5 Haziran 2025 Perşembe

Dikkat ve hayret arasında: dostluk

Bir tarafta yalnızlığa olan derin ihtiyacımız, diğer tarafta besleyici yanlarını göz ardı edemeyeceğimiz ilişkilerimiz. Sessizliğe, dilediğimiz gibi hareket etmeye, gündüzü ve geceyi nasıl dolduracağımıza yalnız kendimiz karar vermeye hevesliyiz. Ama okuduğumuz kitabı, izlediğimiz filmi, karşılaştığımız derdi ya da yakaladığımız mutluluğu paylaşmaya da ruh yönünden derin özlemimiz var. İhtiyaçlar ve ilişkiler, hevesler ve özlemler, dikkat ve hayret: dostluğun sonsuz ufku.

İster kısa zaman içinde tanıştığımız biri olsun, ister uzun zamandır tanıdığımız biri, dostluğun hayatı dönüştüren tarafları çoktur. Aniden doğan dostluklar kadar aniden biten dostluklar da insanı olgunlaştırır. Gerçek, sahici bir dostluk ilişkisinin diğer ilişkiler arasından sıyrılacak bir ritmi vardır. Buradaki ritim bir sürekliliği değil anlamı, derinliği ifade eder. Bir kere her insan dostluğu, sevgiyi; kendi tecrübe odalarına girip çıkarak yaşar. Geçmiş ve gelecek tecrübeler, yaşanmışlık denen belleği sürekli günceller. Bazı duyguları yeniden yapılandırır dostluk. Tamamladığı boşluklar kadar, eksik bırakacağı yanlarıyla da gizli bir çekirdeği işaret eder. O çekirdek, bizi biz yapan özelliklerimizdir. Kendimizi ne kadar tanıdığımız, yaşamda neyi düşlediğimiz, en önemlisi de kendimizle ne yaptığımız, çekirdeğin en esaslı sorularıdır.

İnsanın hem özgürlüğe hem de güvene sarsılmaz bir gereksinimi vardır. Olmazsa olmaz hisler, duygular bunlar her birimiz için. İyi dostluklar güven tazeler, özgürlüğün dairesi güvenli bir şekilde çizilir. İnsan, anlamlı bir dostluk ilişkisinde kendine ve çevresine olan güvenini yeniden sorgular. Güvene adeta yeni anlamlar bulur ve bulduğu anlamları yaşamaya başlar. Özgürlüğün sessizlikle ve mahremiyetle ne kadar alakalı olduğunu keşfeder. Ne geniş sessizlikler ne de büyük mesafeler, dostluğun yolunu kesmez. Çünkü bir insana bir defa güvenilir, bir insana bir defa sevgi beslenir. İçinde devamlı kaygının, endişenin, yaranın olduğu bir şey değildir dostluk. Çünkü insan insana ilişkilerde kendin kadar karşındakini de düşünmek zenginleştiricidir. Kimse yoksunluktan, yarım yamalak duygulardan bir dostluk, bir ilişki inşa edemez. Dostluğun aradığı güç, bir baskı kurma ya da alan kaplama arzusu değil, var olan ilişkinin hayatta ne kadar var olduğumuza da bir ayna tutmasıyla ilgilidir. Anlamlı, coşkulu, derin bir hayat yaşıyor muyum? Bu sorunun cevabı ilişkilerimde gizlidir. Şunu da unutmamalı: hayat her zaman anlamlı, coşkulu ve derin yaşanamayabilir. Burada da ilişkiler kendini gösterir. Çökme, durgunlaşma, yılma zamanlarımda ilişkilerim benim hayatımın neresinde? Onlardan ne kadar kuvvet alıyorum? Dostumun bana verdiği güven ve özgürlük hissi, yeniden yola çıkmama imkân tanıyor mu? Bir insana yüreğimizle güvendiğimizde, üstelik o güven duygusunu her hissettiğimizde; acıdan, kavgadan, yaradan beri oluruz. Bizi çekip çıkarır boşluktan. İyi ilişkiler, iyi meşgaleler gibidir. İnsana boşluk hissi yaşatmaz.

Kırılgandır dostluklar. İhtiyacımız olduğu anda ulaşamadığımızda, kelimelerin ve olayların sarmalarını aktarmak isteyip kendimizi duyuramadığımızda kırılırız. Çünkü içten ilişkiler nezaketi, şefkati, cömertliği barındırır. Bunlar, yaşanılmadıkça sönen duygulardır. Bu nedenle her dostluk ilişkisinde hediyeleşme, ortak bir dayanışma planı yapma, bazı zamanları birlikte doldurma, insani sıcaklığı yeniden hissetme ihtiyacı doğar. Tazelenmek ve ilişkiyi yüzeyden uzak tutmak için. Çünkü biliriz, sıradanlaşan her şey bizi geçmiş tecrübelerimizin kıyısına yaklaştıracaktır yeniden. Orada boşluğu, anlamsızlığı, his kaybını yaşamışızdır. Kendimize olan saygımız, sevgimiz zedelenmiştir. Başkalarına, en önemlisi de hayata olan inancımız örselenmiştir. İstemeyiz oraya yeniden yanaşmak. Dostluk ilişkisinin getirdiği sevinç, Rilke’nin ifadesiyle bize yeniden inanç aşılar. Duaya, sessizliğe, ferahlığa, umuda olan inancımız pekişir. Bu sevinç, hazdan ve mutluluktan bağımsız, içinde her şeyi paylaşmanın getirdiği bir sevinçtir. Geçici değil, daima besleyicidir. Hatırlandıkça besleyen şeylere anı diyoruz. Üstelik anılar her zaman tatlı değildir. Acı anılar da insanı besler. Zihni derleyip toplar ve hareketlere, düşüncelere başka bir berraklık katar.

Nietzsche, Şen Bilim’de iki gemiden bahseder. İki dost bir denizde, iki ayrı gemi olarak. Her birimizin kendi hedefi var der. Oraya, o limana, bazen aynı zamanda bazen farklı zamanlarda ulaşabiliriz. Ama gittiğimiz yol belli, güneş aynı, bulutlar aynı, gece aynı. Fakat bu gemiler daha sonra birbirinden uzaklaşabilir. Rüzgâr, denizin durumu, ani gelişen hadiseler gemileri birbirinden ayrı yerlere gönderebilir. “Birbirimize yabancı olmak payımıza düşen kaçınılmaz yasa” der ve “Ancak tam da bu nedenle kendimize daha da layık olmalıyız!” sözleriyle bitirir. Bu söz, Simone Weil imzalı bir sözü de açıklıyor sanki: “Yalnız başına kalmayı öğren, bunu hiç olmazsa gerçek dostluğu hak etmek için yap.

Hayatın ilk dönemlerinde kurulan dostlukların ebedi olacağını düşünürüz. İlkokul arkadaşlıkları benzersizdir. Sonra hem kendi değişimimizi hem de arkadaşlarımızın dönüşümünü görürüz. Beğeniler, zevkler, sınavlar farklılaşır. Herkes her duyguyu aynı biçimde yaşamaz. Kolay vazgeçenler, mücadeleyi sevmeyenler, sürekli yakın olmak isteyenler, uzaktan da samimiyet ağı kurabilenler. Derken, görüş ayrılıkları ve cinsiyet farklılıkları arasında nasıl dostluklar kurulabileceğini öğrenmeye başlarız. Böylece hangi fikirlerimizden asla taviz vermeyeceğimizi de görmüş oluruz. Her yakınlığı aşkın yüce dairesi içinde saymamamız gerektiğini de. Çünkü her ilişki, insanın ilk büyük sevgisinden emareler taşır. Keza, ilk büyük vedasından da. Dostlukların, ilişkilerin bütün kırılganlığında işte bu iki dönemin izi vardır. İlk büyük sevgiyi ve ilk büyük vedalaşmayı aşabilen, unutturabilen ilişkilerde gerçeklik serilir ortaya. Ruh boyutunda bir gerçekliktir bu. İnsan kendisiyle yeniden tanışır adeta. Burada artık yakıcı bir temas vardır: bildiklerinin çoğunun bir yanılgı olduğunu görür. Tecrübe ettiklerinin noksanlığı karşısında şaşırır. İçindeki açılmamış pencerelerin, zorlanmamış kapıların farkına varır. Dikkatle kurduğu bu ilişki ona kocaman bir hayret hediye etmiştir artık. Bundan sonrası için dikkat ve hayret arasında varlığının ne kadar zenginleştiğini hissetmek kalır ona.

İtalyan psikiyatrist Eugenio Borgna, 2013 yılından beri dilimize çevrilen her kitabını okutturmuştur bana: Ruhun Yalnızlığı, Melankoli, Bekleyiş ve Umut, Şu Bizim Kırılganlığımız. Mesleğini edebi zevkleriyle süslemiş, uzun ömrünü (1930-2024) insan hikayeleriyle donatmış Borgna’nın bir kitabı daha dilimize kazandırıldı Meryem Mine Çilingiroğlu tarafından: Dostluk Üzerine. Bu kısacık ama son derece güçlü kitap, dostlukları gözden geçirmeye olduğu kadar, insan insana ilişki kurmanın temel dinamiklerine dair de önemli sorgulamalar yaptırabilir. Yukarıda yapmaya çalıştığım şey aslında, kitabın bana düşündürdüklerini ve hissettirdiklerini küçük patikalar yapıp, aralarında gidip gelmekti. “Öyle dostluklar vardır ki” diyor Borgna, “dostumuzla birbirimizden uzak olduğumuzda, görüşmediğimizde ve hatta haberleşmediğimizde bile içimizde yaşamaya devam eder”. Çünkü kalbin belleği bambaşka atar. Orayı ancak gerçek duygular zenginleştirebilir. Bu zenginliği hayat boyunca yaşamayı temenni edelim kendimize. Akıp geçen zaman ancak gerçek ilişkiler kurarak; hep hatırlanacağımız ve merak edeceğimiz, sevgi potansiyelimizi karşılıklı olarak besleyebileceğimiz, güven içinde yaratıcı alanlar açabileceğimiz ilişkilerle güzelleşir zira.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Tolstoy’un Diriliş’i üzerine birkaç fragman

Tolstoy, Diriliş’te, yıllar önce hamile bırakıp gittiği Maslova’yı, jüri üyesi olduğu mahkemede sanık koltuğunda gören Prens Nehludov’un vicdanıyla savaşmasını anlatır. Maslova haksız yere ceza almıştır ve vicdani olarak bunun sorumlusu olduğunu düşünen Nehludov, Maslova’ya yardım etmek için elinde olan tüm imkânları seferber eder. Adalet peşinde koşar. Önce statüsünü kullanarak yardım yollarını arar, şehir şehir dolaşır, en sonunda da her şeyini bırakıp onunla sürgüne gitmeye kadar vardırır durumu. Çünkü vicdanına göre o suçludur. Mesela Raskolnikov’dan ayrıldığı nokta budur: Raskolnikov kendini haklı çıkarmaya çalışır Nehludov ise daha çok kendisini suçlamaya. Romanda en çok işlenen konu ise, Nehludov’un vicdan muhasebesinin yanında bir de Rusya’daki adalet sisteminin ve din olgusunun tartışmaya açılmasıdır.

I. Sosyolog Tolstoy Psikolog Dostoyevski (!)
Edebiyatta bazen, bazı yazarların tarzlarını anlatırken onları bir bilim dalıyla eşleme yoluna gidiliyor. Bu durum zaman zaman doğruluk payı içerse de, her zaman içinde eksik bir yargı barındırıyor. Bu yargıların en ünlüsü Dostoyevski’nin psikolog Tolstoy’un ise sosyolog olduğudur. Yani bu yazarların birinin toplumu öbürünün ise insan ruhunun dehlizlerini anlattığı iddiasıdır. Freud’un Dostoyevski’yi çok önemsemesini de arkasına alıp bu yorumu yapanlar aslında hem Dostoyevski’yi hem de Tolstoy’u dar bir alana hapsediyor. Konumuz Tolstoy ve Diriliş romanı olduğu için bunun üzerinden gitmekte fayda var. Birkaç yıl önce, şu anda tam olarak nerede okuduğumu hatırlayamadığım bir yazıda mealen, Tolstoy’un genelde toplumu gözlediği, toplumu anlattığı ancak aynı zamanda çok başarılı bir şekilde karakterlerine ruhsal bir dünya kurduğu ve bunu didiklediği, bu yönünün pek görülmediği savunuluyordu. Bunu Diriliş’i okuduktan sonra kabul ettim. Bana göre dünyanın en kusursuz romanı Anna Karenina’da da bu durum görülüyordu ama Diriliş’in kahramanı Nehludov’da bu zirveye ulaşıyor. Nehludov’un yaptığı yanlışı vicdanında kabul ettikten sonra bunu düzeltmek için kendisiyle savaşması, Tolstoy’un bunu bize aktarma şekli en büyük psikolojik romancı kabul edilen Dostoyevski’den hiç de aşağı değil. Ama Tolstoy diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da toplumu anlattığı, toplumun ve devletin aksaklıklarını -özellikle adalet mekanizmasını- belli başlı şeyler üzerinden irdelediği için Nehludov’un içsel süreci çok öne çıkmıyor. Daha doğrusu fark edilmiyor. Ancak Nehludov’un hem kendisiyle savaşı hem Maslova’nın ruh halini çözümleme ve anlama yoluna gitmesi, bu alanda Tolstoy’un çabasının önemini gösteriyor. Ayrıca Nehludov’un bakış açısının ve peşinde koştuğu adaleti sağlama uğraşının diğer kişiler üzerindeki etkilerini yine karakterlerini derinlemesine inceleyerek romana katıyor Tolstoy. Bunlar sadece ‘sosyologluk’la çözülecek meseleler değil. Tabiî ki din ve adalet olguları sosyolojik durumlardır ama bunların her zaman büyük kişisel yönleri de vardır. Nehludov’un, mahkemede uzun yıllar önce gördüğü Maslova’yı bir anda karşısında, toplumsal anlamda dibe batmış görmesi, vicdanını, suçluluk duygusunu ve adalete bakışını kişisel düzlemde harekete geçiriyor. Bu durum elbette içsel sorgulamalar ve bunların ruhsal karşılıklarını vererek oluyor. Hatta romanın sonunda Maslova’nın, Nehludov’un sırf suçluluk duygusuyla onunla evlenme isteğini reddetmesi ve başka bir mahkûmla gitmesinin Nehludov’da yarattığı psikolojik rahatlama bile Tolstoy’un ruhsal olarak karakterlerini ne kadar detaylı oluşturabildiğinin en güzel örneklerinden bence. Çünkü Tolstoy Diriliş’te çoğu karakterine iyisiyle kötüsüyle insan olarak bakıyor. İdeal insanı değil reel insanı gösteriyor okura. Dostoyevski de böyle elbette. Demek istediğim Tolstoy hem iyi bir ‘sosyolog’ hem de iyi bir ‘psikolog’.

II. Nehludov, Ruh Akrabaları ve Tolstoy
Edebiyatta, birbirinden mekânsal ya da kültürel olarak ne kadar uzak olsa da her zaman akraba romanlar ya da roman karakterleri bulunur. Hangi ülkede ne zaman yazıldığı önemli değildir bu romanların. Aynı dönemde de yazılmış olabilirler farklı dönemlerde de. Bu durum, bu yazarların karakter oluşturma sürecinde diğerinden etkilendiği anlamına gelmez. Kullanılan konulardan tutun da karakterin bir yönünün ağır basması başka bir karakterle onu ruh akrabası yapabilir. Tolstoy’un Nehludov karakterinin de ilk elde aklıma gelen bazı akrabaları var. Bunların en önemlisi bence yine Tolstoy’un bir karakteri: Anna Karenina’daki Levin. Nehludov’un ekonomik açıdan düşünceleri, sosyalist bir bakış açısıyla baktığı toprak işçilerinin ya da köylülerin durumu Levin’in bakış açısıyla birebir örtüşür. Nehludov bir prenstir, Levin ise zengin bir toprak ağası. Toplumsal açıdan olmasa da ekonomik açıdan ikisi de birbirine yakındır. Köylülere ve toprağa bakışları ise aynı sayılabilir. İkisine göre de toprak, mülkiyete alınmaması gereken bir şeydir. Nehludov’un toprağını köylülere vermesi veya Levin’in köylülerle toprağı işlemeye başlaması aynı bakış açısından çıkan eylemlerdir. Sadece Nehludov, bunca yılın verdiği prens yaşamıyla zaman zaman kendini sorgulasa da yaptığından vazgeçmez. Son tahlilde doğru yaptığına karar verir. Levin ise bundan hep emindir. Burada Tolstoy’un kendisine de değinmek gerekir. Diriliş, Tolstoy’un son büyük romanıdır. 1899 yılında, Tolstoy 71 yaşındayken yayımlanmıştır. Birçok edebiyatçıya göre Anna Karenina’daki Levin Tolstoy’un kendisidir. Aynı şekilde Nehludov’un da çoğu yönü, davranışı, düşüncesi Tolstoy’un kendisidir. Tolstoy bu romanı, artık fikirlerinin olgunluğa ulaştığı ve tamamen yerleştiği bir zamanda yazmıştır. Uzun yaşamı boyunca hayata, ekonomiye, topluma, köylülere, sosyalizme ve dine bakışında geçirdiği evreler -ve gelişmeler- Diriliş’te ve Nehludov’un toplumsal görüşlerinde cisimleşir. Yani aslında Levin, Tolstoy ve Nehludov aynı kişilerdir. Nehludov’un ikinci akrabası Raskolnikov’dur. Ancak bu durum adalete bakış açılarında, adaleti sorgulamalarında değil kendi vicdan muhasebelerini yaparken ortaya çıkar. Raskolnikov biraz daha acımasızdır ve kendini haklı çıkarmaya çalışır. Nehludov ise yaptığı yanlıştan dönüp, kendi hayatını mahvetme pahasına vicdanını rahatlatmaya ve yanlışını onarmaya çalışır. Ancak içsel süreçler ikisinde de aynıdır. Yine yakın şekilde, toplumdaki kayırmayla, adalet sisteminin bozuk işleyişiyle boğuşması Nehludov’a birkaç tane daha ruh akrabası kazandırmıştır: İnce Memed ve Josep K.

Anna Karenina’daki Levin başkarakter değildir. Daha çok Tolstoy’dur ancak romanda daha az gördük onu. Diriliş’teki Nehludov ise kurgusal olayları bir yöne bırakırsak teorik kısımlarda Tolstoy’u daha yoğun yansıtır. Tolstoy’un gerçek yaşamdaki son hali diyebiliriz.

III. Adalet Sistemi Sorgulamaları ve Dine Eleştirel Bir Bakış
Tolstoy’un Rusya’daki adalet sistemine ve genel manada dine bakışı hem Rus toplumu için hem de muktedirler için pek kabul edilecek şeyler değildir. Kendisi için de çok önemli bu iki olguya yeni yorumlar katar Tolstoy. Bunları Diriliş romanında olduğu kadar diğer büyük romanlarında da kurgu içinde okura aktarır. Ancak bence bu aktarımın zirvesi Diriliş’tir. Zaten bu romanın yayımlanmasından iki sene sonra da kiliseden aforoz edilmiştir. Ancak dini irdelemesi, dine bakışın yanlışlığı, kilisenin kendi çıkarları için halkı yanıltması bu romanda adalet sistemini sorgulamasının yanında yan unsurdur. Tolstoy Nehludov’u Maslova için adalet peşinde koştururken okuyucuya Rusya’daki hukuk sisteminin kokuşmuşluğunu, rüşvetin yaygınlığını, adamı olanın her işini görebildiğini, adı söylenmese de hem toplumda hem hapishanelerde bir kast sistemi olduğunu gösterir. Bunlar –hele o zamanın dünyasında- ağır suçlamalardır. Kutsala saldırır Tolstoy. Hem halkın kutsalına hem muktedirlerin kutsalına. Sonunda Nehludov bir başarı sağlar belki ancak Tolstoy aforoz edilmekten kurtulamaz. Ancak zaten o, bağlarını kiliseden çok daha önceleri koparmıştır. Geriye bu kurumların çürümüşlüğü kalır. Eniştesiyle konuşması durumun vahimliğini gösterir:

’Sanki doğruluk, mahkeme çalışmalarının amacıymış gibi…’
‘Mahkemenin başka ne amacı olabilir?’
‘Sınıf çıkarlarının korunması… Bence, mahkeme sadece sınıfımız için yararlı olan düzeni korumaya yarayan bir yönetim makinesinden ibarettir.’


Ancak Tolstoy son tahlilde din karşıtı biri değildir. Mistik yönü ağır basar. Onun karşı olduğu durum kilisenin tıpkı orta çağdaki gibi dini tekeli altına almasıdır. Nehludov karakteri zaten romanın sonunda kendine dönüp vicdan muhasebesini bitirirken yanında Matta İncili vardır. Bir hayatı bitirmiştir Nehludov ve önüne yeni bir hayat açar. Bu yoldaki rotayı da İncil çizecektir, kilise değil. Kaynağa iner, vicdanı rahatlamıştır, Maslova emin ellerdedir, yanında İncil vardır. Nehludov özellikle kitabın sonunda Tolstoy olmuştur.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

29 Mayıs 2025 Perşembe

"Senden Seninle müstağni olmayı dilerim"

Münâcât, sözü gizlice yahut fısıltıyla söylemek anlamına geliyor. Daha çok yakarış, dua, niyazda bulunma gibi anlamlarıyla hatırlıyoruz bu güzel kavramı. Edebiyat söz konusu olunca münâcât, Allah'a yalvarıp yakarma amacıyla yazılmış metinleri ifade ediyor. Mûsıkî tarihinde biraz gezinildiğinde; bestelenmiş, dillerden gönüllere geçip mühürlenmiş pek çok münâcâtla karşılaşmak da mümkün.

Dua der demez aklımıza zor zamanlar geliyor. Ancak zor zamanların içine düştüğümüzde dua kapısına yanaşıyoruz. Oysa bu kapının her an açık bir kapı olduğunu da biliyoruz. Sufilerin dua etmeye dair yorumları insanın içini açmaya, yol göstermeye kafi. Mesela, sayısız defa alıp verdiğimiz nefeslerimiz için şükretmek, canımıza can katacak bir dua şekli. Yine, gördüğümüz bir zulüm ya da darlık karşısında sabır zırhını kuşanmak da bir dua biçimi. Sonra, nasihat babında söylenenler: yola çıkarken okunacak dualar, korunma duaları, maddi-manevi ferahlık için okunması gereken dualar ve hem hususi hem de kıymetli bir dua biçimi olarak başkası için niyazda bulunmak. Bizi birbirimize bağlayan ne çok şey olduğunu görmek için dua başlı başına bir rehber. Mesela "ağzı dualı" diye bir tabir vardır. Kendinden ziyade başkaları için dua eden salihler, âşıklar, muhabbet erleri.

Her an her yerde dua etme imkânına sahibiz. Sesli, sessiz, ağlayıp sızlayarak, yeri geldiğinde sevincin gözyaşları eşliğinde, evde, arabada, uyumadan önce, bir toplantı esnasında, doğum yahut vefat haberiyle karşılaşınca, memlekette ya da dünyada gerçekleşen bir hadisenin içinde... Herkes kendi meşrebince, kendi tavrınca duasını eder, yakarır. Ama sufiler için genellikle dua bahsinde acziyetin, hiçliğin, sessizliğin sırları vardır. "Dest-i işkeste ber-âver der-du’â / sûy-i işkeste pered fazl-i Hudâ" diyor Mesnevî'sinde aşkın sultanı: "Dua ederken boynunu büküp, buruk bir gönülle Allah'a el aç. Çünkü Allah'ın lütuf ve ihsanı kırık gönle doğru uçarak gelir."

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den bir misal vermişken Fuzûlî, Molla CâmîSadî-i Şîrâzî, Hâfız-ı ŞîrâzîYûnus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Seyyid Nizamoğlu, Niyâzî-i Mısrî, Sezâî-yi Gülşenî, Ahmed Kuddûsî ve Sâlih Baba gibi tasavvuf tarihinin büyüklerinin de pek güzel münâcâtları olduğunu söylemek gerekir. Bu hususta, 2007 senesinde âlemini değiştirmiş Lütfi Filiz'den bir örnek okuyalım: "Hiçbir dileğim yok senden İlâhî / istediğin gibi olayım yeter / gönüller tahtının celisi, şahı / kapında bir kulun olayım yeter / gönlümü bilirsin daim yanmakta / kalbimin zikri hep ismin anmakta / gözüm neyi görse seni sanmakta / ayağın türabı olayım yeter."

Pîr-i Herât, pîr-i tarîkat, şeyhü’l-Horasân gibi unvanlarla bilinen, 11. yüzyılın büyük sufilerinden Hâce Abdullah-ı Herevî'nin Münâcâtnâme'si var bir süredir elimde. Emre Taşdemir'in çevirisiyle Sufi Kitap tarafından neşredilen bu kitaptan birazdan bahsedeceğim. Öncesinde hazret hakkında bir tutam bilgi: Herevî, medresede okuduğu yıllardan itibaren pek çok âlimin, sufinin meclisinde bulunmuş. Kaynaklar dokuz yaşına girdikten sonra hadis yazmaya başladığını ve 300 âlimden hadis tahsil ettiğini belirtiyor. On dört yaşına geldiğinde vaaz verecek bir yetkinliğe kavuşuyor. Okumaya düşkünlüğü, Arap şiirlerinden on binlerce beyit ezberlediği, hafızasında yüz binlerce hadis olduğu da yine nakledilenler arasında. Hac yolculuğuna çıktığı yıllar büyük önem arz ediyor. Zira büyük sufi Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile karşılaşması ve "Tasavvuf yolunda mürşidim" dediği Ebu'l-Hasan Harakânî ile tanışması bu döneme rastlıyor. Bu iki ismin tasavvufî görüşleri ve ilahî coşkuları Herevî'yi derinden etkiliyor. Bahtiyarız ki onun tasavvufi mertebeleri yüz basamakla izah ettiği Menâzilü's-Sâirîn'i, fütüvvet ahlakını anlattığı Kitâbü’l-Fütüvve'si ve seyr ü sülûk yolculuğunda dervişlerin nazarını muhabbete çekerken yolun tehlikelerinden de bahsettiği Mebâliğu’l-Hikem'i dilimize vaktiyle çevrilmişti. Tasavvuf kitaplarından beslenmeyi şiar edinmiş okurlar, meraklılar ve sâlikler için bu üç kitabın -eğer iyi kavranır ve tatbik edilirse- uzun süre yol arkadaşlığı yapmaya kafi olduğunu acizane söyleyebilirim. Bu üçünün yanına Münâcâtnâme de eklenirse 'yol yürüme'nin incelikleri daha da netleşecektir şüphesiz. Zira Münâcâtnâme Hakk'a yaklaşmanın, yalvarmanın, yakarmanın bir rehberi olarak okunursa, mutlaka gönülde başka bir aşk iklimi yaşanacaktır.

Herevî, Farsça yazıp söylemiş sufilerden. Böyle olunca da bu güzel münâcâtları esas dilinden okumak nasıl olurdu diye insan düşünmeden edemiyor. Çünkü Farsçanın kendine mahsus bir ahengi var ki Mesnevî'den bilhassa, birçoğumuz biliyoruz. Şairlik yönü de olan sufilerin niyazları, yalnız cezbe-i ilâhî ile tutuşmuş kalplerini bizlere açmak için değil, gönlünü derviş eylemeye çalışanlar için de bir karargah gibi. Kitaptaki duaları ve yakarışları okurken, hem nasıl dua etmek gerektiğine dair bilgiye kavuşuyoruz hem de insanın seyrinde onu ne gibi tehlikelerin, ne gibi mücadelelerin beklediğini de öğrenmiş oluyoruz. Şimdi, birkaç Herevî münâcâtı okuyalım:

"İlahî! Başımızda aşkının sarhoşluğu var, sinemizde esrarın var, dilimizde zikrin var. Söylersen ancak sana hamd ü senalar söyleriz, arar isek ancak senin rızanı ararız."

"İlahî! Gönlün bir kıymeti varsa senin aşkına taht olmasındandır, yoksa gönlün ne kıymeti olur, gönülle ne işim olur? Aşkının olmadığı bir gönül sönüp bitmiş bir mum gibidir, böylesi bir mumdan ne aydınlık hasıl olur?"

"İlahî! Aczimden agâh oldum, çaresizliğime şahit oldum, senden seninle müstağni olmayı dilerim."

"İlahî! Bütün bir ömür seni aradım ama kendimi buldum. Şimdi ise kendimi aramakta ve seni bulmaktayım."

"İlahî! Beni kibir ve ucba sürükleyen ibadetten bizarım, beni mağfiretine yönelten günahın bendesiyim."

"İlahî! Has kulların muhabbetinle nazlanırlar, âşıklar hep sana doğru koşarlar. Onların işlerini sen gör zira senden başka kimseleri yoktur."

"İlahî! Arif kulun seni nurunla bilir, muvahhid seni kurbiyet nurunla bilir ve gönül şem'i yanar. Miskin odur ki seni yarattıklarınla bilir, yoksul odur ki seni delillerle bilir. Ne azizdir seni seninle bilen."

Kendi noksanını bilen, nice yorgunluk ve zorluk hâlinde yalnız O'nun onarıcı olduğunu da bilir. Kendini yoldan düşmüş, yolsuz kalmış olarak gören O'nun perçeminden tutmadığı hiçbir varlık olmadığını da elbette bilir. Yalnız kendini aciz, yalnız kendini muhtaç gören, bir tek O'nunla zenginleşeceğini, varlığını bir tek O'na borçlu olduğunu da bilir. Esas mesele, bu bilgiyle nasıl yaşanacağıdır. Onu da kaderiyle arasını sıcak tutanlar iyi bilir. Vesselam.

Yağız Gönüler

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Atsız’ın Yamtar’ı: Mustafa Kafalı

Bazı isimler sâdece yaptığı işlerle yâd edilmez. Kişilikleri, hayata bakışı, fikrî sahâsı ve gönüle dokundukları insanlarla, varlıklarını ortaya koymuşlardır. Özellikle akademisyen çevrede kalıcı bir isim olmak için makāle sayınız yetmez, yetiştirdiğiniz, el verdiğiniz, önünü açtığınız, talebeleriniz ile mührünüzü vurursunuz. “Bilim dünyasına ne kattınız?” bu suale ek olarak; “Sizden öğrenmek isteyen, taliplerinize ne verdiniz?” Sualini de eklemek gerekir. Ömrünü vakfettiğiniz iş sâhanız kadar, ömrünüzü vakfettiğiniz gönüller de olmalıdır. Bunu bir adım daha öteye götürelim, "vatanperverim" cümlesi içinde şu özellikler olmalı: Ahlâk, işinde ehillik, fayda, îman, tarihine, diline sadâkat. Bu vâsıfları şahsının libası yapmış kişiler vatan(daş) sıfatı alırlar. İbrahim’in ateşini söndürecek olan kuvveti, ilmini karınca misali vatan yolunda götürenler, oluşturur. Kütleleri harekete geçiren, onlara yol yordam gösteren, birer kandile dönüşürler. Kısaca, kamuya mâl olmuş isimlerin kendileri kadar hocaları da büyüktür.

Yakın zamanda kaybettiğimiz Prof. Dr. Mustafa Kafalı Hoca, işte yukarıda bahsettiğimiz bütün vâsıfları üzerinde barındırmış bir isimdir. Kırk yılı aşan akademisyenlik hayatında yüzlerce yayına adını yazmıştır ama asıl eserleri imzasını attığı talebeler , gençlerdir. Her ne kadar Asıl sâhası, Altınorda Devleti üzerine olsa da Türk Kültürü, Türk Yurdu mevzûlarında da kalem mesâîsi yapmıştır. O, fikir yazıları ile de yön veren hocalardan olmuştur. Sâhası alanında yaptığı çalışmalarının, Türk Tarihi için önemi yadsınamazdır, bu sebepledir ki yerini akademi dünyasında altın harflerle yazdırmıştır. Ona yolunu gösteren iki büyük isim vardır, Zeki Velidi Togan ve Nihal Atsız. 20.yy Türk tarihinin iki önemli figürünün yanında fikir hayatı yeşermiştir. Sayın Kafalı, etrafında topladığı talebeleriyle de önden gidenlerdendir. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Abdülkadir İnan gibi milliyetçiliğin önemli isimleriyle hemhal olmuş, onlarla aynı mes’eleler için kafa yormuşlardır. Onlar için, Millî hasletlere dayalı devlet anlayışı ve “Töreli Türk milleti” gāyeleri hep birinci mühim konu olmuştur. Mefkûresi için gayret sarfetmiş şahıslar, cemiyetinin yılmaz koruyucuları ve yorulmayan nefesleridir. Mustafa Kafalı’nın; Nihal Atsız gibi Turan coşkusuyla dolu, Türk birliğine candan îman eden, bir âbide şahsın yanında yol arkadaşlığı yaptığını söylemek mümkündür.

Sayın Mustafa Kafalı hakkında; panel, kitap, makāle yarışması, belgesel, vb.. çalışmaların bolluğundan bahsetmek mümkün değildir. Vefatından kısa bir süre sonra H Yayınları'ndan çıkan, Aybüke Betül Doğan’ın hazırladığı Türkü Söyler Bu Dilim adlı kitap, numunelerden bir tanesini teşkil etmektedir. Kitabın kapağında bir söyleşi vurgusu olsa da, aslında mâhiyeti tam olarak öyle olmayan bir eser karşımıza çıkıyor. Ama şunu belirtmek gerekir ki hocanın tanınması ve anlaşılması açısından oldukça önemli bir çalışmadır. Son kısım Mustafa Kafalı ile olan söyleşiye ayrılmış. Orta kısım, onun hakkında başka mecrâlarda, çeşitli isimlerin kaleme aldığı yazılardan ibaret. Ön kısım hayatı ve eserleri hakkında bilgiden oluşuyor. Açıkçası, daha hacimli daha kapsamlı bir çalışma beklenirken, dar alanda kısa paslaşma olan bir eser olmuş. Ama olsun en azından onu anlatan tanıtan bir neşriyatın yayınlamış olması bile bizleri sevindirmiştir. Güzel taraflarından birisi, ilk kez ismini duyanların, bir çırpıda okuyup bilgi edineceği başvuru kaynağı olmasıdır. Mustafa Kafalı’nın hayatının ve eserlerinin anlatıldığı ilk giriş ile birlikte bir toplama eser karşımızda. Deminden beri iftiharla anlattığımız, örnek gösterdiğimiz, Atsız’ın Yamtar diye seslendiği, Prof. Dr. Mustafa Kafalı kimdir?

Kendisi, 1934 yılında Konya’da hukukçu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Köklü bir ailenin hukuk ile ilgilenmeyen tek bireyi denilebilir. Kafalı soyadı; Karaman Beyliğinde önemli nüfuza sâhip büyük dedelerinden olan bir Bey’in lakabından gelmektedir. Sülâlesine, Kafalızâde denmesinin nedeni ise, Gedik Ahmet Paşa’ya verilen akıllıca bir cevabın neticesinde olmuş. Gedik Ahmet Paşa duyduğu bu söz üzerine, “Sen hakîkaten Kafalı kişiymişsin” demiş. Böylece sülâle bu isimle bugünlere gelmiş. Ailesi Konya ahvali üzerinde büyük bir silsileye sâhip. Medresesi olan köklü bir ailenin ferdi olduğunu vakur duruşu ile göstermiş aslını yaşatmıştır. O, Gedik Ahmet Paşa’nın övgüsüne nâil olmuş Konyalı Kafalızâdelerin vârisidir.

Gelelim Kitapta yazan isimlere: Somuncu Baba soyundan gelen akademisyen ve siyâsetçi Sadi Somuncuoğlu, Prof. Dr. İskender Öksüz, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, A. Yağmur Tunalı, Ahmet Kıymaz, Akkan Suver, Prof. Dr. Alemdar Yalçın, İlhan Genç, Alper Aksoy, Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran, Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr. Naciye Atayıldız, Ömer Ay. Söyleşi bölümünde; ağzından kişisel hikâyesine, hâdiselere nasıl baktığına, derinlemesine olmasa da irdeleme kısmetine sâhibiz. Kendi dilinden hangi Türküleri söylediğini duymak adına, en azından birkaç kelâm buraya not olarak bırakalım. Derkenarımız olarak bir köşemizde dursun.

• “Meyveler toplanır, annem sepetlere doldurur ve “Oğlum, bunu falan teyzelere götür” derdi ve ben de götürürdüm. Belli bir yaşa geldikten, akıl baliğ olduktan sonra anneme, bu durumu sordum. “Ana neden falan teyzelere götürüyorum? Başka teyzelere de var, niye onlara götürmüyoruz.” Dediğim vakit annemin cevabı çok netti:”Oğlum, onların bağı yok, bağ bozumu bağı olmayanlara götürülür.” Velhasılkelam böyle bir annenin evlâdı olarak dış dünyadaki vazîfelerin, sorumluluklarının farkına varmak icap ediyor.

• “Eskiden millet birdi. Günümüzde ise 72 milyon tane “ben “var. Neslimizin, güzel değerlerimizin yok olmasının en büyük sebebinin, bu “ben” duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum.

Merhum Nihal Atsız, Kafalı hocaya "Yamtar" diye seslenmektedir. Meşhur eseri, Bozkurtların Ölümü adlı eserinde, güçlü kuvvetli karakter olan Yüzbaşı Yamtar’a benzetirmiş. Bu sebeple ona böyle eşi Sevgi Hanıma da Almila dermiş. Evet o, Atsız’ın, Yamtar’ıdır.

O, Nihal Atsız hocanın; Abdülhamid’e "Kızıl Sultan" diyenlere karşı, ona "Gök Sultan" diye muamelede bulunmasını mânîdar bulmaktadır. Çünkü Gök rengi Türklerde doğuyu karşılar ve bu gücü temsil etmektedir. Nejdet Sancar’ın (Nihal Atsız’ın kardeşi) iktidar tarafından sürgün edilmesini hayırlı bulmaktadır. Bu sürgün memurluğun Milli Kütüphane’nin kurulmasına vesile olduğunu anlatırken, âdeta “şer olanda hayr vardır” sözünü ispat etmektedir.

Türk halkının inanışında ise askerin nerede şehit düştüğü hususu sorulmaz”. Bunun nedenini ise,

Acaba şehitlerimizin ruhunu muazzip eder miyim?" cümlesiyle tamamlamaktadır.

Kanaatimce, kitabın en önemli kısmı söyleşi bölümü çünkü ilk ağızdan onun gözleriyle görüyor, duyuyoruz. Atsız hoca hakkında bildiklerimizin yanına birkaç bilgi daha ekliyoruz. İsimler arasında gidip gelirken, yakın tarihimizin mühim sîmâların başka yönlerini öğrenmiş oluyoruz.

• “Tarihçilik kuru bir tarih bilgisi değildir. Toplumu anlayabilmek için, tarihi bilgi yanında o toplumun hayat şartları, sosyal yapısı, harpler, darpler, nüfus kayıtları, coğrafi mekânın imkânları; sosyoloji, dil hususiyetleri, edebi değerler, ifade kudretleri, gramer hususiyetleri çok önem arz eder.

Kuru bir tarihçi olmayan, sâdece akademik alanında değil, Türk’ün ayak bastığı her toprağın, her örf, an’anenin, değerinin peşine düşen, “Töre’yi” ebed tutmak için savaşan, koca yürekli bir serdengeçtidir. Onun gibiler bu topraklara az gelir, genelde az kalır giderler. Vereceklerini verdikten sonra geriye gerçek mülk için yola düşmek kalır. Konar ve göçerler. Şükür ki Kafalı Hoca, dünya seyrine o kadar erken tamamlamamıştır. Ama yine de onların gidişi her dem bizler için erkendir. Geride bıraktıkları ile aramızda varlığını devam ettirmeye devam edecektir. Hakkında yazılan Türkü Söyler Bu Dilim adlı eser azdan çok, çoktan az ama olsun yazılmış ya o bile yeter. Mustafa Kafalı Hoca’nın ruh-u revanı şad u handan ola.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Dijital esaretten sıyrılıp hayata katılmak

Dikkat dağınıklığı, cep telefonlarının hayatlarımızı bütünüyle ele geçirmesi, görseller dünyasında kaybolma, ekrandan ekrana atlama ve gerçeklerden kopmuş insanlar hâline gelme... Son yıllarda bu konular üzerine yapılan çalışmalar artarken, batıdan pek çok kitabın tercüme edilmesiyle de yeni cevaplar aramayı sürdürüyoruz. Bulmayı diyemiyorum çünkü her kitapta çözümler öne sürülse de biz ekrandan, elimizdeki cihazlardan ve 'beğeni kültürü'nün birer mensubu olmaktan vazgeçemiyoruz.

Okurun hakkıdır; böyle durumlarda okuduğu kitapları yetersiz bulabilir, yazarları kendi kültüründen uzak bir yerde gördüğünden yeterince doyum sağlamayabilir. Bizi bilen, bizden bir yazarın, düşünürün bu tip konuları anlatması daha sahici olmaz mıydı? Var elbette birkaç çalışma ama ayakları yere basmadığından etkili de olmadı. Nihayet pazarlama, e-ticaret ve dijital dönüşüm alanında çok ciddi bir kariyere sahip, okur-yazar tavrı herkes tarafından bilinen, meraklarını ve ilgi alanlarını daima genişleten Yüce Zerey'den bir kitap geldi: Ekranı Kapat, Hayatını Aç!

Daha yorgun gözler, daha fazla dağılmış bir zihin, daha az okunan güçlü kitaplar, bir türlü başlanamayan esaslı filmler, arkadaş sohbetlerinin verimsizliği, alınamayan kararlar, gösterilemeyen hassasiyetler... Eğer ciddi sağlık sorunu ve yaşam koşullarında olağanüstü bir gerileme yoksa, tüm bunların arka planında maalesef o çok sevdiğimiz ekranlar yatıyor. Bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız ve muhteşem vaatleriyle, yalnızlığın büyük kurtarıcısı, mutsuzluğu filtreleyen, gecenin sonunda uykuya geçmeyi kolaylaştıran, algoritmalarıyla neyi alıp neyi satacağımıza karar veren, arkadaş ortamımızı kuran, yeni maceralarımızın rehberi, can yoldaşımız: dijital dünya, sosyal medya...

Şunu söylemek elzem: sosyal medya bugün pek çok insan için kişisel gelişimin de kaynağı oldu. Doğru veriyi yakalayabilme, kendi mizacına ve arayışına uygun konular üzerinden beslenme, çevrimiçi atölyeler, kitap okuma programları, film analizleri, müzik ve mimari üzerine söyleşiler, dersler, yabancı dil eğitimleri, gezi rehberlikleri... Doğruyu yanlışı ayırt edebilme, güzeli fark edebilme ve yaşama olan inancını diri tutma kabiliyeti yüksek insanlar elbette dijital dünyadan olabildiğince yararlanıyorlar. Ancak bunun tam tersi de var. Yüce Zerey de kitabında bunları ele alıyor ve üzerinde düşünülmesi gereken, yani hayati sorular yöneltiyor okuyucuya: Ekrandan uzaklaştığımız andan itibaren hemen bir şeyler kaçırdığımızı düşünüyoruz? Güzel bir manzarada, hoş bir sohbette aklımız hep telefonumuzda mı? Gün içinde kaç saatimiz ekran başında geçiyor? Algoritmaların nasıl çalıştığından haberdar mıyız? Susmayan bildirimler bizi türlü psikolojik rahatsızlıklara götürmüyor mu? Alışverişler, beğeniler, takipçiler arasında neye ihtiyacımız olduğunu unutmuş durumda mıyız?

Kitap, yaşadığımız çağın yüksek tansiyonunu da düşünerek hazırlanmış. Önce okuyucu hayatın ne kadar içinde olduğu konusunda düşünmeye zorlanıyor. Kontrol kaybı, dikkat hırsızları, cüzdan saldırısı, tüketim çılgınlığı, algoritmalar, aptallık ve cehaletin yükselişi gibi konu başlıklarıyla dijital çağda hayatımızı ve kararlarımızı ekranların, ekranların arkasındaki planların ne kadar yönettiği sorgulanıyor. Daha sonra insanın iç dünyasına yaklaşılıyor: kalpsizlik, "çok iyisin" illüzyonu, gösteriş çağında görgüsüzlük, yorgunluk infilakları, bireysel başarının ışıltılı albenisi, sahip olamadıklarımızda kalan aklımız. Bu bölümün son derece doyurucu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ekranı Kapat Hayatını Aç'ın son bölümü, köprüden önceki son çıkışı temsil ediyor. Burada, kendimize mutlaka hatırlatmamız gerekenler var: geçmişle olan bitmeyen problemlerimiz, hakiki bir sohbete özlem, karşılık beklemeden iyilik yapma bilinci, her şeye rağmen yaşamak, umut etmeyi asla bırakmamak, sessizliğe kulak vermek, yalnızlığın tadını çıkarmak... 

Acı, insan hayatında her zaman olan ve daima yaşanacak bir gerçek. Fakat acıya ortak olmanın sağlıklı tarafında olmak gerekiyor. Yüce Zerey çalışmasının pek çok bölümünde pratik önerilerde bulunuyor. Mesela acıya ortak olma bahsinde evvela 'aynaya bakıp kendini gör'meye dikkat çekiyor: "Kendi ihtiyaçlarınızı, duygularınızı ve sınırlarınızı tanıyın ve onlara öncelik verin; çünkü başkalarına yardım etmeden önce kendi ruhsal ve fiziksel sağlığınızı korumalısınız. Unutmayın; önce kendinize şefkat ve özen göstermek, başkalarına da sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde şefkat göstermenin temelidir. Başkalarının acılarına kapılıp kendinizi ihmal ettiğinizde hem kendinize hem de yardım etmeye çalıştığınız kişilere zarar verebilirsiniz."

Herkes için zor olan hayatta kimileri için her şey daha da zordur, her zaman zordur. Bunun altında yatan 'kurban rolü' için de bir kurtuluş teklifi var: "Kendinizi sürekli mağdur, çaresiz ve başkalarına bağımlı bir kurban gibi hissetmek yerine, sorunlarınızın çözümü için sorumluluk alın, harekete geçin ve değişime öncülük edin. Kendi hayatınızın kontrolünü, iplerini elinize alın; güçlü, bağımsız ve özgüvenli bir duruş sergileyin, kendi hikâyenizin kahramanı olun. Unutmayın, hayatınızın dümeni sizin elinizdedir."

Acıdan ve kurban rolünden sıyrılıp daima umut eden bir insan olabilmek için de Yüce Zerey'in bazı önerileri var. Bunlar, mutlaka üzerinde düşünülmesi ve uygulanması gereken önerileri. Kitap boyunca gerek tercih edilen epigraflar, gerek atıf yapılan filmler ve veriler; hayatta düşlenen şeylerin pratiğe dökülmedikçe hiçbir manasının olmadığını vurguluyor zaten. İşte, umut etmek için tavsiye edilenler arasında yer alan ve okurların en çok ilgilendiği konulardan biri olduğuna inandığım 'anlam arama' bahsinde yazılanlar: "Hayatın anlamını sorgulamak insanın doğasında vardır. Anlam arayışı; zor zamanlarda bize güç veren, motivasyonumuzu artıran ve yaşam enerjimizi besleyen bir itici güçtür. Anlam bulmak en zor koşullarda bile hayata tutunmamızı sağlar. Kendinize sizi heyecanlandıran, tutkuyla bağlandığınız ve yaşamınıza anlam katan şeylerin neler olduğunu sorun. Bu bir amaç, bir ilişki, bir yaratıcı uğraş, bir inanç veya bir değerler sistemi olabilir. Anlam arayışınızı asla bırakmayın; çünkü anlam, umudun kaynağıdır."

Ekranı Kapat, Hayatını Aç; sözlüğüyle, okuma listesiyle, hem zihin hem de ufuk açan önerileriyle; bir taraftan dijital dünyada çok zaman geçiren ama diğer taraftan hayatı() yaşama ve kendini anlama noktasında eksik kaldığını düşünenler için yol arkadaşı niteliğinde. Dijital esaretten kurtulup ekranın ardındaki hayata yüzümüzü dönmek için düşünmeye, hissetmeye ve hayata katılmaya mutlak ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı anlayıp bir inanca dönüştürmek, artık okurun elinde.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Direnişin şiiri

Şiir, edebiyatın en sahici ama aynı zamanda en cambaz türüdür, şiir direnişin en belirgin formudur, her şair her şiiriyle bir hedefe ateş etmektedir, her atışta isabet edilen tek tür de neredeyse şiirdir.

Şiir, yazıldığı andan itibaren okurundur. Direniş şiirleri ise özellikle direnişçilerindir. Bundandır, İbrahim Nasrallah’ın Gazzeli Meryem kitabındaki şiirleri yazıldığı günden beri protestolarda, festivallerde sürekli okunmuştur.

“İniyordu küçük kız merdivenlerden
Oyunlara katılamadığı pembe ayakkabılarıyla

Her yerde postallar
Sığınak olmuyordu gökyüzü kuşlara ya da mahfi ruhlara”

Savaşlar, özellikle modern dönemde rakamdan ibarettir, görselin yoğunluğundan dolayı herkes kanıksar, haberlerde savaşı izlemek bir savaş filmini izlemekten farksızdır, ondandır, kanıksanır ve insanları duygusuzlaştırır. Filistin’de bir bebeğin açlıktan ölmesi ve bu bebeklerin her geçen gün sayısının artması hiçbir insanı ağlatmaz, yataklara düşürmez, bir tweettir, okunur geçilir, atılır geçilir. Açlıktan ölen bebekler, istatistiktir.

İbrahim Nasrallah’ın şiirleri Filistin’de yaşananları haber, istatistik olmaktan çıkarır. Herkesin aklına bir daha çıkmayacak şekilde kazır. O gücünü savaşın acımasızlığından alır, edebiyatın gücü burada geçersizdir, bilakis edebiyat, Nasrallah ile yeni bir güç kazanır.

“İnkar ettim ve inandım, sonra inkar ettim ve inandım, sonra…
Olmadı bir şey
Olmadı.

Ve bu hakir dünya soruyor bana:
‘Bütün bunlar niye?’”

Şair, dünyaya “niye” diye soran kişidir. O insanlara göz ardı ettiklerini, görmemiş gibi yaptıklarını gösteren kişidir. Sormaya çekindikleri ne varsa, kaçtıkları ne kadar soru varsa, korktukları için cevaplardan düşünmedikleri ne kadar soru varsa; şair onu soran kişidir. Şair hem sorgucudur hem elçi, hem suçsuzdur hem sanık. Her iyi şiir, okura, sanki onu yazan şair kendisiymiş gibi hissettirir, o yüzden de şiir okuru hiçbir sorudan kaçamaz.

“Nereden geldi bunlar Ayşe?
Soruyorum? Ya da soruyor annem? Ya da ismini taşıyan komşumuzun küçük kızı?
Ya da Ayşe, Peygamberin kızı?
Neden sevdalılar öldürmeye bu derece?
Neden meftunlar ateş açmaya küçüklere?
Neden nefret ediyorlar ağaçlardan?
Niçin yakıyorlar annelerin yüreklerini küçüklerin uzuvlarıyla?
Niçin çalıyorlar top sahasını, oyun oynayan çocuğun ayaklarından, bombayla?”

Ve şair mührü vurandır, ölümsüzlüğü bulandır. Çünkü bir gün Gazze özgür olduğunda da bu sorular sorulacaktır. İsrail yok olsa, aradan uzun yıllar geçse ve bu zulüm dolu günler unutulsa da bu dizeler yaşayacak ve sorular sorulmaya devam edecektir. Şair hatırlatan olduğu kadar unutturmayandır da.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

16 Mayıs 2025 Cuma

Gülümsemenin gücüyle değişen bir köy: Mutsuzgiller

Sıcacık bir gülümsemeden ne zaman mahrum kaldık? Ya da hızla akan dünyamızda kısacık bir an “Merhaba” demekten ne zaman vazgeçtik?

Bu kısacık ve sıcacık anlardan uzaklaştıkça, insani değerlerimizden uzaklaştık. Yabancılaştık birbirimize. Sadece insanın insana yaşadığı bir yabancılaşma mı peki? Asla! Ağaca, hayvana, insana, değerlerimize kısacası özümüze değer katan her şeyle aramızda derin bir uçurum var artık.

Birçoğumuz haberleri izlemeye dayanamıyor artık. Sosyal medyadan bir haberin detaylarını okumayı yüreğimiz kaldırmıyor. Kötü olaylara, kötülüğe maruz kaldıkça kötülüğü tahayyül eden belleğimiz genişledi. Bakışlarımızı kaçırır olduk diğerlerinden. Kendi hayatımıza gömülürken bir başkasının bize kısacık bir an da olsa ihtiyaç duyabileceğini düşünemiyoruz. Kötülük de mutsuzluk da hızla yayılıyor yaşadığımız ortama, topluma. Kuşku dolu bakışlar da çatık kaşlar da çoğalıyor. Tıpkı Mutsuzgiller Köyü’nde olduğu gibi.

Gülce Kitap etiketiyle Ayşe Odabaşı’nın kaleminden çıkan Mutsuzgiller, selamlaşmanın, paylaşmanın ve dayanışmanın giderek azaldığı bir dönemde çocuklara büyük bir mesaj sunuyor. Mutsuzgiller, ahlaki değerlerin, toplumsal birlikteliğin ve inancın ışığında yeniden inşa edilen bir köyün hikâyesini okurlarına sunarken gülümsemenin, yardımlaşmanın, iyi niyetle davranmanın iyileştirici ve dönüştürücü gücüne işaret ediyor.

Hikâyemiz, adından da anlaşılacağı üzere, “Mutsuzgiller Köyü”nde geçiyor. Bu köyde insanlar sabahları oflaya puflaya uyanıyor, çocukların neşesine tahammül edemiyor, yemekler en taze malzemelerle yapılsa dahi lezzetsiz oluyor. Herkesin kendine döndüğü, dayanışmanın kaybolduğu, bireyselliğin baskın geldiği bu köyde gülümseme neredeyse suç sayılıyor.

Ancak artık bir şeylerin değişim zamanı gelmiştir. Dönüşüm de köye yeni taşınan Sevgi Nine ve Bahtiyar Dede ile başlar. Bu sevgi dolu çift, sadece tebessümleri ve iyimserlikleriyle değil, aynı zamanda davranışlarıyla da köyde büyük bir değişimin öncüsü olurlar. Kurabiyelerin tarifinden çocukların oyununa, komşuluk ilişkilerinden iş ahlakına kadar birçok alanda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) örnek hayatını merkeze alan bir değişim başlatırlar. Her gün evlerinde topladıkları köy halkına gülümsemenin sadaka olduğunu hatırlatırlar. Onların çabaları ve köy halkının değişime karşı koymayan tavırları sayesinde sofralar bereketlenir, komşuluk canlanır, işyerlerinde dürüstlük ve hak gözetme anlayışı yaygınlaşır.

Yazar bu dönüşümü, son derece sade ama etkileyici bir dille anlatır. Çocukların ilgisini çekecek mizahi unsurlar, karakterlerin dönüşüm yolculuğu ile harmanlanarak verilir. Henüz küçücük bir çocuk olan Çetin’in mutfakta Sevgi Nine’nin isteği ile çay taşıması, Muhtar’ın eşi ile gözleme yapması, Sarıkız’a merhametli davranan çoban, dürüst pazarcı Cengiz gibi karakterler üzerinden okur, toplumsal dönüşümün bireysel değişimle başladığını kavrar.

Mutsuzgiller, birbirinden önemli mesajlar vermeyi de ihmal etmez: İnançla ve samimiyetle yapılan küçük iyilikler bile büyük toplumsal etkiler yaratabilir. Çocuklara iyi bir örnek olmanın en güzel yolu, onları ahlaklı bireyler olarak yetiştirmekten geçiyor. Sevgiyle pişirilen kurabiyeler, besmeleyle yapılan yemekler sadece mideyi değil, kalbi de doyuruyor.

Dayanışmanın, selamlaşmanın, tebessümün unutulmadığı, her bireyin en güzel örneğe benzeme gayretiyle yaşadığı bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren Mutsuzgiller, her yaştan okuyucu için anlamlı mesajlar barındıran, neşeyle okuyabileceğiniz, dönüştürücü gücü yüksek bir kitap. Küçük kalplere büyük değerler aşılamak isteyen herkesin kitaplığında bulunması gereken bu eser, çocuklara en sade ama en derin biçimde ulaşmayı başarıyor.

Tuba Karamuklu