7 Temmuz 2025 Pazartesi

Sinema, fotoğraf değil terkiptir

1800’lerde insanoğlu hareketleri fotoğraflama arzusunun peşine düşer. İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge sıralanmış 24 fotoğraf makinesi ile bir atın koşusunu fotoğraflar. Bunları bir tekerleğin üstüne sırayla yerleştirip, döndürür. 1895 yılında iki kardeş dünyayı büyüleyecek; uzağı yakın yapacak, hayal ile gerçeği birbirine katacak bir makine îcat eder. Onlardan önce de bu makineyi bulanlar olmuştur ama tarihe onlar geçer. Geçmiş zamanla, gelecek zaman birbirine girer ve zaman “anda” kalır. İnsanlık, ışığın olmadığı, karanlıklar içinde ki mekânlarda yeni dünyalara yelken açar. Herkes Alice’dir ve hârikalar diyarına tavşan deliğinden giriş yapmaktadırlar. Cinematographe, nâm-ı değer sinema, en büyük îcatlardan biridir. Aslında film dediğimiz 24 kareden oluşan fotoğraf serisinin adıdır. Bu mûcizeye ilk tanıklık edenler, Grand Kafe’ye gelen Paris’lilerdir. İlk film, bir trenin istasyona girişinden ibarettir. Ve Sonrası çorap ipliği gibi gelir, film temâşâsı dünyanın dört bir köşesinde ışık hızıyla başlar. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş sektörde büyük infiale neden olur. 1952 yılında Gene Kelly ve Stanley Donen tarafından yönetilen müzikal film “Singin' in the Rain” bu geçişi anlatan filmlerin başında gelir. Sessiz sinemanın yıldızları tutunmak için çırpınırlar ama kaybederler. Akira Kurusowa’nın abisi sesli sinema ile işsiz kaldığı için buhrana girer, hayatına son verir. Sonra sektör yatışır, alışır ve kabullenmek zorunda kalınır. Müzikaller, Western, Bilim Kurgu fantastik derken, çeşit çeşit türde filmler önümüzde raks ederler. Yıldız odaklı Hollywood’a karşılık, Yeni Dalga, Avangart sinema ile cevap verilir. Derken Hollywood, yavaşça insanların hayatını ele geçirir. Sinema insanlar için büyüleci bir evren içinde iki saat her şeyden izole edilmiş bir terapidir. Son yazısından sonra ışıkların yanmasıyla, çıkış kapısına yönelir ve bu dakika itibariyle gerçek dünyaya dönüş başlar. Hayatımızı etkileyen, birçok mesajı en kolay yoldan ileten, bir algı makinesinin içinden, zihne imgeler akın eder ve işgal eder. Amerika’yı ve onun rüyasını severiz, Kızılderileri farkına varmadan vahşi olarak tanımlarız. Kızılderili, Aborjin , Aztek soykırımını kanıksarız ve doğruluğunu kabulleniriz. Asya’nın çirkinliğine küfrederiz. Asyalı olmaktan utanırız. Kültürlerini içimize alırız ve nihâyetinde ona yani Hollywood’a dönüşürüz. Sinema ve onun büyülü dünyası, kültür emperyalizmin en büyük silâhıdır.

Türkiye’ye girişi sinemanın geç değildir, îcat edilmesiyle sınırlarımızda yerini alır. Abdülhamit Han fotoğrafa meraklı bir sultandır, istihbaratta kullandığı da bilinmektedir. Akıllı bir yöneticinin yapacağını yapar ve bu îcadı propaganda için kullanmaya karar verir. Ama yapamaz çünkü tahtından indirilir. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun hatıra kitabından sinemanın ilk gösterimlerinin sarayda gerçekleştiğini anlıyoruz. Bizde, sinemanın teknik ve senaryo olarak gelişimi hızlı değildir. Halka açık ilk gösteri Sponeck’te gerçekleşir.1898 yılında ise Ramazan eğlencelerinde Karagöz ve Hacivat ile aynı mekânı paylaşır. 1908 yılında ilk yerleşik sinema salonu kurulur. Türkler tarafından yönetilen ilk sinema 1914 yılında açılır ondan önce sinemaları gayrimüslimler yönetir. Üstüne üstlük münevverler arasında pek hoş karşılanmaz. Sanat olarak görülmez, küçümsenir. 1917 yılında ilk konulu film Mehmet Rauf’un piyesi “Pençe” uyarlamasıdır. Cumhuriyetle birlikte Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Abidin Dino gibi isimleri sinema eğitimi alması için SSCB gönderir. Anlaşılan, sosyalist sineması örnek alınmak istenmiş olmalıdır. Sinemanın en büyük kuramcısı Einstein da, SSCB vatandaşıdır. “Poetikam Zırhlısı” gibi filmlerin ve kuramcıların olduğu sosyalist rejim, en etkili propagandasını, rakibinin seçtiği yoldan yapar. İkisi de rejimlerine ters düşecek hiçbir filme izin vermezler. Sansür hem kapitalizmde hem sosyalizmin vazgeçilmezidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk tiyatrosunun öncü isimlerinden Muhsin Ertuğrul’a teslim edilir. Gelişim göstermez çünkü tiyatrovari bir tarzın devamı, taklit ürünler ve batı özentili filmlere öncelik verilir. İkinci dünya savaşı sonrası Mısır sineması rağbet görür. Bu sefer de bu yönde taklitçilik başlar. Üstüne üstlük Ertuğrul tekelcilik üzerine Türk sinemasını kurmuştur. Katı bir sansür de cabasıdır. Halit Refiğ, Metin Erksan gibi ulusal sinemadan yana olanlar ise baskıya uğrar. Ve Türk sineması kendi tarzını oluşturamadan bugüne gelir.

Bütün bunlar olurken, aydınlar, edebiyatçılar acaba sinema hakkında ne düşünmüş, neler yazmıştır? İki taassup merkezli, Batıya dönük kendi değerlerinden bir haber aydınlar ile şekilci Müslümanlık taraflarının bakışı nasıldır?

Bu sualin cevabını Cem Yılmaz Budan aramış ve bir kitap haline getirmiş. “Türk Edebiyatı ve Sinema” adıyla yayınlanmıştır. Kitap, 1896 ve 1950 dönemini ele almaktadır. İçeriği; yazarların sinema hakkındaki düşüncelerini ele aldıkları yazılar üzerine bir incelemedir. Budan, edebiyat dünyasının kalemşörlerinin yazıları alıntılayarak, kendi penceresinden bunları yorumluyor, okura açıklık getiriyor. Kitapta dikkat çekici isimler mevcut,

Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Samipaşazade Sezai, Falih Rıfkı Atay, Refik Halit Karay, Ercüment Ekrem Talu (Recaizade Ekrem’in oğlu), Halide Edip Adıvar, Abidin Dino, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Tarık Buğra, Kemal Tahir, Salah Birsel, Sabahattin Ali, Nurullah Ataç, Kerime Nadir, Ahmet Haşim, Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi kalemşörlerin görüşlerini okunuyor, böylece büyülü dünyanın, Cumhuriyetin ilk aydınları tarafından nasıl göründüğünü öğreniyoruz. Belli ki büyük emek harcanmış, onca yazarın yazıları bir araya getirilip bir düzen içinde sunulmuş.

En ilginç olan ise, farklı uçlardaki yazarların, sinema mevzûsunda birleştiği görülüyor. Ortak kaygıların aynı ama bakış açıların farklı olduğu ortaya çıkıyor. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, sinemanın İslâm karşıtı propagandanın aracı olduğunu söylerken, bu noktada Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek’le merkez açıları bir oluyor. Üç düşünür de bunun kültür ve ahlâk işgali olduğu yönünde birleşiyor. Üç yazar, üç aydın, sinemanın bir propaganda aleti olduğunu sansürden geçmesi gerektiğini, her yabancı filmin gösterime sokulmaması hususunda birleşiyor. Ve yerli filmlerin; bize ait değerlere yer vermesinde de birleşmeyi sağlıyorlar. Millî hüviyetli sinemadan yana olduklarını anlıyoruz. Elbette Nazım Hikmet sosyalist millîlikten bahsederken Necip Fazıl Kısakürek muhafazakâr görüşlü millî sinemadan yana tavrını koyuyor.

Kitapta Sayın Budan, ortak noktayı şu sözlerle belirtiliyor;

Zira her ikisinin de Batı menşeli filmler karşısında ki çekinceleri, sinemanın ahlaki sakıncalarına dair uyarıları ve yerli film endüstrisinin teşvik edilmesi gerekliliğine duydukları inancı benzer motiflerle dile getirmeleri, bu sanatın pek çok kalıp yargıyı haksız çıkarabileceğini kanıtlamaktadır.

Cem Budan, sinemaya yönelik muhalefet edenlerin ise keskin ve sert bir dil kullandıklarını söylemektedir.

Refik Halit Karay, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Halide Edip Adıvar ve Peyami Safa gibi sanatçılar başta olmak üzere pek çok şair ve yazar, sinemanın sakıncalarına işaret eden benzer görüşler ileri sürerek ahlakçı söylemi ön planda tutmaya çalışmıştır. Sinemaya yönelik muhalefetin, onu “şeytan” alegorisiyle tanımlama denemelerine vardığı bu dönemde geliştirilen üslup, oldukça serttir.

Sinema, 1920’lere geldiğinde Türkiye’de de büyük ilgi görmeye başlar, çağın en etkili kitle iletişim araçlarından biri olduğunun farkına varılmasıyla ideolojik amaç için kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Kitapta bu durum şöyle îzah edilmektedir,

Devrimlerin ve batılı modern değerlere dayalı yeni yaşam biçiminin halka benimsetilmesi hedefi istikametinde sinemanın da araçlaştırılması gerektiği düşüncesi, bu dönemin Cumhuriyetçi şair ve yazarlarının ortak kanaati olarak belirmektedir.

Budan, sinemanın araç olarak kullanılmasıyla başlayan, çocuklar ve gençler üzerindeki etkisi tartışmalarından da bahsetmektedir. Bunun yeni ulusun zihin sıhhati açısından el alındığını belirtmiştir. Ulus geleceğinin sağlıklı olması için her türlü olumsuz etkiyi arındırmak ve ahlâk normlarına sahip olunması gerektiği görüşünü benimseyen, Sermet Alus, Peyami Safa, İbrahim Alaettin Gövsa, Sabri Esat Siyavuşgil gibi isimlerin bu tartışmayı açtığını aktarır. Çalışmada, Refik Halit’in şu sözlerine yer verilmiştir.

İstanbul’un bu eğlence yüzünden gördüğü zarar, İstanbul ahlakının sinema uğrunda verdiği ziyan hesaba kitaba sığmaz.

"Sinemanın ahlâk cihetinden verdiği zarar o kadar çoktur ki miktarı kantarlarla tartılamaz; fenalığı öyle vasi, şümullüdür ki mesahalara( bir yerin yüzölçümü) sığdırılamaz; nüfuzu, tesiri o derece derindir ki sondalarla ölçülemez. Ahlakımızın yapraklarını tırtıl gibi soyan, ananemizin göklerini insafsızca kemiren, harsımızın yeni ve taze filizlerini mevsimsiz bir sıcak gibi kavuran sinemadır.

Budan, Peyami Safa’nın sinemaya bakışını şu sözlerle açıklar; “Peyami Safa, sinemanın yerel kültürel değerlerimiz üzerinde yarattığı/ yaratabileceği deformasyona işaret ederek okuyucusunu açıkça uyarmaya çalışmaktadır. Bu noktada yazarın bilhassa Ahmet Hikmet Müftüoğlu ile birleştiğini görmekteyiz.

Safa, elektrik, sinema, radyo ve plak gibi teknolojilerin kullanımının yaygınlaşmasının toplumsal açılımlarını eleştirel bir tavırla değerlendirmeye tabi tutar. Bu bağlamda yazarın sinemayı da yukarıda sırladığı diğer dönüştürücü icatlardan biri saydığını görürüz. Nitekim Tanburi Cemil sinema müziği, radyo ya da Maurice Chevalier’in şarkılarının popüler hale gelmeye başlamasıyla susmuştur. Bu noktada yazarın itirazı sinemanın kendisine değil, muhatabının sahiplenmesi gereken milli kıymetlerini unutmasına aracılık etmesindedir.

Kitapta, sinemaya hizmet eden yazarlar olarak bahsedilen isimler ise şunlardır:

Ahmet Hamdi Tanpınar, Melih Cevdet Anday, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Atilla İlhan, Kerime Nadir. Bu listeye senaryoları olan Necip Fazıl eklenmemiştir. Cem Budan, bize edebiyat dünyasının sinemaya bakan penceresini açmış, oradan onları görmemizi sağlamıştır. Sinema severlerin, iletişim fakültesi öğrencilerinin elinin altında olması gereken bir çalışmayı bizlere kazandırmıştır. Nitekim edebiyat, müzik, sinema ile en çok muhatap olan sanat dallarıdır.

Son sözü Tanpınar’a bırakalım:

İnsan kaderi sadece enstantane çekmekle verilmez. Sanat hatta enstantanenin tam zıddıdır. Sinema bile fotoğraf değildir. Çünkü terkiptir."

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis