18 Aralık 2024 Çarşamba

Bilge liderin sözleri

Aliya İzzetbegoviç sadece halkının arkasında dimdik durduğu için büyük bir lider değildi, onun büyüklüğü aynı zamanda taşıdığı bilgelikten de geliyordu. Gerçekten de onun kitapları büyük bir mütefekkirin elinden çıkmış kitaplardandır. Kaleminde hikmet yatar, sözlerinde İslami gelenek hakim unsurdur.

Dünyaların Kesiştiği Yerde’yi elime ilk aldığımda heyecanlıydım. Çünkü eser Aliya’nın açıklamalarını, konuşmalarını, mesajlarını ve mektuplarını kapsayarak çok yakın ve geniş bir yelpaze sunuyordu. Dile kolay, 13 yıllık sözlerin birikimiydi. Bu sayede Aliya’nın düşünce dünyasına geniş manada nüfuz etme ve tanık olma şansına da erişmiştik. Onun derdi, ufkunun genişliği konuşmalarında kendini gösterir. Onun derdi sadece Bosna’yı kurtarmak değildir, onun derdi tüm İslam dünyasının yeniden ayağa kalkmasıdır. Müslümanların üzerindeki ataletin silinmesi, Müslümanların tekrar dünyaya nizam verici konumda yer almasıdır.

Gençler hayal gücünün kanatlanmasına izin versin! Çünkü bunlar uydurma meseleler değil. Doğu-Batı meselesi, oldukça önemli. Bu düşünce sürecinde, Kuran dışında hiçbir şeye bağlı değiliz. Cesur bir şekilde yeni formlar, yeni ilişkiler aranması gerekiyor… Bir grup insanın ileriye bakması gerekiyor. Bu ‘Genç Müslümanlar’ olsun. Böyle olduğunda, gençliği yanında bulacaktır.

Buradaki çaba müthiştir. Hayal gücünün kanatlanması, vizyon sahibi olunmasıdır. Düşünceye ket vurulmayacak ki bir gün sınır aşılabilsin ve doğru menziller göz önüne getirilsin. Ama ölçü? Ölçü, Kuran’dır. Aliya, İslam’ın çizdiği sınırları hiçbir zaman göz ardı etmez. Aklıma Hz. Mevlana’nın pergel metaforu geldi. Pergelin sabit ayağı İslam’dır, diğer ayağında dolaş! O sabit ayak seni istikamet üzere tutacaktır. Ve gençlik! Yarınları gençler inşa edebilecektir. Gençlerin İslam şuuruyla kendilerine bir gelecek belirlemesi, toplumun geleceğinin İslam şuuruyla yaşanacak olması demektir.

Sanat, en üst düzeyden kültürel bir eylemdir. Sanat ‘bizim’ ya da ‘onların’ olamaz. Evrenseldir yani tüm insanlara aittir. Eğer öyle değilse, sanat değildir. Bunun yanı sıra mevcudiyetimizi Allah’ın lütfuna borçlu olduğumuzu ve maneviyatın tüm insanlar için iç huzuru elde etmenin yollarından biri olduğunu hatırlatmaktadır.

Şu kısacık pasaj 200 yıllık bir düşünceye, modern dünyaya, sistemin ta merkezine karşı çıkış barındırmaktadır. Aydınlanma çağıyla dinlerin ve Tanrı inancının sahne dışına itilmesi, insanların bireyciliğinin ön plana çıkması, sanatta kendisini nefsin karanlık yönlerinin ifşasına ve övgüsüne neden olmuştur. Aliya burada sanatın da amacının Allah’ı hatırlatmak ve maneviyatı güçlendirmek olduğunu vurgulamıştır. Ki modern hayata kadar da böyleydi. Her sanat ve zanaat esasında Tanrısal olana ulaşmayı amaçlıyor ve bir araç işlevi görüyordu. Modern hayatta sanat araç değil, amaç olmuştur ve insanlığa sunduğu geçici zevklerini uyandırmak ve kötülüğü göstermekten başka bir şey olmamıştır.

Dünyaların Kesiştiği Yerde sadece Bosna’nın uğradığı zulmü değil, geniş bir perspektiften her konuya temas etmesiyle çok kıymetli bir eser. Dikkatli okurların satır aralarından birçok yeni bakış açısı kazanacağı bir hazine.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

10 Aralık 2024 Salı

Beyazıt'ın ihtiyar çınarları

Bir şehirde ilk göze çarpan ağaçlar ve ibadethanelerdir. Cedler bu ikisine önem vermiş birinin olduğu yerde diğerini eksik etmemiştir. Servi ve Çınar bizim için en kıymetli ağaçların başında gelir. Servi mezarlıklarda kabir başlarında yerini alır, bilindiği gibi Türklerde bu ağaç vahdettin sembolüdür. Ayrıca fânîliği de temsil eder, böylece bize tek hakîkati gösterir. Fuzûlî su kasîdesinde 

“Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su”
(Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan köyünün/semtinin bahçesine akıp duruyor.)

diyerek Servi’yi Peygambere benzeten Fuzûlî semtin bahçesini ise, Hz. Peygamber’in kabri, Ravza-i Mutahhara’ya benzetir. Su elbette ona âşık olan ümmetinden başkası değildir. Böylece zarif, doğruluk, emin ve ahlak bütünü olan Peygamber servidir, aşkına doğru akmaktayızdır. Bir başka şerh olarak ise şöyle yorumlanabilir, servi vahdet olduğuna göre nehir ve dere de isim tecellisidir, bütün isimler “bir”e yani tevhide gider. Türkler saygıdan dolayı sevgisini ve inancını anlatmak için rumuzu tercih ederler. İkinci ağaç ise, Osmanlı’nın ilk şehirlerinin ana merkezleri, külliyeler gibi yerlerde özenle diktikleri Çınardır. Osman Gazi’nin rüyasında göğsünden çıkıp müjdeyi sembolize eden, Geyikli Baba’nın da Orhan Gazi’yi ziyaret ettiğinde bahçeye getirip diktiği, hayat ağacıdır. Bu İhtiyar bilge hâlâ medeniyetimizin ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. Bursa’da olduğu kadar İstanbul’un da çınarları vardır. Ve bunlar asırlardır gökyüzüne uzanmakta, târihe şahitlik etmektedir. Gezi yazıları, şehirleri anlatan kitaplarda da ağaçlar geniş yer tutar. Özellikle sembol olanlar, bizi yaprak hışırtıları içinde maziye bağlar. Türk’ün derûnî terkibi içinde hakîkatleri fısıldar. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı’da öyledir.

İstanbul’u pekâlâ anlatan iki mümtaz şahsiyet; Sâmiha Ayverdi ve Ahmet Hamdi Tanpınar da, ağaçları es geçmemiştir. Beyazıt için kalemlerini oynattıklarında, 'İhtiyar Çınar'dan bahsederler. Beyazıt Meydanı bizler için çok önemlidir, Fatih İstanbul’u fethettiğinde ilk sarayı buraya yapar, sonra Sarayburnu’na gider. Şimdi o saraydan eser kalmamıştır ama Beyazıt Câmii hâlâ ayaktadır. medeniyete ses verenler tarafından İstanbul Üniversitesi’nin binâsı korunma altına alınmış, yıkılmaması için mücâdele verilmiştir. Sâmiha Ayverdi, Osmanlı medeniyetinin yoğrulduğu kültürü ayakta tutmak için gayret eden kalem erbabı, ezelden biçilmiş bir vazifeyle donanarak gelmiş bir isimdir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise dönemine çokta alaka görmeyen, son dönemlerde en çok satanlar arasında yer alan, kültürü ve bizi bize anlatan, şark medeniyetin bütün cevherlerini meydana çıkarmaya çalışan mütefekkirdir. Bir mücevher ustasıdır. Öğretmeni Yahya Kemal, öğrencisi Mehmet Kaplan olan kişiden başka bir hüviyet beklenemez zaten. İki ismin eserlerinde kültür, inanç hayatımız olduğu kadar sa’natımıza da yer verilmiş bunların terkibi olan mîmârî de önemli yer kaplamıştır. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitapları semt semt bize İstanbul’u, târihimizi ve günlük hayatın girdisini çıktısını aktarır. Bu eserler günümüz insanına içinde bulunduğu toprakların terkibini ve nasibinin mâzîyle olan sıkı sıkı bağını, bir iğne oyası gibi yemenilerimizi süsler. İstanbul başlı başına bir medeniyettir, Fatihle başlayan inşâ sâdece binâlarda değil her alanda gerçekleşir. Ve aslî kimliğine ancak Kanunî döneminde kavuşur. Beyazıt bu mânâda mühimdir.Bu câminin bir güvercin beyazlığında dikildiğinde esas Bizans yıkılmıştır. Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı ile muhabbet halindedir. Nice olaylara şâhitlik etmiş bu kadim ağaçtan, duymak istediği birçok mevzû vardır. Bugün kaybettiğimiz birçok değerimizi neden ve nasıllarını, sanki ondan aldığı cevaplarla yanıtlar. Ama asıl mühim olan burada Beyazıt’ın ortasında duran ağacın bir hüviyet taşıdığıdır. Evet, bir kişiliği olan, bilgedir. Servi nasıl Peygamber ise Çınar devlettir. İhtiyar diye seslenmesi sâdece yaş almış olduğu için değildir, ihtiyar aynı zamanda susmayı tercih eden demektir. Beyazıt’ın Çınarı da nice olaylara şâhit olmuş, nice Padişahların hal edilişini, gençlerin sevdasını görmüş, ama susmayı yeğlemiştir. Çünkü: “Fakat ihtiyar çınar insanoğlunu zıd istikametlere çekip sürükleyen endişe ve fikirlerimizde dolaşmanın faydasızlığını öğrenmiş olacak kadar tecrübe sâhibidir.” Sâmiha Ayverdi târih deryasından ibret kovasını dolduramayan insanoğlunun ise bu külfete katlanamacağını söylemektedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar ise atalarımızın, mîmârî eserlerin yanı başına muhakkak birkaç servi veya çınarı eksik etmediğini, hatta medrese ve câmi avluların hendesi cennet ortalarında bunlar için yer açtıklarını yazar. Mîmârlık ve ağaç işbirliği halinde muhteşem terkip olan tevhide temayül ederler. Süleymâniye bunlar içinde ayakta kalan nadir yerlerden biridir yeni terkipte ise bu ikili yerini apartmanlara bırakır. Ağaç sadece mîmârlık zevkimiz değildir şiirimiz, edebiyatımız, kilimimiz onlarla doludur. Oğuz Kağan destanında ikinci eşi göl ortasında duran bir ağaçtan çıkan peri kızından Gök, Dağ, Deniz adında oğulları olmuştur.

İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışarıdan görünen umumî manzarasını daha ziyade Karacaahmet, Edirnekapısı, eski Ayazpaşave Tepebaşı gibi servvilikler yapardı. Boğaziçi’neki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz u iki ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır.” (Beş Şehir)

Asırlık bir ağacın gitmesi geleneklerin kaybolmasına benzemez çünkü yerine yenisi gelir lâkin bir asırlık çınarın gitmesinin yeri doldurulamaz. Bir başkasını eksek bile babalarımızın altına oturup “kut”ladığı ağaç değildir. Onun yerini alabilmesi de mümkün olmayacaktır. Ahmet Tanpınar bir ağacın kurumasını ve kesilmesini kadim târihimize ve hüviyetimize vurulmuş bir darbe olarak görmektedir. Kısaca bir ağacın ölümü Süleymaniye’nin veya bir mîmârî âbidenin yıkılması gibidir, her iki yazarda kendi devirlerinde bunun çok örneğe denk gelmişler. Koca koca şâheserler yok olup gitmiştir. İstanbul’un birçok semtinde yıkık dökük, harap, medrese, tekke, câmi, çeşmelere rast gelmek mümkün oluyordur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Gerçek yapıcılığın mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız” der. Sâmiha Ayverdi İstanbul Geceleri’nde ise bu durumu şu ifadelerle kaleme alır:

Mümkün olsa Beyazıd’ın çınarına, yanı başındaki Aşhane Kapısı’nın üstüne oturtulmuş, bir rivâyete göre içinde Şemsettin Karahisârî’nin hat dersi verdiği o saçakları, pencereleri, kapıları, muhteşem ve emsâlsiz bir Türk zevkini imzâlıyan binaya, sadist bir felsefenin kazmaları inerken ne mertebe acı çektiğini sorardım.

Ayverdi böyle bir yapının değil yıkılması bir çivisinin eksilmemesi için titizlenilmesi gerektiğini, gönül ve ellerimizle bu yapıyı ayakta tutup, ömrüne ömür katmamızı söylerken ne kadar haklı, ne kadar doğru söz söyler. Bugün düne ait yapılarına minyatür veya seyyah kitaplarının arasından bakarken, hüznümüz gönlümüzü dağlamıyor mu? Ve bu hüzün içinde cedlerine olan vefa için kolları sıvayan, bunları tespit etmeye çalışan, yazanlara binlerce Fatiha okumayı ihmal etmek ne kadar doğru dur?

Sâmiha Hanım, yeise düşme, gönül kubbesinde öten en çirkin eşli kuştur, der. İhtiyar Çınar’ın devirleri besleyen sulayan bir nehir gibidir amma ondan faydalanmayı bilen kaç kişidir? İstanbul târihine düşecek notları vardır, bir yadigâr ister ondan. O şunu düşünür, belki de bir gün bir sürü geçerde içinden biri eğilip bir damla su içer. Belki de târih nehrinden nasibimiz bu kadar der, serzeniş olduğu kadar ümitte içerir bu görüş. Bir küçük nüve kalsa Türk ayağa kalkma zamanı geldiğinde kalkar ve medeniyetini kurar. iki mütefekkir, bunun inancını taşır. Yeter ki mâzîden, derunî ilimden bir şey kalsın.

Tam bu noktada Tanpınar, Sâmiha Ayverdi’nin bahsettiği ümitsizliğin belini kırmak gerektiğini kendine hayıflanarak belirtir. Şikâyetçi olan değil, çocukluğundaki her şeyi bilen, öğrendiğini unutmayan ihtiyar olmak ister, O zaman onları tanıtır ne mânâya geldiğini herkese anlatabileceğine inanır. Uzleti bekleyen ağaçları sade isimleriyle İstanbul’a şahsiyet, hatıra veren sakız ağaçlarını ve sur kahvelerinin süslerinin sesi olma sevdası, içinde yanan bir yürektir. Ona göre çınar ağaçlarında bir dede edası görülür.

Onlar toprağımızın hakiki gururudur, belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal’in Itrî’yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.” (Beş Şehir)

Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde teker teker maziyi anlatır. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı; Hakkaklar çarşısındaki temiz ahlâklı esnaf birliği Ahilere, loncalara, beş vakit minarelerinden eksik olmayan ama halkın dönüp dinlemediği ezanlara, ramazanda düzenlenen sergilere, Karagöz oyunun kahkahalarına ve İstanbul yangınlarına şâhitlik etmiştir. Kimisi kısa kimisi uzun ama âhenkli olan dallarına yazıp târih sayfasına kaydetmiştir. Ama keşke bir ses verip anlatsa…

Tanpınar, bir zamanlar Yeniçeri ocaklıların yakıp yıktıkları yerlerde, kibar insanların ikindi vaazı ve iftardan sonra Paris’ten esinlenilmiş, Şehzadebaşı’na kadar akşam gezileri düzenlenmesiyle meşhur olduğunu aktarır. Kadir gecesi hariç 28 gün Karagözün oyunu olan yer, İstanbul’un zarif eğlence merkeziyken zamanla yerini tiyatro, sinema merakıyla Avrupaî bir eğlenceye yenilecektir. Beyoğlu! Millî zaferden sonra, şairlerin, ediplerin toplanma yeri olan, Çınaraltları yerini korumaya çalışsa da akıbeti değişmeyecek yenilecekti. Sahafların çarşısı olup mâzîye öyle bağlanacaktır.

İki edip, iki gönül insanı, İstanbul âşığıdır. Mazisinde kadim ve derun terkibi barındıran bu şehre olan hınç ve öfkeye, onun hırpalanmasına göz yumamazlar. Hoş bir sada bırakan, şimdi ise dudaklarından “Ah” sesleri çıkar. Bunda, tarih nehrinden su içmeyip, dünyevi sarhoşluk peşinde koşan insanoğlundan gayrısı suçlu değildir. Bu müjdelenen şehri, Fatih’in itina ile kurduğu Simkeşhane’yi yıkan ellerin vefasızlığına sitemleri vardır. O kudretli imanın verdiği aşkla hilesiz ticaretten, aç gözlülüğe giden esnafadır kızgınlıkları, yapıların önünden boş gözlerle ilerleyen, ezan ve sela sesiyle yanıp tutuşmayan gönüllerin dalgınlığınadır hayıflanmaları, bu sözler koca bir medeniyeti enkaz haline çevirenleredir. Amma suç asla İstanbul’un veya İhtiyar Çınar’ın değildir.

Son söz son Osmanlı Hanımefendisi o büyük mütefekkirin olsun,

Ey kocamış ihtiyar çınar! Sana çok sordum ve öğrendim. Amma sorgularımı maddeden mânâya çevirip nereden gelip nereye gittiğimizi sormaya utanırım. Zira bunun cevabını biz insanlar henüz kendi kendimize bile vermiş değiliz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmün romanı

Bazı romanlar tarihidir bilirsiniz. Doğrudan tarihi bir olayı alır merkezine. Karakterler tarihtendir, yaşamış gerçek kişilerdir, olaylar temelde tarihtendir, yaşanmıştır ancak kurmacanın sunduğu imkânlar ile metin zenginleştirilir. Bir de merkezine yaşanmış olayın konulduğu ama karakterlerin ve olayların kurgulandığı tarihi romanlar vardır. Türkistan Geceleri tarihin içinden çıkmış gelmiş, çarpıcı, sarsıcı, can yakan bir roman. Olaylar hem gerçek hem kurgu. Karakterler hem gerçek (Hoca Niyaz, Osman Batur gibi) hem kurgu. Mısırlı yazar Necîb el-Kîlanî’nin epik romanı.

Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirmeye çalıştığı Türkistan toprakları gerçek, bugün de maalesef devam etmekte. Yok edilen aileler, esir kamplarındaki Müslümanlar, idam edilen alimler, zorla Çinlilerle evlendirilen kadınlar, asimilasyon politikası… Hepsi gerçek ve hepsi de bugün halen devam etmekte.

Tarihi romanlar, aynı zamanda bir halkın yaşadıklarını ölümsüz kılmasıyla önem taşır. Doğu Türkistan’da Çin zulmü olduğunu bugün biz biliyoruz. Ayrıntılarına vakıf değiliz. Ama Türkistan Geceleri romanı bir defa yazıldığı için artık dünya döndüğü müddetçe insanlar, kaç nesil sonra yaşarsa yaşasın, Çin’in Doğu Türkistan’da soykırım, asimilasyon yaptığını bilecekler. Asırlar sonra bile onların yaptığı zulümler okunacak. İşte edebiyat bu yanıyla çok güçlü bir silah.

Romanımız, ana karakterin Mustafa Murad Hazret adlı bir ihtiyarla Mekke’de karşılaşması sahnesiyle açılıyor. Karakterimizin ilgisini çeker ihtiyar ve onunla sohbet etmeye başlar. Sonra ise hayatını anlatacaktır. “Ben Doğu Türkistanlıyım, bu anlatacaklarımın ilkidir” der ve roman başlar. Mustafa Murad Hazret aslında bütün Doğu Türkistanlıları temsil eder, biz onun ağzından Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmü okuruz.

Yazarın ansiklopedik bilgilerle, gereksiz coğrafi betimlemelerle romanı boğmaması, asıl vurguyu uygulanan zulme çekmek istediğini gösteriyor. Ayrıca aforizmalara kaçmaması, süslü edebi cümleler kurmaması, estetikten ziyade hikâyeye önem vermesi de yine aynı sebepten olsa gerek. Yazar bir şahitlik peşinde, bize bir şey göstermeye, bizi de böylece şahit tutmaya çalışıyor, başarıyor da.

Keskin gerçeklik, hızlı anlatı ve ayrıntının fazla olmaması, ölçünün korunması; savaş sahnelerini de ağır dramatik sahneleri de gerçeklik çerçevesinde okura sunuyor. Okur bir an bile olaylardan kopmuyor, böylece orada uygulanan zulüm tüm netliğiyle gözler önüne seriliyor.

Türkistan Geceleri mevcut dünyanın durumunu anlamak ve gelecek nesillere aktarmak için mümkün. Sadece romanlarda olur diyebileceğimiz hayatların gerçekte de olduğunu göstermesi açısından mühim!

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

2 Aralık 2024 Pazartesi

Kime dokunsan düzelmemiş yürek yarası

Çağdaş Tatar Edebiyatı’nın en önemli isimlerin biri ve Tataristan ve SSCB’den bol ödüllü bir yazar olan Ayaz Gıylecev’in (1928-2002) kitaplarının az bir kısmının dilimize çevrilmesi Türk okurlarının bu önemli yazarı tanımasını oldukça geciktirdi ve geciktirmeye devam ediyor. Çevrilen birkaç kitabının dağıtımı ve satışı da neredeyse hiç yapılmadı. Yara, Bir Avuç Toprak ve Cuma Günü, Akşam Gıylecev’in geçtiğimiz yıllarda dilimize çevrilen romanlarıdır ancak bu kitaplardan hiçbiri şu an ve uzun süredir satışta değil. Birçok okurun da hiçbir kitabına erişemediğine eminim. Bir de geçtiğimiz aylarda (Mart, 2024) Hece Yayınları’ndan Tek isimli bir kitabı yayımlandı yazarın. Sevindirici olan şu ki, en azından şimdilik Gıylecev büyük bir yayınevine geçmiş görünüyor. Bu da sonraki çevrilecek kitapları için umut etmemizi sağlıyor. Şu da bir gerçek: Gıylecev ülkemizde çevirmen Fatih Kutlu sayesinde yayımlanıyor. Şimdiye kadar Gıylecev’in çevrilen her metninde onun imzası var. Kendini bu işe adamış da diyebiliriz Fatih Kutlu için. İyi ki de böyle bir yola girmiş; çünkü dünya edebiyatının devlerinden hiç de aşağı kalır yanı olmayan bu büyük yazarı tanıtmak Türk Edebiyatı’na verilmiş büyük bir hediye demektir.

SSCB’de doğan yazarlar içinde yolu hapishaneye düşmeyen veya devletle, partiyle sorun yaşamayan kaç kişi vardır acaba? İşte Soljenitsin’in yazdıkları, Gorki’nin yaşadıkları, Bulgakov’un eserlerinin başına gelenler ortada. Gıylecev de bu yazarlardan biri. Fatih Kutlu’nun kitabın başında yazdığına göre o çileli yılları anlattığı otobiyografik eserinde şöyle diyor Gıylecev: “Aklı hapishane gibi zenginleştiren bir okul yoktur.” Tek adlı zengin romanını da altı yıl geçirdiği ağır çalışma kamplarından sonra yazıyor. Bu sözü okuyunca aklıma elbette hemen Kemal Tahir ve Dostoyevski’nin hapishane sonrası eserleri geldi. Ki nice yazarın hapishane sonrası verimi üst düzeydedir. Hapishane yazarların içlerinde saklı olan cevheri ortaya çıkarır, evet. Tabiî bir de o yazardan neler götürür? Bunu da o yazarların romanlarının satır aralarında arıyoruz.

Tek hacim olarak değil ama -şu ana kadar Türkçeye çevrilen eserleri içinde en hacimli olanı olsa da- nitelik olarak büyük bir roman. Romanın başkişisi İshak’ın Küktav Köyü’ndeki annesi Mahibeder Teyze’nin evinin yanmasıyla başlıyor metin. Başlardaki romanın güncel zamanı 1950’li yılların sonu diyebiliriz. İshak’ın şehirden köye, annesinin yanına geçici olarak gelmesiyle ise başka bir zamanı, zamanı geri sararak İshak’ın çocukluğundan annesinin yanına gelmesi arasındaki kısmı görüyoruz. Küçük İshak’ın Küktav Köyü’nde yaşadıkları, okuma maceraları, Almanların Ruslara saldırması, savaş zamanları, savaş sonrası zamanları, Saniye ile İshak’ın aşkı, Saniye’nin akıbeti, İshak’ın iş hayatı, köyüyle bağlantısının kesilmesi ve nedenleri, açlık, fakirlik, zorluklar… Bütün bunlar romanın ana konularını ve bölümlerini oluşturuyor. Tabiî burada iki ana temadan bahsedebiliriz: Biri Ayaz Gıylecev’in romanlarında genelde olan ve büyük bir kısmı kaplayan aşk ve elbette o dönem yazarlarını mutlaka etkileyen İkinci Dünya Savaşı. Kolhozlarda hayat, devletin sistematik baskısı ve fakirlik aşkla beraber harmanlanarak okurun önüne seriliyor. Ana konu aşkken bir anda savaşın korkunç yüzü de gösterilmeye başlanıyor. Gıylecev bunu daha yumuşak bir şekilde yapıyor. Örneğin Soljenitsin ya da Aytmatov’da -özellikle Toprak Ana- savaşın kıyıcılığı daha netken Gıylecev’de bu durum daha mutedil bir şekilde karşılanıyor. Ancak yazarın tasvir becerisi bizi o savaşın her şeyinden etkilenmiş fakir köye götürüp bırakıyor. Bir de dikkatsiz bir okur Gıylecev’in SSCB ve komünist rejim övgüsü yaptığını bile sanabilir ama hâlbuki Gıylecev örtü altından o dönem için yapılabilecek eleştirilerini yapabildiği kadar sert bir şekilde yapıyor. Yani direkt fikirleriyle eleştirmiyor ama öyle bir hayat ve kolhoz yönetimi tasvir ediyor ki o zor hayatın sorumlusunun kim olduğunu okur çok iyi seziyor: “İş gücü için para veren yok. Bir yüz gram çavdar düşmez mi diyorduk, o da olmayacak galiba… Ekili toprak az, vergilerse çok. Devedikeni büyüyen yerler için bile devlete tahıl teslim etmemiz lazım.
- Peki, nasıl yaşıyorsunuz siz?
- Ümitle Höseyin. Ümit yaşatıyor bizi! Düşmanı yendik, morallerimiz yükseldi… Yaşasın ümit!


Gıylecev’in parti ve devlet kıyıcılığını birinci elden yaşaması, romanlarında bu durumu işlemesini kolaylaştırmış diyebiliriz. Çünkü onun dedesi, bütün ailesi Türkiye’ye göçerken “gurbetin ne kadar zor olduğunu bildiği için” köyünde kalmış ve 1930’lu yıllarda Stalin’in Alabuğa zindanında yok edilmiştir. Aynı zamanda ailesinde bir göç hadisesi de olduğundan gurbet-vuslat gerilimini de romanlarında başarılı bir şekilde işlemiştir. Onun kahramanları köylüdür, köyden bir zaman çıksa da köye döner. Şehirde çok iyi bir hayatı olsa da ufak bir sebepten bile olsa köye bağlanır. İshak gibi Nurulla gibi Höseyin gibi. Köye döner ve maalesef Tatar halkına reva görülen şekilde yine devlet için, kolhoz için ölümüne çalışır, hiçbir değer görmeden bu dünyadan göçer: “Bir gün İshak da fakülteyi bitirir, eline diplomayı alır, diplomayı! Alır ve tekrar şu radyosuz, elektriksiz, karanlık Küktav Köyü’ne döner. Tırnakları kanayasıya, şakakları ağarasıya deve dikenleriyle savaşır. Tahıl yetiştirir. Sonra o tahılı kilometrelerce uzağa götürüp devlete teslim eder… Tekrar eker. Tekrar biçer… Salih, kafasına estikçe onu haşlar, ilçeye çağırtır, tehdit eder, korkutur… karşı gelirsen…” Tek evrensel değil, yerel bir roman. Bence başarılarından biri bu özelliğinden kaynaklanıyor. Kimliksiz, bütün dünya “değerlerine” hitap eden, ortak dili kullanmaya çalışan, “çok batılı” gibi yazmıyor Gıylecev. Biz okurken anlıyoruz ki temalar bazen ortak olsa da dil bizi Tataristan’ın Küktav Köyü’ne götürüyor. Folklorla da bunu bolca destekliyor yazar. Zaten Gıylecev’in en başarılı yönlerinden biri dili, kelimeleri ve folklorik ögeleri kullanma açısından diğer yazarlardan ayrışması. Buna Fatih Kutlu’nun titiz ve kitabın özünden çok bir şey götürmeyen çevirisi de eklenince Gıylecev’in ne kadar büyük bir yazar olduğunu anlayabiliyoruz.

Aytmatov’un ne kadar büyük bir yazar olduğunu kabul ediyor ve zevkle okuyorsak Gıylecev’i de o şekilde okumamız lazım. Tabiî önce kitaplarının çevrilmesi ve daha yoğun şekilde satılması gerekiyor. Yoksa, aynı yıl doğduğu Aytmatov’dan bir eksiği olduğunu düşünmüyorum yazarın. Biri dünyaca tanınırken Gıylecev niye çok da fazla bilinmiyor? Son olarak şunu ekleyebilirim: Gıylecev’in bir eserinin ülkemizde ilk defa büyük bir yayınevinden çıkması sevindirici. Hece Yayınları bu açıdan tebrik edilmeli. Ancak kitapta fazlaca editöryel hatalar ve baskı hataları mevcut. İnşallah kitabın ikinci baskısı da olur ve bu hatalar giderilir.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

30 Kasım 2024 Cumartesi

"Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin?"

Tasavvuf tarihimiz, insanlarla şehirler arasında bağ kurup, tarihten günümüze halatlar atabilmemizi zenginleştiren hikâyelerle dolu. Hikâye derken, elbette anlatılıp geçilecek hadiseler yumağından değil, insanın ilim ve marifetle donatması gereken hayatına dair damıtabileceği takım çantalarından bahsediyorum aslında. Mesela, son bir ay içinde hem İstanbul'daki yürüyüşlerimi yeni bakışlarla, görüşlerle zenginleştirmeye çalıştım hem de İstanbul dışı ziyaretlerime bu anlam rotasından uzanmaya gayret ettim. Kocamustafapaşa'da gördüklerimle Tokat'ta ve Amasya'da gördüklerim arasında küçük ya da büyük bağlar kurarken, zihnimde Bursa'yı ve Bosna'yı da gezdirdim. Cemâl-i Halvetî ismi de işte böyle, şehirleri ve insanları birbirine bağlayan erenlerden biri.

Cemâl-i Halvetî, 16. yüzyılın önemli veziriazamlarından Pirî Mehmed Paşa'nın babası. Yine aynı yüzyılın haşmetli âlimi ve müftüsü Zenbilli Ali Efendi'nin amcası. 14. yüzyılın meşhur tefsir, lugat, edebiyat ve tıp âlimi Cemâleddin Aksarâyî'nin torunu. Ne hikmetse bu akrabalık ve soy zenginliği, hazretin tasavvufî neşvesinde de tütmüş. Halvetiyye gibi pek çok kola ayrılan bir tasavvuf yolunun Cemâliyye kolunu kurmuş. Bu koldan, Türk tasavvuf tarihinin başka zengin şubeleri neşet ediyor: Sünbüliyye, Şâbâniyye, Assâliyye, Bahşiyye. Bir alt şubelere daha inersek: Karabaşiyye, Nasûhiyye, Bekriyye. Daha altına da meraklılar dalıversin diyelim.

Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf'a göre İstanbul'daki ilk Halvetî âyinini icra eden isim, Cemâl-i Halvetî. Bu ayinin icra edildiği yer de Kocamustafapaşa Camii'dir. Zira II. Bayezid, henüz Amasya'daki şehzadelik döneminde Cemâl-i Halvetî ile görüşmüş, kuvvetli bir muhabbet tesis etmiş, tahta oturduktan sonra da onu İstanbul'a davet etmiştir. İrşad faaliyetinin başladığı yer, vezir Koca Mustafa Paşa'nın kendi adına yaptırdığı caminin civarındaki dergâh. Bir rivayete göre de Koca Mustafa Paşa, kendisinin dervişi. Kısacası vaktiyle Halvetiyye’nin ikinci pîri Seyyid Yahyâ Şirvânî’ye intisap etmek için yola çıkan, onun vefatı neticesinde halifesi Muhammed Bahâeddin Erzincânî'ye intisap eden, icazetnamesini aldıktan sonra da Amasya'da irşad faaliyetine başlayan Cemâl-i Halvetî'nin Yahya Kemal'in "Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr / yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr" dediği Kocamustafapaşa semtinde iki 'yıldız' parlattığını da ekleyelim ki bu isimler, kendisinin halifeleridir: Sünbül Sinan ve Hayreddin Tokadî.

Cemâl-i Halvetî, ilm-i marifet meraklıları için fevkalade önemli eserler kaleme almıştır. Özellikle ayetlere getirdiği işârî izahlar çok zengindir. Tasavvufi mertebelere, atvâr-ı seb'a bahsine ayetlerle ve hadislerle delil getirmiştir. Çalışmalarında Gazzâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ferîdüddin Attâr, Molla Câmî gibi zirveyi temsil eden isimlerin bazı risalelerini, beyitlerini de şerh etmiştir. Sufi Kitap tarafından neşredilen Marifet Kapısı adlı kitapta pek çok risale şerhi bir araya geliyor: Şerh-i Ba'zı ebyât ve rubâiyat, Beyyinetü'l-esrar, Risâletun fî hadisi 'İnnallâhe teâlâ jaşela ademe alâ sûretihî", Risâle-i Hubbî, Risâle-i Ma'lûliyye, Risâletü'l-i-vuzûiyye, Risale-i İslâmiyye.

Kitabın içeriğindeki zenginliğini ifade etmek adına sadece ilk risaleden biraz bahsetmek istiyorum. İlk risalede İmam Gazzâlî'ye ait bir beyit, Ebû Sâid Ebü'l-Hayr'a ait üç rubai, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye ait iki rubai ile iki beyit ve Sa'dî'nin Gülistan'ının mukaddimesinde geçen bir rubaisi şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî'nin seçtiği bu rubailer ve beyitler, daha önce karşılaştığımız ve bugün popüler olarak görülen, herkesin bildiği metinler değil. Diğer yandan bu risalede İsrâ suresinin 85. ayetiyle birlikte, "Bir anlık tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim ruhumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı şey, akıldır", "Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum" hadisleri de işarî olarak şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî, yaptığı izahlarda ve şerhlerde marifet kapısına yanaşmak isteyen tüm talipleri gönlünden yakalıyor. Söze olan hâkimiyetini, tüm tasavvuf yollarınca kabul edilmiş nasihatlerle taçlandırıyor. Bu anlamda ilk risaleden birkaç misal aktarıp yazıyı bitirmek istiyorum.

- "Ey talip! Nefsine iyi bak ki onda ezel ve ebedin sırrını görebilesin. Nitekim Allah Teâlâ hadis-i kutside geçen 'Ey insan! Nefsini bil ki Rabbini bilesin' kavli ile buna işaret etmiştir. Salik buna ancak tevhid vasıtasıyla ulaşabilir. Zira celal ve cemalin mazharı 'La ilahe illallah' kelimesidir. Allah'a sükuk de ancak bu ikisi ile (celal ve cemal ile) olur ki salik O'na vasıl olabilsin ve bekânın ta kendisi olan ahadiyet nuru ile fani olabilsin."

- "Şüphesiz her şey arif-i billah olmaya dönüşür. Çünkü her şey Hazreti Muhammed'in uzvudur. Nitekim Allah Teâlâ 'O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu mutlak hüviyet salike tecelli ettiğinde varlığının fenası vacip olur."

- "Ey talip! Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin? Nitekim Allah Teâlâ 'Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler' buyurmuştur. Aşk en mukaddes maksattır."

- "Talibin manevi köpeklerden sakınması gerekir ki kalbinde tevhid sırrı, tevhid ilmi ve aşk zahir olabilsin. Nitekim Nebi, 'İçerisinde köpek veya suret bulunan eve melekler girmez' kavli ile buna işaret etmiştir. Bunların zahir olması da ancak aşkın tahkikiyle olur. Bu da irfanı gerektirir."

- "Ey talip! Nimetlere ve ihsanlara karşı şükür vaciptir ki, bu şükür onları artırsın. Nitekim Allah Teâlâ 'Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim' buyurmuştur. Bu ayette büyük bir sır vardır: Zahir ehlinin nezdinde nimetler ve ihsanlar zahirdir. Bizim nezdimizde ise fiillerin, sıfatların ve isimlerin tecellileridir. Şayet salik bunlardan her birine şükrederse; renklerden, şekillerden, mekânlardan ve mümkünatın semalarından münezzeh olan mukaddes zat ona tecelli eder."

- "Avamın sabrı, ölüm, fakirlik, dünyevi zarar ve gayrısı gibi âdemoğluna isabet eden belalara sabırdır. Bu, Allah için olan sabırdır. Havassın sabrı, Allah'tan firaka sabırdır. Ehassın sabrı ise Allah ile beraber sabırdır. Allah Teâlâ 'Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu şiddetli bir sabırdır. Her durumda belalara karşı sabır göstermek mutlaka gereklidir. Zira sabrın sonu rahatlıktır."

- "Ey talip! İyi bil ki ilahi sırlar salikin eline ancak tevacüd, vecd ve vücud ile geçer."*

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
*"Vecd, vâcid, vücûd. Gerisi dedikodudur evlâdım." (Kuşadalı İbrahim Halvetî)

29 Kasım 2024 Cuma

Şiir kimi kimden, neyi neyden ayırır?

Dünyada olup biten türlü olumsuz olaylar veya olumlu gibi duran ancak bir ‘bit yeniği’ olduğunu hissettiğim durumlarda genelde şairlerin ne dediğine bakmaya çalışırım. Tabii has şairlerden bahsediyorum. Namuslu ve mevki peşinde dalkavukluk yapmayan şairlerden. Şairlerin dediğine bakma sebebim onların her zaman doğru bakışı ve yorumu gösterebildiklerinden değil. Şairler de fazla fazla yanılır ama en azından namusluca, Kemal Tahir gibi “yine yanıldık yahu” diyebilir, demelidir. Benim şairlere olan güvenim onların içlerinden gelerek, korkmadan haksızlığa karşı gelebilme cesaretlerinden geliyor. Evet, şair belki çok yerinde siyasi tespitler yapamayabilir, dünyanın gidişatını okuyamayabilir ancak bilirim ki bir yerde haksızlık, onursuzluk, zulüm varsa şair oradadır. Belki mantıklı yerde duramayabilir şair ama daima doğru, haklı ve adaletli yerde olmalıdır. Tabii belli bir şair imgesinden bahsediyorum. Elbette dünya üzerinde muhteşem şiirler yazan berbat adamlar da var. Neruda mesela, belki Pound. Herkesten Rimbaud’nun gösterdiği tutarlı davranışı bekleyemeyiz ama en azından Türk şairler açısından ben umutluyum ve kötünün bulunduğu yerde onun bulunmayacağını/bulunmaması gerektiğini düşünüyorum. Tüm bu girişi şair Atakan Yavuz’un da benim nezdimde doğrunun yanında yer aldığını düşündüğümden yazdım.

Şairlerin denemelerini okumak ayrı zevktir. Tabii düşünce metinlerini de. Örneğin Hilmi Yavuz ve Ali Ayçil bunun iyi örneklerindendir, Atakan Yavuz da. İki kitabını okumuştum daha önce Atakan Yavuz’un. İyiler Asla Özür Dilemez ve Dünyanın Rengi. Ama bu kısacık, incecik, küçücük Şiir Birleştirmez Ayırır bence düz yazıları arasında en iyisi olmuş. Bir manifesto niteliğinde ve sertliğinde.

Atakan Yavuz’un kitabı Orlando Art Yayınevi’nden ocak ayında çıktı ve sadece 39 sayfadan oluşuyor. Metin kısmı 33 sayfa civarı. 72 adet basıldı ve numaralandırıldı. Satışı hâlâ varsa mutlaka almalı şairi sevenler. Dokuz ana başlık altında kısa kısa denemelerden oluşuyor. Kitabın adı okuru yanıltmasın, sadece şiirle ilgili denemeler yok bu kitapta. Bir şairin ‘rahatsızlıkları’ demek doğru olabilir. Şairler bazen oturur ve böyle yazılar/kitaplar yazarlar. Süleyman Çobanoğlu’nun Kökekin'i böyledir örneğin. İsmet Özel Bey ciltler yazmıştır. Keza Sezai Karakoç merhum da. Atakan Yavuz’un da bu kitabı bazı rahatsızlıkları işaret ediyor ve protest bir tavra bürünüyor. Protest ve onurlu. Neye karşı? En basit şekilde söylersem, dünyanın ve özellikle ülkemizin getirilip teslim edildiği varoşluğa ve duyarsızlığa karşı. Her alanda, gerek şiir gerek mimari. Yavuz’un eleştiri ve itirazları oldukça geniş bir alanı içine alıyor. Kendine göre ve haklı olarak yaptığı şair tanımının merceğinden okları bir bir fırlatıyor, hayata, sanatı/şiiri/edebiyatı çiçek böcek görenlere, kapitalizme, kan emicilere, tutunduğu her tuğlayı Rab belleyenlere, semiz eşkiyalara: “Şiir insanları ayırır. Edebiyatı ve şiiri bir güzel ve etkili söz söyleme sanatı sayan okurla, kelimeleri konfeti olarak gören yazarla yolumuzu ayırır ve yükümüzün hafifliğiyle yol alırız. Şiirin tarihten farkı buradadır. Ne diyordu Aristo: Tarih olanı, şiir olabilecek olanı yazar, demek ki şiir olana itiraz eder. Dünyayı ve hayatı olduğu gibi kabul etmemizi bizden isteyen, şiiri de bir dekor olarak gören dünyanın efendilerinden ayrılarak tekrardan bir itiraz olarak edebiyat yapma hakkımızı geri almış oluruz. Böylece zulmün ortağı olan söz söyleme sanatından da yolumuzu ayırırız.

Atakan Yavuz kitabını aynı zamanda soylu bir yalnızlıkla yazıyor. Çünkü biliyor ve bize gösteriyor ki bazı şeyleri reddetmek cesaret ister ve bu cesaret insanı toplumdan dışlar. Dışlanmamak için, Byung Chul-Han’ın dediği gibi ‘aynının cehennemi’ne dâhil olabiliriz ya da soylu bir yalnızlığa çekilebiliriz ki doğrusu da budur. Çünkü ‘anlam’ buradadır.

Yavuz, bir insanın yaşamını anlamlı kılabilecek ya da anlamsızlığın, varoşluğun, herkesleşmenin içine atacak birbiriyle ilgili konuları denemelerinde eritmiş. Somutlaştırarak ‘mekân’ı da denemelerinin esas konularından yapmış. Çünkü bir şehirde yaşıyoruz, bir evde oturuyoruz ve bu durumun bizim psikolojimizden tutun da hayata bakışımıza kadar etkilemeyeceği alan yok. Şair bir denemesini ve itirazını buna ayırmış ve elbette İstanbul üzerinden (Nuruosmaniye ve Galataport meselesi) eleştirilerini ve fikirlerini sıralamış: “Her bina kendi psikolojisini telkin eder insana, o hâl ile dokunur. Modern insanların bir müşteriye indirgenerek ruhen alt üst oluşunun bir sebebi de anılarını kaydettikleri, sosyalleştikleri mekânların yerini insanı ezen, küçümseyen, haysiyetini zedeleyerek onu sürekli dibe doğru iten, sayılara vuran, sınıflandıran, bu şiirsiz, arsız, mürâî ve içtenliksiz yok-yerlere terk etmesinde aranmalı. Hızla değişen ve sürekli çelişen sinirsel uyarıcılar karşısında bezgin bir kişilik geliştirmekten başka çare var mı? Bezginlik belki de piyasaların dayattığı herkesleşmeye karşı ruhun verdiği bir mesaj, bir tepkidir.

Atakan Yavuz’un bu kısacık kitaptaki başarısının sebeplerinden biri sadece felsefi/şiirsel durum ve problemlerden değil toplumsal olaylardan da yola çıkarak isabetli sosyolojik tespitler yapması ve yazılarını kuru birer deneme olmaktan çıkarıp verdiği ilgi çekici örneklerle zenginleştirmesi. Ve elbette birçok yazarın söylemekten korktuğu, daha da kötüsü düşünmediği bir alan olan turizm konusundaki gibi net bir tavır alması. İsmet Özel’den sonra birinin turizmin, daha doğru ifadeyle kitlesel turizmin (seyyahlık değil) saçmalık olduğunu söylemesi gerekiyordu ve Yavuz bunu söyledi. Çok da iyi oldu. Çünkü bir ruh kaybından bahsediyorsak (özellikle mekân konusunda) kitlesel turizm bunun büyük sebeplerindendir. Çünkü her yer turist çekmek için aynılaştı, kimliksizleşti, evcilleşti ve rengini kaybetti. Yerellik ise öldü: “Tarihî mekânların ‘turist bakışını’ rahatsız etmeyecek şekilde ehlîleştirilmesi, yerelliklerini ve insanî ilişkilerin tasfiye edilmesi ve içinde soluk alınmayacak kartpostallara dönüştürülmesi bir çölleşmeyi de beraberinde getirdi. Mesele turistlerin kaba olmasından ziyâde, âzâmî müşteri memnuniyeti kaygusuyla mekânları bir film platosuna çevirerek tahrip eden yerlilerin vurdumduymazlığıydı da. Mesele bu yeni işgal türünün tüm dünyada bir başarı hikâyesi olarak sunulmasıydı. Bu modern işgale itiraz eden seslerin giderek daha gür çıkıyor olması tahribatın görünür biçimde geri döndürülemez boyutlara gelmesinden kaynaklanıyor.” Evet, benim de aklıma bu bölümleri okuyunca otellerine Türk turist kabul etmeyen veya Türklerden fazla ücret alan işletmeler, Ayasofya’nın üst katına Türk’lerin girememesi, pandemi dönemindeki, kendi insanını turiste karşı daha ne kadar küçük düşüreceğini tahmin edemediğim “Enjoy I’m Vaccinated” şarlatanlığı ve yine pandemi döneminde aynı denize giren Türk ve yabancı insanlardan yabancıların yüzmeye devam ederken Türklerin çıkarılıp ceza kesilmesi geldi. Baudrillard haklı mı? Kocaman bir simülasyonda mı yaşıyoruz? Bizim payımıza düşen kısım bu kadar trajikomik mi olmalıydı? Henry James turistler kabadır derken çok haklı. Ya devletler? Biz Atakan Yavuz gibi her zaman kitlesel turizm yerine bağımsız seyyahları, gezginleri, abdalları savunmaya devam edeceğiz.

Bu kısacık kitaptan daha uzun uzun bahsedebilirim ama alınıp okunması daha kıymetli. Alt başlığı bu çağ yazıları olan Şiir Birleştirmez Ayırır dünyanın ve Türkiye’nin ve özel olarak insanlığın peşinden gittiği şeylerden rahatsız olanlar için çok iyi bir kitap. Ancak mesela tek amaçları kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlere, kitap okumamakla övünenlere, bilgiye/öğrenmeye düşman olanlara, eleştiri yapmayı hainlik olarak görenlere bu kitap pek de bir şey ifade etmeyecektir.

Not: Bu yazının kitap hakkında bir eleştiriden ziyade övgü yazısı olduğunun farkındayım ama metinlerdeki fikirlere itiraz ettiğim çok da fazla bir nokta yok. Yani hemen hemen şair Atakan Yavuz gibi düşünüyorum bahsedilen konularda. Ve bir süredir de birilerinin bu konuları bu şekilde dile getirmesini bekliyordum.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Tarihin hikâye anlatıcıları: kitabeler

Televizyon dizilerinin, tarih kitaplarının, çevrimiçi atölyelerin ve rehberlik faaliyetlerinin önemli farkındalıklar kazandırdığını görmezden gelemeyiz. Kimileri bu farkındalıklar vesilesiyle artık yaşadıkları şehirlerdeki tarihi eserlere daha hassas yaklaşıyorlar. Kimileri dedim, çünkü bazıları var ki onlar için ne yaşadıkları şehrin bir kıymeti var ne de o şehrin sunduğu hazinelerin.

Bugün belki dünya hayatının zorlukları, yaşam gailesi ve maişet meseleleri sebebiyle kültür-sanat etkinliklerine yeterince ilgi gösterilmediğinden bahsedilebilir. Bunu anlayışla karşılamak mümkün. Ancak entelektüel bir derinlik kazanmak, kendi ruh iklimini donatmak için pek çok fedakârlığı göze alan tabiatlar da var. Bütçe ve zaman ayırıyorlar, merak ettikleri konular için mesai harcıyorlar, tüm bunlar için de aşk, şevk ve gayret gösteriyorlar. İşin güzel taraflarından biri de artık bu işler belirli bir yaşın üstüne çıkmış kimselerle de yürümüyor sadece. İstanbul’un, Bursa’nın, Konya’nın, Edirne’nin pitoresk köşelerine giden, sahada ciddi zaman geçiren, yaz-kış, yağmur-çamur dinlemeden taşları okuyan, onların anlattıkları hikâyelere kulak veren, duyduklarını anlatan ve yazan kalemlerin sayısı son yıllarda giderek artıyor. Bu kalemlerden biri de Ömer Kaptan. Kendisini rehberlik faaliyetleriyle tanıyoruz. Adım attığı her coğrafyada Türk-İslâm eserlerinin ruhunu kavramaya, misafirleriyle birlikte geçmişi geleceğe bağlamaya devam ediyor. Timaş Yayınları tarafından neşredilen Kitabelerin Renkli Dünyası, bu çabalarının bir neticesi.

Ömer Kaptan’ın lise yılları, Ulu Camii’nin hat yazılarını hayranlıkla seyretmekle geçmiş. Bursa’nın her köşesinde karşılaştığı çeşmeler, türbeler ve diğer tarihi yapılar, onda kitabe okuma merakı uyandırmış. Böylece turist rehberliğini de bir imkâna çevirip gezilerde karşısına çıkan kitabeleri çözümlemeye başlamış. Anlattıkça daha çok çalışmış, bazı yanlışlarla karşılaşmış, doğruları daha anlaşılır kılmış, birinci elden bilgi veren bu kaynakların insanları farklı yüzyıllar arasında seyahate çıkardığını idrak etmiş. Kitabelerin Renkli Dünyası öncelikle kitabelerin ne olduğunu, Arap yazısının gelişimini, Osmanlılarla birlikte bu yazının geçirdiği dönüşümü, tarih düşürme tekniğini anlatarak okura bir nevi hazırlık yaptırıyor. Kitabelerimizdeki İran mitolojisi, bu alanda çok fazla volta atmamış meraklı okurları epey şaşırtacaktır. Görülen o ki Şâhnâme’deki pek çok kahraman, kitabelerimizde yoğun biçimde işleniyor. Bir Sasanî kralının ismiyle Osmanlı padişahının ismi, bir kitabede bir araya gelebiliyor. Mesela, büyük bir yönetici olarak kabul edilen I. Hüsrev’in adı, Bursa’da Emir Sultan Hazretlerinin türbe penceresinin üstünde şöyle geçiyor: “Şâhenşeh-i deryâ nevâl sultân-ı Memdûhu’l-hisâl / Abdü’l azîz-i zü’l-kemâl âlemlere dâd eyledi / ol Hüsrev ü hâkân-ı dîn ol kâm-kâr-ü kâm-bîn / ol mükrim-i ehl-i yakîn tekrîm-i dâmâd eyledi.” (Övgüye değer sultan, bağışı ve ihsanı denizler kadar çok olan kemal sahibi Sultan Abdülaziz Han, âlemlere adaletle hükmetti. Dinin hakanı olan büyük yönetici [Hüsrev], Allah dostlarına ikramda bulunan o bahtiyar padişah, hanedanın damadı Emir Sultan’a da saygı gösterdi.)

Osman Hamdi Bey’in tablolarındaki kitabelerin incelendiği bölüm sanat tarihine meraklı tüm okurlar için keyif verici nitelikte. Kaplumbağa Terbiyecisi resminde zeminden başlayan bir pencere görürüz. Uzun, kırmızı giysi giymiş olan sakallı bir adam, yerdeki yaprakları yiyen kaplumbağalara bakmaktadır. Resimde görülen bu pencere, gerçekte var olan bir mekândır ve Bursa’da, Yeşil Camii’dedir. Ömer Kaptan, Yeşil Camii girişinin hemen üst katında bulunan hünkâr mahfelinin, Kaplumbağa Terbiyecisi resmine ilham verdiğini söylüyor ve fotoğraflarla delillerini sunuyor. Hemen o pencerenin üstündeki yazıya gözlerimizi çeviriyor: “Şifau’l-kulûb likau’l-Mahbûb.” (Sevgiliyle buluşmak kalplerin şifasıdır.)

Kitabelerimizde, İslâm tarihinde ve gönüllerde yeri başka olan mekânlarla da karşılaşıyoruz, Beyt-i Ma’mûr ve Mescid-i Aksa gibi. Ancak ulu şahsiyetlerin isimlerinin geçtiği kitabeler, bilhassa İstanbul’da oldukça fazla bulunuyor. Sebe Melikesi Belkıs, Ümmü Safiye, Hz. Fâtıma Zehra, Râbiatü’l-Adeviyye, Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hanım ve Fahr-i Âlem Efendimiz Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İsa, Hz. Hızır ve İskender, Hulefâ-yi Râşidîn, Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz. Ayrıca Sokrates, Platon, Aristoteles, Sa’d bin Ebî Vakkas, Sâ’deddin Taftazânî gibi bilgeler, âlimler, kumandanlar. Hemen bir misal verelim. Hekimoğlu Ali Paşa’nın babası olan Nuh Efendi, 18. yüzyılda sarayda hekimbaşılık yapmış bir bilge cerrah. Kocamustafapaşa’da yaptırdığı medresenin girişinde şu ifadelerle anılmış: “Hekim-i şehriyâri Nuh Efendi hâzık-ı kâmil / ki odur dârü’ş-şifâ-yı hikmete Sokrat-ı bi-hemtâ / bekâ-yı bî-sebâtın anlayıp dünya-yı fâninin / murâd etdi ki tertib eyleye zâd-ı reh-i ukbâ.” (Padişahın hekimi olan Nuh Efendi ki işinin ehli bir zattır, bilgeliğin şifa yurduna eşsiz bir Sokrat olarak gelmiştir. Dünyanın faniliğini ve sebatsız bir beka yurdu olmadığını anlatınca ahiret yolculuğunun azığının hazırlayıp öte dünyaya göçtü.)

Tarihî metinler arasında karşımıza çıkan Zıllullah (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) ifadesi, İstanbul kitabelerinde de kendine yer buluyor kimi zaman. Bu ifadenin farklı biçimleriyle karşılaştığımız kitabelerden biri Sultan III. Ahmed Çeşmesi’nde yer alıyor: “Oldur imâmü’l-müslimîn, zıll-i Hudâvend-i mu’în / bâ nass-ı Kur’ân-ı mübîn emrine vâcib iktidâ.” (Müslümanların önderi, sahip çıkan ve yardımını esirgemeyen Allah’ın yeryüzündeki gölgesi odur. Kur’an-ı Kerim’in ayetine göre onun emrine uymak vaciptir.)

Kitabın devamında Ayasofyalarımızdaki nazîreleri, Kudüs’te bulunan şaşırtıcı Türkçe kitabeleri, Kur’an’dan yapılan iktibasları, Elhamrâ’dan kitabe örneklerini görseller eşliğinde seyrediyoruz ve büyük keyif alıyoruz. Kitabelerin Renkli Dünyası, tarihin bu çok kıymetli hikâye anlatıcılarına bir kere daha kulak vermek için belgesel tadında akan bir emek…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Sırtınızda tarih, bohçanızda Türkçe ile Üsküdar!

Ali Sürmelioğlu’nun yeni kitabı Üsküdarlı Falanca ve Feşmekanları kitabını elime aldığımda, daha ilk sayfasını okuyunca çok farklı bir kitapla karşılaştığımı, okurken çok keyif alacağımı anlamıştım. Nitekim öyle de oldu. Kaldı ki kitabın adı dahi içinde numaralar barındırdığını açık ediyor.

Sürmelioğlu polisiye romanla tanıdığımız bir yazar, ki o alanda da çok başarılı olduğunu biliyoruz. Bu kez polisiye romanla çıkmadı okurun karşısına. Bu kez yine bir romanla çıktı ama türü sadece ona ait bir roman yazdı. Temelde Üsküdarlı Falanca’nın Üsküdar gezisinden ibaret gibi görünen roman okuruna hem edebi ve şaşkına çeviren bir dil şöleni sunuyor hem de tarihin sayfalarına ara ara misafir olarak alıyor.

Sürmelioğlu o kadar titiz çalışmış ki kitabın her yerinde kendine haslığı, apayrılığı belirgin. Rotayı çizmesinden, harita sunmasından bağımsız olarak söylüyorum. Örneğin dipnotları kitaptan çıkarsak ve ayrı bir sayfaya yazsak çoğu birer küçürek öykü olur. Hiçbir cümle olması gerektiği için veya olsun diye yazılmamış, her cümle tarzdan kopmadan, ritmi kaçırmayacak şekilde ve biricikliğine zarar vermeyecek halde kurulmuş, kurgulanmış.

Şair Ahmet Murat bir söyleşisinde “Biz ya yeni bir şey söylemek için ya da bir şeyi yeni bir şekilde söylemek için yazarız” demişti. Ali Sürmelioğlu’nun bu romanı bir şeyin gerçekten yeni bir şekilde söylenişini temsil ediyor ve başarıyor da. Yazar dilin içinden yeni bir dil türetir gibi ustaca anlatıyor meramı, karakterin dünyasına okuru başköşeye oturacak şekilde çekiyor, kendine özgü tamlamaları ve betimlemeleri ile dilin gücünü olabildiğince yükseltiyor.

Şöyle diyelim: Sırtınızda kadim tarihimiz ve bohçanızda Türkçe ile Üsküdar’ı geziyorsunuz!

Yazar önceki romanlarında da Türkçe’ye ne kadar hâkim olduğunu göstermişti. Onun zihni sadece bugünden bakmıyor, o geçmişin bütün birikimini bugüne getiriyor. Dilimizi ve kültürümüzü kapsayıcı bir şekilde özümsemiş. Bu toprakların meselelerine vakıf olarak entelektüel sorumluluğunu yerine getiriyor. Ve bütün bunları kurmaca imkânıyla okuruna sunuyor. Kurduğu atmosfer bugüne sığacak kadar dar değil. Yaptığı işe de seslendiği okura da son derece saygı duyduğunu, bu saygının beraberinde de sıkı çalıştığını ortaya koyduğu eserden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Kurmaca, sunduğu imkânlarla büyüleyici bir hüviyet kazanır. O büyüleyiciliktir bizi çeken. Kurmaca, kurgu ile gerçeği öylesine harmanlar ki okuyucu ile karakter bazen yer değiştirir ve bu yer değiştirme eylemi okurun iradi olarak giriştiği bir eylem değildir, okur kendini buluverir sayfaların içinde. Belki de o yüzden ana karakterimizin adı yoktur, Üsküdarlı Falancadır o, aslında Üsküdarlı herkestir, Üsküdar’ı dolaşan herkestir. Yazar seslenmektedir okura: Gezip geçme, sohbete dalma, arada bir kaldır kafanı da bak, tarihin yanından geçiyorsun, çok zengin bir beldedesin, farkına var, tefekkür et.

Aynı şekilde kurmacada ana karakter, bazen de yazarın kendisidir. Her sayfada kendini koymaz yazar ama nedir, kendini ele vermekten de kaçınamaz. Üsküdarlı Falanca, aynı zamanda Ali Sürmelioğlu’dur. Tam da yazar gibi keskindir bakışları, attığı ok isabetlidir her zaman, baktığı yerde neyi gördüğünün farkındadır, zihni hemen kıpraşır, bilgileri yığar üst üste, soluklanmadan idrak ile tefekkür ele geçirir onu.

Yani deme o ki sevgili okur, elindeki roman alelade bir roman değil. Yazarı ne yazdığını bilen, kasıtlı bir şekilde bir hedefi gözüne kestirmiş biri. Roman, kendine özgü bir roman. Üsküdar ise… Üsküdar’ı öğrenmek için de kitabı okumamız gerekiyor. Bir zahmet…

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Kasım 2024 Pazartesi

Biraz hayat biraz edebiyat

Sözlük, mihrican fırtınası için, yaza veda ederek sonbaharın başladığı fırtınadır, sıcak havaların serinlemeye başladığının işaretidir diyor. Bu tanımı alıp Nazan Bekiroğlu’nun hayatına yerleştirdiğimizde tam mana veremeyebiliriz ama onun bu kitapta yazdıklarını (özellikle ilk bölümde) okuduğumuzda kitabın ve Nazan Hanım’ın hayatında neye tekabül ettiğini anlayabiliriz. Nazan Bekiroğlu ünlü bir romancı olmasının yanında üniversitedeki görevinden yakın zamanda emekli olan bir profesör aynı zamanda. Bu elbette insan hayatı için önemli bir dönümdür. Yazar da bu durumda yaşadıklarını, daha çok da hissettiklerini Mihrican Fırtınası bölümünde anlatıyor. Klasik bir deneme değildir bu bölüm. Zaten kitabın geneli klasik denemeye çok yakın değil. Özellikle ilk bölümlerde anlatı, daha sonra deneme, sonra edebî inceleme/deneme tarzlarını görüyoruz. Genellikle bu ilk bölümdeki gibi metinlerde anlatının olmazsa olmazlarından anılar/hatırlayışlar da öne çıkar. Duygusal bir bölümdür bu. Zordur yılların (38 yıl) verildiği işten ve binalardan ayrılmak: “Başımı kaldırıp benimle hiç ilgisi olmayan bir sahneye bakar gibi bakıyorum olup bitene. Odam toplanıyor, otuz dekiz yıllık yığın ayaklanıyor. Bağ bozumu. Ekim de değil ki!” Yazar da geçmişi yâd etmeyi sevdiği için ortaya şiirsel cümlelerin de yoğun olduğu, anı salıncağında sallanan bir bölüm çıkmış: “Kurup kaldırdığı teorilerle oyalanan ben ilk kez zamanın ânda değil anılarda olduğunu düşünüyorum.”

Altı ana bölümden oluşuyor Nazan Bekiroğlu’nun yeni kitabı: Mihrican Fırtınası, Kalem Eşiği, Fasl-ı Zor, Göğe Yükselen Mor Fok Balığı, Platon’un Mağarası ve Anna Karenia’ya Dair Notlar. İlk bölüm sadece yazarın emekliliğinin getirdiklerinden oluşmuyor. Zaman zaman öyküye dönen kısa metinler de mevcut. Hayalî bir yaşantı çıkarmakta zorlanmıyor yazar. Örneğin Şair Nigâr Hanım’la ilgili yazdığı metin mükemmel bir öykü örneği bence. Kendini merkeze alarak 1915 yılında Nigâr Hanım’a konuk oluşunu şöyle niteliyor:

İkinci kata çıktığımızda kimse yol göstermeseydi bile yönümü tayin edebilirdim. Şurası kütüphane, şurası yüksek tavanlı, geniş, aydınlık salon. Bir köşedeki piyano kadar sağı solu dolduran imzalı fotoğraflar, abajurlar, biblolar, halılar, hatta perdeler tanıdıktı ve âh, şu porselen takımın bir fincanında ben de 1994 yılında, bir kış ikindisinde çay içmiştim. Şu tablodaki yaşmak-feraceli Hanımefendi’nin göğsünü bağlayan iki sedef düğmenin teki bir avuntu olarak şairenin torunu tarafından o gün bana armağan edilmişti. Elim gayriihtiyarî boynumdaki kolyeye gitti. Orada. Ben de buradayım. 1915 kışının tam ortasında, Nigâr Hanım’ın salonunda, işte, onun huzurun¬dayım. Düşmemek için bir koltuğun kenarına tutundum.

Bundan başka, yine ilk bölümde Nazan Hanım’ın diğer romanlarının karakterleriyle etkileşime girdiğini de görmek mümkün. Birçok denemede birçok türü harmanlamış diyebiliriz yazar için. Zaman zaman anlatı zaman zaman tek bir nesneden yola çıkarak yapılan kurgulamalar ve zaman zaman klasik deneme üslûbu… Kitabın aynı zamanda en uzun bölümü olan Mihrican Fırtınası okuru kitaba çekip çekmeme konusunda belirleyici bir bölüm bence. Benim en sevdiğim bölüm olmadı ama konuları ve üslûbuyla beni çok keyifli bir şekilde kitapta tuttu. Bu bölümde zaman, bazen silikleşiyor. Hayalî ve silikleşmiş zamanla bazen bir şehri geziyoruz bazen ölümünün üzerinden yüz yıl geçmiş bir şaire konuk oluyoruz. Elbette Nazan Hanım’ın adımlarıyla.

Bu tür kitaplarda okurlar yazarın zamanı günümüze getirip biraz da olsa eleştiri/tespit yapıp toplumsal aksaklıklara değinmesini bekleyebilir. Bu, genelde modern dünya eleştirisi olur. Nazan Hanım az da olsa bu yöne sapmış ve toplumsal eleştirilerde bulunmuş. Bunu da “duyarsızlaşma” üzerinden yapmış. Gelibolu üzerinden geçmişe bakarken şimdinin vurdumduymazlığını kâğıda dökmüş. Kitabın ikinci bölümünde yer alan bu yazı, bu bölümün klasik denemeye yaklaşıp anlatı üslûbundan biraz sıyrılmasıyla daha rahat işlenmiş. Fasl-ı Zor bölümünde de bu üslûbun ve zaman zaman bu eleştirilerin devam ettiğini söylemek mümkün:

Oysa bu, eşyanın tabiatına, -bildiğim doğruysa- insani¬yetin doğasına aykırı. Kırılmamız gerek bizim, bir bir değil, topyekûn kırılmamız. Ama bir bakıyoruz ki, A-aa! Futbol takımları, derbi sonuçları ânında arzıendam edivermiş. Şunun bunun aşkı, dizi kahramanları, ölümcül kapışmalı yarışmalar alıp başını gitmiş. Bu böyleyse batsak yeridir. Yine de tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacın önünde bir an durup ‘selfie’mizi çekiyoruz.

Son üç bölüm ilk bölümlerden biraz ayrılıp içinden sanat, edebiyat, tarih ve biraz da hüzün geçen denemelerden oluşuyor. Bu bölümler, alt başlık olarak biraz dağınık bir yapı arz etse de “okuma üzerine okuma” yapmayı sevip “kitaplar üzerine yazılmış yazılar” okumayı sevenlere bir şölen sunuyor. Enis Batur, Umberto Eco, Nurdan Gürbilek, Tim Parks vs. sevenler bu bölümleri de çok sevecektir. Öykülemenin de ağır bastığı bu bölümleri okumak oldukça keyif verici. Ayrıca bu kısımlarda edebiyat camiası için popüler bir tartışma olan “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” gibi başlıklar da mevcut. Yazar burada farklılıklar ve benzerlikler üzerinden güzel bir metin kurmuş.

Yazıyı burada sonlandırmak istiyordum çünkü yeterince detay verdim ama son bölüme özel olarak değinmek istiyorum. Çünkü bu bölüm bana göre dünya üzerinde yazılmış en kusursuz roman olan (en iyi, en akıcı vs. demiyorum) Anna Karenina hakkında yazılmış spesifik denemelerden oluşuyor. Yedi tane alt denemeden oluşan bu kısmı okumak için öncesinde romanı okumak daha iyi olacaktır. Daha sonra Nazan Hanım’ın roman hakkındaki incelemelerini okuyabiliriz. Evet, denemeden ziyade incelemeye yakın bu bölüm. Tıpkı bir Nurdan Gürbilek metni okur gibi keyif aldım bu bölümden. Hatta yazarın zaman zaman farklı detaylara inmesi daha da ilginçleştiriyor metinleri. Örnek mi? Mesela Anna’nın Gardırobu: “Birkaç yıl önce Anna Karenina’nın gardırobunu merak ederek romanı yeniden okumuştum. O gardıroptan sadece Anna’nın giysileri değil aşkın lâneti de çıktı.” Üstüne bir de Nazan Hanım’dan (Anna ve Vronski özelinde) ilişkiler üzerine nefis bir tespit gelince bu bölümün benim açımdan en iyi kısım olduğuna karar verdim ve okunacak/okunması yazılması gereken onlarca kitap arasına, hatta en başlara Anna Karenina’yı tekrar ekledim.

Mihrican Fırtınası, kasım ayında Timaş Yayınları’ndan neşredildi ve benim okuduğum ilk Nazan Bekiroğlu kitabı oldu. Rahat bir şekilde, deneme okumayı seven herkese tavsiye edebilirim. Hele ki kitaplar üzerine okuma yapmayı sevenlere daha ciddi şekilde tavsiye ederim. Çünkü bu metinlerde sadece bir romancının değil bir edebiyat profesörünün birikimi de var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

21 Kasım 2024 Perşembe

Ertuğrul Osman Efendi'nin 20. yüzyıl hatıraları

Sultan II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin, 2009’da vefat etmeden önce kaleme aldığı hatıraları, Yapı Kredi Yayınları’ndan okurla buluştu. 1912’de İstanbul’da doğan, 1994 yılında ‘Hanedan Reisi’ sıfatını alan şehzade Ertuğrul Osman Efendi’nin, büyükbabası II. Abdülhamid’in saltanatının son yılları ve 1924’te hanedan mensuplarının Türkiye’den ayrılmalarıyla başlayan kitap, Ertuğrul Osman Efendi’nin Viyana, Paris ve New York’ta geçen yaşamı ile son yıllarında Türkiye’ye dönüşü anlatılıyor.

Ertuğrul Osman Efendi, eşi Zeynep Tarzi Osman’ın teşvikiyle yazdığı hatıralarında 20. yüzyıl içinde soylu sınıfın modern zamanlardaki hayat tarzını; dünyanın birbirinden şöhretli iş, sanat, spor, siyaset ve kültür simalarını esprili bir dille aktarıyor. Kitapta 1915 Olayları, Hilafetin kaldırılması ve sürgün, Cumhuriyet, devrimler ve özellikle Türkiye’nin temel meselelerinden bahisler bulunuyor. Afşin Yurdakul’un Türkçeye kazandırdığı Ertuğrul Osman Efendi’nin hatıraları, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geçerken Osmanlı hanedanının serencamını gözler önüne seriyor.

Ömer F. Oyal’ın yayına hazırladığı kitabın başındaki takdim yazısı Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un imzasını taşıyor. Ömer Koç, son yıllarında yakından tanıdığı Şehzade Ertuğrul Efendi hakkında “Kâmil insan tâbiri bence Osman Efendi’yi pek güzel târif ediyor. Hoş sohbet ve nüktedan olan Efendi hazretleri, eskilerin deyimi ile tam meclis-ârâ idi” ifadelerini kullanıyor. ‘Mohikanların sonuncusu’ olarak tanımladığı Ertuğrul Osman Efendi için “Türkiye’ye ilk defa 72 sene sonra zevcesi Zeynep Tarzi’nin teşvîk ve telkîni ile 1992 senesinde gelen Ertuğrul Osman Efendi gerçek bir vatanseverdi. Hiçbir devletin tâbiyetine girmemiş, adına düzenlenen şahsî seyâhat evrâkı ile seyahat etmiştir. Cumhuriyet’in kazanım ve devrimlerini her zaman gerçekçi bir yaklaşım ile değerlendirmiş ve ‘Cumhuriyet belki âilemiz için kötü ama memleket için çok iyi oldu’ diyebilme erdem ve olgunluğunu göstermiştir.” diyor.

18 Ağustos 1912’de İstanbul’da doğan ve saray terbiyesi almış son Osmanlı şehzadelerden biri olan Ertuğrul Osman Efendi, isminin büyük babası Sultan II. Abdülhamid tarafından verildiğini söylüyor. Ertuğrul Efendi hatıralarında, dedesi II. Abdülhamid hakkında parlak zekalı, ciddi, fazlasıyla nazik, okumaya meraklı, sanat, bilim ve dünya meseleleriyle oldukça ilgili, atlara sevdalı, iktisatlı, henüz tahta çıkmadan bile hayli varlıklı biri olduğunu, her şeyi kendi yapmayı sevdiği söylüyor. Ertuğrul Efendi, annesi ve ağabeyiyle, II. Abdülhamid’i Beylerbeyi Sarayı’nda ziyaretlerini ve o günün hüzünlü atmosferini şu sözlerle anlatıyor: “Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu ve evin erkeklerinden bazıları etrafımıza toplandılar; yanaklarından akan yaşlarla bizleri kucakladılar. Sanki öpücüklerini Boğaz’ın karşısına taşıyıp hizmetinde oldukları sevgili efendilerine teslim etmemizi diliyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü Abdülhamid’in sarayında geçirmişlerdi; bize nasıl davranacağımızı, nerede oturacağımızı, ne söyleyeceğimizi, ne zaman söyleyeceğimizi öğretmeye çalışıyorlardı. Bizimle birlikte gelebilmek için canlarını verirlerdi, Abdülhamid onlar için hem başlangıç hem de sondu.

Şehzadenin hatıratının sonsöz sayfalarında ise 84 yaşında bulunan Zeynep Tarzi Osman, hem mensubu olduğu Afganistan kraliyet ailesini hem de eşi Ertuğrul Osman ile ilişkilerini anlatıyor. Zeynep Tarzi, “hayatımın en güzel hadisesi” dediği Osman Efendi’nin aydın, açık fikirli, mütevazı, nazik, zevk sahibi, maharetli bir marangoz olmakla birlikte çok iyi çello çaldığını ve Wagner delisi bir müzik tutkunu olduğu ifade ediyor. Osman Efendi’nin Amerikan futbolunu ve beyzbolu sevdiğini aynı zamanda “Ben Bursa’dan geldim Bursasporluyum” dediğini aktarıyor.

Annem bizi Beylerbeyi Sarayı’na götürdüğünde büyük bir merasimle büyükbabamın huzuruna alındık. Büyükbabam bir kanepenin ucuna tek başına oturmuştu; bir erkek ve bir hükümdar olarak, annemi karşılamak için alışılagelmiş kibarlığıyla ayağa kalktı. Bizi öptü ve yanına oturttu. Bunca zaman sonra bile, her nasılsa, sakalının yüzümde bıraktığı hissi hâlâ hatırlıyorum. Sanırım sıradan bir büyükbaba olsaydı kısa süre içinde her şeyi unutmuş olurdum. Halbuki bizleri kucaklayan, 33 sene boyunca koca bir imparatorluğu idare etmekle, tarihe devasa biz iz bırakmakla kalmayıp zamanın efsanevi bir şahsiyeti haline gelen şöhretli birisiydi.

Ertuğrul Osman Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in en sevgili oğlu Mehmed Burhaneddin Efendi’yi müzik ve seyahat tutkunu şatafatlı hayatı seven bir şehzade olarak anlatıyor. Burhaneddin Efendi için “Babam fevkalade bir piyanist, tam tekmil bir müzisyendi ve hayatında müziğin çok büyük rolü vardı. Hatta en çok ilgilendiği mevzu müzikti, ömrü boyunca da bu böyle kaldı. Şayet bir hükümdarın oğlu olmasaydı, zamanın en büyük piyanistlerinden biri olabilirdi.” diyor.

Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra şehzade Burhaneddin Efendi ailesi ile Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Yeniköy’deki yalıya taşınır. Ertuğrul Osman Efendi ve ağabeyi Mehmed Fahreddin Efendi’nin çocukluğu da Boğaziçi’nde geçti. Ertuğrul Osman Efendi, seyahate oldukça meraklı babası Burhaneddin Efendi ve annesi Aliye Melek Nazlıyar Hanım’la 1920 yılında ağabeyi ve kendisinin eğitimi için Viyana’ya gitti. Cumhuriyet’in ilanı ve ardından hanedan mensuplarının vatandaşlıktan çıkartılmalarıyla birlikte de uzun yıllar yurtdışında yaşadı. 1921’de Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanım boşandı. Viyana’da ve Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde eğitim gören Ertuğrul Osman Efendi, 1933’te babası ve ağabeyiyle birlikte ABD’ye yerleşti. 1952 yılında kurduğu Kanada merkezli madencilik şirketini 1980’lerin başında emekli olana kadar işletti.

Atatürk’ün yaptığı devrimler ve genç Cumhuriyet’in kazanımlarından da bahseden Ertuğrul Osman Efendi, özellikle harf inkılâbının kültürel bir kopuşa neden olduğunu söyleyerek eleştiriyor. Latin Alfabesine ani geçiş yapıldığı, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki etkisinin göz ardı edildiğini şu sözlerle ifade ediyor:

Dil ve harf devrimiyle birlikte okur yazarlık oranı neredeyse on kat arttı ama ülkenin eski edebiyat ve kültürle irtibatı da koptu… Latin alfabesinin kabulü başlı başına kötü bir şey değildi. Ama aceleyle yapılması, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki muhtemel etkisine hassasiyet gösterilmeyişi, geleneksel Türk kültürüne büyük zarar verdi. Geçiş kademeli yapılmış olsaydı, zarar çok daha az olurdu.

3 Mart 1924’te TBMM’de hilafetin ilgası ve hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı verilir. Ertuğrul Osman Efendi hatıratında sürgün haberini aldıkları esnada yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Babam uzun seyahatlere çıkacağı vakit maiyetindekiler için Viyana’daki Miessl & Schadn Oteli’nde büyük bir süit kiralar, bizler de okulun tatil olduğu pazar günlerimizi burada geçirirdik. Halife Abdülmecid Efendi ile birlikte bütün ailemizin İstanbul’dan sürgün edildiği haberi bize ulaştığında ağabeyim ve ben bu otelde kalıyorduk. Haberin tüm haneyi altüst ettiğini söylemeye hacet yok. Hiçbirimiz ülkemize ne zaman dönebileceğimizi ya da dönüp dönmeyeceğimizi bilmiyorduk. Havadisler üzerine ev halkı hayli gözyaşı döktü, hayıflandı, birkaç sene evvelinin en alelade hatıraları bile bir anda büyük bir hasretle yâd edilir oldu. O zamanın Türk evlerinde hizmetkârlar asla emekli olmaz ve işten çıkarılmazdı. Herkes ömrünün sonuna kadar o çatı altında yaşardı. Bu sebeple bizim evde de ağlayıp ağıtlar yakan bir yaşlı kadınlar güruhu peyda oldu.

Ertuğrul Osman Efendi, Avrupa’da ve Amerika’da geçen yılların ardından ilk kez 1992’de eşi Zeynep Tarzi Osman ile Türkiye’ye geldi. 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. İstanbul’dan Avrupa’ya ardından Amerika’ya ve yeniden İstanbul’a uzanan yaklaşık bir asırlık hayat serüvenine dair hatıralarda Ertuğrul Efendi’nin 72 sene sonra geldiği Türkiye ve İstanbul izlenimleri de yer alıyor. Dolmabahçe Sarayı ziyaretini, Kuşadası’nda geçirdiği yaz tatilleri, hanedan üyeleri, yakın çevresi ve dostlarından bahsediyor. Bunca sene sonra Türkiye’ye geldiğinde bambaşka hisler taşıdığını söyleyen Ertuğrul Osman, “İstanbul’da doğmuş olmama rağmen neredeyse ilk kez hakiki olarak gördüğüm bu şehir bana yabancı gelmedi. İlk defa gördüğüm hayret verici manzara, âdetler ve insanlar tamamen tanıdıktılar. Altmış seneden uzun bir süredir İstanbul’u görmemiştim ama kendimi evimde hissediyordum. Belki de şuur altımdaki şeyleri hatırlıyordum, belki de buranın kendi ülkem olduğunu idrak etmem bir dejavu hissi veriyordu” diyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

20 Kasım 2024 Çarşamba

Cumhuriyetin dinle alakalı meselelerinin tasviri

İsmail Kara Hoca 2024’ün başlarında oldukça kapsamlı ve hacimli bir eser neşretti: Resimli Cumhuriyet Din Kitabı. (Yazının devamında RCDK olarak yazılacaktır). Elbette ki bu kitap bir-iki yılda yazılacak bir eser değil. Üç cilt ve 1200 kadar sayfadan oluşan ve büyük boy neşredilen kitabın yazılmaya başlaması bile 15 yılı buluyor, hocanın dediğine göre. Tabii bu resimli/fotoğraflı bir eser olduğu için mevcut kullanılan görsellerin toplanmaya başlaması herhalde bir 40 yılı buluyordur. Daha önceki kitaplarının ve bu kitabının da gösterdiği üzere İsmail Hoca çok iyi bir arşivci ve hangi gazete kupürünün, hangi basın demecinin, hangi karikatürün, hangi fotoğrafın, hangi levhanın kendi işine yarayacağını çok iyi ayırt ediyor ve hemen arşivine katıyor. Sonrası böyle geniş kapsamlı ve nitelikli bir eser olarak biz okurların ve araştırmacıların önüne seriliyor.

Bu kitap, özellikle cumhuriyet tarihinde (1923 sonrası) dinin devlet politikası olarak, halkça, kurumlarca ne olarak görüldüğü, nereye oturtulmaya çalışıldığı, nereden nereye getirildiğini görseller ve yazılarla incelemeye çalışıyor. İsmail Hoca’nın dediğine göre bütün ciltler üçte bir görsel ve üçte iki yazı olarak planlanmış ve uygulanmış. Yine hocanın dediğine göre ilk okuma görsel incelemesi ve görsel altı yazıların takibi şeklinde yapılabilir. Ben düz bir okumayı tercih ettim. Böyle daha iyi verim alacağımı düşündüm. Ama kitabın hacmini çok bulanlar sadece görselleri detaylıca inceleyip altındaki açıklamaları okusalar dahi kafalarında bir şema oluştururlar. Kitabın ismine boşuna “resimli” ifadesi konulmamış yani.

Sunuş, Giriş ve Dizin hariç on üç kapsayıcı başlıktan ve yetmiş alt başlıktan oluşuyor RCDK. Aslında bu yetmiş başlığa ana başlık, on üç başlığa da daha kapsayıcı başlık diyebiliriz. Çünkü bu yetmiş başlığın altında da ara başlıklar var. Şunu söyleyebilirim: Elbette bu üç cilt bir bütünü oluşturuyor ama bu kitap nasıl ki sadece görseller üzerinden okunabilirse, sadece merak edilen başlıklar da açılıp okunabilir. Çünkü kabul edelim ki güncel siyasetin hep sıcak tuttuğu ve halkın daha çok merak ettiği ve artık magazinleştirilmiş başlıklar da var kitapta. Mesela halka sokak röportajlarında sık sık sorulan “Lozan Anlaşması zafer mi hezimet mi?” sorusunun cevabını merak edenler direkt o başlığı okuyabilir. Ama bu bence son tahlilde eksik bir okuma olur. Çünkü bir bütün bu kitap. İsmail Hoca ikinci cildi birincinin, üçüncü cildi ikincinin bittiği yerden başlatmış, sayfa numarası olarak. Bu bile üç cildin sağlam bir bütünü ifade ettiğini gösterir. Sadece demek istediğim, kitap aktüel okumalara da gayet uygun.

Kitapta hocanın önem verdiğini fark ettiğim ve kendimce önemli görünen anahtar ifadeler/noktalar bulmaya çalıştım ve birkaç tane tespit edip kitabı bunlar üzerinden okumaya çalıştım. Mesela “halk Müslümanlığı”, “bütün inkılâplar dinle ilgilidir” tespiti, “darbe dönemleri dâhil Türkiye’de dindarlar dâhil herkes devletçidir” gibi yargılar. Bunlar ilk bakışta önem verdiğim ve hocanın nasıl işlediğini önemsediğim konular oldu. Bu kavramlardan yola çıkarak özellikle ilk ciltte İsmail Hoca, Lozan Anlaşması, Türk usulü lâiklik, inkılâpların din adamları, şeyhler, halk nezdinde nasıl karşılandığı gibi soruların peşine düşüyor. Medeni Kanunu, oluşmasını ve akislerini değerlendiriyor. “İrtica Edebiyatı”na geniş yer veriyor. (Akla hemen İsmet Bey’in ‘İrtica Elden Gidiyor’ kitabının gelmemesi mümkün mü?) Burada İsmail Hoca’nın en önemli işlerinden biri Milli Mücadele, cumhuriyetin ilanı ve tek parti döneminde medyanın ve siyasilerin değişen dilini fotoğraf ama özellikle gazete haberleri ve karikatürler üzerinden çok açıklayıcı yakalamış olması.

İsmail Hoca’nın verdiği her bilgi elbette yeni şeyler değil ama kasıtlı veya değil, birçok kişinin bilmediği, birçok kişiye bildirilmeyen şeyler. Birinci Meclis’in Lozan Anlaşması dolayısıyla feshedilmesi… Ya da kurucu kadronun “ivedilikle” 3 Mart 1924 kanunlarını yürürlüğe koymasını önemsiyor İsmail Hoca. (Aynı şekilde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da) Çünkü İsmail Hoca bunların “kurucu kadronun dinle ilişkisini anlama” açısından önemli olduğunu göstermeye çalışıyor. Bazı temel ve birçok yan olaylara yorumunu da sık sık katmayı ihmal etmiyor. Elbette bir Türk ve Müslüman zaviyesinden. Yoksa diğer taraflardan bakarsak “her şey çok gerekliydi” veya “yapılan hiçbir şey yapılmamalıydı” der geçerdik.

Bu kitabı tek tek başlıklar üzerinden incelemek yanlış olur. Çünkü o kadar çok bilgi, belge ve yorum mevcut ki hangisini öne çıkarsak bir diğeri eksik kalır. Onun için hocanın neleri işlediğini ve ne tavırda olduğunu bilmemiz kitabın okunmasından önceki en kıymetli davranış bana göre. Şu çok değerli: İsmail Hoca elbette bir ‘taraf’tan bakıyor durumlara ama objektifliğini korumaya çalışarak. Ne sadece inkılap eleştirisi yapıyor ne Osmanlı yüceltmesi. Çünkü keskin yargıların tarihi anlamakta yanlışa saptıracağının -elbette- farkında. (Maalesef bu, artık ülkemizde, hem entelektüellerimiz hem de halk nezdinde göremediğimiz bir tavır. Her bilim adamı, akademisyen vs. bir tarafı tutup karşı tarafa acımasızca yüklenme derdinde. Hâlbuki mesela II. Abdülhamid’i ‘Kızıl Sultan’ ve ‘Ulu Hakan’ yakıştırmalarının dışında değerlendirmek de mümkün. Ama buna kimsenin kulak astığı yok açıkçası. Allah’tan İsmail Hoca gibi akademisyenler/yazarlar tek tük çıkıyor da düzgün ve Müslümanca bir tavır nasıl olur, meraklılara gösteriyor.)

Yine de, özellikle ilk cilt özelinde ilgimi çeken birkaç hususu belirtmek isterim. İsmail Hoca çoğu konuda açık veya örtük bir kanaat getiriyor duruma. Sadece konuyu belgelerle açıklayıp bırakmıyor, fikrini söylüyor/ima ediyor. Ama kitabın ilk cildinin son konularından “Kuzu Paşa mı, Askeri Deha mı?” başlığında incelediği Fevzi Çakmak konusunda, paşa hakkındaki fikirlerini biraz muğlak bırakmış. Olanı verip pek karışmamış açıkçası. Hocanın kanaatlerini daha detaylı okumak isterdim bu konuda. Kronolojik bir devamlılık yok kitapta ancak ilk cilt daha çok tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerini ele alıyor. Tabii farklı noktalara da uzandığı oluyor konunun. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında devletin dine bakışı veya 90’lardaki din-devlet ilişkisi. Ama genelde kurucu kadro ve tek parti dönemlerini ele alıyor. 1923 kesin bir çizgi görülemeyeceği için de Osmanlı’nın son yıllarına kadar inebiliyor incelenen dönemler. Ana dönem olarak cumhuriyetin ilanı baz alınmış ama ilk cilt özelinde söylersek; Lozan Anlaşması’na bakışı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan inkılaplara, daha sonraki yıllarda din adamlarının siyasi iradeye karşı tavır alıp alamamasına kadar olan bölümleri benim en ilgimi çeken kısımlar oldu. Ve Hoca’nın şu soruları da cevaplanmalı aslında: Diyanet’in Türkiye ile akrabalık derecesi nedir? Ve Diyanet laik bir kurum mudur yoksa dini bir kurum mu? İki arada bir derede midir?

Eğitim-Hac-Tarikat Meseleleri

İkinci ciltte maarif meselesine güncel eğitim meselesini de yakalamaya çalışarak bir giriş yapmış İsmail Hoca. Temel aldığı fikirler Nurettin Topçu ve onun Maarif kitabındaki yazılar. Cumhuriyet devrine geçmeden önce bir eğitim meselesi çerçevesi çiziyor. Bu bölüm, bununla ilgili olmayan kişilere sıkıcı gelebilir ama Türkiye’nin belki de en önemli meselesi aslında.

İsmail Hoca’nın meselelere vicdan ve objektiflik penceresinden baktığını söylemiştim. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Hac’la ilgili konuda hem ilk cumhuriyet idaresinin yaptığı yanlışları dile getirmesi hem de diğer iktidarların estetik alanda nelere dikkat etmediğini okuru resmen gözüne sokması. Resmen neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor Hoca.

Dinle ilgili konular irdelenir de devlet-cemaat-tarikat ilişkileri incelenmez mi? Birbirini zaman zaman iten zaman zaman çeken bu unsurları genel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor Hoca:

Ankara’nın cemaatlarla münasebetleri çok taraflıdır ve umumiyete sanıldığı gibi çokpartili hayatla başlamış değildir. Aslında Ankara onların din ve dünya anlayışlarını, içine kapalı karakterlerini benimsemez, tehlikeli bulur, onları değiştirmek ve açmak ister ama kendi çatısı ve kontrolü altında kalması için de gerekli tedbirleri alır; bazan sert davranır ve ezer, biçimsizleştirir ama çoğunlukla destekler ve büyümesini sağlar. Bunlar üzerinden sisteme girdiler sağlar, kârı, mobilizasyonu, iş kapasitesini, merkezi genişletir, sempati ve oy toplar, din merkezli muhalefeti, homurdanmaları azaltır, fazla talepkâr olmayan bir dindarlığın memleket sathında yayılmasını, ‘yerli’ Müslümanlığın kuvvetlenmesini, yabancı bölgelerden gelecek dinî düşünce ve hareketler karşısında bir direnç yahut bir denge noktası oluşmasını ister ve bunu temin eder. Kısaca hem iter hem besler; içten zayıflatarak, dıştan güçlendirerek…

Bu kısım hem devlet adamlarından hem de tarikat mensuplarından eleştiri alabilir ama Hoca’nın örneklemeleri onun için sağlam bir dayanak oluşturuyor.

‘Halk Müslümanlığı’ ve Önemi

Hocanın üçüncü ciltte Bediüzzaman Said Nursi üzerinden ve onun yazdıklarından modernleşme ve İslâm, bilim-din çatışması/uzlaşması, Said Nursi’nin bu konulardaki tavrı vs. incelemesi önemli fakat bu konular biraz daha spesifik ve ehline hitap eden konular diye düşünüyorum. Fakat bu bölümden sonra gelen “Halk Müslümanlığı” konusunun hem İsmail Hoca’nın en önem verdiği konuların başında geliyor hem de daha çok kişinin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Herkesin fikir belirttiği bir konudur bu. (Dinle pek alakası olmayanların -hatta daha çok onların- ve selefi görüşe sahip olanların en azından kandil gecelerinde, bunlar bidat, kandil mandil yok dediklerini duymuşsunuzdur en azından) İsmail hoca bu konuda daha itidalli. Onu hep okuyanlar zaten bunu önceden biliyordur ama bilmeyenler için şu paragraf açıklayıcı olacaktır:

Halk Müslümanlığının dinî açıdan tenkide açık (belki bir kısmı tamamen dine aykırı veya çok tahrife uğramış) taraflarının olması ile bütünüyle Halk Müslümanlığı karşıtlığını birbirinden ayrı ele almak ve öyle değerlendirmek uygun olur zannederim. Halk Müslümanlığı esas itibariyle büyük kalabalıkların dini anlama ve yaşama biçimlerinin, hissiyat ve maneviyat âleminin, dünya ve hayat tasavvurunun tamamı olarak mütalaa edildiği zaman hem İslâmın farklı coğrafyalarda ve kültürler içinde nasıl anlaşıldığı ve o kültürlerle nasıl münasebete geçtiği hem de bugün için taşıdığı kuvvet ve zaaflar açısından kıymetli ve verimli bir alan haline gelecektir. Halk Müslümanlığıyla alakalı yasakların ve ideolojik söylemlerin, karalamaların olduğu Türkiye için bu daha da mühim meseledir.

Hoca böyle inanıyor ve söylüyor çünkü Halk Müslümanlığı bahane edilerek dini bertaraf etme derdi olanların (en azından bir zamanlar) varlığından bahsediyor: “…cumhuriyet devrinin siyasî elitlerinde ve aydınlarından daha sert ve açık olarak görülecek olan şey, Müslümanlığın, Müslümanlaşmanın ve bunun tezahürlerinin, bu meyanda ortaya çıkan taleplerin neredeyse tamamının, alt ve değersiz/yanlış bir kategori haline getirilen Halk Müslümanlığı da devreye sokularak ‘irtica’nın yahut ‘bâtıl itikatlar’ın artışı olarak sunulması ve bu yolla aslında dinin mahkum edilmesi, giderek ‘istenmeyen’ kısımlarının, bazı tezahürlerinin devredışı bırakılması yahut çatışma/biçimsizleştirme alanı haline getirilmesidir.

Bunlardan başka Alevilik incelemesi (bu tabiî bir ‘Alevilik nedir?’ yazısı değil. Sünnilik ve Aleviliğin geçmişi, birleşimi, niye ayrıldığı, Şiiliğin ve Sünniliğin birlikte olduğu yerler vs. detaylı bir yazı), Bernard Lewis üzerinden ırk/etnisite ayrımı ve gelişim süreci, dinlerarası diyalog garabetinin iç yüzü, nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması olayı, laiklik konusunda klasik tanımın dışına nasıl çıkıldığı, misyonerlik konusu ve faaliyetleri detaylıca incelenen ve ilgi çeken konulardan. Çünkü sadece fikir üzerinden hareket etmiyor İsmail Hoca. Aynı zamanda birçok örnekle bu fikri destekliyor.

“İnşaat Ya Resulullah”

Son bir konuya daha değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü fazlasıyla uzadı. Tanıl Bora editörlüğünde hazırlanan bir kitaptan mülhem başlıktan da anlaşılacağı üzere bu, İsmail Hoca’nın ülkemizdeki mimari faaliyetleri, daha çok yapılan (ama nasıl yapılan!) ve yapılmayan camiler özelinde incelemesi konusu. Şu alıntı da aslında yeterli açıklamayı yapacaktır:

Cami kapatan ve satan tekpartili yıllarda değil, daha dün yapılan ve büyük şatafatlarla açılan Galataport binaları Nusretiye Camisi’nin ve Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Camisi’nin denizden görünüşünü tamamen denebilecek şekilde kapattı biliyor musunuz? Duyan, gören, ilgilenen, ‘büyük ve şerefli tarihimiz’, ‘kadim medeniyetimiz’, ‘mabetlerimiz’ diyen, el kaldıran, karşı çıkan, hatta süreci fotoğraflayan, resimleyen oldu mu? Bursa’da Ulucami’nin karşısına o şeddadî ve çirkin TOKİ binalarını kıyamet alameti gibi kim dikip şehrin bütün tarihî dokusunu ve Ulucami’yi ezdi geçti biliyor musunuz? Hiç değilse fotoğraflarını gördünüz mü?"

Bu suçun çoğu maalesef, Hoca’nın da dediği gibi kendini muhafazakâr kabul eden zümrenin. İsmail Hoca tek parti döneminden zaten ümitli değil, onlar da zaten ortada ecdat, medeniyetimiz vs. diye dolaşmıyor. Sorun, bu tür şehir ihanetlerinin bu tür davaları savunur görünenler eliyle yapılması. Paranın sıcaklığı estetik, medeniyet, ecdat sevgisi falan bırakmıyor. Halk mı? Bir otobüsteyken, gökdelenlere bakıp “Allah razı olsun bunları yapanlardan” lafını işittikten sonra bu halktan pek ümidim kalmamıştı zaten.

Bitirirken…

Yoğun, kapsayıcı, yorum gücü kuvvetli ama bir o kadar da rahat anlaşılabilir bir kitap RCDK. İsmail Hoca belli ki eseri için çok titizlenmiş ama değmiş. Bu ayarda ve hacimde bu konuları işleyen başka bir kitap hatırıma gelmiyor. ‘Resimli’ ismini sonuna kadar hak eden bir kitap ayrıca. Sadece resimler bile titizliğin ve ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor kitabın. Fakat şunu da belirtelim tekrardan: Bu kitap Müslüman zaviyesinden, cumhuriyet döneminde dinin ve Müslümanların uğradığı haksızlıklar penceresinden bakıyor olaylara. Türkiye’de bir şekilde İslâm dairesi içinde yer alıyorsa bunu okuyan kişi, RCDK ona çok şey söyleyecektir. Ama tamamen zıt fikirdeki kişilere bu kitaptakiler çok da bir şey söylemez diye düşünüyorum. Fakat son noktada bu konuları çalışacaklar için de geniş ve son derece verimli bir eser ortaya çıkmış. Eksikleri yok mu? Elbette var ama bu yoğun ciltler bile sonraki baskılarda ve yıllar biraz daha geçtikçe özellikle son 25-30 yılı daha da çok içerecek şekilde genişletilebilir diye düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

14 Kasım 2024 Perşembe

Muhammed İkbal’in felsefesinde ego

Hint dünyası, İslam dünyası ve Batı düşüncesi. Muhammed İkbal’in ruh iklime bu üç saha damgasını vurmuştur. Hemen fark edilecek şey, onun daima kabuğu sıyırıp özü yakalama hevesi. Bir tarafında Bergson, Nietzsche, Goethe; diğer tarafında Vedanta, Kur’an terbiyesi, tasavvuf. Karşımızda çok kapılı bir han var, her kapısından girildiğinde okurun kalbine yeni, lezzetli ve ufuk açıcı oklar fırlatan.

Böylesi ruh zengini insanları daha iyi anlamak için elbette onların dillerini, içinde yetiştikleri kültürü iyi bilmek gerekir. Buna hakkıyla zaman ayırmak, mesai harcamak mümkün olmadığında ise güvenilir mütercimlere, güvenilir kalemlere ihtiyacımız oluyor. Her kitabını, içinde saat başı çalan bir aşk alarmıyla yazan müteveffa Annemarie Schimmel’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. O, girdiği her sahanın otoritesi olma özelliğini taşımasıyla gıpta edilecek bir insan, bir kalem, bir yürek. Schimmel’i anlamak sevdasına tutuşmuş; şiir, sanat, felsefe üçlüsüne dair Türkçemizde de fevkalade eserler neşretmiş Senail Özkan hocanın ise hakkı ödenmez. Hocanın, kendi okuma serüvenimde “Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celaleddîn Rûmî” kitabıyla başlayan çok özel bir yeri vardır; ne yazsa, ne tercüme etse hususiyetle okurum diyerek geçeyim bu bölümü.

Senail hoca, İkbal’i anlamak için yukarıda izah etmeye çalıştıklarımın yanı sıra özel bir konundan daha bahsediyor: lisan-ı hâfi. Zira İkbal, bu dili kullanıyor, yani gönül dilini. İşte bu dildeki sırları, derinliği, insanlık hassasiyetini anlamak için Annemarie Schimmel okurun en büyük yoldaşı. Schimmel, tıpkı Mevlânâ’ya olduğu gibi Muhammed İkbal’e de ömrünün büyük bir kısmını vakfetti. Pakistan dahi bu durumu iyi gözlemlemiş olacak ki Lahor’daki bir caddeye “Hıyaban-i Annemarie Schimmel” adını vermişler. Peki Schimmel, bize nasıl bir İkbal portresi çiziyor? Evvela hayatının önemli köşelerine bizi götürüyor, sonra da eserlerine yaklaşıyor. Her yaklaştığında Allah-insan-âlem üçgenini İkbal’in kendi iç âleminde nasıl okuduğunu, daha sonra bu okuduğunu nasıl anlatmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Burada irfan metinleriyle, tasavvufî şahsiyetlerle arası sıkı olan okur için zevkli sayfalar başlıyor. Çünkü İkbal sık sık sembollere başvuruyor, mutasavvıfların şiirlerinden sözler naklediyor, insanın kendisini ve Tanrısını anlaması için geçmesi gereken kıldan ince kılıçtan keskince köprüleri işaret ediyor: “İkbal’in geleneksel bir tasavvuf sembolüyle ifade ettiği gibi insan, ‘hayat ağacının son meyvesidir’. İnsan; kâmil insanda, mard-i mümin’de ve en yüksek kemâl derecesini de müminin takip etmekle mükellef olduğu peygamberde zirveye ulaşır. Hayat bir tek asil gül meydana getirmek için binlerce bahçeyi tarumar eder.

Bu fikirler, Senai ve Attar okuyanlar için yabancı değil. Ancak İkbal’in fetih (açma, açış) biçimi oldukça etkileyici. Onun ego kavramına yaklaşımı, hem tasavvufi hem de psikolojik olarak hâlâ incelenmesi ve bugünün insanının faydasına sunulması gereken bir yaklaşım. O, insana sadece su ve balçıktan olmadığını, kalbi ve iç kuvvetiyle ne kadar aziz olduğunu hatırlatırken bunu akıl-ruh dengesini tutturarak yapıyor. Yani bugünün dünyasından, gerçeklerinden asla uzaklaşmıyor. Ulaşılamaz bir Tanrı fikrinden derhal uzaklaşıp, her an damarlarımızda, her an aklımızda, fikrimizde, her an canımızda olan, olduğunu bilmemiz gereken bir bilinçle kuruyor sistemini. İkbal’in insan-oluş felsefesinde ego’nun terbiye edilmesi, irfanî söylemle ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklandırılması’ her zaman en önemli vazife, aynı zamanda en zor mesele olarak yer alıyor. O, aşina olduğumuzun aksine egonun mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bu bizi neden şaşırtır? Çünkü ego, benlik demektir. Tasavvufi nazarla bakılırsa kişinin benliğini güçlendirmesi, kibre kapılması ve giderek ‘dünya kokması’yla eş anlamlıdır. Peki bu karmaşayı İkbal nasıl çözüyor? Schimmel’in yorumlarına bakalım:

Ego’nun kuvvetlerinin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce, İkbal’in aşk (muhabbet) olarak tavsif ettiği güç lüzumludur. Onun için aşk daha geniş bir konu; aşk sadece bütün sınırları tahrip eden, aşan bir sevgi değil, bilakis daha çok bir sentez gerçekleştiren ‘elan vital’dir (hayat hamlesi) ki, bu arayana hasret verir ve bu şekilde de gerçek hayatın en önemli bir unsuru haline gelir. Zira Esrar’da ifade edildiği gibi, ‘Ego aşkla şekillenince… onun eli Allah’ın eli olur; ay onun parmaklarıyla bölünür’. Bu şekilde yine bir defa daha dinamik aşkın modeli ve tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamberin rolüne işaret edilir. O Peygamber ki, hakkında Kur’an’da ‘attığını da sen atmadın…’ (Sure 8/17) diye hitap olunur; ve yine o Peygamber ki 54. surenin başında yorumlandığı gibi, parmağıyla ayı ikiye bölmüştür.

Bu durumda dindirilemeyen bir haset olarak konumlanan aşk, bitmeyen bir arayışın yakıtı olan muhabbet, söndürülemeyen bir yangına dönüşürse ego da o yangında irşad olacaktır. Varlık ancak böylesi bir daire içinde şekillenebilir. İkbal’in deyimiyle ‘Tanrı’nın doğrudan deneyimi’ ancak böyle mümkün olabilir. İnsan ancak bu yüce ve yaratıcı süreç içinde yakınlığa erişebilir. Tüm bunların nihayeti razı olan ve razı olunanlar arasında yer almaktır ki bir kulun bundan başka bir bahtiyarlığı, kıvancı, ümidi olamaz. İkbal, işte bu süreç içerisinde insanın ölümü bile öldürebileceğinden bahseder. Ten kafesini aşan insan için ölüm, Hakk’a kavuşmanın eşiğidir. Kuvvetlendirilmiş, desteklenmiş, terbiye edilmiş ego; bedenin ölümüyle ilgilenmeyecektir. Schimmel, onun 1910’da yazdığı notları arasında bulunan “İnsanın en pahalı malı şahsiyet olduğu için, onu en büyük servet olarak ifade etmek lazım gelir” sözünü, işte bu gerçeğe yerleştirir. Şahsiyet, gayreti elden bırakmamakla ortaya konabilir ki İkbal de bunun için umutsuzluğu daima gönül dünyasından kovar: “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? / Benim içimde daha binlerce dünya var.

Sadece kelimelere yapışanların, ibadetinden yaşamına kadar yalnız harflerin hükmünde yaşamayı göze alabilenlerin Allah’ın celalinden de cemalinden de nasibi olmayacağını söyleyen İkbal, sosyal bağlamda da bu tip insanların cemiyeti durdurucu olduğunu belirtir. Gerçek bir teslimiyetle secde edenin, esmadan müsemmaya geçenin, kabuğu(nu) kırıp içine dalmayı cesaret edebilenlerin marifetten, aşktan, hidayetten, selametten ve saadetten alacaklı olacağını hatırlatır. Onun safı bu anlamda mollaların yanı değil, kalenderlerin yanıdır. İkbal’in Allah aşkında hiç bitmeyen bir dinamizm vardır. Molla, bu dinamik aşktan pay alamaz. Dolayısıyla İkbal’in alayından nasibini alır: “Ey Kabe şeyhi, ihtimal sen bilmezsin / aşk dünyasının da bir mahşeri vardır / orada ne günah, ne amel defteri ve ne de mizan var / o mahşerde ne Müslümanlık vardır ne kafirlik” diyerek Hallac’ın anlayışına yaklaşır ve hatta kurulur. İşte ego, bu bilinçle kuvvetlendirilmeli ve tekamül basamaklarının birer birer aşılmasında başrolü oynamalıdır. İkbal’in yalnız insanın oluş felsefesine değil, şiirlerine ve siyasi düşüncelerine de daima bu öz yansımıştır. Annemarie Schimmel, bize bu özü açmakla unutulmayacak bir insanlık vazifesini yerine getirmiş oluyor böylece. “Yol, hiçbir şekilde bitmeyen bir arayış ve gayret içerisinde devam edip gidecektir” der ve İkbal’in sözüyle son sözü söyler: “Yürüdüğüm müddetçe varım, durursam yokum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf