Tarih boyunca Batı’nın karşısında “
İslam” hep bir öteki konumunda yer almıştır.
Carl Schmitt’in[
i] de söylediği gibi, “
Düşmanlık, ötekinin varoluşsal olumsuzlanması olduğundan, savaş da düşmanlıktan doğar. Savaş düşmanlığın en uç noktada somutlaşmış halidir”[
ii]. Batı’nın bu tutumu günümüzde de devam etmektedir. Düşmanlık tutumlarının bir örneği de Bosna… Bu diyarın zulme karşı başkaldırısında önemli bir rol üstlenen
Alija İzetbegović (
bizim deyimimizle Aliya)… Batı’nın düşmanca tavrının örneklerinden biri olan Bosna’da, Bosnalılar, bir İslam toplumu ve dünya kardeşliği örneği göstererek; dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapmadan huzur içinde yaşadılar. Ne yazık ki(
!) Bosna’da öteki (
Müslüman) mevcuttu. Batı için bu durum yeter bile artardı zulüm için. Buna rağmen Aliya’nın zulüm sonrası, halkı intikamı terk etmeleri, adil şekilde yaşamaları ve masumlara dokunmamaları yönünde tavsiye vermesi ne kadar adil ve hakkaniyetli birisi olduğunu göstermektedir. Hem mücadeleci yapısıyla öne çıkan hem de bilge-entelektüel yapısıyla öne çıkan liderin önemli bir eseri:
İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Sorunları.
“
Müslümanlar neden geride kaldı?” sorusuna cevap verirken, “
Tarih hayat ile alakalı bir hikâyedir. Hayat ise özgürlüğün, kendiliğin ve öngörülmezliğin tezahürüdür. Bundan dolayı bu soruya kesin yanıt olamaz.”, diyerek bu faktörü göz ardı etmememizi söylüyor. İslam Tarihi’nde de Aliya’nın ifadesiyle 2 sebep öne çıkıyor, bu gerilemenin arka planında: Moğol istilası (
dış sebep) ve İslam’ın teolojik yorumu (
iç sebep). Bilindiği üzere bu toprakları savurup geçen bir istilayla karşılaşıldı yüzyıllar önce. Moğol istilası… Bununla birlikte şehirler-yapıtlar büyük bir yıkımla karşılaşmıştır. Yıkımın getirisi olarak da ne yazık ki muazzam bir kaynak, irfan, medeniyet tarihin puslu zamanlarında yok olup insanlığa yeni gelişimler yolunda fayda sağlayamamıştır. İç sebep olarak bahsedilen İslam’ın teolojik yorumu meselesi ise, insanların İslam’ı sadece din, inanç olarak görmesi ve toplumsal hayattan, gündelikten İslam’ın uzaklaşması… Ki İslam sadece bu değildir. O bir yaşam biçimi, pratikle teoriğin en mükemmel bir şekilde uyumudur. Aliya bu hususta şöyle demiştir, “
Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.”
Günümüzün belki de en yaygın skolastik, bağnaz düşüncelerinden olan “
İslam’ın gelişmeyi, ilerlemeyi reddeden ve dinin bilimin karşısında yer alması” fikri. Bu ötekileştirmenin bir ürünüdür. Batı’nın İslam’ı yok saymaya çalışması, yeni doğan bir günün habercisi olan tan vaktini engellemeye çalışmasıdır. Ne yazık ki bu fikirler kimi Müslümanların da iç kimliğine işlemiş durumdadır ve kendilerine “
biz Batı’ya muhtacız, Batı bilginin ve aydınlığın merkezi vs…” demekten alamıyorlar. Fakat İslam, “
Kuran ve Hadisin yanında gerçekte var olan olayların, hukuk, şehir, devlet ve medeniyet yaratan hareketin adıdır.”. İslam gerilemeyi reddeder. Nitekim İslam’ın ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’in ilk emri “
Yaratan rabbinin adıyla oku.”[
iii] ayetidir. Dahası bizim için yegâne örnek olan
Hz. Muhammed (
sav), “
Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.”[
iv] buyurmuştur. Bu yüzden İslam insanın bilgi ve üretim düzeyinde zamanına ayak uydurmasını, kendini her daim donanımlı tutmasını ister. İslam kadere boyun eğmek değil, dünyayı değiştirme arzusunu ortaya koymaktır. Bunun en can alıcı örneklerinden birisi de Peygamberin vefatından 100 yıl sonra gerçekleşen Puvatya Muharebesidir[
v].Yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen bu çaba dünyayı değiştirme arzusundan dolayı oluşmuştur. O halde bir Müslümanda bulunması gereken en önemli unsurların başında mücadele gelmelidir. Bu hususta Fransız
Jacques Rissler bir iddia ortaya atarak İslam’ın 6 şartı olduğunu söyler ve 6. şartı mücadele olarak tanımlar. İslam’a olan bir nefretin, önyargının getirdiği bir sonuç olarak İslam hakkında olumsuz hükümler, görüşler öne sürülmektedir. Günümüz Müslüman topluluklarına da bu algı lanse edilmektedir. Bu görüşlere karşı-tez niteliğinde olabilecek fikirlere Aliya kitapta yer etmiştir. Bunlara örnek verecek olursak
Dozy şöyle der, “
Bu parlak kültürün çekiciliğinden etkilenen bütün Hristiyan Avrupa’dan çok sayıda gönül adamı ve başkaları, Kurtuba, Toledo ve Sevilya’daki İslam Üniversiteleri’nin derslerine katılmak üzere akın ediyordu.”. İlk Müslümanlar, günümüzde yaygın olunan bir kesim anlayışın aksine pagan kültürü-batı kültürü adı altında olan şeyleri inceleme, tanıma yoluna girmişler, onları çevirip faydalı olanları kendilerine almışlardır.
Aliya Kuran üzerine tefekkür ederek İslam-Kuran ahlakı üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda, din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir diyerek İslam ahlakının sevgi ve merhamet yerine daha çok hak ve adaleti öncelediğini belirtmiştir. Günümüzde İslam’ın toplumsal hayatta tatbik edilmesi üzerine, “
Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az, fakat sözel, şekli dinin çok olduğu tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok -fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak- din kayıtsız olarak öne çıkarılır. Ancak talepler pratikte daha az yerine getirilir.” demiştir. Maalesef günümüzde Kuran yalnızca “
kutsal” bir sembol konumundadır. Kanun olmaktan çıkmıştır ki tam tersi olması lazım iken. Kanun gibi anlaşılmadığı için de dinin formları karşılıksız kalmakta, insanlar teoriği pratiğe, uygulamaya dönüştürmemektedir. Fakat İslam rahatlık değildir; görevdir, taleptir.
Kitabın bir bölümünde “
Müslümanlar ve İsrail” konusuna, günümüz İslam dünyasının en acı olaylarından biri olan Filistin-Kudüs Davası’na değinmektedir, Bilge Kral. Tarihi bilgiler ışığında olayları açıklarken, Yahudilerin Filistin’deki varlığının milattan önce 10. yüzyıla dayandığını söyler, fakat milattan sonra 70. yıldan 1948 işgaline kadar bu topraklarda Yahudi ‘devlet’ topluluğu yoktur. İlk 6 asırda Kudüs hâkimiyeti, Roma-Bizans-Pers arasında değişmiştir. Kudüs’ü 638’de halife
Ömer-ul Faruk teslim alır. Şehrin İslam hâkimiyeti boyunca her üç din için özgür bir şehir olduğuna değinerek önemli bir noktaya ulaşmaktadır, Aliya. Küçük bir örnek olarak yola çıkarsak, özgürsüzlük durumu yılları Kudüs tarihinde hâkimiyette Müslümanların olmadığı zamanlardır. İslam hâkim olduğu topraklarda kaosa, adaletsizliğe karşı durmuş hürriyete, hakkaniyete önem vermiştir. Yani vahye dayalı dinlerin tavırlarına karşılık İslam’ın tutumu farklıdır. O bu dinleri hoşgörü üzerine değil, “
tanıma” üzerine etkileşime girmiştir. Onların ibadethaneleri, aynı tanrının yüceltildiği gerçek ibadethanelerdir.
Aliya eğitime, İslam’a uygun yetiştirilmeye önem vermiş ve bunu açıklarken “
Müslüman mı yoksa Tebaa mı yetiştiriyoruz?” diye sorarak günümüz Müslüman toplumuna yönelik bir özeleştiri yapmıştır. Fertlere yanlış bir eğitim asırlardır söz konusudur. Dinin emirlerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker (
iyiliği emredip kötülükten alıkoymak), haksızlığa karşı haklının yanında olmak, zulme karşı sessiz kalmamak bir Müslümanın karakterini oluşturması gerekirken, düşmanın eğitimli, sert ve acımasız olduğu bir zamanda Müslümanlara nazik olmayı, kadere boyun eğmeyi, her türlü iktidara itaat içinde olması öğretiliyor. Maalesef aktif bir hayat yerine önlerine pasif bir hayat sunuluyor. Müslüman halkları idare eden dürüst, adil bir emir olması gerekirken bunu “
idare etmek için değil idare edilmek için eğitilme” nedeniyle başaramamaktayız. Bu konuda Aliya’nın şu sözü maalesef üzücü gerçekleri özetlemektedir, “
Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır.”. Gerçeklerle yüzleşmek yerine bizim ‘şanlı tarihimiz’i abartıp dersler çıkarmak yerine sadece övünmemiz gibi…
Bu buhran halinin kurtuluşu için bir diriliş, uyanış, devrim gerekli. Evet, ama nasıl? Aliya, devrimi yapabilecek iki çeşit insan vardır der: Müslüman, Komünist. İslam ileriye doğru hareket ederek bir geri dönüşü hedef alır. Eskiyi silip atmaz, kendimize-manevi değerlere dönüşümüzü içine alır. Komünizm ise, devamlılığın kesintiye uğratılması, yıkım-yeniden teşkilatlanmanın mekanik süreci, kurum ilişkilerinin değişimi… Peygamberler dinin elçisi, vahyi insanlara yayan-tebliğ eden… Sadece ibadet yönü ele alındığında elçinin gerçek görevi görünemez. Müslümanların bu durumda olmasının sebeplerinden birisi de bu tek yönlü bakıştır. Peygamberler sosyal ve ahlaki hayatı ıslah etmek için de gönderilmişlerdir. Unutulmamalıdır ki Hz. Muhammed’in geldiği toplum ahlaki çöküntünün içerisindeydi. Reformasyon dinin normlarını kendi asli manasına dönmeleri için bir taleptir ve güçlü bir yenilenmeyi harekete geçirir. İslam’ın bugünkü hayatı
Hz. İsa’nın geldiği vakitteki Yahudilere benzer. “
Dinin şekli tarafı yerine getiriliyor lakin ruh-heyecan kaybolmuştur.”. İslam sadece onu konuşmak, tebliğ etmek, şekli tarafını ortaya koymak değil, onu hissetmek, yaşamak, ruhlara işlenerek eyleme dönüşerek teoriğin dökümüdür. “
İslam, düşünmeden öte eylem biçimidir. Felsefeden öte hayat pratiğidir.”, der Aliya…
Fertlerdeki bu İslami yaşayış, pratik zamanla yayılarak İslami toplum-düzen halini alır. “
İslami düzen, din ve kanun, terbiye ve güç, ülkü ve çıkarlar, manevi toplum ve devlet, gönüllülük ve zorlamanın birliğidir. Kelimenin tam manasıyla itidalli davranmaktır.” Orta yoldur bir yanıyla İslami düzen. Fıtrat gereği aşırılıklar rahatsızlık verir. Bu unsurların senteziyle beraber iki yapı ortaya çıkar: İslami toplum ve İslami iktidar. İlki İslami düzenin içeriğidir, ikincisi de formudur. İslami toplumun hayatta kalması için de çalışma-mücadele şarttır. Fakat Aliya bu konuda insanın iki meseleyi kafasından kaldırması gerektiğini söyler: “
Mucize inancı ve başkalarından yardım beklemek.". Açık bir düşünceyle tembellikten uzak yolumuza devam etmeliyiz. İslami düzen oluşturma da karşımıza çıkan önemli bir unsur: Ahlak. Dünyadaki her güç ahlaki güçle başlar (ö
rnek: Reform, Kapitalizm). Çünkü insanlarda ahlak oturursa eğer topluma yayılır ve ortak bir fikir, zihniyet; dolayısıyla güç oluşur.
Gerçekleştirilmek istenen şey, öncelikle insanların ruhlarına işlemezse daha ilk aşamada hedef kaybedilir. Bu yüzden, fert kendi hayatını Kuran ahlakı ile şekillendirmeden İslami düzen-toplum-arayış istemek hayalden öteye gidemez. Aliya, İslami düzenin ön şartı olarak dini tecdidi açıklarken şöyle der: “
Ahlaki heyecanın kalitesi, eşya üzerinde hakim olma psikolojisi, sıradan insanların olağanüstü işleri yapabilme kabiliyet ve cesaret kazandıkları, fedakarlık gösterdikleri bir gerçek ve pratik idealizmin yaşanmasıdır. Dini tecdid, içinde günlük imkan ölçülerinin kıymetinin kalmadığı birey ve bütün toplulukların kendi idealleri uğruna beklenmedik bir fedakarlık derecesine yükseldikleri, dinin yeni kalitesidir (niteliğidir)”. Ruhun bu hali olmadan değişimin –devrimin- gerçekleşmesi mümkün değildir.
Son olarak dünyada yaşanan ahlaki bunalım, büyük kırılmalar, zulümler vs. gösteriyor ki İslami yeniden doğuş, dünyanın geniş alanında umudun ve çıkışın bir adıdır. Çünkü önemli gelişmeler, atılımlar önemli buhran-kırılmalardan sonra ortaya çıkmıştır. Ki tarih tekerrürden ibarettir. Coğrafya ve zaman yeni bir akım-kişi-fikir doğumunda çok önemlidir.
İbn Haldun[
vi] o ortam ve zamanda yaşamasaydı dersler çıkartarak başvurduğumuz
Tavırlar Nazariyyesi[
vii] ortaya çıkar mıydı?
Numan bin Sabit[
viii] insanların hızla İslam’a girdiği bir dönemde önemli bir kavşak olan Irak’ta doğmuş olmasaydı
İmam-ı Azam olur muydu? Günümüzde de son iki yüzyılın vermiş olduğu bir itilmişliğe-ayrıştırılmaya-ötekileştirilmeye rağmen daha güçlü daha kararlı bir şekilde ayağa kalkmaya ihtiyaç vardır. Ümmetin mazlumları bunu bekler…
[i] Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı. (1888-1985)
[ii] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, s.63.
[iii] Alak suresi 1.ayet
[iv] (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)
[v] (10 Ekim 732) Endülüs Emevilerileri ile Fransa‘yı yöneten Franklar arasında yapılmış bir muharebedir.
[vi] Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. (d.1332/ö.1406)
[vii] İbn Haldun’un ileri sür¬düğü ve devletlerin oluşum ve gelişimleriyle ilgili beş aşama öngören kuram. Kısaca “zafer-hâkim olma mücadelesi-refah-kanaat ve sulh-yıkılış” diye ayırılabilir.
[viii] Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici