18 Aralık 2024 Çarşamba

Bilge liderin sözleri

Aliya İzzetbegoviç sadece halkının arkasında dimdik durduğu için büyük bir lider değildi, onun büyüklüğü aynı zamanda taşıdığı bilgelikten de geliyordu. Gerçekten de onun kitapları büyük bir mütefekkirin elinden çıkmış kitaplardandır. Kaleminde hikmet yatar, sözlerinde İslami gelenek hakim unsurdur.

Dünyaların Kesiştiği Yerde’yi elime ilk aldığımda heyecanlıydım. Çünkü eser Aliya’nın açıklamalarını, konuşmalarını, mesajlarını ve mektuplarını kapsayarak çok yakın ve geniş bir yelpaze sunuyordu. Dile kolay, 13 yıllık sözlerin birikimiydi. Bu sayede Aliya’nın düşünce dünyasına geniş manada nüfuz etme ve tanık olma şansına da erişmiştik. Onun derdi, ufkunun genişliği konuşmalarında kendini gösterir. Onun derdi sadece Bosna’yı kurtarmak değildir, onun derdi tüm İslam dünyasının yeniden ayağa kalkmasıdır. Müslümanların üzerindeki ataletin silinmesi, Müslümanların tekrar dünyaya nizam verici konumda yer almasıdır.

Gençler hayal gücünün kanatlanmasına izin versin! Çünkü bunlar uydurma meseleler değil. Doğu-Batı meselesi, oldukça önemli. Bu düşünce sürecinde, Kuran dışında hiçbir şeye bağlı değiliz. Cesur bir şekilde yeni formlar, yeni ilişkiler aranması gerekiyor… Bir grup insanın ileriye bakması gerekiyor. Bu ‘Genç Müslümanlar’ olsun. Böyle olduğunda, gençliği yanında bulacaktır.

Buradaki çaba müthiştir. Hayal gücünün kanatlanması, vizyon sahibi olunmasıdır. Düşünceye ket vurulmayacak ki bir gün sınır aşılabilsin ve doğru menziller göz önüne getirilsin. Ama ölçü? Ölçü, Kuran’dır. Aliya, İslam’ın çizdiği sınırları hiçbir zaman göz ardı etmez. Aklıma Hz. Mevlana’nın pergel metaforu geldi. Pergelin sabit ayağı İslam’dır, diğer ayağında dolaş! O sabit ayak seni istikamet üzere tutacaktır. Ve gençlik! Yarınları gençler inşa edebilecektir. Gençlerin İslam şuuruyla kendilerine bir gelecek belirlemesi, toplumun geleceğinin İslam şuuruyla yaşanacak olması demektir.

Sanat, en üst düzeyden kültürel bir eylemdir. Sanat ‘bizim’ ya da ‘onların’ olamaz. Evrenseldir yani tüm insanlara aittir. Eğer öyle değilse, sanat değildir. Bunun yanı sıra mevcudiyetimizi Allah’ın lütfuna borçlu olduğumuzu ve maneviyatın tüm insanlar için iç huzuru elde etmenin yollarından biri olduğunu hatırlatmaktadır.

Şu kısacık pasaj 200 yıllık bir düşünceye, modern dünyaya, sistemin ta merkezine karşı çıkış barındırmaktadır. Aydınlanma çağıyla dinlerin ve Tanrı inancının sahne dışına itilmesi, insanların bireyciliğinin ön plana çıkması, sanatta kendisini nefsin karanlık yönlerinin ifşasına ve övgüsüne neden olmuştur. Aliya burada sanatın da amacının Allah’ı hatırlatmak ve maneviyatı güçlendirmek olduğunu vurgulamıştır. Ki modern hayata kadar da böyleydi. Her sanat ve zanaat esasında Tanrısal olana ulaşmayı amaçlıyor ve bir araç işlevi görüyordu. Modern hayatta sanat araç değil, amaç olmuştur ve insanlığa sunduğu geçici zevklerini uyandırmak ve kötülüğü göstermekten başka bir şey olmamıştır.

Dünyaların Kesiştiği Yerde sadece Bosna’nın uğradığı zulmü değil, geniş bir perspektiften her konuya temas etmesiyle çok kıymetli bir eser. Dikkatli okurların satır aralarından birçok yeni bakış açısı kazanacağı bir hazine.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

10 Aralık 2024 Salı

Beyazıt'ın ihtiyar çınarları

Bir şehirde ilk göze çarpan ağaçlar ve ibadethanelerdir. Cedler bu ikisine önem vermiş birinin olduğu yerde diğerini eksik etmemiştir. Servi ve Çınar bizim için en kıymetli ağaçların başında gelir. Servi mezarlıklarda kabir başlarında yerini alır, bilindiği gibi Türklerde bu ağaç vahdettin sembolüdür. Ayrıca fânîliği de temsil eder, böylece bize tek hakîkati gösterir. Fuzûlî su kasîdesinde 

“Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su”
(Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan köyünün/semtinin bahçesine akıp duruyor.)

diyerek Servi’yi Peygambere benzeten Fuzûlî semtin bahçesini ise, Hz. Peygamber’in kabri, Ravza-i Mutahhara’ya benzetir. Su elbette ona âşık olan ümmetinden başkası değildir. Böylece zarif, doğruluk, emin ve ahlak bütünü olan Peygamber servidir, aşkına doğru akmaktayızdır. Bir başka şerh olarak ise şöyle yorumlanabilir, servi vahdet olduğuna göre nehir ve dere de isim tecellisidir, bütün isimler “bir”e yani tevhide gider. Türkler saygıdan dolayı sevgisini ve inancını anlatmak için rumuzu tercih ederler. İkinci ağaç ise, Osmanlı’nın ilk şehirlerinin ana merkezleri, külliyeler gibi yerlerde özenle diktikleri Çınardır. Osman Gazi’nin rüyasında göğsünden çıkıp müjdeyi sembolize eden, Geyikli Baba’nın da Orhan Gazi’yi ziyaret ettiğinde bahçeye getirip diktiği, hayat ağacıdır. Bu İhtiyar bilge hâlâ medeniyetimizin ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. Bursa’da olduğu kadar İstanbul’un da çınarları vardır. Ve bunlar asırlardır gökyüzüne uzanmakta, târihe şahitlik etmektedir. Gezi yazıları, şehirleri anlatan kitaplarda da ağaçlar geniş yer tutar. Özellikle sembol olanlar, bizi yaprak hışırtıları içinde maziye bağlar. Türk’ün derûnî terkibi içinde hakîkatleri fısıldar. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı’da öyledir.

İstanbul’u pekâlâ anlatan iki mümtaz şahsiyet; Sâmiha Ayverdi ve Ahmet Hamdi Tanpınar da, ağaçları es geçmemiştir. Beyazıt için kalemlerini oynattıklarında, 'İhtiyar Çınar'dan bahsederler. Beyazıt Meydanı bizler için çok önemlidir, Fatih İstanbul’u fethettiğinde ilk sarayı buraya yapar, sonra Sarayburnu’na gider. Şimdi o saraydan eser kalmamıştır ama Beyazıt Câmii hâlâ ayaktadır. medeniyete ses verenler tarafından İstanbul Üniversitesi’nin binâsı korunma altına alınmış, yıkılmaması için mücâdele verilmiştir. Sâmiha Ayverdi, Osmanlı medeniyetinin yoğrulduğu kültürü ayakta tutmak için gayret eden kalem erbabı, ezelden biçilmiş bir vazifeyle donanarak gelmiş bir isimdir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise dönemine çokta alaka görmeyen, son dönemlerde en çok satanlar arasında yer alan, kültürü ve bizi bize anlatan, şark medeniyetin bütün cevherlerini meydana çıkarmaya çalışan mütefekkirdir. Bir mücevher ustasıdır. Öğretmeni Yahya Kemal, öğrencisi Mehmet Kaplan olan kişiden başka bir hüviyet beklenemez zaten. İki ismin eserlerinde kültür, inanç hayatımız olduğu kadar sa’natımıza da yer verilmiş bunların terkibi olan mîmârî de önemli yer kaplamıştır. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitapları semt semt bize İstanbul’u, târihimizi ve günlük hayatın girdisini çıktısını aktarır. Bu eserler günümüz insanına içinde bulunduğu toprakların terkibini ve nasibinin mâzîyle olan sıkı sıkı bağını, bir iğne oyası gibi yemenilerimizi süsler. İstanbul başlı başına bir medeniyettir, Fatihle başlayan inşâ sâdece binâlarda değil her alanda gerçekleşir. Ve aslî kimliğine ancak Kanunî döneminde kavuşur. Beyazıt bu mânâda mühimdir.Bu câminin bir güvercin beyazlığında dikildiğinde esas Bizans yıkılmıştır. Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı ile muhabbet halindedir. Nice olaylara şâhitlik etmiş bu kadim ağaçtan, duymak istediği birçok mevzû vardır. Bugün kaybettiğimiz birçok değerimizi neden ve nasıllarını, sanki ondan aldığı cevaplarla yanıtlar. Ama asıl mühim olan burada Beyazıt’ın ortasında duran ağacın bir hüviyet taşıdığıdır. Evet, bir kişiliği olan, bilgedir. Servi nasıl Peygamber ise Çınar devlettir. İhtiyar diye seslenmesi sâdece yaş almış olduğu için değildir, ihtiyar aynı zamanda susmayı tercih eden demektir. Beyazıt’ın Çınarı da nice olaylara şâhit olmuş, nice Padişahların hal edilişini, gençlerin sevdasını görmüş, ama susmayı yeğlemiştir. Çünkü: “Fakat ihtiyar çınar insanoğlunu zıd istikametlere çekip sürükleyen endişe ve fikirlerimizde dolaşmanın faydasızlığını öğrenmiş olacak kadar tecrübe sâhibidir.” Sâmiha Ayverdi târih deryasından ibret kovasını dolduramayan insanoğlunun ise bu külfete katlanamacağını söylemektedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar ise atalarımızın, mîmârî eserlerin yanı başına muhakkak birkaç servi veya çınarı eksik etmediğini, hatta medrese ve câmi avluların hendesi cennet ortalarında bunlar için yer açtıklarını yazar. Mîmârlık ve ağaç işbirliği halinde muhteşem terkip olan tevhide temayül ederler. Süleymâniye bunlar içinde ayakta kalan nadir yerlerden biridir yeni terkipte ise bu ikili yerini apartmanlara bırakır. Ağaç sadece mîmârlık zevkimiz değildir şiirimiz, edebiyatımız, kilimimiz onlarla doludur. Oğuz Kağan destanında ikinci eşi göl ortasında duran bir ağaçtan çıkan peri kızından Gök, Dağ, Deniz adında oğulları olmuştur.

İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışarıdan görünen umumî manzarasını daha ziyade Karacaahmet, Edirnekapısı, eski Ayazpaşave Tepebaşı gibi servvilikler yapardı. Boğaziçi’neki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz u iki ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır.” (Beş Şehir)

Asırlık bir ağacın gitmesi geleneklerin kaybolmasına benzemez çünkü yerine yenisi gelir lâkin bir asırlık çınarın gitmesinin yeri doldurulamaz. Bir başkasını eksek bile babalarımızın altına oturup “kut”ladığı ağaç değildir. Onun yerini alabilmesi de mümkün olmayacaktır. Ahmet Tanpınar bir ağacın kurumasını ve kesilmesini kadim târihimize ve hüviyetimize vurulmuş bir darbe olarak görmektedir. Kısaca bir ağacın ölümü Süleymaniye’nin veya bir mîmârî âbidenin yıkılması gibidir, her iki yazarda kendi devirlerinde bunun çok örneğe denk gelmişler. Koca koca şâheserler yok olup gitmiştir. İstanbul’un birçok semtinde yıkık dökük, harap, medrese, tekke, câmi, çeşmelere rast gelmek mümkün oluyordur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Gerçek yapıcılığın mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız” der. Sâmiha Ayverdi İstanbul Geceleri’nde ise bu durumu şu ifadelerle kaleme alır:

Mümkün olsa Beyazıd’ın çınarına, yanı başındaki Aşhane Kapısı’nın üstüne oturtulmuş, bir rivâyete göre içinde Şemsettin Karahisârî’nin hat dersi verdiği o saçakları, pencereleri, kapıları, muhteşem ve emsâlsiz bir Türk zevkini imzâlıyan binaya, sadist bir felsefenin kazmaları inerken ne mertebe acı çektiğini sorardım.

Ayverdi böyle bir yapının değil yıkılması bir çivisinin eksilmemesi için titizlenilmesi gerektiğini, gönül ve ellerimizle bu yapıyı ayakta tutup, ömrüne ömür katmamızı söylerken ne kadar haklı, ne kadar doğru söz söyler. Bugün düne ait yapılarına minyatür veya seyyah kitaplarının arasından bakarken, hüznümüz gönlümüzü dağlamıyor mu? Ve bu hüzün içinde cedlerine olan vefa için kolları sıvayan, bunları tespit etmeye çalışan, yazanlara binlerce Fatiha okumayı ihmal etmek ne kadar doğru dur?

Sâmiha Hanım, yeise düşme, gönül kubbesinde öten en çirkin eşli kuştur, der. İhtiyar Çınar’ın devirleri besleyen sulayan bir nehir gibidir amma ondan faydalanmayı bilen kaç kişidir? İstanbul târihine düşecek notları vardır, bir yadigâr ister ondan. O şunu düşünür, belki de bir gün bir sürü geçerde içinden biri eğilip bir damla su içer. Belki de târih nehrinden nasibimiz bu kadar der, serzeniş olduğu kadar ümitte içerir bu görüş. Bir küçük nüve kalsa Türk ayağa kalkma zamanı geldiğinde kalkar ve medeniyetini kurar. iki mütefekkir, bunun inancını taşır. Yeter ki mâzîden, derunî ilimden bir şey kalsın.

Tam bu noktada Tanpınar, Sâmiha Ayverdi’nin bahsettiği ümitsizliğin belini kırmak gerektiğini kendine hayıflanarak belirtir. Şikâyetçi olan değil, çocukluğundaki her şeyi bilen, öğrendiğini unutmayan ihtiyar olmak ister, O zaman onları tanıtır ne mânâya geldiğini herkese anlatabileceğine inanır. Uzleti bekleyen ağaçları sade isimleriyle İstanbul’a şahsiyet, hatıra veren sakız ağaçlarını ve sur kahvelerinin süslerinin sesi olma sevdası, içinde yanan bir yürektir. Ona göre çınar ağaçlarında bir dede edası görülür.

Onlar toprağımızın hakiki gururudur, belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal’in Itrî’yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.” (Beş Şehir)

Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde teker teker maziyi anlatır. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı; Hakkaklar çarşısındaki temiz ahlâklı esnaf birliği Ahilere, loncalara, beş vakit minarelerinden eksik olmayan ama halkın dönüp dinlemediği ezanlara, ramazanda düzenlenen sergilere, Karagöz oyunun kahkahalarına ve İstanbul yangınlarına şâhitlik etmiştir. Kimisi kısa kimisi uzun ama âhenkli olan dallarına yazıp târih sayfasına kaydetmiştir. Ama keşke bir ses verip anlatsa…

Tanpınar, bir zamanlar Yeniçeri ocaklıların yakıp yıktıkları yerlerde, kibar insanların ikindi vaazı ve iftardan sonra Paris’ten esinlenilmiş, Şehzadebaşı’na kadar akşam gezileri düzenlenmesiyle meşhur olduğunu aktarır. Kadir gecesi hariç 28 gün Karagözün oyunu olan yer, İstanbul’un zarif eğlence merkeziyken zamanla yerini tiyatro, sinema merakıyla Avrupaî bir eğlenceye yenilecektir. Beyoğlu! Millî zaferden sonra, şairlerin, ediplerin toplanma yeri olan, Çınaraltları yerini korumaya çalışsa da akıbeti değişmeyecek yenilecekti. Sahafların çarşısı olup mâzîye öyle bağlanacaktır.

İki edip, iki gönül insanı, İstanbul âşığıdır. Mazisinde kadim ve derun terkibi barındıran bu şehre olan hınç ve öfkeye, onun hırpalanmasına göz yumamazlar. Hoş bir sada bırakan, şimdi ise dudaklarından “Ah” sesleri çıkar. Bunda, tarih nehrinden su içmeyip, dünyevi sarhoşluk peşinde koşan insanoğlundan gayrısı suçlu değildir. Bu müjdelenen şehri, Fatih’in itina ile kurduğu Simkeşhane’yi yıkan ellerin vefasızlığına sitemleri vardır. O kudretli imanın verdiği aşkla hilesiz ticaretten, aç gözlülüğe giden esnafadır kızgınlıkları, yapıların önünden boş gözlerle ilerleyen, ezan ve sela sesiyle yanıp tutuşmayan gönüllerin dalgınlığınadır hayıflanmaları, bu sözler koca bir medeniyeti enkaz haline çevirenleredir. Amma suç asla İstanbul’un veya İhtiyar Çınar’ın değildir.

Son söz son Osmanlı Hanımefendisi o büyük mütefekkirin olsun,

Ey kocamış ihtiyar çınar! Sana çok sordum ve öğrendim. Amma sorgularımı maddeden mânâya çevirip nereden gelip nereye gittiğimizi sormaya utanırım. Zira bunun cevabını biz insanlar henüz kendi kendimize bile vermiş değiliz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmün romanı

Bazı romanlar tarihidir bilirsiniz. Doğrudan tarihi bir olayı alır merkezine. Karakterler tarihtendir, yaşamış gerçek kişilerdir, olaylar temelde tarihtendir, yaşanmıştır ancak kurmacanın sunduğu imkânlar ile metin zenginleştirilir. Bir de merkezine yaşanmış olayın konulduğu ama karakterlerin ve olayların kurgulandığı tarihi romanlar vardır. Türkistan Geceleri tarihin içinden çıkmış gelmiş, çarpıcı, sarsıcı, can yakan bir roman. Olaylar hem gerçek hem kurgu. Karakterler hem gerçek (Hoca Niyaz, Osman Batur gibi) hem kurgu. Mısırlı yazar Necîb el-Kîlanî’nin epik romanı.

Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirmeye çalıştığı Türkistan toprakları gerçek, bugün de maalesef devam etmekte. Yok edilen aileler, esir kamplarındaki Müslümanlar, idam edilen alimler, zorla Çinlilerle evlendirilen kadınlar, asimilasyon politikası… Hepsi gerçek ve hepsi de bugün halen devam etmekte.

Tarihi romanlar, aynı zamanda bir halkın yaşadıklarını ölümsüz kılmasıyla önem taşır. Doğu Türkistan’da Çin zulmü olduğunu bugün biz biliyoruz. Ayrıntılarına vakıf değiliz. Ama Türkistan Geceleri romanı bir defa yazıldığı için artık dünya döndüğü müddetçe insanlar, kaç nesil sonra yaşarsa yaşasın, Çin’in Doğu Türkistan’da soykırım, asimilasyon yaptığını bilecekler. Asırlar sonra bile onların yaptığı zulümler okunacak. İşte edebiyat bu yanıyla çok güçlü bir silah.

Romanımız, ana karakterin Mustafa Murad Hazret adlı bir ihtiyarla Mekke’de karşılaşması sahnesiyle açılıyor. Karakterimizin ilgisini çeker ihtiyar ve onunla sohbet etmeye başlar. Sonra ise hayatını anlatacaktır. “Ben Doğu Türkistanlıyım, bu anlatacaklarımın ilkidir” der ve roman başlar. Mustafa Murad Hazret aslında bütün Doğu Türkistanlıları temsil eder, biz onun ağzından Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmü okuruz.

Yazarın ansiklopedik bilgilerle, gereksiz coğrafi betimlemelerle romanı boğmaması, asıl vurguyu uygulanan zulme çekmek istediğini gösteriyor. Ayrıca aforizmalara kaçmaması, süslü edebi cümleler kurmaması, estetikten ziyade hikâyeye önem vermesi de yine aynı sebepten olsa gerek. Yazar bir şahitlik peşinde, bize bir şey göstermeye, bizi de böylece şahit tutmaya çalışıyor, başarıyor da.

Keskin gerçeklik, hızlı anlatı ve ayrıntının fazla olmaması, ölçünün korunması; savaş sahnelerini de ağır dramatik sahneleri de gerçeklik çerçevesinde okura sunuyor. Okur bir an bile olaylardan kopmuyor, böylece orada uygulanan zulüm tüm netliğiyle gözler önüne seriliyor.

Türkistan Geceleri mevcut dünyanın durumunu anlamak ve gelecek nesillere aktarmak için mümkün. Sadece romanlarda olur diyebileceğimiz hayatların gerçekte de olduğunu göstermesi açısından mühim!

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

2 Aralık 2024 Pazartesi

Kime dokunsan düzelmemiş yürek yarası

Çağdaş Tatar Edebiyatı’nın en önemli isimlerin biri ve Tataristan ve SSCB’den bol ödüllü bir yazar olan Ayaz Gıylecev’in (1928-2002) kitaplarının az bir kısmının dilimize çevrilmesi Türk okurlarının bu önemli yazarı tanımasını oldukça geciktirdi ve geciktirmeye devam ediyor. Çevrilen birkaç kitabının dağıtımı ve satışı da neredeyse hiç yapılmadı. Yara, Bir Avuç Toprak ve Cuma Günü, Akşam Gıylecev’in geçtiğimiz yıllarda dilimize çevrilen romanlarıdır ancak bu kitaplardan hiçbiri şu an ve uzun süredir satışta değil. Birçok okurun da hiçbir kitabına erişemediğine eminim. Bir de geçtiğimiz aylarda (Mart, 2024) Hece Yayınları’ndan Tek isimli bir kitabı yayımlandı yazarın. Sevindirici olan şu ki, en azından şimdilik Gıylecev büyük bir yayınevine geçmiş görünüyor. Bu da sonraki çevrilecek kitapları için umut etmemizi sağlıyor. Şu da bir gerçek: Gıylecev ülkemizde çevirmen Fatih Kutlu sayesinde yayımlanıyor. Şimdiye kadar Gıylecev’in çevrilen her metninde onun imzası var. Kendini bu işe adamış da diyebiliriz Fatih Kutlu için. İyi ki de böyle bir yola girmiş; çünkü dünya edebiyatının devlerinden hiç de aşağı kalır yanı olmayan bu büyük yazarı tanıtmak Türk Edebiyatı’na verilmiş büyük bir hediye demektir.

SSCB’de doğan yazarlar içinde yolu hapishaneye düşmeyen veya devletle, partiyle sorun yaşamayan kaç kişi vardır acaba? İşte Soljenitsin’in yazdıkları, Gorki’nin yaşadıkları, Bulgakov’un eserlerinin başına gelenler ortada. Gıylecev de bu yazarlardan biri. Fatih Kutlu’nun kitabın başında yazdığına göre o çileli yılları anlattığı otobiyografik eserinde şöyle diyor Gıylecev: “Aklı hapishane gibi zenginleştiren bir okul yoktur.” Tek adlı zengin romanını da altı yıl geçirdiği ağır çalışma kamplarından sonra yazıyor. Bu sözü okuyunca aklıma elbette hemen Kemal Tahir ve Dostoyevski’nin hapishane sonrası eserleri geldi. Ki nice yazarın hapishane sonrası verimi üst düzeydedir. Hapishane yazarların içlerinde saklı olan cevheri ortaya çıkarır, evet. Tabiî bir de o yazardan neler götürür? Bunu da o yazarların romanlarının satır aralarında arıyoruz.

Tek hacim olarak değil ama -şu ana kadar Türkçeye çevrilen eserleri içinde en hacimli olanı olsa da- nitelik olarak büyük bir roman. Romanın başkişisi İshak’ın Küktav Köyü’ndeki annesi Mahibeder Teyze’nin evinin yanmasıyla başlıyor metin. Başlardaki romanın güncel zamanı 1950’li yılların sonu diyebiliriz. İshak’ın şehirden köye, annesinin yanına geçici olarak gelmesiyle ise başka bir zamanı, zamanı geri sararak İshak’ın çocukluğundan annesinin yanına gelmesi arasındaki kısmı görüyoruz. Küçük İshak’ın Küktav Köyü’nde yaşadıkları, okuma maceraları, Almanların Ruslara saldırması, savaş zamanları, savaş sonrası zamanları, Saniye ile İshak’ın aşkı, Saniye’nin akıbeti, İshak’ın iş hayatı, köyüyle bağlantısının kesilmesi ve nedenleri, açlık, fakirlik, zorluklar… Bütün bunlar romanın ana konularını ve bölümlerini oluşturuyor. Tabiî burada iki ana temadan bahsedebiliriz: Biri Ayaz Gıylecev’in romanlarında genelde olan ve büyük bir kısmı kaplayan aşk ve elbette o dönem yazarlarını mutlaka etkileyen İkinci Dünya Savaşı. Kolhozlarda hayat, devletin sistematik baskısı ve fakirlik aşkla beraber harmanlanarak okurun önüne seriliyor. Ana konu aşkken bir anda savaşın korkunç yüzü de gösterilmeye başlanıyor. Gıylecev bunu daha yumuşak bir şekilde yapıyor. Örneğin Soljenitsin ya da Aytmatov’da -özellikle Toprak Ana- savaşın kıyıcılığı daha netken Gıylecev’de bu durum daha mutedil bir şekilde karşılanıyor. Ancak yazarın tasvir becerisi bizi o savaşın her şeyinden etkilenmiş fakir köye götürüp bırakıyor. Bir de dikkatsiz bir okur Gıylecev’in SSCB ve komünist rejim övgüsü yaptığını bile sanabilir ama hâlbuki Gıylecev örtü altından o dönem için yapılabilecek eleştirilerini yapabildiği kadar sert bir şekilde yapıyor. Yani direkt fikirleriyle eleştirmiyor ama öyle bir hayat ve kolhoz yönetimi tasvir ediyor ki o zor hayatın sorumlusunun kim olduğunu okur çok iyi seziyor: “İş gücü için para veren yok. Bir yüz gram çavdar düşmez mi diyorduk, o da olmayacak galiba… Ekili toprak az, vergilerse çok. Devedikeni büyüyen yerler için bile devlete tahıl teslim etmemiz lazım.
- Peki, nasıl yaşıyorsunuz siz?
- Ümitle Höseyin. Ümit yaşatıyor bizi! Düşmanı yendik, morallerimiz yükseldi… Yaşasın ümit!


Gıylecev’in parti ve devlet kıyıcılığını birinci elden yaşaması, romanlarında bu durumu işlemesini kolaylaştırmış diyebiliriz. Çünkü onun dedesi, bütün ailesi Türkiye’ye göçerken “gurbetin ne kadar zor olduğunu bildiği için” köyünde kalmış ve 1930’lu yıllarda Stalin’in Alabuğa zindanında yok edilmiştir. Aynı zamanda ailesinde bir göç hadisesi de olduğundan gurbet-vuslat gerilimini de romanlarında başarılı bir şekilde işlemiştir. Onun kahramanları köylüdür, köyden bir zaman çıksa da köye döner. Şehirde çok iyi bir hayatı olsa da ufak bir sebepten bile olsa köye bağlanır. İshak gibi Nurulla gibi Höseyin gibi. Köye döner ve maalesef Tatar halkına reva görülen şekilde yine devlet için, kolhoz için ölümüne çalışır, hiçbir değer görmeden bu dünyadan göçer: “Bir gün İshak da fakülteyi bitirir, eline diplomayı alır, diplomayı! Alır ve tekrar şu radyosuz, elektriksiz, karanlık Küktav Köyü’ne döner. Tırnakları kanayasıya, şakakları ağarasıya deve dikenleriyle savaşır. Tahıl yetiştirir. Sonra o tahılı kilometrelerce uzağa götürüp devlete teslim eder… Tekrar eker. Tekrar biçer… Salih, kafasına estikçe onu haşlar, ilçeye çağırtır, tehdit eder, korkutur… karşı gelirsen…” Tek evrensel değil, yerel bir roman. Bence başarılarından biri bu özelliğinden kaynaklanıyor. Kimliksiz, bütün dünya “değerlerine” hitap eden, ortak dili kullanmaya çalışan, “çok batılı” gibi yazmıyor Gıylecev. Biz okurken anlıyoruz ki temalar bazen ortak olsa da dil bizi Tataristan’ın Küktav Köyü’ne götürüyor. Folklorla da bunu bolca destekliyor yazar. Zaten Gıylecev’in en başarılı yönlerinden biri dili, kelimeleri ve folklorik ögeleri kullanma açısından diğer yazarlardan ayrışması. Buna Fatih Kutlu’nun titiz ve kitabın özünden çok bir şey götürmeyen çevirisi de eklenince Gıylecev’in ne kadar büyük bir yazar olduğunu anlayabiliyoruz.

Aytmatov’un ne kadar büyük bir yazar olduğunu kabul ediyor ve zevkle okuyorsak Gıylecev’i de o şekilde okumamız lazım. Tabiî önce kitaplarının çevrilmesi ve daha yoğun şekilde satılması gerekiyor. Yoksa, aynı yıl doğduğu Aytmatov’dan bir eksiği olduğunu düşünmüyorum yazarın. Biri dünyaca tanınırken Gıylecev niye çok da fazla bilinmiyor? Son olarak şunu ekleyebilirim: Gıylecev’in bir eserinin ülkemizde ilk defa büyük bir yayınevinden çıkması sevindirici. Hece Yayınları bu açıdan tebrik edilmeli. Ancak kitapta fazlaca editöryel hatalar ve baskı hataları mevcut. İnşallah kitabın ikinci baskısı da olur ve bu hatalar giderilir.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

30 Kasım 2024 Cumartesi

"Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin?"

Tasavvuf tarihimiz, insanlarla şehirler arasında bağ kurup, tarihten günümüze halatlar atabilmemizi zenginleştiren hikâyelerle dolu. Hikâye derken, elbette anlatılıp geçilecek hadiseler yumağından değil, insanın ilim ve marifetle donatması gereken hayatına dair damıtabileceği takım çantalarından bahsediyorum aslında. Mesela, son bir ay içinde hem İstanbul'daki yürüyüşlerimi yeni bakışlarla, görüşlerle zenginleştirmeye çalıştım hem de İstanbul dışı ziyaretlerime bu anlam rotasından uzanmaya gayret ettim. Kocamustafapaşa'da gördüklerimle Tokat'ta ve Amasya'da gördüklerim arasında küçük ya da büyük bağlar kurarken, zihnimde Bursa'yı ve Bosna'yı da gezdirdim. Cemâl-i Halvetî ismi de işte böyle, şehirleri ve insanları birbirine bağlayan erenlerden biri.

Cemâl-i Halvetî, 16. yüzyılın önemli veziriazamlarından Pirî Mehmed Paşa'nın babası. Yine aynı yüzyılın haşmetli âlimi ve müftüsü Zenbilli Ali Efendi'nin amcası. 14. yüzyılın meşhur tefsir, lugat, edebiyat ve tıp âlimi Cemâleddin Aksarâyî'nin torunu. Ne hikmetse bu akrabalık ve soy zenginliği, hazretin tasavvufî neşvesinde de tütmüş. Halvetiyye gibi pek çok kola ayrılan bir tasavvuf yolunun Cemâliyye kolunu kurmuş. Bu koldan, Türk tasavvuf tarihinin başka zengin şubeleri neşet ediyor: Sünbüliyye, Şâbâniyye, Assâliyye, Bahşiyye. Bir alt şubelere daha inersek: Karabaşiyye, Nasûhiyye, Bekriyye. Daha altına da meraklılar dalıversin diyelim.

Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf'a göre İstanbul'daki ilk Halvetî âyinini icra eden isim, Cemâl-i Halvetî. Bu ayinin icra edildiği yer de Kocamustafapaşa Camii'dir. Zira II. Bayezid, henüz Amasya'daki şehzadelik döneminde Cemâl-i Halvetî ile görüşmüş, kuvvetli bir muhabbet tesis etmiş, tahta oturduktan sonra da onu İstanbul'a davet etmiştir. İrşad faaliyetinin başladığı yer, vezir Koca Mustafa Paşa'nın kendi adına yaptırdığı caminin civarındaki dergâh. Bir rivayete göre de Koca Mustafa Paşa, kendisinin dervişi. Kısacası vaktiyle Halvetiyye’nin ikinci pîri Seyyid Yahyâ Şirvânî’ye intisap etmek için yola çıkan, onun vefatı neticesinde halifesi Muhammed Bahâeddin Erzincânî'ye intisap eden, icazetnamesini aldıktan sonra da Amasya'da irşad faaliyetine başlayan Cemâl-i Halvetî'nin Yahya Kemal'in "Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr / yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr" dediği Kocamustafapaşa semtinde iki 'yıldız' parlattığını da ekleyelim ki bu isimler, kendisinin halifeleridir: Sünbül Sinan ve Hayreddin Tokadî.

Cemâl-i Halvetî, ilm-i marifet meraklıları için fevkalade önemli eserler kaleme almıştır. Özellikle ayetlere getirdiği işârî izahlar çok zengindir. Tasavvufi mertebelere, atvâr-ı seb'a bahsine ayetlerle ve hadislerle delil getirmiştir. Çalışmalarında Gazzâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ferîdüddin Attâr, Molla Câmî gibi zirveyi temsil eden isimlerin bazı risalelerini, beyitlerini de şerh etmiştir. Sufi Kitap tarafından neşredilen Marifet Kapısı adlı kitapta pek çok risale şerhi bir araya geliyor: Şerh-i Ba'zı ebyât ve rubâiyat, Beyyinetü'l-esrar, Risâletun fî hadisi 'İnnallâhe teâlâ jaşela ademe alâ sûretihî", Risâle-i Hubbî, Risâle-i Ma'lûliyye, Risâletü'l-i-vuzûiyye, Risale-i İslâmiyye.

Kitabın içeriğindeki zenginliğini ifade etmek adına sadece ilk risaleden biraz bahsetmek istiyorum. İlk risalede İmam Gazzâlî'ye ait bir beyit, Ebû Sâid Ebü'l-Hayr'a ait üç rubai, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye ait iki rubai ile iki beyit ve Sa'dî'nin Gülistan'ının mukaddimesinde geçen bir rubaisi şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî'nin seçtiği bu rubailer ve beyitler, daha önce karşılaştığımız ve bugün popüler olarak görülen, herkesin bildiği metinler değil. Diğer yandan bu risalede İsrâ suresinin 85. ayetiyle birlikte, "Bir anlık tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim ruhumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı şey, akıldır", "Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum" hadisleri de işarî olarak şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî, yaptığı izahlarda ve şerhlerde marifet kapısına yanaşmak isteyen tüm talipleri gönlünden yakalıyor. Söze olan hâkimiyetini, tüm tasavvuf yollarınca kabul edilmiş nasihatlerle taçlandırıyor. Bu anlamda ilk risaleden birkaç misal aktarıp yazıyı bitirmek istiyorum.

- "Ey talip! Nefsine iyi bak ki onda ezel ve ebedin sırrını görebilesin. Nitekim Allah Teâlâ hadis-i kutside geçen 'Ey insan! Nefsini bil ki Rabbini bilesin' kavli ile buna işaret etmiştir. Salik buna ancak tevhid vasıtasıyla ulaşabilir. Zira celal ve cemalin mazharı 'La ilahe illallah' kelimesidir. Allah'a sükuk de ancak bu ikisi ile (celal ve cemal ile) olur ki salik O'na vasıl olabilsin ve bekânın ta kendisi olan ahadiyet nuru ile fani olabilsin."

- "Şüphesiz her şey arif-i billah olmaya dönüşür. Çünkü her şey Hazreti Muhammed'in uzvudur. Nitekim Allah Teâlâ 'O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu mutlak hüviyet salike tecelli ettiğinde varlığının fenası vacip olur."

- "Ey talip! Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin? Nitekim Allah Teâlâ 'Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler' buyurmuştur. Aşk en mukaddes maksattır."

- "Talibin manevi köpeklerden sakınması gerekir ki kalbinde tevhid sırrı, tevhid ilmi ve aşk zahir olabilsin. Nitekim Nebi, 'İçerisinde köpek veya suret bulunan eve melekler girmez' kavli ile buna işaret etmiştir. Bunların zahir olması da ancak aşkın tahkikiyle olur. Bu da irfanı gerektirir."

- "Ey talip! Nimetlere ve ihsanlara karşı şükür vaciptir ki, bu şükür onları artırsın. Nitekim Allah Teâlâ 'Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim' buyurmuştur. Bu ayette büyük bir sır vardır: Zahir ehlinin nezdinde nimetler ve ihsanlar zahirdir. Bizim nezdimizde ise fiillerin, sıfatların ve isimlerin tecellileridir. Şayet salik bunlardan her birine şükrederse; renklerden, şekillerden, mekânlardan ve mümkünatın semalarından münezzeh olan mukaddes zat ona tecelli eder."

- "Avamın sabrı, ölüm, fakirlik, dünyevi zarar ve gayrısı gibi âdemoğluna isabet eden belalara sabırdır. Bu, Allah için olan sabırdır. Havassın sabrı, Allah'tan firaka sabırdır. Ehassın sabrı ise Allah ile beraber sabırdır. Allah Teâlâ 'Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu şiddetli bir sabırdır. Her durumda belalara karşı sabır göstermek mutlaka gereklidir. Zira sabrın sonu rahatlıktır."

- "Ey talip! İyi bil ki ilahi sırlar salikin eline ancak tevacüd, vecd ve vücud ile geçer."*

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
*"Vecd, vâcid, vücûd. Gerisi dedikodudur evlâdım." (Kuşadalı İbrahim Halvetî)

29 Kasım 2024 Cuma

Şiir kimi kimden, neyi neyden ayırır?

Dünyada olup biten türlü olumsuz olaylar veya olumlu gibi duran ancak bir ‘bit yeniği’ olduğunu hissettiğim durumlarda genelde şairlerin ne dediğine bakmaya çalışırım. Tabii has şairlerden bahsediyorum. Namuslu ve mevki peşinde dalkavukluk yapmayan şairlerden. Şairlerin dediğine bakma sebebim onların her zaman doğru bakışı ve yorumu gösterebildiklerinden değil. Şairler de fazla fazla yanılır ama en azından namusluca, Kemal Tahir gibi “yine yanıldık yahu” diyebilir, demelidir. Benim şairlere olan güvenim onların içlerinden gelerek, korkmadan haksızlığa karşı gelebilme cesaretlerinden geliyor. Evet, şair belki çok yerinde siyasi tespitler yapamayabilir, dünyanın gidişatını okuyamayabilir ancak bilirim ki bir yerde haksızlık, onursuzluk, zulüm varsa şair oradadır. Belki mantıklı yerde duramayabilir şair ama daima doğru, haklı ve adaletli yerde olmalıdır. Tabii belli bir şair imgesinden bahsediyorum. Elbette dünya üzerinde muhteşem şiirler yazan berbat adamlar da var. Neruda mesela, belki Pound. Herkesten Rimbaud’nun gösterdiği tutarlı davranışı bekleyemeyiz ama en azından Türk şairler açısından ben umutluyum ve kötünün bulunduğu yerde onun bulunmayacağını/bulunmaması gerektiğini düşünüyorum. Tüm bu girişi şair Atakan Yavuz’un da benim nezdimde doğrunun yanında yer aldığını düşündüğümden yazdım.

Şairlerin denemelerini okumak ayrı zevktir. Tabii düşünce metinlerini de. Örneğin Hilmi Yavuz ve Ali Ayçil bunun iyi örneklerindendir, Atakan Yavuz da. İki kitabını okumuştum daha önce Atakan Yavuz’un. İyiler Asla Özür Dilemez ve Dünyanın Rengi. Ama bu kısacık, incecik, küçücük Şiir Birleştirmez Ayırır bence düz yazıları arasında en iyisi olmuş. Bir manifesto niteliğinde ve sertliğinde.

Atakan Yavuz’un kitabı Orlando Art Yayınevi’nden ocak ayında çıktı ve sadece 39 sayfadan oluşuyor. Metin kısmı 33 sayfa civarı. 72 adet basıldı ve numaralandırıldı. Satışı hâlâ varsa mutlaka almalı şairi sevenler. Dokuz ana başlık altında kısa kısa denemelerden oluşuyor. Kitabın adı okuru yanıltmasın, sadece şiirle ilgili denemeler yok bu kitapta. Bir şairin ‘rahatsızlıkları’ demek doğru olabilir. Şairler bazen oturur ve böyle yazılar/kitaplar yazarlar. Süleyman Çobanoğlu’nun Kökekin'i böyledir örneğin. İsmet Özel Bey ciltler yazmıştır. Keza Sezai Karakoç merhum da. Atakan Yavuz’un da bu kitabı bazı rahatsızlıkları işaret ediyor ve protest bir tavra bürünüyor. Protest ve onurlu. Neye karşı? En basit şekilde söylersem, dünyanın ve özellikle ülkemizin getirilip teslim edildiği varoşluğa ve duyarsızlığa karşı. Her alanda, gerek şiir gerek mimari. Yavuz’un eleştiri ve itirazları oldukça geniş bir alanı içine alıyor. Kendine göre ve haklı olarak yaptığı şair tanımının merceğinden okları bir bir fırlatıyor, hayata, sanatı/şiiri/edebiyatı çiçek böcek görenlere, kapitalizme, kan emicilere, tutunduğu her tuğlayı Rab belleyenlere, semiz eşkiyalara: “Şiir insanları ayırır. Edebiyatı ve şiiri bir güzel ve etkili söz söyleme sanatı sayan okurla, kelimeleri konfeti olarak gören yazarla yolumuzu ayırır ve yükümüzün hafifliğiyle yol alırız. Şiirin tarihten farkı buradadır. Ne diyordu Aristo: Tarih olanı, şiir olabilecek olanı yazar, demek ki şiir olana itiraz eder. Dünyayı ve hayatı olduğu gibi kabul etmemizi bizden isteyen, şiiri de bir dekor olarak gören dünyanın efendilerinden ayrılarak tekrardan bir itiraz olarak edebiyat yapma hakkımızı geri almış oluruz. Böylece zulmün ortağı olan söz söyleme sanatından da yolumuzu ayırırız.

Atakan Yavuz kitabını aynı zamanda soylu bir yalnızlıkla yazıyor. Çünkü biliyor ve bize gösteriyor ki bazı şeyleri reddetmek cesaret ister ve bu cesaret insanı toplumdan dışlar. Dışlanmamak için, Byung Chul-Han’ın dediği gibi ‘aynının cehennemi’ne dâhil olabiliriz ya da soylu bir yalnızlığa çekilebiliriz ki doğrusu da budur. Çünkü ‘anlam’ buradadır.

Yavuz, bir insanın yaşamını anlamlı kılabilecek ya da anlamsızlığın, varoşluğun, herkesleşmenin içine atacak birbiriyle ilgili konuları denemelerinde eritmiş. Somutlaştırarak ‘mekân’ı da denemelerinin esas konularından yapmış. Çünkü bir şehirde yaşıyoruz, bir evde oturuyoruz ve bu durumun bizim psikolojimizden tutun da hayata bakışımıza kadar etkilemeyeceği alan yok. Şair bir denemesini ve itirazını buna ayırmış ve elbette İstanbul üzerinden (Nuruosmaniye ve Galataport meselesi) eleştirilerini ve fikirlerini sıralamış: “Her bina kendi psikolojisini telkin eder insana, o hâl ile dokunur. Modern insanların bir müşteriye indirgenerek ruhen alt üst oluşunun bir sebebi de anılarını kaydettikleri, sosyalleştikleri mekânların yerini insanı ezen, küçümseyen, haysiyetini zedeleyerek onu sürekli dibe doğru iten, sayılara vuran, sınıflandıran, bu şiirsiz, arsız, mürâî ve içtenliksiz yok-yerlere terk etmesinde aranmalı. Hızla değişen ve sürekli çelişen sinirsel uyarıcılar karşısında bezgin bir kişilik geliştirmekten başka çare var mı? Bezginlik belki de piyasaların dayattığı herkesleşmeye karşı ruhun verdiği bir mesaj, bir tepkidir.

Atakan Yavuz’un bu kısacık kitaptaki başarısının sebeplerinden biri sadece felsefi/şiirsel durum ve problemlerden değil toplumsal olaylardan da yola çıkarak isabetli sosyolojik tespitler yapması ve yazılarını kuru birer deneme olmaktan çıkarıp verdiği ilgi çekici örneklerle zenginleştirmesi. Ve elbette birçok yazarın söylemekten korktuğu, daha da kötüsü düşünmediği bir alan olan turizm konusundaki gibi net bir tavır alması. İsmet Özel’den sonra birinin turizmin, daha doğru ifadeyle kitlesel turizmin (seyyahlık değil) saçmalık olduğunu söylemesi gerekiyordu ve Yavuz bunu söyledi. Çok da iyi oldu. Çünkü bir ruh kaybından bahsediyorsak (özellikle mekân konusunda) kitlesel turizm bunun büyük sebeplerindendir. Çünkü her yer turist çekmek için aynılaştı, kimliksizleşti, evcilleşti ve rengini kaybetti. Yerellik ise öldü: “Tarihî mekânların ‘turist bakışını’ rahatsız etmeyecek şekilde ehlîleştirilmesi, yerelliklerini ve insanî ilişkilerin tasfiye edilmesi ve içinde soluk alınmayacak kartpostallara dönüştürülmesi bir çölleşmeyi de beraberinde getirdi. Mesele turistlerin kaba olmasından ziyâde, âzâmî müşteri memnuniyeti kaygusuyla mekânları bir film platosuna çevirerek tahrip eden yerlilerin vurdumduymazlığıydı da. Mesele bu yeni işgal türünün tüm dünyada bir başarı hikâyesi olarak sunulmasıydı. Bu modern işgale itiraz eden seslerin giderek daha gür çıkıyor olması tahribatın görünür biçimde geri döndürülemez boyutlara gelmesinden kaynaklanıyor.” Evet, benim de aklıma bu bölümleri okuyunca otellerine Türk turist kabul etmeyen veya Türklerden fazla ücret alan işletmeler, Ayasofya’nın üst katına Türk’lerin girememesi, pandemi dönemindeki, kendi insanını turiste karşı daha ne kadar küçük düşüreceğini tahmin edemediğim “Enjoy I’m Vaccinated” şarlatanlığı ve yine pandemi döneminde aynı denize giren Türk ve yabancı insanlardan yabancıların yüzmeye devam ederken Türklerin çıkarılıp ceza kesilmesi geldi. Baudrillard haklı mı? Kocaman bir simülasyonda mı yaşıyoruz? Bizim payımıza düşen kısım bu kadar trajikomik mi olmalıydı? Henry James turistler kabadır derken çok haklı. Ya devletler? Biz Atakan Yavuz gibi her zaman kitlesel turizm yerine bağımsız seyyahları, gezginleri, abdalları savunmaya devam edeceğiz.

Bu kısacık kitaptan daha uzun uzun bahsedebilirim ama alınıp okunması daha kıymetli. Alt başlığı bu çağ yazıları olan Şiir Birleştirmez Ayırır dünyanın ve Türkiye’nin ve özel olarak insanlığın peşinden gittiği şeylerden rahatsız olanlar için çok iyi bir kitap. Ancak mesela tek amaçları kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlere, kitap okumamakla övünenlere, bilgiye/öğrenmeye düşman olanlara, eleştiri yapmayı hainlik olarak görenlere bu kitap pek de bir şey ifade etmeyecektir.

Not: Bu yazının kitap hakkında bir eleştiriden ziyade övgü yazısı olduğunun farkındayım ama metinlerdeki fikirlere itiraz ettiğim çok da fazla bir nokta yok. Yani hemen hemen şair Atakan Yavuz gibi düşünüyorum bahsedilen konularda. Ve bir süredir de birilerinin bu konuları bu şekilde dile getirmesini bekliyordum.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Tarihin hikâye anlatıcıları: kitabeler

Televizyon dizilerinin, tarih kitaplarının, çevrimiçi atölyelerin ve rehberlik faaliyetlerinin önemli farkındalıklar kazandırdığını görmezden gelemeyiz. Kimileri bu farkındalıklar vesilesiyle artık yaşadıkları şehirlerdeki tarihi eserlere daha hassas yaklaşıyorlar. Kimileri dedim, çünkü bazıları var ki onlar için ne yaşadıkları şehrin bir kıymeti var ne de o şehrin sunduğu hazinelerin.

Bugün belki dünya hayatının zorlukları, yaşam gailesi ve maişet meseleleri sebebiyle kültür-sanat etkinliklerine yeterince ilgi gösterilmediğinden bahsedilebilir. Bunu anlayışla karşılamak mümkün. Ancak entelektüel bir derinlik kazanmak, kendi ruh iklimini donatmak için pek çok fedakârlığı göze alan tabiatlar da var. Bütçe ve zaman ayırıyorlar, merak ettikleri konular için mesai harcıyorlar, tüm bunlar için de aşk, şevk ve gayret gösteriyorlar. İşin güzel taraflarından biri de artık bu işler belirli bir yaşın üstüne çıkmış kimselerle de yürümüyor sadece. İstanbul’un, Bursa’nın, Konya’nın, Edirne’nin pitoresk köşelerine giden, sahada ciddi zaman geçiren, yaz-kış, yağmur-çamur dinlemeden taşları okuyan, onların anlattıkları hikâyelere kulak veren, duyduklarını anlatan ve yazan kalemlerin sayısı son yıllarda giderek artıyor. Bu kalemlerden biri de Ömer Kaptan. Kendisini rehberlik faaliyetleriyle tanıyoruz. Adım attığı her coğrafyada Türk-İslâm eserlerinin ruhunu kavramaya, misafirleriyle birlikte geçmişi geleceğe bağlamaya devam ediyor. Timaş Yayınları tarafından neşredilen Kitabelerin Renkli Dünyası, bu çabalarının bir neticesi.

Ömer Kaptan’ın lise yılları, Ulu Camii’nin hat yazılarını hayranlıkla seyretmekle geçmiş. Bursa’nın her köşesinde karşılaştığı çeşmeler, türbeler ve diğer tarihi yapılar, onda kitabe okuma merakı uyandırmış. Böylece turist rehberliğini de bir imkâna çevirip gezilerde karşısına çıkan kitabeleri çözümlemeye başlamış. Anlattıkça daha çok çalışmış, bazı yanlışlarla karşılaşmış, doğruları daha anlaşılır kılmış, birinci elden bilgi veren bu kaynakların insanları farklı yüzyıllar arasında seyahate çıkardığını idrak etmiş. Kitabelerin Renkli Dünyası öncelikle kitabelerin ne olduğunu, Arap yazısının gelişimini, Osmanlılarla birlikte bu yazının geçirdiği dönüşümü, tarih düşürme tekniğini anlatarak okura bir nevi hazırlık yaptırıyor. Kitabelerimizdeki İran mitolojisi, bu alanda çok fazla volta atmamış meraklı okurları epey şaşırtacaktır. Görülen o ki Şâhnâme’deki pek çok kahraman, kitabelerimizde yoğun biçimde işleniyor. Bir Sasanî kralının ismiyle Osmanlı padişahının ismi, bir kitabede bir araya gelebiliyor. Mesela, büyük bir yönetici olarak kabul edilen I. Hüsrev’in adı, Bursa’da Emir Sultan Hazretlerinin türbe penceresinin üstünde şöyle geçiyor: “Şâhenşeh-i deryâ nevâl sultân-ı Memdûhu’l-hisâl / Abdü’l azîz-i zü’l-kemâl âlemlere dâd eyledi / ol Hüsrev ü hâkân-ı dîn ol kâm-kâr-ü kâm-bîn / ol mükrim-i ehl-i yakîn tekrîm-i dâmâd eyledi.” (Övgüye değer sultan, bağışı ve ihsanı denizler kadar çok olan kemal sahibi Sultan Abdülaziz Han, âlemlere adaletle hükmetti. Dinin hakanı olan büyük yönetici [Hüsrev], Allah dostlarına ikramda bulunan o bahtiyar padişah, hanedanın damadı Emir Sultan’a da saygı gösterdi.)

Osman Hamdi Bey’in tablolarındaki kitabelerin incelendiği bölüm sanat tarihine meraklı tüm okurlar için keyif verici nitelikte. Kaplumbağa Terbiyecisi resminde zeminden başlayan bir pencere görürüz. Uzun, kırmızı giysi giymiş olan sakallı bir adam, yerdeki yaprakları yiyen kaplumbağalara bakmaktadır. Resimde görülen bu pencere, gerçekte var olan bir mekândır ve Bursa’da, Yeşil Camii’dedir. Ömer Kaptan, Yeşil Camii girişinin hemen üst katında bulunan hünkâr mahfelinin, Kaplumbağa Terbiyecisi resmine ilham verdiğini söylüyor ve fotoğraflarla delillerini sunuyor. Hemen o pencerenin üstündeki yazıya gözlerimizi çeviriyor: “Şifau’l-kulûb likau’l-Mahbûb.” (Sevgiliyle buluşmak kalplerin şifasıdır.)

Kitabelerimizde, İslâm tarihinde ve gönüllerde yeri başka olan mekânlarla da karşılaşıyoruz, Beyt-i Ma’mûr ve Mescid-i Aksa gibi. Ancak ulu şahsiyetlerin isimlerinin geçtiği kitabeler, bilhassa İstanbul’da oldukça fazla bulunuyor. Sebe Melikesi Belkıs, Ümmü Safiye, Hz. Fâtıma Zehra, Râbiatü’l-Adeviyye, Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hanım ve Fahr-i Âlem Efendimiz Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İsa, Hz. Hızır ve İskender, Hulefâ-yi Râşidîn, Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz. Ayrıca Sokrates, Platon, Aristoteles, Sa’d bin Ebî Vakkas, Sâ’deddin Taftazânî gibi bilgeler, âlimler, kumandanlar. Hemen bir misal verelim. Hekimoğlu Ali Paşa’nın babası olan Nuh Efendi, 18. yüzyılda sarayda hekimbaşılık yapmış bir bilge cerrah. Kocamustafapaşa’da yaptırdığı medresenin girişinde şu ifadelerle anılmış: “Hekim-i şehriyâri Nuh Efendi hâzık-ı kâmil / ki odur dârü’ş-şifâ-yı hikmete Sokrat-ı bi-hemtâ / bekâ-yı bî-sebâtın anlayıp dünya-yı fâninin / murâd etdi ki tertib eyleye zâd-ı reh-i ukbâ.” (Padişahın hekimi olan Nuh Efendi ki işinin ehli bir zattır, bilgeliğin şifa yurduna eşsiz bir Sokrat olarak gelmiştir. Dünyanın faniliğini ve sebatsız bir beka yurdu olmadığını anlatınca ahiret yolculuğunun azığının hazırlayıp öte dünyaya göçtü.)

Tarihî metinler arasında karşımıza çıkan Zıllullah (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) ifadesi, İstanbul kitabelerinde de kendine yer buluyor kimi zaman. Bu ifadenin farklı biçimleriyle karşılaştığımız kitabelerden biri Sultan III. Ahmed Çeşmesi’nde yer alıyor: “Oldur imâmü’l-müslimîn, zıll-i Hudâvend-i mu’în / bâ nass-ı Kur’ân-ı mübîn emrine vâcib iktidâ.” (Müslümanların önderi, sahip çıkan ve yardımını esirgemeyen Allah’ın yeryüzündeki gölgesi odur. Kur’an-ı Kerim’in ayetine göre onun emrine uymak vaciptir.)

Kitabın devamında Ayasofyalarımızdaki nazîreleri, Kudüs’te bulunan şaşırtıcı Türkçe kitabeleri, Kur’an’dan yapılan iktibasları, Elhamrâ’dan kitabe örneklerini görseller eşliğinde seyrediyoruz ve büyük keyif alıyoruz. Kitabelerin Renkli Dünyası, tarihin bu çok kıymetli hikâye anlatıcılarına bir kere daha kulak vermek için belgesel tadında akan bir emek…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf