29 Şubat 2012 Çarşamba

"Huzur"a kavuşturacak "iç nizam" arayanlara


“Hayır! Burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki… Hâlbuki ben bir masalı olan adamdım.” (Evin Sahibi)(1)

Ne bir zamana, ne bir mekâna ne de bir kimseye aitti oldukça uzun bir süredir. Zaman akıyor, mekânlar değişiyor, insanlar içinden geçiyordu ama o aynı olduğu yerdeydi; hep geriye bakar vaziyette.

“Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı”(1) diye aktarmış ya Mümtaz’ın bilincinden Tanpınar; o da “içinde yaşanılmayan bir zaman arayışındaydı; geçmişe iniş, köklere yönelme, eski değerlere eğilme”. Tasavvuf ehlinin zamanı, “kendisi zamana uyan değil, zamanı kendisi kullanan, zamanı idare eden manasında ebu’l vakt; anının ve halinin, vakti hâkimi manasında ibn-ül vakt” (5)olarak değerlendirmesi gibi kendi zamanının hâkimi olma eğilimindeydi. Bu eğilimin yarattığı aidiyetsizlik hissi… “Vücudum düşüncemin eviydi”. (1) Bir hayal ve umut olarak var olsa da bütünlüğe ulaşma çabası…

Bu kalabalık insan gölgelerinin arasında yapayalnızdı fakat o gölgelerden biri de olmak istemiyordu. İhsan, Mümtaz ve Suat’ın aralarında yaptıkları gibi sürekli “insanlık” kavramını sorguluyordu; “insan olmayı”. “İnsan nedir, insan olmak neyi gerektirir?” gibi sorularla bulandırıyordu durmadan kafasını.
“Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümit etmiyor musunuz ?”(1) diye sormuştu Suat, İhsan’a.
İhsan’ın:
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır” (1) cevabı onun bir nevi iç sesi gibiydi. Oysa Mümtaz ne kadar da naifti bu hususta.

Peki ya aşk??? “Aşkın çekiciliğine doğru koşmayan biri hiçbir şeyin yaşamadığı yoldan yürür”(2) der Mevlana. O da hep o yolda yürümeyi diledi; hakikate giden yolda yürür gibi gerçek aşka doğru gitmeyi. “Dizlerime kadar çamura batsam da aşka dönmeyi, aşka secde etmeyi”. (2)

“Her bakımdan ateş kesilendir âşık; hararetle koşup giden, yanıp yakılan ve alev gibi yücelip başı çekendir. Bir an bile işin sonunu düşünesi değildir âşık, hiçbir şeyi umursamaz sevgiliden başka ne şüphe tanır, ne gerçek” (5). Tıpkı Mümtaz’la Nuran gibi. Onların aşkları da böyle başlamamış mıydı?! Gerçi bu hissiyat Mümtaz’da çok daha yoğundu. Yalnızca aşkın huzurunda olmak istiyordu; o derinliği asla bilinmeyecek olan okyanusta. İşte onun da içinde boğulmayı umut ettiği okyanus buydu. Mümtaz’la beraber umarsızca kulaç atıyor gibiydi o okyanusta. Bir keresinde Nuran, Mümtaz’a: “Vücutlarımız birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”(1) demişti. Bu söz üzerine silkindi Mümtaz, beraberinde o da. Bir aynanın içinden tek bir ruh olarak çıkamayacak olma düşüncesinin derin hüznüyle; musiki, şiir, sanat, tasavvufta arar oldu yolumu. Fuzuli, Nedim, Mevlana, Yunus Emre, Baki… Aziz Dede, Zekai Dede, Hafız Post, Itri…Ney, mahur, taksim…

“Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur. Niçin ruhi hayatımızın büyük kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz? Herhalde musiki yaptığını bir anda bozan, hal dediğimiz o zaman platformunu, asgari bir gözle dokunup geçme anına indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bunun en belagatli aletidir”.(1)

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”
 
Dünyaya gelişimiz ne mevki ve makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için
Biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar…(4)
(Yenişehirli Avni-19.yy)

İşte bu ebedi aşkı, huzuru arayışındaki huzursuzluk, sıkışmışlık, bunalmışlık, melankoli, çatışma… denizinde boğuşurken kendi kendisiyle, Tanpınar’ın “Huzur”unu aldı eline.
O’nun rüya, musiki, masal, şiir ve zaman kavramlarının içinde eriyip gitti. Kimi zaman Mümtaz, kimi zaman Nuran, kimi zaman da İhsan oldu. Kendi ruhunun derinliklerine indi, romanla arasında hiç kopmayacak bir bağ kurdu.

“Gerçekleşmeyen hayallerin gerçek mutluluğu oluşturduğunu anladım. Yine de olmayacak hayallerin peşinden koşmak, gözlerimi kapadığımda bunlar gerçekmiş gibi sevinmek, insana bağışlanan yeteneklerle farklılıkların tadını çıkarmak güzeldi benim için” (3) diye geçirirken içinden “Huzur Palas”ın önünde bir aynaya bakar vaziyette buldu kendini birden.

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”

Ah!

Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur
Mevlana- Mesnevi
Coleman Barks-Mevlana Aşkın Kitabı
Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde
www.divan.name.com

28 Şubat 2012 Salı

Ruhsal söküklere edebiyat dikişleri atmak

Barış Bıçakçı, son dönemlerde özellikle kendine özgü üslubuyla, kısa cümleleriyle, fazla derine inmeyip derin düşündüren sözleriyle, aklımızda daima kalacak roman karakterleri oluşturmasıyla dikkatleri çeken bir yazar. Belirli bir olaya dayalı roman anlayışından uzak olarak, Cemil karakteriyle şimdiye kadar okuduklarımızdan daha farklı bir roman tadı bırakıyor ruhumuzda.

Cemil'in iç dünyasındaki ruhsal sorunlara bir de edebi uğraşları ve Nazlı eklenince, ne gibi durumlar ortaya çıkacağı, kitabı okuyanlar için henüz ilk sayfalardan itibaren merak edilen bir konu oluyor. Ya çığrından çıkıp bulunduğu yeri terk edecek ya da çevresindeki her şeyle, herkesle bağlantısını koparıp kendi dünyasına kapanacak bir karakter düşlüyoruz. Lakin işler bizim sandığımız gibi gitmiyor.

"Yazarken duygusal gelgitler yaşamanın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Bir gün çok beğendiği bir cümleyi ertesi gün hiç sevmiyordu. Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca geliyordu." (Sf.16-17.)

Bu gibi sakin, sessiz ve metinlerin ardından, "İşte demek istediğim de buydu!" diyebileceğiniz metinler de karşınıza çıkabiliyor.

"Musluğu tekrar taktı, vanayı açtı, sızıntı kesilmişti. Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır." (Sf.36)

Kış gecelerinizi ısıtacak, halk otobüslerinde tek dostunuz, iş yerinde kaçamağınız olacak bu kitapta, siz de içinizdeki ruhsal söküklere bir nebze de olsa faydalı olacağını düşündüğünüz meşgalelere yönlenme coşkusu yakalayabilir, dinginleşebilirsiniz.

Barış Bıçakçı, su içer gibi, nefes alır gibi yazıyor. Şaşırtıcı biçimde bir Oğuz Atay etkisi bırakıyor okuyan ruhlarda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Şubat 2012 Pazar

Seçtiğiniz yalnızlık artık size fazla geliyorsa

Bazen yalnız kalmak istersiniz, ama bir yanınız eskiyi özler, bir yanınız yeniyi arar, bir şeyler kemirir durur içinizi. Başlarda iyi hissettiren seçilmiş yalnızlığınız huzursuzluğuyla girer evinize. İşte o zaman en nefret ettiklerinizin dünyasında olma fikrine kapılır, yanlış yollara girersiniz.
           
Fahişeler hakkında yazmak kolaydır, ama iyi bir kadın hakkında yazmak zor.” diyen Charles Bukowski Kadınlar kitabında hayatına giren tüm kadınları roman kahramanlarına dönüştürüyor. Üstelik onlara haber bile vermeden... Kadınlarla olan ilişkilerini anlatırken insan ilişkilerinin tuhaflığına dikkat çekiyor. Uzun süreli birlikteliklerden sonra nasıl başkalarına ilgi duyacağınızı, aslında onun beklediğiniz insan olduğunu düşünmenizin doğal ama bir o kadar da garip olduğunu anlatıyor.
           
Bütün değişikliklerin, eskiye dönüşlerin nedeni aslında yalnız kalma korkusu. Yalnızlığınızı seviyorsanız ama durmadan koşturuyorsanız bir nedeni var. Kadınlardan nefret eden Bukowski’nin onları bu kadar güzel anlatmasının da bir nedeni var. İster güzel bir ilişki içinde, ister bir yıkıntıyı geride bırakmış olun, Kadınlar tüm yalnızlıklarınıza iyi gelecek.
                                                              

Sıkıntı, umutsuzluk ve yalnızlığın saati

Hayat, büyük bir saat. Her günümüzü, ayımızı ve yıllarımızı bu saatin içinde çeşitli hayallerle geçiriyoruz. Kimi zaman çok mutsuz, kimi zaman çok yalnız, kimi zaman çok hayalsiz olduğumuz zamanlar da olmuyor değil. Bu zamanlarda bazen çantamızda bazen de başucumuzda genelde hep aynı kitaplar oluyor. Bazılarımız tasavvufi bir kitapta, bazılarımız bir şiir kitabında, bazılarımız da bir aşk romanında kendini arayabiliyor.

Turgut Uyar denince akla "sıkıntı" ve "umutsuzluk" geliyor. Birbirine yakın iki kelime. "Benim her duygum biraz hüzün gibidir" derken Turgut Uyar, şöyle de ekliyor:

"Bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni."

"Büyük Saat", Turgut Uyar'ın Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan ve içerisinde tüm şiirlerini barındıran, Türk şiirinde en önemli yeri tutan eserlerden biri. İlk sayfasından son sayfasına kadar Turgut Uyar'la birlikte onun ruh halleriyle yolculuğa çıkıyor, sıkıntılı anlarınızda umut arıyorsunuz. Birçok şiir de bu umudu da bulabiliyorsunuz aslında. Kitabı bitirdiğinizde içinizde amansız coşkular oluyor. Bir kurtuluş çabası, bir harekete geçme isteği ve daha ötesi. Şiirlerinin eşsiz derinliğinde kaybolduğunuz da oluyor. Sonra bir şiirde kaybolduğunuz yerden gün ışığına çıkıyor, selamlıyorsunuz umutları. "Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum" dizesini okuduktan sonra ruhunuzda yeni bir dönem açılıyor. "Benim dengemi bozmayınız"da çevrenize biraz isyan edebiliyor, "Bütün mümkünlerin kıyısında" yeni güzellikler arıyorsunuz.

Sıkıntılı anlarını sonuna kadar yaşamak isteyip, sonrasında umuda doğru koşmak isteyen ruhlara tavsiyemdir "Büyük Saat".

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Şubat 2012 Cuma

Şiddete meyyali olup, duraklamak isteyenlere

Durak, sadece toplu taşıma araçlarına bindiğimiz bir yer olmamakla birlikte müzikte, "bir ölçü uzunluğunda susma" anlamına da gelir. Susmak da insanın çoğu zaman kendisiyle başbaşa kaldığı zamanlarda ortaya çıkardığı şiddetli bir eylemdir. Bu eylem, kişiyi surarken geçmişine götürebileceği gibi, içinde yaşadığı döneme geçmişten nelerin sirayet ettiğinin ortaya çıkmasını sağlar.

Tuna Bahar'ın ilk kitabı olan "Petunya"da, aynı evde yaşayan bir rock müzik grubunun elemanlarının, iç dünyalarındaki gelgitleri görüyoruz. Kimi zaman varoluşa dayalı felsefelerini, "kimi zaman müziği kurtarma" çabalarını, kimi zaman ise çevrelerini süzüp ortaya yeni sentezler çıkarabilme umutlarını okuyoruz. Bazen de sadece bir karakteri, kendi kendine konuşurken buluyor ve hatta kalbimizde belki de üstü çizili olan bir paragrafı yeniden okuma fırsatı yakalıyoruz.

En iyi sen bilirsin ki bir şeye kafayı taktığımda ya da birşeyi çok istediğimde bokunu çıkarırım. Ve o zamanlar kaybolurum. Ben bile nerede olduğumu bilemem. Ama bu çok farklı! Ne herhangi bir şeye kafayı takıyorum ne de herhangi bir şeyi çok seviyorum. Hiçbir şey yapmadığım halde kayboluyorum. Üstelik bu defa kendimi arıyorum. Nerede olduğumu bilmek istiyorum. Bilemiyorum.” (Sf:15)

“Sözcükler dudaklarından çıkarken onlara ciğerlerinden yükselen sigara dumanları da eşlik etti. İzmariti kül tablasına gömdü. Fincanı ve içindeki bitmek bilmeyen kahvesini terasta bırakıp içeri girdi. Üşümüştü.” (Sf:114)

Benim gibi 80 kuşağına ait olan tüm insanların içlerinde daima bulunan öfkeyi fakat ara sıra gelen duraklama isteğini, kendi dünyasında benliğiyle yeniden buluşup konuşma arzusunu görebileceğiniz "Petunya", gençliğine sinsice bakmak isteyen ruhlara..

Yağız Gönüler

22 Şubat 2012 Çarşamba

Geçmişle duygusal bağlantı kurmak isteyenlere

"Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim."

Cemil Meriç böyle başlıyor en kıymet verdiği eserine. Bütünden bahsediyor oysa kitapta bir konu bütünlüğü yok. Konular parça parça ele alınıyor ama bu parçalardan bütüne selam gönderen fevkalade fikirler ve düşünceler ortaya çıkartıyor. "Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin vicdanı olma"yı arzu eden Cemil Meriç; eserinde, ülkemizin geçmişinden yola çıkarak bol molalı bir yolculuk yapıyor. Her döneme, her fikre ve her mücadeleye değinmeden geçmeyen yazar, çok ciddi bir siyasi boşluk görüyor. Bu boşluğa ise aksiyonsuzluğun sebep olduğunu okuyucunun gözüne soka soka aktarıyor.

Aksiyon, Necip Fazıl Kısakürek'in de sıkça ele aldığı bir konu. Belli dönemlerimizde görülen bezginlik hali ve bu halin hiç geçmeyecekmiş gibi etkiler göstermesi dönemin aydınını korkutuyor. Bu korkuya "Bu Ülke" gibi eserler karşı koymaya çabalıyor. Üstelik sadece o dönem için değil, gelecek belki de 50 ya da 100 yıl için.

"Bu Ülke", okuyucusunda eseri bitirdikten sonra bazı "hallerin" meydana gelmesine de sebep olmuyor değil. Mesela bir süre siyaset üzerine konuşmamak, çevreyle girilen diyaloglarda ülke gündeminden, geçmişinden hızlıca kaçmak ve hatta bir süre kitap okumamak gibi. Yine bu "keskin son"da, eserde adı geçen yazarları ve kitaplarını okumamak için kendinizi zor tutabiliyor, iştahlanıyor ama o okuma cesaretini kendinizde bulmak konusunda zorlanabiliyorsunuz. Tüm bunların sonunda ortaya siyasetle tarihin, sosyolojiyle felsefenin birleştiği, okuyucu psikolojisini derinden etkileyen, kimi zaman kılavuz kimi zamansa ansiklopedi görevi alacak bir eser ortaya çıkıyor.

"Bu Ülke", yaşadığımız coğrafyanın bilhassa geçmişiyle duygusal bağlantı kurmaya düşkün, ciddi çıkarımlar yapmak isteyen ruhları için hiç şüphesiz bir klasik ve hatta bir danışman.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hayalinin derinliklerine yolculuk yapmak isteyenlere

“İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal bir takım şeyleri… Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?..”

Hakikati bulma yolunda sonsuz sancı, bitmek bilmeyen arayış, aşka susama, akılla kavranamayacak olana ulaşma… Ve o uğurda “Hayalin Derinliklerinde Yolculuk”. Ah o izah edilmesi mümkün olmayan, dur durak bilmeyen ezeli ve ebedi yolculuk. Yaşarken bilinemeyecek, bu dünyada bulunamayacak olanın peşine düşüşün hikâyesi A’mak-ı Hayal.

Karanlık ve nur, nefs ve arzu, varlık ve yokluk, akıl ve gönül ikilemleri arasında yaşadığı ruhi deneyimlerde; Hintli bir çocuk, İstanbullu bir müezzin, Çinli bir öğrenci olan Raci’nin serüvenlerinin kitabı.

Raci modern hayatın içinde yetişmiş, iyi bir aile terbiyesi almış ve eğitim görmüş fakat ruhunu gün be gün kemiren manevi boşluktan dolayı kendini içki ve eğlence ortamlarında uyuşturmaya çalışan avare bir gençtir. “Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdadır.” Şüphe denilen ejderha tüm bedenini sarmıştır. İçine düştüğü bu bunalımdan çıkmanın yollarını ararken bir gün yolu; varoluş gerçeğini kavramış, kendini toplumdan soyutlamış, meczup görünümlü bir bilge olan Aynalı Baba’yla kesişir bir mezarlıkta. Ve onun aracılığıyla gerçeküstü ruhi deneyimler yaşamaya başlar.

“O sırada aklıma birdenbire parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetlerine bürünmüş bir filozof olma ihtimali bulunan Aynalı Baba ile ciddi meseleler hakkında konuşmak istedim ve dedim ki: Sultanım! Sen, viranede gömülü bir hazinesin, ben ise felsefeye susamış bir avareyim. Lütfen, ilminizden istifade etmeme izin verin. Verin elinizi öpeyim.”

Tasavvuf, felsefe ve düşünce tarihinin düş gücüyle harmanlanışının müthiş örneği A’mak-ı Hayal. Derin, uçsuz bucaksız bir kuyuda yuvarlanmak gibi. Hayal ile gerçeğin, bilim ile dinin, ilim ile irfanın, fantezi ile bilimkurgunun tüm renklerinin bir araya toplandığı bir gökkuşağı sanki. Her okunduğunda hafızadan silinmesini ve tekrar tekrar aynı heyecan ve şevkle okumayı isteyecek bir masal sunuyor Filibeli Ahmet Hilmi bizlere ve kitabın içine şöyle çağırıyor:

“Yarı derviş yarı deli ama her gördüğünü hikmet gözüyle gören bir düşbazın düşleri sizi çağırıyor. Hayat belki de sekr anında görülen bir düş değil midir?”


Ahu Akkaya

21 Şubat 2012 Salı

Oyunlara hapsolanlar için

Bazen insan başka işlerle uğraşırken de okuduğu kitabın karakterleri ne yapıyor merak eder. Zaten bir yazarın ustalığı burada gizlidir.

Oğuz Atay, “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” dese de aslında onun kelimeleri birçok boşluğu doldurabilecek kadar anlamlıdır. Her kitabında oyun oynar, her kelimeye tenezzül etmez. 

Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar gibi kitaplarını bildiğimiz Atay, aynı zamanda çok iyi bir oyun yazarı. Başrolde yine bir tutunamayan: Coşkun. Aslında herkes mutluluğu oynuyor, herkes yalan söylüyor.

Oyunlarla Yaşayanlar kitabını alın, okuyun, okumadığınız zamanlarda Coşkun’u sorgularken, merak ederken bulacaksınız kendinizi. Eylemsizlikle geçen bir hayatın insanı nasıl gülünç bir hale dönüştürdüğüne tanık olacaksınız.

Hayatta istediğiniz yerde değilseniz, yaptığınız iş size uygun değilse, etrafınızdakileri siz seçmediyseniz bu kitap tam size göre. Ama dikkat edin, Oğuz Atay kitapları insana haddini bildirir.

Adsız sansız karakterler

Yusuf Atılgan da diğer '50 kuşağı yazarları gibi hikâyelerinin merkezine bireyi oturtur. Tek bir bireyden yola çıkarak insan doğasını, kimliksizliği, yersiz yurtsuzluğu işler. “Zebercet” de Yusuf Atılgan’ın bu anlamda en dikkat çekici bireyidir. Düşlemeleriyle hayata tutunan Zebercet, yıkıcılıkla yıkıma uğramayı aynı anda yaşayan, insanken “kişi” olamamanın eşiğindeki karakterdir. Varoluşu görünebilen bir nesneden ibarettir o yüzden hep belli bir mesafede ve umursamazlıkta bir nesne gibi davranır diğer tüm varlıklara da. Ayrıntılara takılıp sürekli dibe iner, öfkeli ama çaresizdir. Takıntılı, saplantılı ve tutunamayandır. İçine doğduğu sınıfa katılamaz. Yarımdır ve tamamlanma olanağı da yoktur. Hep kırıntılarla idare etmiştir. Sonu belli olan kaderinin pençesindedir ve onu değiştirmesi mümkün değildir. Yazgısıyla baş edemez.

Yusuf Atılgan’ın “Zebercet”ine dünya edebiyatından örnek vermek isteyecek olursak; Thomas Hardy’nin Jude Fawley’ini gösterebiliriz. Jude da tutunamayandır, yersiz yurtsuzdur, dünyanın kustuğu, kendi evinin dilini yitirmiş bir karakterdir Zebercet gibi. Ama bir farkla; Jude erdemli, akıllı ve inatçıdır. Sürekli gelişme ve öğrenme arzusu içerisinde kaderi üzerinde egemen olmaya çalışır. Kendisini yargılayan toplumla mücadelesi aslında yazgısıyla mücadelesidir. Ama kozmik kader ağlarını öyle bir örmüştür ki Jude tek kelimeyle sınıfının en bahtsız insanıdır. O ağdan kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanır. Kendini kendi içine hapseder.

“Doğanın amacı, doğanın kuralı varoluş nedeni, bize verdiği bir kaç içgüdüden ötürü sevinçli olmamızı mı buyuruyor? Uygarlığın kökünü kazımak istediği içgüdüler. Kader doğanın sözüne kanacak kadar budala olduğumuz için bizi böyle arkamızdan vurdu!”

İki karakter arasındaki en büyük fark ise; kaderleri karşısında takındıkları tutumdur. Zebercet bütün beklediklerini/beklentilerini zihninde öldürür. Sonunda “hepsinin canı cehenneme der” ve intihara karar verir. Belki de öteki insanlardan onu ayıran en büyük kahramanlığı payına düşen yazgıyı reddedip kendi hayatına kendisinin son vermesidir. İçine katılamadığı hayattan kendi kararıyla çeker gider. Oysa Jude bir idealin temsilcisi olarak yaşamanın olanaksızlığını bir türlü kabul etmek istemez ve kendi çocukları ona ayna tutar. Zaman Baba, anne ve babasının dünyaya karşı verdiği bu bitmek bilmeyen savaşı önce kardeşlerini sonra da kendini asarak sonlandırır. İntiharın nedeni açıktır: Bu dünyada onlara yer yoktur.

Sizin de bu dünyada kendinize bir yer olmadığını düşündüğünüz, aidiyetsizlik boşluğuna düştüğünüz, hiç kimsenin sizi anlayamadığı bir yeryüzüne doğduğunuz hissiyatına kapıldığınız zamanlar oluyorsa; bu karakterleri ve hikâyelerini okuyunca hem kendinizle özdeşleştirecek hem de zaman zaman eminim kendinizi çok şanslı hissedeceksiniz.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

Bu Bir Hayal Kırıklığının Hikâyesi

Freud’dan başlayıp günümüze kadar gelen bir “çocukluk bunalımı” sendromumuz var. Hareketlerimizde bir bozukluk olduğu an nedense hatayı kendimizde değil, çocukken yaşadıklarımızda arıyoruz. Kötü bir çocukluk mutsuz bireylerin yetişmesine mi neden oluyor? Ya da kötü çocukluktan kasıt illa da dövülmek, fakir bir ailede büyümek midir? İnsan iyi bir ailede kötü bir çocukluk geçiremez mi?

“İnsanın mutsuz bir çocukluğun etkisinden kurtulabilmesi zordur, ama korumalı bir çocukluğun etkisinden kurtulması imkânsız olabilir.” diyor Frédéric Beigbeder. Hatırlamadığı çocukluğunu ünlü bir yazarken girdiği kodeste anımsayıp anlatıyor. Okuyucuyu anıya boğmamak için de araya edebiyata dair, adalet sisteminin sorunlarına dair ufak notlar serpiştiriyor.

Dramatik ya da değil, nasıl bir çocukluk geçirmiş olursanız olun muhakkak hatırladığınız mutsuz fotoğraf kareleri vardır. Onların eşliğinde güzel bir roman okumak istiyorsanız kitap listenize mutlaka Bir Fransız Romanı’nı eklemenizi öneririm. 

Ümran Kio

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ferah hissettiren kitap

"Edebiyatın sükûnete, tefekküre, hasbî ilişkilere, ruh iklimine ihtiyacı var."
-Mustafa Kutlu

Özellikle bahar aylarında ruhumuza bir bezginlik, boşvermişlik ve umursamazlık çöker. Yoğun olmasa da tüm bunları yaşayabiliriz aynı anda. Mustafa Kutlu'nun tüm eserlerinde baş aktör olan "huzur", bu eserinde de tepe noktasına ulaşıyor ve kitabın her sayfası okuyucuyu "ferah" hissettiriyor. Bambaşka evler, bambaşka hayatlar ama her zaman ferahlık.

Bir okuyucudaki tutkuyu derinden etkileyen bir şey varsa o da okuduğu kitaptan ciddi anlamda feyz almak isteğidir. Kitapta yer alan öykülerden, hayatımızın çeşitli noktalarına güzellemeler yapma isteği doğabiliyor. Yani yaşadığımız zamanın bazı anlarına, bu hikayelerden bir şey katmak isteyebiliyor okuyucu.

Kitabı özellikle bahar aylarında, "Hayat güzel midir?" sorusuna cevap aradığınız bir zamanda okumanızı öneriyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Şubat 2012 Pazar

Aşkın tanımının peşinde koşan bir kitap

 “Edebi Dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor! Ne anlama gelir bu çılgın mitos?” (Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Sf.11).

Peki ne anlama gelir Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği? Bu kitap varoluşçuluğun romanı değil, nihilist bir roman değil, politik hiç değil. Bu, aşkın tanımının peşinde koşan bir kitap. Okuduktan sonra kahramanların adını hatırlamamanız bile mümkün.

Başrolde iki kadın: biri saflığın temsili: Tereza, diğeri dayanılmaz hafifliğin: Sabina. Ortak noktaları bir doktor: Tomas. Tereza Tomas’a, Sabina ise ihanete bağlıydı. Çünkü ihanet Sabina için setleri yıkmak, Tomas ise Tereza için setlerin içinde kalmak demekti. Tomas, biriyle yatıyor, diğeriyle ise uyuyordu. O Sabina’da hafifliği sorguladı, Tereza ise kocasının metresi olan bu kadının ağırlığına dokundu.

Hayatınızın bir döneminde Sabina, Tereza ya da Tomas muhakkak karşınıza çıkmış kalbinize dokunmuştur. Anlam veremediğiniz davranışlarını, duygularını bir de Milan Kundera’dan dinleyin, belki de siz değil onlar haklıdır.

Ümran Kio

18 Şubat 2012 Cumartesi

Çürümek?

İnsan bazen gerek iş yaşamını gerekse sosyal yaşamını kendi tahlilinden geçirir. Bu da genelde gece uyumadan önce yahut dışarıda iki eli cebinde düşünceli düşünceli gezerken olur. Çürüdüğünü düşünebilir insan. Bir bunalımın eşiğinde olduğunu ya da melankoliyle iç içe yaşadığını hissedebilir. İşte tam bu ruh durumunda Emil Michel Cioran'dan okunabilecek bir kitap: Çürümenin Kitabı.

"Her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur."


"Hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri."

İnsanın ömrünü nerede ve nasıl tükettiğini, bir cinnetin ya da parıldamanın hangi bölgesinde olduğunu görmesini sağlayacak muazzam paragraf ve her paragrafta kusursuz aforizmalara sahip bir başyapıt Çürümenin Kitabı. Okurken  çürüyeceğinizi zannediyorsanız yanılıyorsunuz, bu kitap aksine sizi siz olmaya çağırıyor.

"Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak maruz kalınabilir."


"Hiçbir makul varlık tapınma nesnesi olmamıştır; bir isim bırakmamış, tek bir olaya bile damgasını vurmamıştır."

Konsantrasyonla okunduğu zamanlarda ise büyük faydası oluyor. Kitaptan birkaç alıntıyla rumen yazar Cioran'ı kırmızı ışıkta geçme cüretini gösterecek bir spor araba endamıyla tavsiye ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf