Tavsiye edilen küçük plajın yerini bir türlü bulamayınca kasabanın yerlisi olduğunu düşündüğüm otuzlu yaşlarda bir kadına sorma ihtiyacı duyuyorum. Fazla alışık olduğu bir soruymuşçasına hemen kolayca yönlendiriveriyor. Bu kadar kolay olunca bir soru daha sorma ihtiyacı duyuyorum, kurduğumuz ilişkinin boşa gitmemesi için. Kendilerinin denize girmek için nereyi seçtiklerini soruyorum bu kez. Bu soru birden zorluyor nedense. “Bu yaz hiç girmedim valla çalışmaktan” diye cevap veriyor. Tuhaf bir utanma hissediyorum, rahatlığımdan. Kadın da biraz utanır gibi söylüyor nedense. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından, kalbimin birazını onda bırakarak. Bu küçük beldede ruhen en yakın olduğum kişi bu günlük endişeleriyle sıcakta terleyerek hızlı hızlı yürüyen, iklim şartlarına göre hayli kalın giyinmiş bu kadın olabilir diye düşünüyorum. Buruk bir hisle uzaklaşıyorum.
Ve plajdayım. Etrafımda her türlü araçlarıyla tıka basa, günübirlik gelenler, halka hiç karışmadan “beach club” a geçenler, kalabalıklardan hiç hazzetmeyenler, kalabalıklara hiç aldırış etmeyenler, ilginç karavancılar, her türden insanlar gelip geçiyor. Bencili, cimrisi, utangacı, öfkelisi…En zor durumlarda bile öteki insanlara saygı gösterebilen, kimseye rahatsızlık vermemek için büyük bir hassasiyet gösterenlerle kimse yokmuşçasına tek başına bir adada yaşayanlar bir arada. Aklımda geride bıraktığım, Cumartesi sabahı işine giden kadın var. Bir yerlerde eleman olarak asgari ücretle çalıştığını, çocuklarına baktığını ve zor bir hayatı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Neyse ki yanımda ruhuma iyi gelecek kitaplarım var. İlk olarak Rollo May’e sığınıyorum.
Kitabı her açışımda başka bir şeyler okuyan var mı diye bakıyorum göz ucuyla. Yok denecek kadar az. Okuyanlara göz gezdiriyorum sonra, çok popüler şeyler. İçlerinden birini gözüm seçiyor. Anka Kuşu diye bir şey okuyor yaşlıca bir adam görebildiğim kadarıyla. İnternete bakma ihtiyacı duyuyorum. Yılmaz Özdil’in yeni kitabı olduğunu görüyorum. Böylesine sakin ve kendi halinde bir yer için -tahminen!- hiç de uygun olmayan bir içerik diye geçiriyorum aklımdan. İnsan, kısacık bir tatil arasında ne diye böyle şeyler okur ki! Benimkinin de ondan kalmayacağı geliyor aklıma! Belki de daha kötüdür uzaktan bakanlar için diyorum. Kim açık bir deniz kenarında -Cem Mumcu’yu saymazsak!- kafese konan adam diye bir şey okusun!
Ben okuyorum evet. İtiraf etmek gerekirse deniz kenarı umarsızlığında daha fazla böyle şeyler okuma ihtiyacı duyuyorum. İnsanları ve hayatı daha çok düşünüyorum. Hiç olmadığı kadar ciddi bir tavır takınıyorum. Bu pırıltılarıyla başımızı döndüren ama bir yandan da sefaletleriyle içimizi tüketen hayatı düşünmeden edemiyorum. Okudukça, birkaç cümleden sonra rahatlıyorum neyse ki, bütün bunlar üzerine düşünmüş olan birilerinin oluşu içime tarifsiz bir ferahlama hissi veriyor. Hayat ne kadar zalim, acımasız, kötü, yanlış, inceliksiz, eşitliksiz ve de özgürlüksüz olursa olsun bütün bunları düşünmüş olanlar, hayatını bunlara adayanlar var diyorum. Varlar. Neyse ki varlar! Dili, dini, ırkı ne olursa olsun dünyanın bütün ülkelerinde bulmak mümkün! Deniz daha bir güzel görünüyor şimdi. Hafiflemiş bir hisle açıyorum ilk sayfayı.
Şöyle başlıyor May, tam da ihtiyaç duyduğum gibi: “Buradaki makalelerin ortak bir teması vardır. Bu tema, bir ucunda insan doğasının muazzam çeşitliliği ve zenginliğinden, diğer ucunda yavanlıklar ve alçaklıklardan kaynağını alır. Bu temanın bir diğer kaynağı da insanın aynı zamanda hem cömert hem de son derece acımasız olabilmek gibi zıt yeteneklere sahip olmasıdır. Mantıklı olma konusunda şahane bir yetenek sergileriz ama bu aynı zamanda, ürkütecek kadar mantıkdışı davranışlarımızla da sürekli bir çatışma halindeyiz.” (s.13).
İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü her zaman birlikte düşünmek gerekiyor galiba. Birbirinden ayırmadan, girift bir iç içelikle. Bütün tutarsızlıkları ve çelişkileriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çabamızı bütün bunları ayrıştırıp saf halleriyle görmektense iç içelik halinde birbirlerini nasıl etkilediklerine, neyi ne kadar bulandırıp kirlettiklerine yoğunlaştırmamız gerekiyor. Kierkegaard’ın dediği gibi, kafamızda çözülmesi gereken paradokslarımız bitmemelidir: “Paradoks düşünürün tutkusunun kaynağıdır ve paradoksu olmayan bir düşünür duygusuz bir sevgilidir, önemsiz ve bayağıdır.” (s.25).
Paradokslar bitmeyen bir sorgulama demektir ve “sorgulamak, benim dünya ile anlamlı bir ilişkide olduğuma işaret eder” (s.183). Ancak böylesi bir bitmeyen sorgulama bizi kendimizde tutabilir ve dahası -kitabın Maxwell Anderson’dan alıntıyla dediği gibi!- özgür kılabilir: “Özgürlük sadece yaşam sürekli irdelendiğinde ve insan araştırmalarının ne kadar ileri gidebileceğini dikte eden sansürlerin olmadığı yerlerde yaşar. İnsan yaşamı bu paradoksta ve bu ikilemin boynuzları üzerinde sürer. İrdeleme yaşamdır, irdeleme ölümdür. Her ikisidir ve her ikisi arasındaki gerilimdir.” (s.21).
En büyük paradoksumuz ise insanın bu dünyada aynı anda hem özne hem de nesne olmasıdır. Hem sonlu bir dünyada oluşu ve hem de ölümsüz bir özgürlükle her şeyi yapabileceği hissine kapılabilmesidir. May’e göre, “insan bilincinin gelişimi, derinleşmesi ve genişlemesi bu iki kutup arasındaki diyalektik süreçte yatar.” (s.48). İnsan hem pasiftir hem aktif, hem her şeyi değiştirebilir hem de çaresizce bekleyebilir. Hayat, bu iki kutup arasında gider gelir.
Ve sorun şu ki insanlar etkisiz, yetersiz ve birey olarak önemsiz olduklarını hissettiklerinde, insani sorumluluklarından da sıyrılırlar. Hayatın salt edilgen bir etkileneni haline gelen insan ne kadar kalabalıklar içinde olursa olsun esasında kendini öteki insanlardan yalıtır. Kendini düşünmekten başka bir şey yapamaz ve kendini bundan alıkoyamaz. May’e göre bu bir bitmeyen anksiyete halidir ve aşırı yetersizlikten ve etkisizlikten kaynaklanan “anksiyete regresyon ve apatiye ve bunların hepsi düşmanlığa yani insanı insana yabancılaştıran bir düşmanlığa bırakır.” (s.63).
Apati yani kayıtsızlıkla önemsenmeme birlikte oluşan duygulardır. Hiç değer verilmemiş ve önemsenmemiş insanlar ya çok öfkelidirler ya da kayıtsız bir aldırışsızlık haliyle adam sen de der yaşar giderler. Her iki halde de pasiftirler. “Önemsenmeme duygumuz zarar gördüğünde…kısır döngü devreye girer. Bu gibi durumlarda yapabileceğimiz tek şey bebeklik haline psikolojik bir dönüş yapmak ve kendi seçtiğimiz, o modern rahim-mezar birleşiminin içinde korunmaktır.” (s.63).
Bu nokta aynı zamanda insanın kendi potansiyelinden vaz geçtiği, yeniden mutlu ve sevebilen bir insan için kendini tam olarak ilaçlara ya da başkaca birilerine teslim ettiği durumdur. Eyleme geçememe durumudur çünkü eylemin anlamlı bir sonuç doğruma olasılığı yok olmuştur. Hayatı yönlendiren, uğruna savaşılacak değerler bulanıklaşmış ve anlamsızlaşmıştır.
Bu noktadaki insanlar için bütün çaba ve hayat, buradan bir çıkış mücadelesi halinde kendini gösterir. En yakıcı ihtiyaç budur ve kişinin her şeye rağmen kendi insani potansiyelinden vazgeçmesi kolay olmadığı için, bu bir bitmeyen mücadeledir.
Etkisiz oluş siyasal hayatta katı bir teslimiyet ve ne olursa olsun güçlü bir bağlılık olarak kendini gösterir. Kaybedilen değerlerin ne pahasına olursa olsun geri kazanımı için yapılan bir savaşa dönüşür. Kişi, gözünün önündekini önemsemezken dünyanın öbür ucundaki bir meseleyi önemseyebilir bu yüzden. Kimseyi düşünmeyen bir bencillikle yaşarken herkes için adalet isteyebilir. Paradokslar, insanın en derin mücadelesinin ne olduğunu ele verir ve paradokslar üzerine düşündükçe herkes daha önemli hale gelir.
Durup dururken sıkıntılandığım bir günün ortasındayım ve içsel olarak şükür ki daha rahatım şimdi. O kadın da daha iyi midir ki!
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca