbiliyye’de tamamlamıştır. Burayı yurt edinmesine rağmen, bilginleri ziyaret etmek ve seyahatte bulunmak için sık sık yolculuk yapmıştır. Kurtuba’ya gittiği vakitlerden birinde o dönem şehrin kadısı olan filozof İbn Rüşd ile karşılaşmıştır. 1201’de ise Endülüs’ten ayrılarak hac görevi için Doğu’ya gitmiş ve geri dönmemiştir. Mısır, Kudüs, Hicaz, Mekke, Bağdat, Malatya ve Konya gibi şehirlerde bulunmuştur. Fütûhat-ı Mekkiye’yi de bu bölgelerde yazmıştır. Daha sonra Şam’a yerleşerek vefat edene kadar orada yaşamıştır. 1240 yılında ise vefat etmiş ve Kasiyun dağına defnedilmiştir.
Ekrem Demirli’nin aktardığı bilgiler doğrultusunda ilerleyerek Arabî’yi tanımaya devam edebiliriz. Kıymetli tasavvufçu, başka alîmlere kıyasla felsefe, kelam yahut herhangi bir bilim dalına sert bir eleştirel tavırla bakmamıştır. Aksine Arabî için hakikat gizli değildir, muhakkak kendisini gösterir. İnsanlık da bundan bihaber değildir. Tasavvufa bu bakış açısıyla eğildiği için de kendisine geniş bir hareket serbestliği sağlanmış olur. Önyargısızdır ve kaynaklarla ilişki kurar. Yine Arabî’nin en mühim katkıları arasında, bağlantısı olmayan farklı konuların fikirlerini bir araya getirmeyi becerebilmesi yer alır.
Ekrem Demirli’nin üzerinde durduğu bir konu da Fütûhat-ı Mekkiyye’yi ulaşılabilir ve güncel tutmaktır. Çünkü, “Pek çok kişi Futûhat-ı Mekkiyye’yi okumadan İslam düşüncesi alanında bir görüş beyan edilemeyeceğini kabul eder.”
Tercümesi ve yayınlanması için 2006 yılında çalışmaya başlanmıştır ve altı yıl süren çalışma sonucunda bitmiştir. 2015 yılında ise Litera Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Daha anlaşılır olmasını sağlamak adına ve buna da müsait olmasına elverişli olduğu için bölümlere ayrılarak yayımlanmıştır.
Kitap “Takdim”, “Gece Ehlinin Blinmesi”, “Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi”, “Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi”, “Behlüller (Akıllı Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi”, “Erdikten Sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi”, “Az İlmin ve Onu Salihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi”, “Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi”, “’Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ İfadesinin Bilinmesi” başlıklı bölümlerden oluşmuştur.
Takdim kısmında kitap için, “Fütuhat-ı Mekkiye’yi bir cümleyle nitelemek isteseydik onu mebde ve mead (başlangıç ve son) arasında insanın serüveni olarak niteleyebilirdik.” cümlesi geçiyor. Buradan da anlaşıldığı üzere Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, fütüvvetin nasıl olması gerektiğinin üzerinde yoğun durmak yerine en başından sonuna değin büyük bir İslam çizgisini anlatıyor. Yine aktarıldığı üzere: İbnü’l-Arabî kitabıyla ilişkisini izah ederken bir yerde şöyle der: "Seyr süluk’a bu veya başka bir kitap için girmedik, lakin seyr ü süluk’un bereketi olarak ortaya çıktı kitap!"
İbnü’l-Arabî’nin okunması zor bir mutasavvıf olduğunu tekrarlamak isterim. Tasavvufun yanı sıra kelam, hadis, fıkıh, tefsir, dil bilimleri gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Arabî’nin temel amacı açık ve anlaşılır olma çerçevesi içinde vahdet-i vücûd (varlığın birliği) öğretisini anlatmaktır.
Arabî’yi kısaca tanıdıktan sonra fütüvvet kavramının üzerinde durabiliriz. Sözlük anlamı “gençlik, yiğitlik” olan ve feta kelimesinden türeyen fütüvvet, kendinden önce başkalarını düşünme, cömert davranma gibi diğerkgamlık ve başkalarına yük olmamak gibi melamilik kavramları ile de bağdaşır. Fütüvvet, kendi nefsinden önce başkalarını düşünerek onlara hizmeti temel alır. Melamet ise başkalarının kanaatlerine önem vermeden doğru yolda olmayı esas alır. Bu iki kavram birbirinden bağımsız gibi görünse de ortak amaçları; başkalarını kendi nefsinden önce önemseyip fakat onların önyargılarına kulak asmadan, hatta kendini gizleyerek Hak yolunda ilerlemektir. Amaç, insanlığa hizmet ki bunu da Hak için Hakk’ı gözeterek yapmaktır.
Gerek inandığımız dinin buyruğu olarak karşımıza çıkan gerek büyüklerimiz tarafından öğütlenen yiğit ve cömert olmayı, erdem olarak benimsememiz mühimdir. Ekrem Demirli Fütûhat-ı Mekkiyye’ye dair açıklamalarda bulunduğu bölümde, Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadis-i şerifini aktararak bu konunun üstünde durmuştur: “Yiğit Ali’dir kılıç Zülfikar’dır (La Feta illa Ali vela-seyfe illa Zülfikar)” hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi örnek alınması gereken kişi Hz. Ali’dir.”
“Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır.”
Tasavvufla ilgilenen, dahası İslam’ın buyurduğu şekle ciddi manada dikkat kesilerek, emirlerini yaşamlarına aksettirmek isteyen her insanın okuması gereken bir eser. Kitaptan bazı alıntıları aktararak aklınızın güzel bir köşesinde kalmasını dilerim.
“Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölüçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.”
"Fütüvvet (gençlik, yiğitlik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve kişi bu halde Genç (feta, yiğit) diye isimlendirilir. Allah ona herhangi bir zayıflık izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’ Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah bu ikinci zayıflık ile vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrılığı vardır: Acaba hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?"
“En zayıf kimseye karşı fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da sofrada bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti gereği, karıncaları sofradan uygun görmez. Fütüvvetin bir gereği de onu hayvanlarda uygulamaktır. Öylece karınca sofradan kendiliğinden ve bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü fütüvvet ehli metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan alınca şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’”
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
18 Haziran 2018 Pazartesi
Zamanın içinde olmak ne kadar mümkün?
Sapanca'da, ciğerlerimin oksijenden gözlerimin yeşilden bayram ettiği güzel bir yerdeyim. Çekirdek ailemle ilk tatilim. Anne, baba ve çocuk. Annenin varlığı etrafa güven tohumları ekerken, çocuk bir çiçek gibi her şeye hayretle eğiliyor. Baba olarak ben, varlığımın şükrünü yaşıyorum. Zamanın içindeyim, kent hayatının ve bilhassa iş günlerinin tüm o biteviye hâlini üzerimden attığımın farkında bile değilim. Sadece zamanın farkındayım. Saniyeler geçerken aldığım nefesi hissediyorum. Saniye, nefes. Kalp, ruh. Kimi meditasyon der, kimi inziva, kimi de tefekkür. Bense teşekkür ediyorum yaratıldığım için: çok şükür.
Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.
Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."
İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."
İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."
Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."
Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."
Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."
Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."
Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.
Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."
İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."
İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."
Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."
Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."
Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."
Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."
Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Haziran 2018 Perşembe
Hakikat peşinde koşan bir dervişin bıraktığı izler
"Ben her fırça darbesinde hayatımı tehlikeye atıyorum."
- Paul Cézanne
Simon Weil ve Simon De Beauvoir. Aynı lisenin iki dâhi çocuğu. İkincisi pek ala biliyoruz. Weil ile ise daha henüz yeni tanışabildik. Haliyle Selahattin Yusuf da soruyor. “Birini kullanıma sokan edebiyat konanı diğerini neden ötekileştirdi. Neden Türkçede göremedik Weil’i?". Cevap Weil’in hayat hikâyesinde saklı. Çünkü Simon Weil bir derviş, bir mistik. Tanrı’yı arayıp duran bir deha. İspanya iç savaşına katılıp öldürmek istemediği için muharip olmayan bir vicdan. 41 yaşında gözlerini hayata yummuş bir erken veda. Uğradığı sükût suikastı bizle sınırlı değil. Hem yaşadığı dönemde hem de halen aynı kaderi yaşıyor. Çünkü kıta Avrupası Allah’tan bahseden bir kadını görmezden gelmeye ayarlı. Metafizik halen geçer akçe değil kapitalizmin hegemonyasında.
Simon Weil türlü izm duraklarından geçtikten sonra tam da 2. Dünya savaşının ortasında maneviyatı keşfetmiş bir akıl. Dünyanın üstünde kara bulutlar dolanırken onun payına düşen de Tanrı fikriyle hemhal olmak. Ve bu fikir yüzünden kenara atılmak, açlık ve hastalıkla sınanmak da payına düşenlerden. Ama ne gam. Tanrıyı arayanların iç huzurunu bilene yeter de artar bu dünya. Bazı insanlar böyle işte. Bir hakikat peşinden koşarken damıttıkları kanlarıyla yazıyorlar fikirlerini.
Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bu vesileyle yayın hayatına merhaba diyen Ketebe'ye bereketli bir yayın serüveni diliyorum. Bu eseri Türkçeye kazandırdıkları için de takdiri hak ediyorlar.
Dervişliğinin yanında çok iyi bir yazar olduğunu da bu kitabıyla anlıyorum ve kaybettiğimiz vakte hayıflanıyorum. Parlak bir ifade, teşbih gücü ve derin tefekkürü ilk olarak dikkatimi çekenler. Bahsini ettiği şey Hristiyanlık ve Hz. İsa gibi görünebilir ama esasında daha geniş ve kapsayıcı bir maneviyat onun asıl teması. Derdi bu fikrin tohumunun içimizde saklı olduğu ve bu mucizeyi anlayacak fıtratımıza dönmemiz. Sizi kitaptan bazı pasajlarla baş başa bırakıyorum.
“Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah’tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.”
“Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.”
“Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
"Zaman ve mekânın sonsuzluğundan münezzeh olarak, Allah aşkı bizi sonsuzdan daha sonsuz bir biçimde tatmin etmeye gelir. Bizim de bu daveti kabul edip, reddetme irademiz vardır. Biz ona sağır kalmışsak bile, bu hal bize bir dilenci gibi defalarca gelip durur. Ve bir gün yine bir dilenci gibi gelmeyi bırakır. Eğer hissedebilsek, Tanrı bizim için küçük bir tohum bırakıp gitmiştir."
Kitap Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Joe Basquet’ye Mektup ve Allah Aşkı ve Mutsuzluk olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Orkun Elmacıgil tarafında çevrilmiş ve başarılı diyebileceğimiz bir çalışma olmuş. Son bölümde Allah aşkından bahsedildiği yerde belki de karşılığı mutsuzluk olan sözcük bizde sanki “hüzün” olarak işleniyor gibime geldi. Allah aşkı vasıtasıyla duyduğumuz fıtratımızda programlı o duygu “mutsuzluk” değil de hüzün diye çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Okurken beni duraklatan bir şeydi bu.
Tam da ramazan ayı içerisinde okunup tefekküre yelken açılacak bir kitap fikri olarak aklınızın bir köşesinde dursun derim.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Paul Cézanne
Simon Weil ve Simon De Beauvoir. Aynı lisenin iki dâhi çocuğu. İkincisi pek ala biliyoruz. Weil ile ise daha henüz yeni tanışabildik. Haliyle Selahattin Yusuf da soruyor. “Birini kullanıma sokan edebiyat konanı diğerini neden ötekileştirdi. Neden Türkçede göremedik Weil’i?". Cevap Weil’in hayat hikâyesinde saklı. Çünkü Simon Weil bir derviş, bir mistik. Tanrı’yı arayıp duran bir deha. İspanya iç savaşına katılıp öldürmek istemediği için muharip olmayan bir vicdan. 41 yaşında gözlerini hayata yummuş bir erken veda. Uğradığı sükût suikastı bizle sınırlı değil. Hem yaşadığı dönemde hem de halen aynı kaderi yaşıyor. Çünkü kıta Avrupası Allah’tan bahseden bir kadını görmezden gelmeye ayarlı. Metafizik halen geçer akçe değil kapitalizmin hegemonyasında.
Simon Weil türlü izm duraklarından geçtikten sonra tam da 2. Dünya savaşının ortasında maneviyatı keşfetmiş bir akıl. Dünyanın üstünde kara bulutlar dolanırken onun payına düşen de Tanrı fikriyle hemhal olmak. Ve bu fikir yüzünden kenara atılmak, açlık ve hastalıkla sınanmak da payına düşenlerden. Ama ne gam. Tanrıyı arayanların iç huzurunu bilene yeter de artar bu dünya. Bazı insanlar böyle işte. Bir hakikat peşinden koşarken damıttıkları kanlarıyla yazıyorlar fikirlerini.
Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bu vesileyle yayın hayatına merhaba diyen Ketebe'ye bereketli bir yayın serüveni diliyorum. Bu eseri Türkçeye kazandırdıkları için de takdiri hak ediyorlar.
Dervişliğinin yanında çok iyi bir yazar olduğunu da bu kitabıyla anlıyorum ve kaybettiğimiz vakte hayıflanıyorum. Parlak bir ifade, teşbih gücü ve derin tefekkürü ilk olarak dikkatimi çekenler. Bahsini ettiği şey Hristiyanlık ve Hz. İsa gibi görünebilir ama esasında daha geniş ve kapsayıcı bir maneviyat onun asıl teması. Derdi bu fikrin tohumunun içimizde saklı olduğu ve bu mucizeyi anlayacak fıtratımıza dönmemiz. Sizi kitaptan bazı pasajlarla baş başa bırakıyorum.
“Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah’tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.”
“Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.”
“Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
"Zaman ve mekânın sonsuzluğundan münezzeh olarak, Allah aşkı bizi sonsuzdan daha sonsuz bir biçimde tatmin etmeye gelir. Bizim de bu daveti kabul edip, reddetme irademiz vardır. Biz ona sağır kalmışsak bile, bu hal bize bir dilenci gibi defalarca gelip durur. Ve bir gün yine bir dilenci gibi gelmeyi bırakır. Eğer hissedebilsek, Tanrı bizim için küçük bir tohum bırakıp gitmiştir."
Kitap Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Joe Basquet’ye Mektup ve Allah Aşkı ve Mutsuzluk olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Orkun Elmacıgil tarafında çevrilmiş ve başarılı diyebileceğimiz bir çalışma olmuş. Son bölümde Allah aşkından bahsedildiği yerde belki de karşılığı mutsuzluk olan sözcük bizde sanki “hüzün” olarak işleniyor gibime geldi. Allah aşkı vasıtasıyla duyduğumuz fıtratımızda programlı o duygu “mutsuzluk” değil de hüzün diye çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Okurken beni duraklatan bir şeydi bu.
Tam da ramazan ayı içerisinde okunup tefekküre yelken açılacak bir kitap fikri olarak aklınızın bir köşesinde dursun derim.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
8 Haziran 2018 Cuma
Yazarın gölgesinde kalan: okur
“Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir.”
- Jorge Luis Borges (1899-1986)
“Okumak geliştirilen bir zanaattır.”
- Friedrich Nietzsche (1844-1900)
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, Yeni Hayat adlı romanına. Tek bir kitap insanın hayatını ne kadar etkiler ya da değiştirebilir bilemiyorum ama bazı insanların hayatı ömürleri boyunca birden fazla kitap aracılığıyla değişime ve gelişime uğramıştır. Daha önce üzerine yazmış oluğum Giovanni Papini’nin (1881-1956) Bitik Adam’ı bunun hoş bir örneğidir. Benzer bir sürece Ümit Aktaş’a ait Okuma Serüveni’nde de tanık oluruz. Bu iki yazar hayatlarının belirli bir sürecindeki yaptıkları okumaların düşünsel ilerleyişlerine yaptığı etkiyi ele alır. Eserlerde konu edilen dönemin edebi, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik verilerine ulaşmak mümkündür. Ümit Aktaş’ın eseri hem bu coğrafya ait olması hem de tarihsel olarak yakın bir dönemi ele alması nedeniyle daha bizdendir, çok daha kolay hazmedilir. Bu canlı örnekler gösteriyor ki, okuma uğraşı insanın hayatını gerçek anlamda değiştiren bir eylemdir. Okuma ve hayatı eşsüremli ele alan birçok örnek verilebilir belki ama en tipik olanları sanırım Marcel Proust (1871-1922) ve Alberto Manguel’dir. Zira bu duruma dair hatırı sayılır eserler ortaya koymuşlardır.
Okuma ve okurluk üzerine yazılan metinleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Kimi, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yazarın hayatı üzerinden değerlendirilirken kimi meseleyi bilimsel bir alana taşıyarak kuramsal eleştiri içerir. İlgilisi ve alan için önemli olan spesifik ve akademik olanları bir yana Fethi Naci’nin (1927-2008) eserlerini bu açıdan oldukça önemli bulduğumu söyleyebilirim. Konuya dair bazı metinler ise edebi açıdan biraz sönüktür ve salt tanıtım/reklam yazısı olmaktan öteye geçemez. Ulusal bir gazetenin kitap ekinde yayınlanan yazıların toplandığı Taha Akyol’un 101 Kitap’ı onlardandır. Yavan, yüzeysel ve oldubitti havasındadır. Bu bağlamda çok daha zengin içeriğe sahip çalışmaların hak ettiği yerde olmaması üzücü bir gerçek. Onlardan biri diyebileceğim sevgili Yağız Gönüler’in “kırk kitaba anlattırdığı” Yolda Olmak’ını başka bir açıdan farklı bir yere koyuyorum. Kırk rakamı tasavvufi ıstılahta nefsi terbiye ve tezkiye için çekilen sürece (çile) işaret eder. İyi ya da kötü bir şeyi üst üste kırk gün aynı ‘ciddiyetle’ yapmak o şeyi fıtrattan kılar. Buna istinaden (tasavvufa dair rezervlerimi bir kenara bırakarak) kitaba ilk başladığımda kırk gün her bir değerlendirmeyi okumayı düşünmüştüm. Ardışık kırk günde okuma kararıma uyamasam da kitabı her ele alışımda bir değerlendirmeyi devirerek kırk günde (ya da seferde) okumayı başardım diyebilirim. Umutla bağını koparan fakir için avuntu da ekmektir.
Okurluk, okuma ve kitap üzerine örnekleri çoğaltmak mümkün elbette lakin bu konu üzerine yazılan metinlerde benim en çok dikkatimi çekenler popüler kültürle yoğurularak amacının dışına çıkarılanlarla entelektüelliğin sınırlarını zorlayarak okura seviye atlatan analiz ve/veya tenkit eserledir. Mikita Brottman’a ait Okuma İlleti adlı eser ilk gruptan. Popüler kültür değinileri içeren kitabı sosyo-kültürel açıdan okumak ve okuyucu profiliyle örtüştürerek değerlendirmek için ideal bir eser. Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ise ikinci gruba girerek entelektüel çabanın önemli bir örnekliğini teşkil ediyor. Okuma Notları neredeyse ele alınan eserleri okuyormuş gibi özenli olmayı gerektirir. Bir de bu iki alan arasında gidip geldiğini düşündüğüm eserler var. Örneğin Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’u onlardan. Yine onlardan olduğunu düşündüğüm bir başka eser Okuma Sanatı. Damon Young imzalı iki yüz yirmi sayfalık eser kısa süre önce Maya Kitap tarafından yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitap özgürlük, merak, sabır, cesaret, ölçülülük, adalet, ahlak, hakikat, dürüstlük, onur gibi temel kavramlar etrafında yer yer felsefi yorumlamalarla ele alınıyor. Esra Doğu’nun Türkçeleştirdiği Okuma Sanatı’nda “yazarlığın gölgesinde kaldığı” iddia edilen okurluğun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün zira farklı türlere ait kitaplar arayış içindeki ‘aç’ bir okur edasıyla değerlendiriliyor. Süreci çocukluğu ve çocuk kitapları üzerinden değerlendirmeye başlıyor Young. Fantezi, masal, fabl, roman, anı, felsefe, teoloji, çizgi roman türü kitapları kurgu-gerçeklik üzerinden değerlendiren yazar, “yazının okurla buluştuğu anda asıl değerini kazandığını” belirtiyor. Ona göre sözcüklerin hak ettiği anlamı bulması kitabın ulaşması gereken yere gelmesini sağlayacaktır. Bu gerçekleşme okur aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan okurun önemli bir güce sahip olduğunu fakat bu gücün her okuduğuna inanmak yerine şüpheyle bakmaya yönlendirilmesinin okuyucunun faydasına olduğunu belirtiyor yazar. Bir yandan farklı düşünür ve yazarların özellikle okuma ve kitap üzerine düşüncelerinden örneklerin verildiği metin diğer yandan ele alınan düşünür ve yazarların dönemlerinden kesitler sunuyor. Kendi çocukluğu açısından nostaljik bir anlatımda bulunan Young, tarihi şahsiyetler üzerinden de geçmişin sosyo-kültürel bir görüntüsünü ortaya koyuyor.
Damon Young hatalarını ve eksik gördüğü yönlerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyerek okuma eyleminin nasıl daha nitelikli yapılabileceğini kendi deneyimleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Ona göre kişi, özerk bir alan gerektiren okuma eylemiyle ne kadar erken tanışırsa o kadar faydasını görecektir. Yeniden okumak, (yeni) okumaya tercih edilebilir çünkü yeniden okunan bir şeyin detaylarına hâkim olmak mümkündür. Duyuları hisse dönüştüren okuma yazarın ve okurun özgürlüğünün birleşimidir. Bir teslimiyet gerektiren okuma aktif bir keşif sürecidir. Okurun yaptığı sadece metnin değil yazarın da keşfidir. Bu bağlamda gösterilen emek hakikatin peşinden giden insanın çabasına denk gelmektedir. Mesajı almak veya almamanın yazardan ziyade okurun sorunu olması okumanın niteliği gibi kastını da önemli kılmaktadır. Okumanın kastı okuma erdemini ortaya çıkarır ve fakat okuma erdemi şizofren bir teslimiyet hâline de getirilmemelidir. Okuma genel anlamda bir denge işidir.
Okur olmanın okuryazar olmakla başladığını belirten yazar yaptığı bir alıntıda “ilahi bir müdahale ile okuryazar olmayız, olayı fevkalade hâle getiren kültürel bir müdahale ve bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz” diyor. Ona göre okumayı psikolojik açıdan zengin kılan şey çoğu zaman kişiye hastır. Fakat bunun dışında özellikle meselenin yazar kısmında gelişen boyutu bulunmaktadır. Örneğin önemli oranda ısmarlama metin piyasayı vardır. Okurluk ise kurslar, çalıştaylar, merkezler, festivaller aracılığıyla popüler edebiyat endüstrisine dönüştürülmektedir. Bu çalışmalar eşliğinde teknik uzmanlık adı altında ‘satın alma’ dersleri verilmektedir. Young bu durumu “basma kalıp metin ve sabun köpüğü edebiyatı” olarak nitelendiriyor.
“Okumak öğrenmeye çevrilebilen bir aşktır” diyen yazar, entelektüelliği merak ve keyfin iç içe geçmesi olarak tanımlıyor. Entelektüel bir okurun yaptığı, metnin ihtimalleri içinde bir ihtimali seçerek yazarın seçimlerinin keyfini çıkarmaktır. Burada okurun farkında olması gereken şey, ihtimallerin birçoğunun gerçekte var olmayacağının muhtemel oluşudur. Geçen her gün daha fazla okunacak şeyin var olduğunu düşünen okur ümit ettiği okuma listesini hiçbir zaman yetiştiremeyeceğini korkusunu yaşayarak sabrı öğrenir. Okur okunacaklar bitmeden ölmeyi istemese de zaman aşılması mümkün olmayan bir engeldir. Bunun yanında herhangi bir kitabın son sayfalarına ulaşmış olmak sadece sabırla ilgili de değildir. Edebiyatın insanı yumuşatan, incelten, keskinleştiren, acı veren yönleri de vardır. Yazar bu durumu “bazen acı çekeriz çünkü yazar başarısızdır, bazen de acı çekmemizin sebebi yazarın başarmış olmasıdır; sözleriyle bam telimize basıp ıstırap ve öfkeye neden olmuştur” şeklinde açıklıyor. Aslında bu sonuç acıdan ziyade okur adına hem edebi kazanım hem de harcadığı zamanın tazminidir.
Eser boyunca Batı felsefesinin kökenlerine ve gelişimine dair alıntı ve atıflar yapılıyor. Özelikle Yunan felsefesi ve erdem kavramıyla ilişkilendirmelerin hacmi hayli büyük. Benzer atıflar Hıristiyan teolojisi ve teologları üzerinden de gerçekleşiyor. Yapılan alıntı ve atıfların filozof ve yazarlara dair eleştiri içermesi metne ayrı bir zenginlik katıyor. Okur için keşfe açık olsa da eserin en eksik bulduğum yönü buradaki Batı merkezli anlatım diyebilirim. Metni dair aşkın bir okuma gerçekleştirmek gerekirse; sadece bu kitapla sınırlı olmayan bu durumu hayatımızın her alanında derinlemesine yaşıyor olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Tarihten bilime, edebiyattan teknolojiye, eğitimden ekonomiye kadar yaşantımızın her alanı Batı merkezli bir düzlemde gerçekleşiyor. Elbette bu çıkış -bir türlü gerçekleştiremediğimiz- esaslı bir özeleştiri yapmayı mecbur kılıyor.
Metni okurken Damon Young’un doğallığı, yer yer esprili tavrı ve bir yazar olmaktan çok şahsına münhasır okur psikolojisi de eşlik ediyor. Sık sık özeleştiri yapabilmesi, insanın her ne kadar mükemmeliyeti arayan bir varlık olsa da hatalardan münezzeh olmadığını kabulü, eleştirmekten gözünü sakınmaması okuma açısından önemli detaylar diye düşünüyorum. Eserin birçok yerinde polemiklere yer veren Young bu polemiklerin bir kısmını kendi yaparken bir kısmını da yazarlar arasında yaşananlardan seçiyor. Özellikle James Joyce (1882-1941) ve Virginia Woolf (1882-1941) arasında geçenler ilgi çekici. Young, Okuma Sanatı’nda başta edebiyat olmak üzere siyasetten sosyolojiye, dinden tarihe, felsefeden popüler kültüre kadar oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Genel olarak anlamak adına metinlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kitap her ne kadar yazarın öznel yaklaşımını ortaya koysa da belirli bir düşünsel zeminin izleri gösteriyor. Oldukça fazla detayın olması okur için satır aralarının keşfe açık hâle getiriyor. Bibliyografya kısmı bilindikten biraz farklı ele alınarak metnin bir parçası hâline getirilmiş. Bu açıdan okuması keyifli bir referans olarak değerlendirilebilir. Okuma Sanatı okumayı boş zaman uğraşısı olarak görmeyen ‘okur’a faydalı bir okuma vaat ediyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Jorge Luis Borges (1899-1986)
“Okumak geliştirilen bir zanaattır.”
- Friedrich Nietzsche (1844-1900)
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, Yeni Hayat adlı romanına. Tek bir kitap insanın hayatını ne kadar etkiler ya da değiştirebilir bilemiyorum ama bazı insanların hayatı ömürleri boyunca birden fazla kitap aracılığıyla değişime ve gelişime uğramıştır. Daha önce üzerine yazmış oluğum Giovanni Papini’nin (1881-1956) Bitik Adam’ı bunun hoş bir örneğidir. Benzer bir sürece Ümit Aktaş’a ait Okuma Serüveni’nde de tanık oluruz. Bu iki yazar hayatlarının belirli bir sürecindeki yaptıkları okumaların düşünsel ilerleyişlerine yaptığı etkiyi ele alır. Eserlerde konu edilen dönemin edebi, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik verilerine ulaşmak mümkündür. Ümit Aktaş’ın eseri hem bu coğrafya ait olması hem de tarihsel olarak yakın bir dönemi ele alması nedeniyle daha bizdendir, çok daha kolay hazmedilir. Bu canlı örnekler gösteriyor ki, okuma uğraşı insanın hayatını gerçek anlamda değiştiren bir eylemdir. Okuma ve hayatı eşsüremli ele alan birçok örnek verilebilir belki ama en tipik olanları sanırım Marcel Proust (1871-1922) ve Alberto Manguel’dir. Zira bu duruma dair hatırı sayılır eserler ortaya koymuşlardır.
Okuma ve okurluk üzerine yazılan metinleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Kimi, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yazarın hayatı üzerinden değerlendirilirken kimi meseleyi bilimsel bir alana taşıyarak kuramsal eleştiri içerir. İlgilisi ve alan için önemli olan spesifik ve akademik olanları bir yana Fethi Naci’nin (1927-2008) eserlerini bu açıdan oldukça önemli bulduğumu söyleyebilirim. Konuya dair bazı metinler ise edebi açıdan biraz sönüktür ve salt tanıtım/reklam yazısı olmaktan öteye geçemez. Ulusal bir gazetenin kitap ekinde yayınlanan yazıların toplandığı Taha Akyol’un 101 Kitap’ı onlardandır. Yavan, yüzeysel ve oldubitti havasındadır. Bu bağlamda çok daha zengin içeriğe sahip çalışmaların hak ettiği yerde olmaması üzücü bir gerçek. Onlardan biri diyebileceğim sevgili Yağız Gönüler’in “kırk kitaba anlattırdığı” Yolda Olmak’ını başka bir açıdan farklı bir yere koyuyorum. Kırk rakamı tasavvufi ıstılahta nefsi terbiye ve tezkiye için çekilen sürece (çile) işaret eder. İyi ya da kötü bir şeyi üst üste kırk gün aynı ‘ciddiyetle’ yapmak o şeyi fıtrattan kılar. Buna istinaden (tasavvufa dair rezervlerimi bir kenara bırakarak) kitaba ilk başladığımda kırk gün her bir değerlendirmeyi okumayı düşünmüştüm. Ardışık kırk günde okuma kararıma uyamasam da kitabı her ele alışımda bir değerlendirmeyi devirerek kırk günde (ya da seferde) okumayı başardım diyebilirim. Umutla bağını koparan fakir için avuntu da ekmektir.
Okurluk, okuma ve kitap üzerine örnekleri çoğaltmak mümkün elbette lakin bu konu üzerine yazılan metinlerde benim en çok dikkatimi çekenler popüler kültürle yoğurularak amacının dışına çıkarılanlarla entelektüelliğin sınırlarını zorlayarak okura seviye atlatan analiz ve/veya tenkit eserledir. Mikita Brottman’a ait Okuma İlleti adlı eser ilk gruptan. Popüler kültür değinileri içeren kitabı sosyo-kültürel açıdan okumak ve okuyucu profiliyle örtüştürerek değerlendirmek için ideal bir eser. Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ise ikinci gruba girerek entelektüel çabanın önemli bir örnekliğini teşkil ediyor. Okuma Notları neredeyse ele alınan eserleri okuyormuş gibi özenli olmayı gerektirir. Bir de bu iki alan arasında gidip geldiğini düşündüğüm eserler var. Örneğin Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’u onlardan. Yine onlardan olduğunu düşündüğüm bir başka eser Okuma Sanatı. Damon Young imzalı iki yüz yirmi sayfalık eser kısa süre önce Maya Kitap tarafından yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitap özgürlük, merak, sabır, cesaret, ölçülülük, adalet, ahlak, hakikat, dürüstlük, onur gibi temel kavramlar etrafında yer yer felsefi yorumlamalarla ele alınıyor. Esra Doğu’nun Türkçeleştirdiği Okuma Sanatı’nda “yazarlığın gölgesinde kaldığı” iddia edilen okurluğun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün zira farklı türlere ait kitaplar arayış içindeki ‘aç’ bir okur edasıyla değerlendiriliyor. Süreci çocukluğu ve çocuk kitapları üzerinden değerlendirmeye başlıyor Young. Fantezi, masal, fabl, roman, anı, felsefe, teoloji, çizgi roman türü kitapları kurgu-gerçeklik üzerinden değerlendiren yazar, “yazının okurla buluştuğu anda asıl değerini kazandığını” belirtiyor. Ona göre sözcüklerin hak ettiği anlamı bulması kitabın ulaşması gereken yere gelmesini sağlayacaktır. Bu gerçekleşme okur aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan okurun önemli bir güce sahip olduğunu fakat bu gücün her okuduğuna inanmak yerine şüpheyle bakmaya yönlendirilmesinin okuyucunun faydasına olduğunu belirtiyor yazar. Bir yandan farklı düşünür ve yazarların özellikle okuma ve kitap üzerine düşüncelerinden örneklerin verildiği metin diğer yandan ele alınan düşünür ve yazarların dönemlerinden kesitler sunuyor. Kendi çocukluğu açısından nostaljik bir anlatımda bulunan Young, tarihi şahsiyetler üzerinden de geçmişin sosyo-kültürel bir görüntüsünü ortaya koyuyor.
Damon Young hatalarını ve eksik gördüğü yönlerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyerek okuma eyleminin nasıl daha nitelikli yapılabileceğini kendi deneyimleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Ona göre kişi, özerk bir alan gerektiren okuma eylemiyle ne kadar erken tanışırsa o kadar faydasını görecektir. Yeniden okumak, (yeni) okumaya tercih edilebilir çünkü yeniden okunan bir şeyin detaylarına hâkim olmak mümkündür. Duyuları hisse dönüştüren okuma yazarın ve okurun özgürlüğünün birleşimidir. Bir teslimiyet gerektiren okuma aktif bir keşif sürecidir. Okurun yaptığı sadece metnin değil yazarın da keşfidir. Bu bağlamda gösterilen emek hakikatin peşinden giden insanın çabasına denk gelmektedir. Mesajı almak veya almamanın yazardan ziyade okurun sorunu olması okumanın niteliği gibi kastını da önemli kılmaktadır. Okumanın kastı okuma erdemini ortaya çıkarır ve fakat okuma erdemi şizofren bir teslimiyet hâline de getirilmemelidir. Okuma genel anlamda bir denge işidir.
Okur olmanın okuryazar olmakla başladığını belirten yazar yaptığı bir alıntıda “ilahi bir müdahale ile okuryazar olmayız, olayı fevkalade hâle getiren kültürel bir müdahale ve bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz” diyor. Ona göre okumayı psikolojik açıdan zengin kılan şey çoğu zaman kişiye hastır. Fakat bunun dışında özellikle meselenin yazar kısmında gelişen boyutu bulunmaktadır. Örneğin önemli oranda ısmarlama metin piyasayı vardır. Okurluk ise kurslar, çalıştaylar, merkezler, festivaller aracılığıyla popüler edebiyat endüstrisine dönüştürülmektedir. Bu çalışmalar eşliğinde teknik uzmanlık adı altında ‘satın alma’ dersleri verilmektedir. Young bu durumu “basma kalıp metin ve sabun köpüğü edebiyatı” olarak nitelendiriyor.
“Okumak öğrenmeye çevrilebilen bir aşktır” diyen yazar, entelektüelliği merak ve keyfin iç içe geçmesi olarak tanımlıyor. Entelektüel bir okurun yaptığı, metnin ihtimalleri içinde bir ihtimali seçerek yazarın seçimlerinin keyfini çıkarmaktır. Burada okurun farkında olması gereken şey, ihtimallerin birçoğunun gerçekte var olmayacağının muhtemel oluşudur. Geçen her gün daha fazla okunacak şeyin var olduğunu düşünen okur ümit ettiği okuma listesini hiçbir zaman yetiştiremeyeceğini korkusunu yaşayarak sabrı öğrenir. Okur okunacaklar bitmeden ölmeyi istemese de zaman aşılması mümkün olmayan bir engeldir. Bunun yanında herhangi bir kitabın son sayfalarına ulaşmış olmak sadece sabırla ilgili de değildir. Edebiyatın insanı yumuşatan, incelten, keskinleştiren, acı veren yönleri de vardır. Yazar bu durumu “bazen acı çekeriz çünkü yazar başarısızdır, bazen de acı çekmemizin sebebi yazarın başarmış olmasıdır; sözleriyle bam telimize basıp ıstırap ve öfkeye neden olmuştur” şeklinde açıklıyor. Aslında bu sonuç acıdan ziyade okur adına hem edebi kazanım hem de harcadığı zamanın tazminidir.
Eser boyunca Batı felsefesinin kökenlerine ve gelişimine dair alıntı ve atıflar yapılıyor. Özelikle Yunan felsefesi ve erdem kavramıyla ilişkilendirmelerin hacmi hayli büyük. Benzer atıflar Hıristiyan teolojisi ve teologları üzerinden de gerçekleşiyor. Yapılan alıntı ve atıfların filozof ve yazarlara dair eleştiri içermesi metne ayrı bir zenginlik katıyor. Okur için keşfe açık olsa da eserin en eksik bulduğum yönü buradaki Batı merkezli anlatım diyebilirim. Metni dair aşkın bir okuma gerçekleştirmek gerekirse; sadece bu kitapla sınırlı olmayan bu durumu hayatımızın her alanında derinlemesine yaşıyor olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Tarihten bilime, edebiyattan teknolojiye, eğitimden ekonomiye kadar yaşantımızın her alanı Batı merkezli bir düzlemde gerçekleşiyor. Elbette bu çıkış -bir türlü gerçekleştiremediğimiz- esaslı bir özeleştiri yapmayı mecbur kılıyor.
Metni okurken Damon Young’un doğallığı, yer yer esprili tavrı ve bir yazar olmaktan çok şahsına münhasır okur psikolojisi de eşlik ediyor. Sık sık özeleştiri yapabilmesi, insanın her ne kadar mükemmeliyeti arayan bir varlık olsa da hatalardan münezzeh olmadığını kabulü, eleştirmekten gözünü sakınmaması okuma açısından önemli detaylar diye düşünüyorum. Eserin birçok yerinde polemiklere yer veren Young bu polemiklerin bir kısmını kendi yaparken bir kısmını da yazarlar arasında yaşananlardan seçiyor. Özellikle James Joyce (1882-1941) ve Virginia Woolf (1882-1941) arasında geçenler ilgi çekici. Young, Okuma Sanatı’nda başta edebiyat olmak üzere siyasetten sosyolojiye, dinden tarihe, felsefeden popüler kültüre kadar oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Genel olarak anlamak adına metinlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kitap her ne kadar yazarın öznel yaklaşımını ortaya koysa da belirli bir düşünsel zeminin izleri gösteriyor. Oldukça fazla detayın olması okur için satır aralarının keşfe açık hâle getiriyor. Bibliyografya kısmı bilindikten biraz farklı ele alınarak metnin bir parçası hâline getirilmiş. Bu açıdan okuması keyifli bir referans olarak değerlendirilebilir. Okuma Sanatı okumayı boş zaman uğraşısı olarak görmeyen ‘okur’a faydalı bir okuma vaat ediyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sözün ve dolayısıyla insanlığın bittiği yer: linç
"İnsana gene insan lazım."
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)
Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."
Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."
Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.
İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.
Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."
Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.
Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."
Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)
Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."
Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."
Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.
İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.
Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."
Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.
Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."
Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)