İsmail Kara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmail Kara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2024 Çarşamba

Cumhuriyetin dinle alakalı meselelerinin tasviri

İsmail Kara Hoca 2024’ün başlarında oldukça kapsamlı ve hacimli bir eser neşretti: Resimli Cumhuriyet Din Kitabı. (Yazının devamında RCDK olarak yazılacaktır). Elbette ki bu kitap bir-iki yılda yazılacak bir eser değil. Üç cilt ve 1200 kadar sayfadan oluşan ve büyük boy neşredilen kitabın yazılmaya başlaması bile 15 yılı buluyor, hocanın dediğine göre. Tabii bu resimli/fotoğraflı bir eser olduğu için mevcut kullanılan görsellerin toplanmaya başlaması herhalde bir 40 yılı buluyordur. Daha önceki kitaplarının ve bu kitabının da gösterdiği üzere İsmail Hoca çok iyi bir arşivci ve hangi gazete kupürünün, hangi basın demecinin, hangi karikatürün, hangi fotoğrafın, hangi levhanın kendi işine yarayacağını çok iyi ayırt ediyor ve hemen arşivine katıyor. Sonrası böyle geniş kapsamlı ve nitelikli bir eser olarak biz okurların ve araştırmacıların önüne seriliyor.

Bu kitap, özellikle cumhuriyet tarihinde (1923 sonrası) dinin devlet politikası olarak, halkça, kurumlarca ne olarak görüldüğü, nereye oturtulmaya çalışıldığı, nereden nereye getirildiğini görseller ve yazılarla incelemeye çalışıyor. İsmail Hoca’nın dediğine göre bütün ciltler üçte bir görsel ve üçte iki yazı olarak planlanmış ve uygulanmış. Yine hocanın dediğine göre ilk okuma görsel incelemesi ve görsel altı yazıların takibi şeklinde yapılabilir. Ben düz bir okumayı tercih ettim. Böyle daha iyi verim alacağımı düşündüm. Ama kitabın hacmini çok bulanlar sadece görselleri detaylıca inceleyip altındaki açıklamaları okusalar dahi kafalarında bir şema oluştururlar. Kitabın ismine boşuna “resimli” ifadesi konulmamış yani.

Sunuş, Giriş ve Dizin hariç on üç kapsayıcı başlıktan ve yetmiş alt başlıktan oluşuyor RCDK. Aslında bu yetmiş başlığa ana başlık, on üç başlığa da daha kapsayıcı başlık diyebiliriz. Çünkü bu yetmiş başlığın altında da ara başlıklar var. Şunu söyleyebilirim: Elbette bu üç cilt bir bütünü oluşturuyor ama bu kitap nasıl ki sadece görseller üzerinden okunabilirse, sadece merak edilen başlıklar da açılıp okunabilir. Çünkü kabul edelim ki güncel siyasetin hep sıcak tuttuğu ve halkın daha çok merak ettiği ve artık magazinleştirilmiş başlıklar da var kitapta. Mesela halka sokak röportajlarında sık sık sorulan “Lozan Anlaşması zafer mi hezimet mi?” sorusunun cevabını merak edenler direkt o başlığı okuyabilir. Ama bu bence son tahlilde eksik bir okuma olur. Çünkü bir bütün bu kitap. İsmail Hoca ikinci cildi birincinin, üçüncü cildi ikincinin bittiği yerden başlatmış, sayfa numarası olarak. Bu bile üç cildin sağlam bir bütünü ifade ettiğini gösterir. Sadece demek istediğim, kitap aktüel okumalara da gayet uygun.

Kitapta hocanın önem verdiğini fark ettiğim ve kendimce önemli görünen anahtar ifadeler/noktalar bulmaya çalıştım ve birkaç tane tespit edip kitabı bunlar üzerinden okumaya çalıştım. Mesela “halk Müslümanlığı”, “bütün inkılâplar dinle ilgilidir” tespiti, “darbe dönemleri dâhil Türkiye’de dindarlar dâhil herkes devletçidir” gibi yargılar. Bunlar ilk bakışta önem verdiğim ve hocanın nasıl işlediğini önemsediğim konular oldu. Bu kavramlardan yola çıkarak özellikle ilk ciltte İsmail Hoca, Lozan Anlaşması, Türk usulü lâiklik, inkılâpların din adamları, şeyhler, halk nezdinde nasıl karşılandığı gibi soruların peşine düşüyor. Medeni Kanunu, oluşmasını ve akislerini değerlendiriyor. “İrtica Edebiyatı”na geniş yer veriyor. (Akla hemen İsmet Bey’in ‘İrtica Elden Gidiyor’ kitabının gelmemesi mümkün mü?) Burada İsmail Hoca’nın en önemli işlerinden biri Milli Mücadele, cumhuriyetin ilanı ve tek parti döneminde medyanın ve siyasilerin değişen dilini fotoğraf ama özellikle gazete haberleri ve karikatürler üzerinden çok açıklayıcı yakalamış olması.

İsmail Hoca’nın verdiği her bilgi elbette yeni şeyler değil ama kasıtlı veya değil, birçok kişinin bilmediği, birçok kişiye bildirilmeyen şeyler. Birinci Meclis’in Lozan Anlaşması dolayısıyla feshedilmesi… Ya da kurucu kadronun “ivedilikle” 3 Mart 1924 kanunlarını yürürlüğe koymasını önemsiyor İsmail Hoca. (Aynı şekilde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da) Çünkü İsmail Hoca bunların “kurucu kadronun dinle ilişkisini anlama” açısından önemli olduğunu göstermeye çalışıyor. Bazı temel ve birçok yan olaylara yorumunu da sık sık katmayı ihmal etmiyor. Elbette bir Türk ve Müslüman zaviyesinden. Yoksa diğer taraflardan bakarsak “her şey çok gerekliydi” veya “yapılan hiçbir şey yapılmamalıydı” der geçerdik.

Bu kitabı tek tek başlıklar üzerinden incelemek yanlış olur. Çünkü o kadar çok bilgi, belge ve yorum mevcut ki hangisini öne çıkarsak bir diğeri eksik kalır. Onun için hocanın neleri işlediğini ve ne tavırda olduğunu bilmemiz kitabın okunmasından önceki en kıymetli davranış bana göre. Şu çok değerli: İsmail Hoca elbette bir ‘taraf’tan bakıyor durumlara ama objektifliğini korumaya çalışarak. Ne sadece inkılap eleştirisi yapıyor ne Osmanlı yüceltmesi. Çünkü keskin yargıların tarihi anlamakta yanlışa saptıracağının -elbette- farkında. (Maalesef bu, artık ülkemizde, hem entelektüellerimiz hem de halk nezdinde göremediğimiz bir tavır. Her bilim adamı, akademisyen vs. bir tarafı tutup karşı tarafa acımasızca yüklenme derdinde. Hâlbuki mesela II. Abdülhamid’i ‘Kızıl Sultan’ ve ‘Ulu Hakan’ yakıştırmalarının dışında değerlendirmek de mümkün. Ama buna kimsenin kulak astığı yok açıkçası. Allah’tan İsmail Hoca gibi akademisyenler/yazarlar tek tük çıkıyor da düzgün ve Müslümanca bir tavır nasıl olur, meraklılara gösteriyor.)

Yine de, özellikle ilk cilt özelinde ilgimi çeken birkaç hususu belirtmek isterim. İsmail Hoca çoğu konuda açık veya örtük bir kanaat getiriyor duruma. Sadece konuyu belgelerle açıklayıp bırakmıyor, fikrini söylüyor/ima ediyor. Ama kitabın ilk cildinin son konularından “Kuzu Paşa mı, Askeri Deha mı?” başlığında incelediği Fevzi Çakmak konusunda, paşa hakkındaki fikirlerini biraz muğlak bırakmış. Olanı verip pek karışmamış açıkçası. Hocanın kanaatlerini daha detaylı okumak isterdim bu konuda. Kronolojik bir devamlılık yok kitapta ancak ilk cilt daha çok tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerini ele alıyor. Tabii farklı noktalara da uzandığı oluyor konunun. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında devletin dine bakışı veya 90’lardaki din-devlet ilişkisi. Ama genelde kurucu kadro ve tek parti dönemlerini ele alıyor. 1923 kesin bir çizgi görülemeyeceği için de Osmanlı’nın son yıllarına kadar inebiliyor incelenen dönemler. Ana dönem olarak cumhuriyetin ilanı baz alınmış ama ilk cilt özelinde söylersek; Lozan Anlaşması’na bakışı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan inkılaplara, daha sonraki yıllarda din adamlarının siyasi iradeye karşı tavır alıp alamamasına kadar olan bölümleri benim en ilgimi çeken kısımlar oldu. Ve Hoca’nın şu soruları da cevaplanmalı aslında: Diyanet’in Türkiye ile akrabalık derecesi nedir? Ve Diyanet laik bir kurum mudur yoksa dini bir kurum mu? İki arada bir derede midir?

Eğitim-Hac-Tarikat Meseleleri

İkinci ciltte maarif meselesine güncel eğitim meselesini de yakalamaya çalışarak bir giriş yapmış İsmail Hoca. Temel aldığı fikirler Nurettin Topçu ve onun Maarif kitabındaki yazılar. Cumhuriyet devrine geçmeden önce bir eğitim meselesi çerçevesi çiziyor. Bu bölüm, bununla ilgili olmayan kişilere sıkıcı gelebilir ama Türkiye’nin belki de en önemli meselesi aslında.

İsmail Hoca’nın meselelere vicdan ve objektiflik penceresinden baktığını söylemiştim. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Hac’la ilgili konuda hem ilk cumhuriyet idaresinin yaptığı yanlışları dile getirmesi hem de diğer iktidarların estetik alanda nelere dikkat etmediğini okuru resmen gözüne sokması. Resmen neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor Hoca.

Dinle ilgili konular irdelenir de devlet-cemaat-tarikat ilişkileri incelenmez mi? Birbirini zaman zaman iten zaman zaman çeken bu unsurları genel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor Hoca:

Ankara’nın cemaatlarla münasebetleri çok taraflıdır ve umumiyete sanıldığı gibi çokpartili hayatla başlamış değildir. Aslında Ankara onların din ve dünya anlayışlarını, içine kapalı karakterlerini benimsemez, tehlikeli bulur, onları değiştirmek ve açmak ister ama kendi çatısı ve kontrolü altında kalması için de gerekli tedbirleri alır; bazan sert davranır ve ezer, biçimsizleştirir ama çoğunlukla destekler ve büyümesini sağlar. Bunlar üzerinden sisteme girdiler sağlar, kârı, mobilizasyonu, iş kapasitesini, merkezi genişletir, sempati ve oy toplar, din merkezli muhalefeti, homurdanmaları azaltır, fazla talepkâr olmayan bir dindarlığın memleket sathında yayılmasını, ‘yerli’ Müslümanlığın kuvvetlenmesini, yabancı bölgelerden gelecek dinî düşünce ve hareketler karşısında bir direnç yahut bir denge noktası oluşmasını ister ve bunu temin eder. Kısaca hem iter hem besler; içten zayıflatarak, dıştan güçlendirerek…

Bu kısım hem devlet adamlarından hem de tarikat mensuplarından eleştiri alabilir ama Hoca’nın örneklemeleri onun için sağlam bir dayanak oluşturuyor.

‘Halk Müslümanlığı’ ve Önemi

Hocanın üçüncü ciltte Bediüzzaman Said Nursi üzerinden ve onun yazdıklarından modernleşme ve İslâm, bilim-din çatışması/uzlaşması, Said Nursi’nin bu konulardaki tavrı vs. incelemesi önemli fakat bu konular biraz daha spesifik ve ehline hitap eden konular diye düşünüyorum. Fakat bu bölümden sonra gelen “Halk Müslümanlığı” konusunun hem İsmail Hoca’nın en önem verdiği konuların başında geliyor hem de daha çok kişinin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Herkesin fikir belirttiği bir konudur bu. (Dinle pek alakası olmayanların -hatta daha çok onların- ve selefi görüşe sahip olanların en azından kandil gecelerinde, bunlar bidat, kandil mandil yok dediklerini duymuşsunuzdur en azından) İsmail hoca bu konuda daha itidalli. Onu hep okuyanlar zaten bunu önceden biliyordur ama bilmeyenler için şu paragraf açıklayıcı olacaktır:

Halk Müslümanlığının dinî açıdan tenkide açık (belki bir kısmı tamamen dine aykırı veya çok tahrife uğramış) taraflarının olması ile bütünüyle Halk Müslümanlığı karşıtlığını birbirinden ayrı ele almak ve öyle değerlendirmek uygun olur zannederim. Halk Müslümanlığı esas itibariyle büyük kalabalıkların dini anlama ve yaşama biçimlerinin, hissiyat ve maneviyat âleminin, dünya ve hayat tasavvurunun tamamı olarak mütalaa edildiği zaman hem İslâmın farklı coğrafyalarda ve kültürler içinde nasıl anlaşıldığı ve o kültürlerle nasıl münasebete geçtiği hem de bugün için taşıdığı kuvvet ve zaaflar açısından kıymetli ve verimli bir alan haline gelecektir. Halk Müslümanlığıyla alakalı yasakların ve ideolojik söylemlerin, karalamaların olduğu Türkiye için bu daha da mühim meseledir.

Hoca böyle inanıyor ve söylüyor çünkü Halk Müslümanlığı bahane edilerek dini bertaraf etme derdi olanların (en azından bir zamanlar) varlığından bahsediyor: “…cumhuriyet devrinin siyasî elitlerinde ve aydınlarından daha sert ve açık olarak görülecek olan şey, Müslümanlığın, Müslümanlaşmanın ve bunun tezahürlerinin, bu meyanda ortaya çıkan taleplerin neredeyse tamamının, alt ve değersiz/yanlış bir kategori haline getirilen Halk Müslümanlığı da devreye sokularak ‘irtica’nın yahut ‘bâtıl itikatlar’ın artışı olarak sunulması ve bu yolla aslında dinin mahkum edilmesi, giderek ‘istenmeyen’ kısımlarının, bazı tezahürlerinin devredışı bırakılması yahut çatışma/biçimsizleştirme alanı haline getirilmesidir.

Bunlardan başka Alevilik incelemesi (bu tabiî bir ‘Alevilik nedir?’ yazısı değil. Sünnilik ve Aleviliğin geçmişi, birleşimi, niye ayrıldığı, Şiiliğin ve Sünniliğin birlikte olduğu yerler vs. detaylı bir yazı), Bernard Lewis üzerinden ırk/etnisite ayrımı ve gelişim süreci, dinlerarası diyalog garabetinin iç yüzü, nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması olayı, laiklik konusunda klasik tanımın dışına nasıl çıkıldığı, misyonerlik konusu ve faaliyetleri detaylıca incelenen ve ilgi çeken konulardan. Çünkü sadece fikir üzerinden hareket etmiyor İsmail Hoca. Aynı zamanda birçok örnekle bu fikri destekliyor.

“İnşaat Ya Resulullah”

Son bir konuya daha değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü fazlasıyla uzadı. Tanıl Bora editörlüğünde hazırlanan bir kitaptan mülhem başlıktan da anlaşılacağı üzere bu, İsmail Hoca’nın ülkemizdeki mimari faaliyetleri, daha çok yapılan (ama nasıl yapılan!) ve yapılmayan camiler özelinde incelemesi konusu. Şu alıntı da aslında yeterli açıklamayı yapacaktır:

Cami kapatan ve satan tekpartili yıllarda değil, daha dün yapılan ve büyük şatafatlarla açılan Galataport binaları Nusretiye Camisi’nin ve Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Camisi’nin denizden görünüşünü tamamen denebilecek şekilde kapattı biliyor musunuz? Duyan, gören, ilgilenen, ‘büyük ve şerefli tarihimiz’, ‘kadim medeniyetimiz’, ‘mabetlerimiz’ diyen, el kaldıran, karşı çıkan, hatta süreci fotoğraflayan, resimleyen oldu mu? Bursa’da Ulucami’nin karşısına o şeddadî ve çirkin TOKİ binalarını kıyamet alameti gibi kim dikip şehrin bütün tarihî dokusunu ve Ulucami’yi ezdi geçti biliyor musunuz? Hiç değilse fotoğraflarını gördünüz mü?"

Bu suçun çoğu maalesef, Hoca’nın da dediği gibi kendini muhafazakâr kabul eden zümrenin. İsmail Hoca tek parti döneminden zaten ümitli değil, onlar da zaten ortada ecdat, medeniyetimiz vs. diye dolaşmıyor. Sorun, bu tür şehir ihanetlerinin bu tür davaları savunur görünenler eliyle yapılması. Paranın sıcaklığı estetik, medeniyet, ecdat sevgisi falan bırakmıyor. Halk mı? Bir otobüsteyken, gökdelenlere bakıp “Allah razı olsun bunları yapanlardan” lafını işittikten sonra bu halktan pek ümidim kalmamıştı zaten.

Bitirirken…

Yoğun, kapsayıcı, yorum gücü kuvvetli ama bir o kadar da rahat anlaşılabilir bir kitap RCDK. İsmail Hoca belli ki eseri için çok titizlenmiş ama değmiş. Bu ayarda ve hacimde bu konuları işleyen başka bir kitap hatırıma gelmiyor. ‘Resimli’ ismini sonuna kadar hak eden bir kitap ayrıca. Sadece resimler bile titizliğin ve ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor kitabın. Fakat şunu da belirtelim tekrardan: Bu kitap Müslüman zaviyesinden, cumhuriyet döneminde dinin ve Müslümanların uğradığı haksızlıklar penceresinden bakıyor olaylara. Türkiye’de bir şekilde İslâm dairesi içinde yer alıyorsa bunu okuyan kişi, RCDK ona çok şey söyleyecektir. Ama tamamen zıt fikirdeki kişilere bu kitaptakiler çok da bir şey söylemez diye düşünüyorum. Fakat son noktada bu konuları çalışacaklar için de geniş ve son derece verimli bir eser ortaya çıkmış. Eksikleri yok mu? Elbette var ama bu yoğun ciltler bile sonraki baskılarda ve yıllar biraz daha geçtikçe özellikle son 25-30 yılı daha da çok içerecek şekilde genişletilebilir diye düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

2 Ocak 2024 Salı

İstanbullu sahafların söylediğidir

Kitabı hayatın önemli bir noktasına yerleştiren insanlar için sahaflar önemli mekânlardır. İster normal bir okur olun ister profesör olun bu mekânlar bizler için, yani Tekin Şener’in deyimiyle “yazıyı ve yazgıyı takip edenler” için farklı yeri olan yerlerdir. Tabiî ki büyük şehirlerden bahsediyorum, derin bir âh çekerek. Okuma oranlarımızın yerlerde süründüğü ülkemizde buna paralel kitapçı/sahaf sayımız da yerlerde sürünüyor. Ve ben her sene “şu kadar milyon kitap basıldı, şu kadar satıldı, aslında dünyada ilk bilmem kaçtayız” diyen yayıncı/yazarlarımızı da kale alamıyorum. Çünkü, başka bir yazımda da belirttiğim gibi kültür alanında varoşluğun tam ortasında yaşıyoruz. Çok kitap okunan bir ülkede kitap alıp okuyanlara tırnak içinde aptal gözüyle bakılmaz. Çok okunan bir ülkede kitap elden çıkarılacak ilk nesne gibi görülmez. Bu ancak varoşluğun kültür kabul edildiği ortamlarda olur. (Bir soruya Nedret İşli’nin verdiği cevap bu durumu güzel özetliyor aslında: Ülkemizde mali müzayakalarda, bahar temizliklerinde, evlerde yer açma çabalarında, hane değiştirmelerde, ölüm sonrası tasfiyelerde satılacak emtia olarak akla evvela kitaplar gelir.) Bu ortamlar da kitabın hatta “muhabbetin” eksik olduğu yerlerdir. Şunu düşünüyorum: Nüfusumuza göre oranlarsak, az sayıda ama çok okuyan insanımız var. Zaten yayın dünyası da bu okurların hatırına dönüyor.

Sahaflardan konu nereye geldi. Evet, İstanbul dışında biraz Ankara, Bursa, Konya’yı belki, sahaf/kitapçı konusunda sayabiliriz ama diğer şehirlerimiz maalesef çok yetersiz. Saf sahaftan bahsediyorum. Yoksa dükkân dönsün diye kitabın yanında kırtasiye ürünü de satanlardan bahsetmiyorum. Eski, değerli kitap alan/satan, bu işten anlayan insanlardan yani. Ki bu insanlar İstanbul’da bile azalıyor artık. Babadan hatta dededen gelip oğula devredilen bir iki sahaf biliyorum. Bunun dışındakiler maalesef Sahaflar Kitabı’ndaki sahaflardan sonra ömrünü tamamlayacak. Anladığım kadarıyla ve emin olmamakla birlikte Nedret İşli’nin oğlu devam edecek Turkuaz Sahaf olarak.

Biz, Selçuk Altun’un deyimiyle kitapçokseverler bir kitabı fiziksel olarak sevmenin dışında kitabın akıbetini/geçmişini, manevi değerini de sever ve kitabın izini sürmek isteriz. (Halil Solak’ın Kitap Sevenler Cemiyeti bu minvalde mutlaka okunması gereken eserlerdendir.) Ayrıca kitaplar/sahaflar hakkında yazılan kitapları ve sahafların konuşmasını da isteriz. (Bu açıdan da Turan Türkmenoğlu’nun Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim kitabı mutlaka okunmalıdır.) Bu istek ve merak beni İsmail Kara, Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun hazırladığı ve 2022’de yayımlanan Sahaflar Kitabı: Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar kitabına götürdü. 2022’de yayımlandı bu kitap ancak bu söyleşilere 2009’da başlanmış ve geniş bir süreye yayılmış. Bu sebeple maalesef söyleşi yapılan iki sahaf kitabı göremeden dünyasını değiştirmiş.

Kitaptaki konuşmalar genelde Kadıköy sahafları veya Kadıköy’le bir şekilde irtibatlı olan sahafların konuşmalarını içeriyor. (Enderun ve Turkuaz Sahaf konuşmaları hariç.) Çünkü Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun mesaisi daha çok buralarda geçmiş ve sadece buradaki veya Kadıköy irtibatlı sahaflarla olan konuşmalar bile -sadece 8 sahafla konuşulmuş olunmasına rağmen- Dergâh Yayınları’nın büyük boy baskısıyla ortalama 450 sayfayı içeriyor. Kitaptaki isimler ise şöyle: Enderun Sahaf’tan İsmail Özsoy ve İsmail Erünsal, Sahaf Hilmi’den Hilmi Merttürkmen, Müteferrika Sahaf’tan Lütfü Seymen, nam-ı diğer Sakallı Lütfü, Turkuaz Sahaf’tan Emin Nedret İşli, Nigar Sahaf’tan Asuman Bektaş, Babil Sahaf’tan Lütfi Bayer, nam-ı diğer Babil Lütfi ve Bahtiyar Sahaf’tan Bahtiyar İstekli. Bir de her sahafla ilgili, söyleşilerin sonunda bir yazı mevcut. Bunu da o sahafla daha çok mesai harcamış, ünsiyeti olan insanlar yazmış. (Mustafa Kutlu da yazmış mesela.) Bu yazılar da söyleşilerden sonra güzel bir tat veriyor kitaba. Çünkü yormayacak derecede ve uzunlukta bu yazılar.

Kitaplar veya sahaflar hakkında kitap okumak aslında çok güzel bir okuma biçimi olmakla birlikte okurken insanı üzüntülü bir duruma da sokabiliyor. Çünkü o maddi ve manevi değeri yüksek yazma eserlerin, imzalı kitapların, ünlü şahsiyetlerin kütüphanelerinden çıkmış kitapların akıbetini öğrenmek insanda bir burkulma hissi oluşturuyor. Kitaba çok da değer veren bir millet olmadığımız için bizden kaçırılan veya devlet eliyle gönderilen arşivlerin arkasından kitapseverler olarak ancak üzüntüyle bakabiliyoruz. Mesela Muallim Cevdet’in Bulgaristan’a hurda kâğıt olarak sattığımız arşivi, Türkiye’de ilk duyuran kişi olduğunu öğrenip olayın iç yüzünü okuyunca bir sızı oturuyor insanın içine. Ki Cevdet de bunu, arşiv kamyonla götürülürken düşen birkaç parçayı bulmasıyla öğreniyor ve güzel ülkemizin öyle haberi oluyor. Fakat burada bir ikilem doğuyor okur için. Acaba bizde kalıp -zamanında- SEKA’ya gitmesi mi daha iyi olurdu yoksa dış ülkelere gidip en azından dünya üzerinde kalması mı? Elbette insan bir süre sonra “gitsin de kurtulsun” noktasına gelebiliyor. Kitaptaki birçok sahafın düşündüğü gibi.

Kitapta gerçek bir kitapseveri en çok üzen şeylerden biri İsmail Özdoğan’ın kendi söyleşisinde belirttiği ve üniversitelerin hâlini gösteren bir olayla kendini gösteriyor. Önce olayı Özdoğan’dan dinleyelim: “…işte Özege çıktı Eski harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu yaptı. İddiayı görüyor musunuz? Tarih-i Raşid de o katalogda, maydanoz hakkında yazılmış bir eser de orada. Bunların hepsini toparladı kendi kendine, kataloğunu yaptı ve Erzurum Atatürk Üniversitesine hediye etti. Üniversitenin yüz karası olacak bir şey de söyleyeyim size. Özege merhum, kitaplarını hediye ettikten sonra dahi devamlı her hafta kitap alıyor, kitapları paketleyip gönderiyordu. Bir seferinde Seyfettin Bey’e mektup yazdılar, -bu mektubu çok isterdim koleksiyonuma koymayı- Erzurum’dan. ‘Artık kitap koyacak yerimiz yok lütfen bundan sonra kitap gönderme’. Buyurun bakalım.

Celal Şengör Türkiye’de üniversite yok derken haklı mı acaba? Çünkü Şengör bu tespiti yaparken sadece eğitim kalitesini değil kütüphanedeki kitap sayılarını baz alarak da yapıyor. Türkiye’de kütüphanesinde (ona kütüphane denirse) 500 tane kitap olan üniversiteler olduğunu söylüyor Şengör. O kadar kitapla ne bilim yapılır ne de bir verim alınır. İsmail Özdoğan’ın bahsettiği olay da zaten bize utanç olarak yeter.

Bu tür kanayan yaramızla ilgili çok olay var söyleşilerde. Zaten Beyazıt Sahaflar Çarşısı bile son haliyle kanayan yaramız olmaya yeter de artar. Ancak ümitli şeyler de yok değil. Mesela Nedret İşli sahaflığın bitmeyecek bir meslek olduğunu savunuyor ve gelişen teknolojiyle kitapları aslında birbirine karıştırmamamız gerektiğini belirtiyor. Ona göre sahaflık geleceği parlak olan bir meslek: “Sahaflık ölümsüz bir meslektir. Teknolojinin hızla ilerleyişi bu mesleğe bir sekte vurmaz. Kitap her zaman gerekli olan, her zaman var olacak olan bir eğitim/kültür aracıdır. Bunun için sahaflar bilgisayar sistemlerinin, alıp satacakları kitapları gelecekte yok edeceğine inanmamaktadırlar. Belki de ileride elektronik yayınları, bilgileri, CD’leri temin eden elektronik sahaflar oluşacak. Ama dünyada evvelce basılan milyonlarca kitap yok olmadığı sürece sahaflık yaşayacaktır.

Nedret İşli’nin bu söyledikleri bazılarına romantik gelecektir, bazılarına da ümit verecektir. İnşallah diyelim, Nedret İşli haklı çıksın. Kitaptaki söyleşiler amacına uygun olarak gerçekleştirilmiş. Soruyu soran da cevap veren de çok kaçamak davranmamış ve bu durum ortaya hem net hem de hacimli söyleşiler çıkmasına neden olmuş. Sahafların nadir de olsa bazı sorulara cevap vermeme isteği göze çarpıyor ama bu konuda soruyu soranları tebrik etmek gerekir çünkü yeterince zorladıkları görülüyor sahafları. Ancak son tahlilde kimseye zorla bir şey söyletilemez. Bir de soruyu soranın ismi baş harflerle belirtilse ve konuşmaların sonunda konuşmanın yapıldığı tarih belirtilse daha iyi olabilirdi okur açısından.

Biz okurlar için kitap çok değerli bir meta olabilir ama sahaf için son tahlilde ekmeğini kazandığı bir ticaret aracı. Sahafların zaman zaman bazı söylemleri bizim gibi normal okurlara garip gelebilir ama gerçek şu ki kitabı ticari bir araç gibi görmedikleri takdirde bu mesleği yapamazlar. Zaten sahaflık için önemli olan bir kitabı elinde bulundurmak değil, o kitabı görüp daha sonra da satmış olmak. Sonrası koleksiyoner veya okurlara kalıyor.

Kitapta elbette her okurun daha yakın hissettiği veya konuşmanın içeriğine göre daha çok hoşuna gidecek söyleşiler olacaktır. Ben en çok İsmail Özdoğan, Emin Nedret İşli, Lütfi Bayer ve kitaptaki tek kadın sahaf olan Asuman Bektaş’ın konuşmalarını çok sevdim. Özellikle Lütfi Bayer’in konuşmasında diğer konuşmalardan ayrı olarak fikrî bir yön de bulunuyor. Kültür ve eğitim hakkında düşünen biri Bayer ve bunu hemen fark ediyorsunuz.

Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar gerçek okurları bazen üzecek ama yine de kitaplar hakkında konuşulan bir halkanın içine dâhil edecek okuyucuyu. Bu da her şeye rağmen kitapseverlere büyük bir keyif verecek.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

11 Mayıs 2023 Perşembe

Geçmiş günlüklerden yakın risaleler

İçimden Geçen Günler, İsmail Kara’dan okuduğum ilk kitap oldu. Dergâh Dergisi’nden yazılarına aşina olduğum ve tanıdığım bir yazardı Kara; ancak kitabını okumak kendisi hakkındaki fikrimi netleştirdi. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’nin en entelektüel ve en iyi deneme yazarlarından biri bana göre. Buna aynı zamanda sınırsız açık görüşlülüğünü, eleştirel düşünme becerisini ve bunu deklare etme cesaretini de ekleyebilirim. Şunu söylemek istiyorum: Edebî ve fikrî çevrelerde kendi mahallesinden dışlanmamak, aforoz edilmemek için mahallesindeki olumsuz durumlara susan çok kişi var. En azından, yanlışı yanlış gibi görse bile “biz kendi içimizde hallederiz” düşüncesinde olan çok yazar/şair takımı var. Buna örnek olarak yakın zamanda Hatıralar’ı yayımlanan rahmetli Sezai Karakoç beyefendiyi gösterebiliriz. Sezai Bey mesela, Necip Fazıl beyin bazı olumsuz davranışları olabileceği ama ona, solculara karşı destek çıkılması gerektiği düşüncesinde(ymiş). Yani “kol kırılır yen içinde kalır” diyordu. İsmail Kara ise “herkes eleştirilebilir/eleştirilmelidir” tavrındadır ki bence bu tavır daha kıymetlidir. Çünkü öbüründe maalesef işin kişiler bazında “tanrısallığa vardırma” şekline girdiğini yıllardır hem edebiyat hem de siyaset sahnesinde görüyoruz. Bu açıdan İsmail Kara beyin kitabında en önem verdiğim tavrı, bu duruşu oldu. Ve bir de kaybetmemeye çalıştığı adalet duygusu.

Kitap, İsmail Kara’nın zamanında (eski tarihli de var daha yakın tarihli de) tuttuğu günlüklerinden yola çıkıp bu günlüklerin günümüze de uzanabilen şekliyle bir fikir veya anılara dönüşmesi şeklinde ilerliyor. Fakat bu anılar hoş birer konu(şma) olsun diye değil bir yere bir fikre varabilmek veya bunun yolunu açmak için anlatılmış: “Günlük hacmini çoktan aşıp mesele metni haline gelen bu kitaptaki yazıları günlük tutmanın hakkını vermek, bazı günlük notların hukukunu daha bir gözetmek ve onları aynı zamanda bir probleme yaklaşmak, belki bir müzakere alanı haline getirerek bugüne doğru uzatmak, bugüne dahil etmek, menfi mânasıyla ‘tarih’ olmaktan kurtarmak için kaleme aldım. … Her yazının ilk cümleleri, ilk paragrafları, ilk meseleleri, ilk hissiyatı ve hükümleri, vurguları yıllar öncesine dayanıyor. Onun için hepsinin baş kısmında bir tarih var, o zamanlardan haberler getiriyor.” En güzeli de hep aşina olduğumuz kişilerle beraber olduğu için sadece yazarın kendisinin değil bir bakıma çevresinin de anılarını okumuş oluyoruz. (İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi vs.)

Dört ana bölümden oluşuyor kitap: Görmek Bilmek Anlamak, Tarih Bizim Neyimiz Olur, Mekanlar ve İnsanlar Arasında, Kitaplarla Hemhal Olmak. Elbette bu dört başlığın kendi içinde birçok alt başlığı da var. Bu başlıklar altında Müslüman gençlere de eleştiriler var İslamcılığa da, Türkçe ibadet isteyenlere de var İbrahim Arvasi'ye de, Necip Fazıl’a da var bürokrasinin (üstelik yakın görüşlerde bir iktidar olmasına rağmen) nasıl farklı(?) işlediğine de. Bürokrasi konusuna en iyi örnek, İsmail Hoca’nın şair Mehmed Akif’in mezarıyla ilgili bir konuda (kendi deyimiyle, bunu zaten bakanlığın yapması gerekiyor) çırpınışına aldığı cevapları gösterebiliriz: “Pusulam tam cevapsız kalmadı ama muhatap olma biçimleri ve seviyesi -bence âdaba mugayir olarak- birden değişti; mesele iş yapmak değil idare-i kelâmda bulunmaya intikal etti. Bürokrasinin en iyi yaptığı şey… (Mesele Akif olmasa bu yazışmalara muhatap olmayı kabul etmez, merciine iade ederdim). Bürokrasi hem hiçbir şey yapmayacak hem de her şeyi yapıyor ve de haklı gözükecekti. Yapılması gerekeni yapmak değil benim olmazlara ikna edilmem için lüzumsuz ve hiç de inandırıcı olmayan çabalar öne çıkmaya başlamıştı. Bildiğimiz hikâyelerdi bunlar…” Tabii yazının başından beri İsmail Hoca’nın eleştirel tavrından bahsediyorum ama bu tavrı yakın zamanlarda çok görmediğim ve değer verdiğimi için bunu yapıyorum. Yoksa bu kitap salt kişi veya kurum eleştirisi değil kesinlikle. Yazarın kendisinin de dediği gibi bir meseleye ulaşmaya çalışan bir kitap. Yani çok dikkat çekici fikir yazıları da geniş yer kaplıyor kitabın içinde.

Fakat bu kitabın asıl dikkat çekici yönlerinden biri dipnotlar yönünden çok zengin oluşu bence. Öyle ki sadece dipnotlar üzerinden bile birden fazla kitap yazabilirmiş İsmail Hoca.

Kitabı ben 2022’nin son günlerinde okudum ve geçtiğimiz yıl okuduğum en iyi bir iki kitaptan biri olarak listeme kaydettim. Sadece hatırat veya günlükten ziyade ucu farklı meselelere uzanan kitaplar daha ilgi çekici oluyor ki İsmail Hoca bu örneğin zirvelerinden birini ortaya çıkarmış bence. İçinde eleştirilere değer vererek, benim mahalleme laf söyledi gibi alınganlıklara girmeden, yazarın meselelerini sahiplenerek okumak, okuyucu için büyük kazanç olacaktır.

(Kitapta bir de İsmail Kara’nın kişisel arşivinin Sabahattin Zaim Üniversitesi aracılığıyla dijital ortamda erişime açılacağı bilgisi vardı. Bu durumu İsmail beyin kendisine sorduğumda, yakın zamanda, hazırlanan bir kısmının erişime açılacağı bilgisini aldım. Bunu da merakla bekliyoruz, çünkü kitabı okuyanlar fark edecektir ki yazar çok geniş ve ilgi çekici bir arşive sahip. Notlar, fotoğraflar, gazete kupürleri vs.)

Mehmet Akif Öztürk

23 Ağustos 2022 Salı

Bir insan ne kadar tanınabilir?

Sûfiler "ilk hâtır"ın ehemmiyetine dikkat çekerler. Akla ilk düşen, gözün ilk gördüğü, kalbin ilk sezdiği, iç ve dış duyuların ilk hissettiği şey önemlidir ve ona itibar edilmelidir. Çünkü tabiî, müdahalesiz ve sansürsüzdür... Sonra akıl, zekâ, nefis, hesap kitap devreye girer ve işler değişir, dönüşür..." diye tanımlıyor ilk hâtrı İsmail KaraDağ Ne Kadar Yüce Olsa adlı kitabının “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri” kısmında. “İfade-i Meram” ile Dağ Ne Kadar Yüce Olsa kitabının bir devam kitabı olduğunu öğreniyoruz. Sözü Dilde Hayali Gözde'de 22 isim var imiş, hatıralara ve denemelere konu olan, bir bakıma ahde vefa gösterilen, hatırası yaşatılmak istenen. İsmail Kara Hoca eserin hemen başında yazmayı bir görev olarak gördüğünü ve bu sebeple yazdığını söylese de yazdıkları; bir bakıma gün olur asra bedel hikayesinden kalanlar, bir bakıma kendince musahabe ve muhasebenin, kendiyle dertleşmenin, kendine anlatmanın, şimdiden an’dan kurtulup geçmişe kanatlanmanın vesilesidir desek meramımızı daha sarih ifade etmiş oluruz. 2005 yılında ilk baskısını yapan portre ve tarihe bırakılan hatıraların ikincisi için 15 yıla yakın bir süre bekledik okurlar olarak. Beklenilen 15 sene sonra, beklemeye değmiş 15 sene sonra; bakalım misafirlerimiz kim, güzergâhımız nereler ve konularımız neler? Devam kitabı yönünden değerlendirilebilecek esas mesele acaba 15 sene içerisinde Türkiye’de değişen nedir?

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa'da 12 misafiri var okurun ve misafirler içerisinde bilge mimar Turgut Cansever, Ayşe Şasa, Bekir Topaloğlu, Orhan Okay gibi tanınan ve bilinen hocaların yanında, İsmail Kara Hocanın merhum annesi ve babası, Dergâh Yayınları'nın hikayesinde önemli bir yeri olan Cahit Çollak beyefendi, bu yazının yazarının hemşehrisi Abdullah Kucur gibi isimler bulunmaktadır. Aslında hatırat/deneme olarak kaleme alınan yazılar içerisinde sadece bu 11 isim değil, bunların etrafında yolu kesişen, muhabbet halkasına dahil olan isimler de hafızasından geçiyor okurun ve yolculuğa dahil oluyor okur. Kitabın her bölümüyle farklı bir coğrafya içerisinde gezintiye çıkan okur, anılan kişinin mevkii ve meşguliyetiyle farklı bir ortamın havasını teneffüs ediyor. Bazı isimler yönünden çok samimi, sıcak ve içten hatta özel denilebilecek nitelikte duygu ve his yönünden satırlara sığmayan sadırdan gelen bir anlatım varken, bazı isimler yönünden bir meselenin tartışılması ve gözden geçirilmesi ile mesele etrafında şekillenen bir okuma ve muahezenin yer aldığı görülüyor.

İfade-i meram girişinde kitabın yazılışı ve portre okumasının özeti verilmiş ve okuru neyin beklediği ve kitabın kısa bir özeti ifade edilmiştir: “Hatırat ve portreler üzerinden bir bakıma başkalarının/öncekilerinin intiba, tesbit ve tanımalarını, zorlu ve/ya zevkli hareketlerini kendi tecrübelerimize katarak birlikte yaşadığımız inşaları, kendimizi daha vasıflı bir şekilde ve bütün kuvvet ve zaaflarımızla anlayabilir, bu yolla anlayış ve insanlığımızı yükseltebiliriz. Bunların üzerinde, bunların da sayesinde insanı/insanımızı tanımak, safları sıklaştırmak yahut iniş çıkışlı yollarda nasıl mesafe kat edeceğimize dair tutamaklar yakalamak daha bir imkan dahiline girebilir.” Portre okumaları sadece edebi anlamda, yahut bir hatırlama ile sınırlı kalmayacak nitelikte bir dönem ve devir okuması da sayılabilecek ve yaşanılan toprakların tarihine ışık tutulabilecek, yaşanılan toprakların örf ve adetleri okunabilecek, yaşanılan toprakların hikayesi ele alınacak çok yönlü bir okumaya davetle birlikte, okumanın ders niteliğinde olması da amaçlanmıştır. İfade-i meramın kapanışı ve portre okumalarına girişin hemen öncesinde de İsmail Kara Hoca tarafından küçük ve mühim bir not düşülmüştür: “Geçmiş tekrarlanmaz ama “geçmiş geçmez”, farklı usul ve yollarla bugüne ve yarına, bugünün ve yarının ihtiyaçları ve arayışlarına güçlü bir unsur olarak dahil edilebilir veya kendisi müdahil olur. Hatırat ve portreler ise köprü vazifesi görme potansiyeli yüksek ve unutulanları hatırla(t)ma imkanları geniş metinlerdir.

Portrelere giriş ve okuma notlarına kısa bir girizgah ile birlikte ilk yolculuğumuz ve birkaç kere daha dönüş yapacağımız mekan Güneyce Köyü, İsmail Kara Hocanın memleketi, hatıratın misafiri ise “Natıkası Kuvvetli Bir Muallim, Gayretli Bir HocaHacı Süleyman Efendi. Güneyce’nin ilk resmi imamlarından olan Süleyman Efendi’nin sesi gür ve vaazları meşhur. Köy yerleşim yerinden imamın sesinin gür olmasının ehemmiyeti bugün için pek düşünülmese de, teknolojinin yetişmediği ve gelişmediği yerlerde ne anlam ifade eder diye düşünmeli ve hocaya kulak vermeliyiz: “Uzak yerlerde, dağ başlarında, ıssız ormanlarda tek başına çalışan bir kadın, bir kişi için ezan sesi/insan nefesi duymanın ne büyük bir nimet ne kadar yakın bir arkadaşlık ve yalnızlıktan kurtulma hissi olduğunu bilmem ki tahayyül edebilir misiniz! Hele kapalı havada…” Köyde ve köy halkında camide imam olmanın yankısı ve varlığı yanında cumhuriyet için camilerin varlığı ve imam olmanın meşakkatli ve hayli zor bir uğraş olduğu göz önüne alınıp üzerine epey düşünülmesi icab ederse de devam eden sayfalarda tutulan teftiş raporları bir nebze de olsa açıklığa kavuşturmaktadır cumhuriyet ile cami meselesini.

İkinci güzergahımız ise İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tasavvuf Tarihi ve misafirimiz Selçuk Eraydın Hoca. Hatıratın bu kısmında İsmail Kara Hocanın hocalık ve yaşantısı ile biraz muahezesi bulunmakla birlikte bazı düşünceleri yönünden yanılma denilemeyecekse de beklentilerin üstünde bir hocalık söz konusudur. Yolcuğumuzda üçüncü durağımız İstanbul ve misafirimiz bir hoca hanımefendi; Necla Pekolcay. Necla hoca yönünden hatırda kalacak, bölüm girişinde yer alan mütebessim çehre ve kucağında yer alan kedi ile yalnızlık ve hastalık olsa gerek.

Dördüncü güzergahımız ise bilge mimar dendiğinde hafızada canlanan, istisnai bir kişilik ve kimlik olarak Turgut Cansever Bey, konumumuz İstanbul semalarıdır. Turgut Cansever denince aklımda canlanan ilk görsel Bursa’nın göbeğine saplanan, mel’un yapılardır nedense. Adına TOKİ denen, bugün için acele, fırsat ve belki de ihtiyaç ile biraz politika nedeniyle zararları görünmeyen, dört bir tarafımızı sarıp gökyüzünü yok eden, insanın iki ana özünü oluşturan toprak ve havayı, gökyüzüne bakıp nefes alabilmenin imkanını yok eden kurum da denilebilir. Yaşadığı zaman içerisinde her daim yaşanabilir şehir, sürdürülebilir mimari ilkesi ile düşünen fakat uygulama ve inşa noktasında dinlenmeyen, akamete uğratılan mimarımız Turgut Cansever konuğumuz. İstanbul ile birlikte Türkiye’yi omuzlarında yük olarak nitelendirmek gerekir mi yoksa bir vazife bilinciyle çalışmak ve yaşatmak gayesi mi güder Turgut Cansever? Bugün için yaşadığımız toprak emanet, yeryüzü emanet bir sonraki neslin vebalini taşımak yerine, bir sonraki nesle hatta nesillere bırakabilmenin derdini güder, ilke ve prensiplerini bunun üzerine inşa eder. Fakat Türkiye evlatlarına cömert ve nazik davranmadığı gibi kendisine de davranmamıştır. Mimarinin sadece imar, inşa ile alakalı olmadığını aslında her bir kavramın diğer kavram alanları ile irtibatlı olduğunu ifade eder, gayet vazıh bir şekilde: “Hem çirkin, ölçüsüz, kaba yahut insanı, tabiatı ezen, yok sayan binalar, yollar, şehirler yapmak hem de doğruyu, barışı, insanlığı, hak ve hukuku savunmak mümkün ve inandırıcı olamaz.” Çok net ve sert! Şehir ve mimari ile birlikte anılar, eleştiri ile birlikte muhabbet içre bir yolculuk ile devam eder portreler.

Yolumuz ve hikayemizin en ağır, en nevi şahsına münhasır, yazması belki de en zor kelimelerinden ikisi ile devam etmektedir: İlk kısım başlığı kitap başlığından mülhem, okunduğunda tüyleri diken diken eden bir ara başlık. Bu kelimeyi nasıl anlatırsınız deseler, belki de bu ara başlık kadar öz olarak anlatabilecek az kelime bulunur: Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Onun Üstünden Aşar… Çok şey söylenebilir, ama babalar kolay anlamaz, kolay anlatılmaz, kolay anlanılmaz… Bir zorluklar geçidi de denebilir belki... Baba için Lügat365 şöyle diyor: “Kızan, karışan, sinirlendiren. Koruyan, sarılan, özlenen; mânası yokluğunda daha iyi anlaşılan kişi. Bir çok dilde benzerlik gösteren kelime, ba çocuk sesinden türetilmiştir.”. Uzun ince bir yolun, zahmetin, rahmetin, biraz kendisinin, biraz eleştirinin, bazen uyumun ve devrin sesinin, bazen şaşırmanın, bazen karşı çıkmanın, anlaşmanın, bazen anlaşamamanın, bazen boğazda düğümlenenin, söyleyememenin, söylenmeyenin hikayesi. İkinci kelime, kışın gelişi yazdan belli olur fehvasınca çıktı ortaya desek hata etmiş olmayız, fakat İsmail Kara Hoca başlığı böyle uygun görmüş: “Bir Çocuk Ağlıyor İçinde”. Ne yazsak eksik kalır dediğimiz, bazen kolay anlamasa bile, kolay anlatabildiğimiz, anlama konusunda baba ile aynı zorluklara sahip olduğumuz, zorluktan ziyade bir rahmet geçidi belki. Anne için Lügat365 şöyle diyor: “Dünyaya can getirmiş insan; yaşam kaynağı. Türkçe kökenli olan kelime na-na sözünden türetilmiş olan ana kelimesinden evrilmiştir.” Babaya göre daha sade, daha resmi yahut nesnel sınırları geniş fakat anlamı dar bir tanımlama olması dikkat çekiyor. Çilenin ve çekilen dertlerin, susmanın ve gözünde her daim umut taşımanın, oturduğu yerde varlığı hissedilmeyen fakat her daim seni hissedebilen, yokluğunda her şeyin üzerine üzerine gelerek seni yıkmaya doğru gittiğini fark ettiğin anda çağırdığın ve fakat her şeyin geç olmasının, çekip çevirenin, yolunu gözleyenin hikayesi. Yol uzun, insanoğlu yorgun, fakat hayat devam ediyor. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa anne ve babanın hikayesini bir de İsmail Kara Hocanın gözünden hem okumaya hem de sormaya davet ediyor kendine olanı ve hikaye yeniden ilk başladığımız yere Güneyce’ye dönüp kaldığı yerden devam ediyor.

Portrelerden son olarak değinmek istediğim ve hayli önemli bulduğum isim Bekir Topaloğlu hoca olup bölüm başlığı “Bir Neslin Öncü Hocası Göçtükte…” başlığı seçilmiş. Okumada en çok dikkatimi çeken husus olarak hoca ile ilgili anılar ve kalanlar her ne kadar alıntılansa ve aktarılsa da bir yandan İsmail Kara Hoca, bir muhasebe ve musahabeye davet ediyor okuru. Hatırat ve deneme formatından uzaklaşıp daha akademik bir üslup ve tartışma ortamı da denilebilecek bir yazı olması ve kitap içerisinde hatırat ve deneme formatından uzaklaşılarak bir okuma yapıldığı tespitiyle birlikte bu bölüm kısa ve öz olarak bir “nesil” okuması olarak tavsif edilebilir düşüncesindeyim. Hoca Türkiye’de “Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman ve Tayyar Altıkulaç üçlüsünün etrafında” bir neslin okumasını, artıları ve eskileri ile sonraki döneme yansımalarını kritik etmekte, o dönem içerisinde İmam Hatip Liseleri ile devletin ve bürokrasinin tahakkümü okuması yapılmakta, bir tarafta ise Türkiye’nin her geçen gün gündemini daha fazla işgal eden din diyanet ve siyaset ilişkilerini masaya yatırmaktadır. Bir isim üzerinden, bir hareket; bir hareket üzerinden, bir dönem; bir dönem üzerinden Türkiye yakın tarihi, dini grupları, arayışları, bulunanlarının serencamı ele alınmaktadır. Aslında bir bakıma İsmail Kara “Nesil” hareketi adını verdiği ve “etkileri itibariyle fazla örneği olmayan bir vâkıa”yı dar alanda kısa paslar ile okuma çalışması ile birlikte, aslında mühim bir meselenin tartışılması için bir küçük kıvılcım ile yeniden ateşi parlatmak istemektedir desek ifade-i merâmımız anlaşılır.

Kitapta yukarıda değinilen isimler dışında kalanların okumasını okura bırakıyoruz. Kalan isimlerden “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri…” başlığında yolumuz, yolunuz bir hemşehrinin yoluna Yalvaç’a düşüyor mesela tevafuk da denilebilir tesadüf de. Yalvaçlı Abdullah Kucur’un İstanbul’daki hikayesini dinliyoruz. “Ağır Akan Bir Tebessüm” ile yolunuz Anadolu’nun uzak ve soğuk diyarına düşüyor yolunuz ve misafir Orhan Okay hoca oluyor. Erzurum’un soğuğu için iç ısıtacak bir hoca ve hatırat da diyebiliriz. Aramakla Bulunmaz'da bir sanat yolculuğu ile İstanbul içerisinde senarist Ayşe Şasa ve onun öyküsü karşılıyor, yazılmayan yahut eksik kalan hatırat ise en büyük dertlenme meselesi olarak bekliyor. Cahit Çollak beyfendiyi vefatının üzerine Dergâh dergisinde çıkan yazılardan aşinalık ile biliyoruz, bu yazıları da hatır da tutarak sade bir başlık fakat vurucu: “Bu Dünyadan Cahit Çollak da Geçti.”. Açılışı bir muallimle yaptığımız gibi kapanışı da yine bir muallim ile yapıyoruz, portreler 2 için son misafirimiz “Hâzâ Muallim (Nail Bayraktar)” oluyor.

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa (Portreler 2) ile birlikte 12 isim etrafında oluşan daire ve halkalar arasında geziyor okur. Bazı hatırat görev kabilinden yazılması icap eden, vazife diyebileceğimiz bir bilinçle yazılmış, bazı hatırat ahde vefanın örneği olarak kaleme alınmış, bazı hatırat Türkiye’de bir okuma yapmanın ve Türkiye’nin yakın tarihinin kritiğine adanmış, bazı hatırat muaheze için mevcut durum ve olması gereken eleştirisi içerisinde emeğin öyküsüne adanmış.

Açılışı “Dost Bir Göze Aşina Dedikleri…” ile yaptığımız gibi kapanışı da hemen devamındaki paragraf ile bitirelim: “Sonra biraz daha tanıştık, biliştik, yakınlaştık. Sonra biraz daha… Evet öyle oldu ama bir insan, hele hususiyetleri ve derinlikleri olan biri ise ne kadar tanınabilir? Bir gönüle girmek de bir gönüle ayna tutmak da zor iştir. Zaman ister, önemsemek ister, emek ister, karşılıklı açılmak ister, en mühimi istidat ister.

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com

6 Ocak 2020 Pazartesi

İslamcılık üzerine yeni kapılar açmak

İslamcılık düşüncesi ve hareketi her halükârda Müslüman ve İslami kalmak şartıyla modernleşme süreçlerinin nasıl göğüslenebileceği veya içerilebileceği sorusuna cevaplar arayan, batılılar ve oryantalistler tarafından İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri tenkitleri (saldırıları) karşılayan bunun için teknikler geliştiren, yeni bir Müslümanca hayat ve ahlâk fikri inşa eden, aynı zamanda kaynaklar üzerinden kendini yenilemeye çalışan ve modern dünyaya karşı çıkan, nihayet bunlar için mücadele eden bir düşünce ve akım olarak da tanımlanabilir.

İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet kitabı bu cümlelerle karşılıyor okurunu. Uzun zamandır merak ve hasretle beklenilen, fakat sürekli ertelenen, başka meselelere kurban giden İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 nihayet Dergah Yayınları'ndan okuyucusuna merhaba dedi. İsmail Kara okuyucularının takdir edeceği üzere; dil bakımından her zaman ki ağırlığı ve çetrefil oluşuyla, meseleleri ele alışı açısından ise İsmail Kara’nın kendine özgü dünyasından seslenen bir eserle karşı karşıyayız. İlk cildinde Hilafet ve Meşrutiyet kavramları üzerinden İslamcılık düşüncesi ve İslamcılar irdelenmekte iken, bu cilt üç ana başlığı ihtiva etmektedir: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Üç ana başlığa gelmeden önce uzun bir girizgah ile yazar bazı kavramların ve İslamcılığın kendi nezdinde “sorunlu” alanlarını tartışmakta, eleştirileriyle beraber kavramların değişim ve dönüşümünü, göstermeyi amaçlamaktadır. Konuşmalarında her yazının ve kitabın bir kaderi olduğuna değinen İsmail Kara, kavramların da bir kaderi ve yolculuğunun olduğunu, bir serencam içerisinde dönem ve şartların baskısı ve değerlendirmesiyle beraber değişip dönüştüğünü göstermektedir.

İlk kitabında ağırlıklı olarak Mehmet Akif üzerinden, Safahat’tan alıntılarla giriş yapan ve sık sık Akif’e atıf yapan İsmail Kara, bu eserinde içeriğin de etkisiyle alıntı ve atıflarının yönünü Namık Kemal ve Ali Suavi’den yana Genç Osmanlılar ağırlıklı olarak yapmaktadır. Merhum Mehmet Akif’te eser içerisinde alıntılarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır. İslamcılık dendiğinde akla gelen ilk ismin Akif olması, eserlerinde İslamcılık düşüncesini meşrulaştırma ve temellendirme adına gayreti, veciz dili onu bir adım daha öne çıkarmaktadır.

Kitap her ne kadar üç ana kavram üzerine temellendirilmişse de bu kavramlardan önce bir girizgah ile beraber İslamcılık düşüncesinin ana istikametleri ve problemleri tartışılmakta, kavramların yolculukları, değişen ve dönüşen dünyayı anlama ve anlamlandırma problemleri gibi bir çok mesele de Çağdaş ve İslami kimliğinin yan yana gelip gelemeyeceği, modern kavramların ve modern açılımların asırlık düşünceye vurduğu baltalar yer yer ağır sayılabilecek eleştirilere maruz kalmaktadır. “Düşünce veya siyaset düşüncesi denildiği zaman öncelikle nazarÎ (teorik) ve soyut (mücerret) olanın akla gelmesi beklenir. Bu aşamada yöneten(ler)le yönetilenler arasındaki çok yönlü ilişkileri kuran, açıklayan, anlamlandıran, besleyen, ardından aşağıya doğru, uygulamaya nasıl intikal edeceğine işaret eden bir kavramlar manzumesi söz konusudur.” (sf. 11)

Hemen kitabın başında, pratik olanın soyut olanla mücadelesi, yer yer anlaşamaması, uyumu ve arayışları üzerine bir giriş yer almaktadır. Tabir-i caizse Osmanlı Modernleşmesi ve İslamcılık yeni doğan bir çocuk gibi yeni bir anlamlar ve kavramlar dünyasına adım atmakta, her doğan çocuk gibi düşe kalka büyüme, dünyada kendine yer edinme, bir anlam arayışı içine girmektedir. Düşünce alanında yeni bir dünyaya kapıyı aralayan ve fakat ona ait olmayan, hatta yer yer taban tabana zıtlıkları bulunan bir dünyaya girişte elbette zorluklar çıkacaktır. “Pratikle irtibatlı tarihi akış ve tecrübeler manzumesi, sosyokültürel unsurlar da düşünceyi, siyaset düşüncesini etkileyegelmiştir.”. Bir yanda değişen ve dönüşen bir dünya; öte yanda ise sürekli olarak yenilgi ve toprak kaybına uğrayan imparotorluk, içinde yaşayan düşünürler, ulema ve bütün bu dünyanın ve kişilerin dur durak bilmez arayışı. İşte böyle bir zamanda İslamcılık düşüncesi; düşünce alanında bir uzlaştırma çaba ve gayretiyle kavramlar üzerinden yeni bir dünya inşasına kalkışmak, batı ve doğu geçmişle bugün üzerinden okuma yapmak, pratik alanda adeta paramparça edilen toprakların ahını tutarak elde kalanlara bir gayretle sarılmaktır.

İsmail Hoca’nın konferans ve kitaplarında bahsettiği üzere kitapların bir kaderi olduğu gibi kelimelerin ve kavramların da bir kaderi ve hikayesi var. Zaman içerisinde yaşayan insanlar beraber değişip dönüşmekte, kimi zaman muhalif kimi zaman yandaş olarak kullanılmakta, kimi zaman kendilerine itibar edilip hürmet gösterilmekte, kimi zaman ise silah olarak kullanılıp, saldırıya araç edimektedirler. İşte böyle bir dünya içerisinde kelimelerle beraber değişip dönüşen zamanla beraber yeni olan ve eski olanın kıymeti nedir diye de sorulur? “Çünkü her ne sebeple ortaya çıkarsa çıksın yenilik, yenilenme sadece kendini getirmek ve göstermekle kalmaz, bir “eski” oluşturur ve onun manasını, önemini, statüsünü kendine göre tayin ve tarif eder.”. Her devrin kaderi, her kelimenin devri olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. İslamcılık düşüncesi de bu arayış ve serencamın içerisinde, hem İslami kalmak, hem de modern olmak, Avrupayı ihmal etmeyerek, modernleşerek Müslüman kalmak arayış ve çabasının adıdır. Kimi İslamcılar bu iki uç arasında gidip gelmekte, acil olan ve devrin gerektirdiği şekilde Müslümanlara yönelik mütecavizane hareketlere son verme çabasına girmekte, kimileri ise uzun dönem üzerinden gözden kaçan noktaların olduğu ve telafisi imkansız zararlar için uyarıda bulunmaktadır. İşte böyle bir dünya içerisinde böyle bir zıtlıklar ama aynı zamanda ortak gaye adına arayış çabası İslamcılık düşüncesi içerisindedir.

Çağdaş İslam düşüncesinin dini ve yerli yönünü öne çıkarmak isteyenler modernleşme süreçlerini büyük ölçüde İslam ilim ve kültür tarihinde güçlü karşılıkları olan ihya,ıslah ve tecdid kavramları ile yahut İslamın dinamiklerinin devreye girmesi üzerinden açıklarken modern-Avrupai yönünü belirgin hale getirmek isteyenlerin öncelikleri Batı etkisinden, batılı kavramlardan, onlarla irtibatlı yaşama üsluplarından yana olacaktır. İlki daha ziyade Batı tecrübesi ile farklılıkları ve kendi özgünlüklerini, ikincisi ise onunla benzerlikleri ve yakınlıkları öne çıkarmaktadır.” (sf. 16)

İslamcılık düşüncesinin ana kaynaklarını sıralamak gerekirse; “yeniden tanımlanmış olarak Kur’an ve sünnet ve bunlarla irtibatlı olarak dört halife (hulefa-yı raşidin) devrini içine alan asr-ı saadet, modern-laik Batı siyasi düşüncesi ve kurumlarıdır”. İlk ana kaynak; etrafında sabit durulan bir pergelin ayağı misali temel kaideleri temsil etmekte iken, ikinci ana kaynak ise; dönemin şart ve koşullarında Müslümanların düştüğü çıkmazın içinden kurtulması için arayış için çıkılan kaideleri tespit etmeye yaramaktadır. Tabii ki doğu ve batının tarihsel serüveni ve serencamı, ihtiva ettiği farklılıklar yaşanan deneyim ve tecrübeler incelendiğinde bazı kavramlar açısından iki ana kaynağı uzlaştırmak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tevil yoluyla, zorlama yorumlarla iki farklı dünya bir kavram etrafında uzlaştırılma gayreti gütmektedir. Fakat bu İslamcılık akımı yönünden bazı yorumlar nedeniyle bir zaaf olarak görülmektedir.

Çağdaş İslam düşüncesinin, İslamcılık hareketinin nerede ise bütnü alanlarında görebleceğimiz bir tür “Avrupa’yı Müslümanlaştırmak” ve meşrulaştırmak arzusu ve/ya Batıya onun mantığı ve araçlaıyla karşı koyak ihtiyacı siyasette de devreye girecek, Avrupai değerler ve kavramlar İslamın, İslam-Osmanlı tarihinin rahatlıkla içine alabileceği evsafta tanımlanacak, bunlar yeteri kadar işlemezse zaruret ilkesine sığınılarak çıkış yolu ve meşruiyet aranacak yahut bu fikirler Müslümanlar dahil olmak üzere herkes için eşit değerde, “evrensel” bir “yitik hikmet” hatta İslam dünyasından Batıya intikal etmiş ama bizim unuttuğumuz değerler haline getirilecektir.” (sf. 25)

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde adım adım gelen ve engellenemeyen çöküş üzerine, mütefekkirler çözüm arayışlarına girmişler, her kafadan farklı bir ses çıkmaya başlamıştır. Yeni bir dünya içine girmenin bedeli olacağını öngören mütefekkirler, bedelin en az ödenebileceği bir çözüm arayışı içinde fikir imali için uğraşmakta iken, pratikte ise Osmanlı İmparatorluğu adım adım bir küçülme ve yok olmaya doğru seyretmektedir. Bu çöküşte ilk suçlu askeriye ilan edilir ve bir imparatorluğun modernleşme hikayesi başlar. Nasıl ki problemler bir gün içinde çıkıp büyümedilerse, çözümün de bir gün içinde çıkması ve kurtuluş beklemenin abes olacağı açıktır ama ne yazık ki çözüm üretmede de geç kalınmış, fikir imalinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir dünya içine girilmiştir. Bu dünya içerisinde üç ana akım sayılabilir: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Batıcılık her üç akım içerisinde de kendisine yer bulmuştur; İslamcılık içinde kavramları dönüştürmek yahut kavramların temelinin İslam kaynaklı olduğunu iddia etmek, Türkçülük içerisinde ise nihai ulaşılacak hedef olarak ortaya çıkmıştır. En nihayetinde üç kavramın da birbirinden farklı ayrım ve nüansları vardır.

İttihad/vahdet ve onun altında türetilen kavramlar ve terkipler verdikleri ilk intibanın ötesinde İslam dünyasında yeni bir fert, millet ve vatandaş tanımı yapma arayışının, bunlarla irtibatlı olarak içerde ve mücavir bölgelerde yeni bir siyası (ve kültürel) birlik inşa etme fikrinin, yeni bir kamu hukuku yorumunun kuvvetli bir unsuru olarak vücut bulmuş ve geliştirmiştir.” (sf. 31)

Yeni bir dünyanın kapısını aralamak, o dünyadan kavram transferi yapmak elbette sorunlara, anlaşılmamazlıklara ve tepkilere sebep verecektir. Her toplumun içine doğduğu dünya, kullandığı terkib ve kavramların içinde yaşanılan sosyo ekonomik ve politik ortam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında, alınan her kavramın, değiştirilmek istenen alışkanlıklara tepkilerin mümkün mertebe azaltılması ve kavramında toplumun içerisinden neşet etmişçesine gösterilerek yeni bir dünyaya adım atmak gereklidir. Toplum ya kendisi olarak, kendi anlam dünyasını yeniden oluşturma, tesis etme yolunu tercih ederek, zaman ve zeminle bağlantılı olarak kavramlarını güncelleyebileceği gibi, bunun olmaması ve üzerinde yaşanılan, nefes alınan toprak parçasının tehlikeye düşmesi halinde kavramların alınarak topluma dikte edilmesi ve kılıf bulma yoluyla toplumla uzlaştırma arama çabasına gildilmelidir. İslamcılar da aldıkları kavramların hesabını vermek adına Kur’an-ı Kerim ve sünnetten kavramları çıkartma yoluna gitmiştir.

Bu kavramların meşrulaştırılması örneğinde kitapta meşrutiyet örneği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Yeni Osmanlılarla beraber tartışılan, Avrupa görenlerin devletin düşüşünü yönetim anlayışından bilmeleri nedeniyle saltanat sistemi tartışmaya açılmış, meşrutiyet kavramı, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle toplum tabanında meşrulaştırılmak suretiyle kanun-i esasi ile meşrutiyet arayışına girilmiştir. Meşrutiyetten demokrasiye bu kavramdan İslam Devletine geçen, kavramlar içerisinde bir arayışın İslamcılıkla bağlantısı üzerine okuma notları ile beraber zengin bir tartışma ile İslamcılığın fikri serüveni farklı düşünürler etrafından incelenmekte, zayıf yönleri muahezeye tabi tutulmaktadır.

İslam devleti kavramının getirdiği bir takım neticeler bir başlık altında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Üç ana başlık etrafından İslam devleti kavramı incelenmektedir: Öncelikle din kavramı açısından bir devlet kuram yahut kavramı etrafından değerlendirmeler yer almaktadır: “… meşrutiyetle birlikte başlayan hilafet-saltanat sistem ile ilgili tartışmaların, onun ortadan kalkmasıyla birlikte bir başka merhaleye intikal ederek İslam’ın (Kur’an ve sünnetin) bir devlet sistemi, bir yönetim tarzı öngörmediği, sadece bazı temel ilkeler koyduğu, peygamber kıssaları üzerinden bazı işaretlerde bulunduğu ve bu ilkelere uyan her devlet ve idare sisteminin din zaviyesinden meşru olabileceği fikridir.

İkinci başlık ile beraber İslam Devleti fikrinin temel kaynakları ve argümanlarının ne olduğu üzerinden sabit kabuller eleştiriye tabi tutulmakta, kitabi bilginin zikredilerek yaşanan tarih bilgisinin ve koşullarının görmezden gelinmesinin bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir: “İslam tarih tecrübesinin ve kültürel toplumsal hafızanın büyük ölçüde devre dışı bırakılmasına paralel olarak İslam siyasi düşüncesinin kavramlarının yeni bir okuma ve hiyerarşi tertibi ile, büyük ölçüde Kur’an ve sünnetle sınırlı kalarak yeni ve uyum arayan yorumlarla inşa edilmesidir.” Son değerlendirmeler ise hem İslamcılık düşüncesiyle bağlantılı olarak hem de günümüz dünyasında yer alan tartışmalı bir meseleye ilişkindir: “İslam Radikalizmi, Siyasal İslam: Bir başka şekilde söylersek hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyete, oradan cumhuriyet, İslam Devleti’ne doğru hareket eden yeni İslam siyasi düşüncesi çizgisi bu aşamadan sonra iki ana kola ayrılmaktadır: kollardan biri daha seküler ve laik, daha liberal ve uzlaşmacı bir istikamete, İslam cumhuriyeti ve demokrasisine, oradan liberal (ılımlı-kültürel) İslam’a doğru yol alırken diğer bir hattı da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha “şeriatçı”, daha dar/sade ve sıkı, daha katı, siyasi ve toplumsal talepleri yüksek, mücadeleci, cihadı-şehadeti öne çıkaran ve bunların beklenebilir bir neticesi olarak (dar mütecanisliği/homojenliği sağlamak için) dışlayıcı bir üslup ile İslam Radikalizmine doğru evrilecektir.” (sf. 86)

Kitabın giriş kısmının son bölümü bir değerlendirme ve İslamcıların Siyasi Görüşleri 1 kitabının üzerinden geçen süreçten bugüne kadar elde edilen kazanımların, yahut eksikliklerin, kayıpların neler olduğu, gidişatın ne olacağı üzerine bir fikir teatisi sunmaktadır. Bugün gelinen noktada İslamiyetin temsiliyetinin, dünya üzerinde yer alan konumunun, dünyanın yerleşik söylemi ile bir olup olmadığı, yerleşik söylemin karşısında mı yer aldığı yoksa yerleşik söyleme ivme mi kazandırdığı sorusunda, artılarıyla eksileriyle yerleşik söylemin karşısında yer alan bir İslam’dan söz edilebileceği, bunun ise Müslümanlıktan vazgeçmeden yerleşik söylemin siyasi dili ve düşüncesi ile olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar bu söylem bir çelişkiyi andırsa da, İslamcılığın doğuşundan bugüne arayışın bir ayağı bu düşünce üzerine temellendirilmiş, hakim söylem eleştirilmiş fakat hakim söylemin eyledikleri karşısında hakim söylemden çıkarımlar yapılmak suretiyle arayış içine girilmiştir. Bu görüş kapsamında İsmail Kara Hoca’nın tartışılması gerektiğini beyan ettiği 3 husus bulunmaktadır: "1- Klasik ve modern siyasi düşüncelerin kaynakların ve tarihi tecrübenin İslam dünyasının yakın dönem siyasi-idari tablosunun, tarihi atlamadan ve tarihte kalmadan bir bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmesi ve bugünün ihtiyaçları ve talepleri istikametinde yeniden müzakere edilerek değerlendirilmesi, 2- Yeni tarih ve fikir yorumuna yükselerek, parçalı İslam tarihi anlayışını bırakarak kaynakları ve asr-ı saadeti atlamadan, tarihin siyasi birikimin, geleneklerin içinden ve tenkit süzgecinden geçmek, 3- Yeni bir dil-düşünce-hareket irtibatını hesaba katarak yeni bir siyasi dil ve üslup kurmak.

Bu uzun girizgahı ilk kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen sürede dikkate alınarak, bir değerlendirme, değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek bir hesaplaşmaya ayıran İsmail Kara hoca, sonrasında üç kavramdan ilki olan “Hürriyet Mi Esaret Mi?” başlığıyla kitabın ana meseleleri üzerine değerlendirmesine başlıyor. Namık Kemal’in meşhur dizeleri ve Cenap Şahabettin ile başlayan bölümde Hürriyet kavramı incelenmekte, Hürriyet kavramının çağrışımları ve fikir dünyasında içeriğine karşılık yaşanan dünyada uygulaması üzerinden olan/olması gereken ayrımı yaparak umulan beklenile hürriyet ile olan, pratikte ortaya çıkan hürriyet mefhumunun pek beklentileri karşılamadığı anlaşılmaktadır.

İslamcılık düşüncesi metinleri hürriyet-meşrutiyet taraftarı ve Sultan Abdülhamit-istibdat karşıtı olmak bakımından Jöntürklerin diline hayli yaklaştığı için hürriyet ve sansür konularında muhalif söylemi paylaşmaktadır.” (sf. 112) İslamcılık düşüncesi de, ilk kitapta belirtildiği üzere, İttihat ve Terakki ile olan dirsek teması ve Abdülhamit muhalifliği bağlamında hürriyet taraftarı olup, aslında bu hürriyet taraftarlığı Namık Kemal’den itibaren düşünürler tarafından desteklenen ve beklenen, arzulanan, tartışılan ve gelmesi beklenen hürriyet mefhumuna karşı müsbet bir bakış sergilemiştir.

Hürriyet mefhumunun içeriği, sınırları, getirdikleri ve götürdükleri metinler üzerinden okunmakta, beklentinin umulanın ne olduğu ve faka bulunanın ise pek de beklenilen olmadığı görülmektedir. Aynı zamanda hürriyetin mutlak ve sınırsız olmadığı sınırları ve kısıtlamalarının tayini noktası da kitapta tartışılmaktadır. Hürriyet faslı Akif’ten yapılan “Köse İmam” alıntısıyla noktalanmaktadır.

Hürriyetten sonra gelen kavram müsavat kavramıdır. Müsavat kavramının başlığı içeriği hakkında okuyucuya ipucu sunmakta olup, yine bir olan/olması gereken ayrımı arayışlarını kafalara soru işareti olarak bırakmaktadır. Müsavat ile birlikte; arayış içerisinde olan devletin, mecbur bırakıldığı müdahalelere dur demek amaçlı bir anlayışı temsilen giriştiği atılımlar değerlendirilmekte fakat bu atılımlar sonucunda müdahaleler kesilmediği yahut önlenemediği gibi millet-i hakime olan ehl-i İslam küstürülme noktasına gelmiştir. Değişim ve dönüşümlerin dışarıdan müdahalesi ile yapılan girişimler halk nezdinde inandırıcı olmadığı gibi, millet-i hakimeye olumsuz yansımıştır. Bölüm Ziya Paşa’dan uzun bir alıntıyla başlamaktadır ve alıntının temel mesajı; bir gayrimüslim için devreye giren arabuluculuk yapan, koruyan ve kollayan, haksız dahi olsa bu işlevini aksatmayan, farklı bürokratik ve dini kurumların varlığı söz konusu iken, Müslüman haklı olsa dahi bir zulme uğrasa sahibinin kim olduğu, hakkını savunanın olmadığı bir devlet anlayışı eleştirilmektedir. İslamcılar bu müsavat içinde yapılan müsavatsızlıkları, yahut sınırını aşan müsavat kavramını eleştirmektedir. Müsavat bahsinde devamla, müsavat kavramı dini kaynaklar üzerinden incelenmekte, müsavat üzerinden laik/seküler hukuka açılan yol değerlendirilmektedir. “Modernleşme teşebbüslerinin hemen her aşamasında, hemen her temel kavram tartışmasında karşımıza çıkan, aktüel yönelişlerle toplumsal/tarihsel kodlar ve şartlar arasındaki örtüşme yetersizliği/yokluğu, umumiyetle teorik açıklamalarla, bazan da “zaruret” ilkesi devreye sokularak örtülmeye çalışılmıştır. Bununla beraber uygulamanın akışı sırasında ortaya çıkan problemler, her zaman üst düzeyde tenkitlere ve metinlere dönüşmese de bu alanı sürekli canlı tutacaktır.

"Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliği manasına müsavat kavramı, Osmanlı Devleti’ne dahili ve harici siyasi şartların icbar ettiği ve içte birliği sağlayıcı, dışta müdahaleyi azaltıcı, nihayet ıslahatı, zamanın şartlarına uyumu temin edici bir siyasi karar hatta bazan gerginliği azaltıcı bir siyasi hile olarak ortaya çıkmakla beraber bu karar ve hileden beklenen siyasi ve sosyal neticeler yeterli düzeyde istihsal edilememiştir.” (sf. 204)

Yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere müsavat kavramı umulan ve beklenilen etkisini vermekten uzak kalmış, yetmemiş bu kavram üzerinden devletin içişlerine karışmaya varıncaya dek bir açık kapı bırakılmıştır. İslamcılar bu müsavat kavramının uygulamasına eleştiriler getirmiş, pratik üzerinden yöneltilen eleştirilerle beraber savundukları anlayış itibariyle müsavatın herkes için ve herkese karşı olanını savunmuşlardır.

Kitabın son kavramı uhuvvettir. Bu bölüm alışık olmadığımız bir İsmail Kara bölümü çağrışımı yapmaktadır. Hoca ele aldığı kavramları incelerken etraflıca inceleyip araştırmakta, alıntılarla metini zenginleştirmektedir. Hâl böyle olunca metinlerin dili ve uzunluğu, kapsamı ve çerçevesi genişlemekte, artmaktadır. Fakat uhuvvet kavramı hocanın bu genel tutumundan nasibini alamamış olacak ki kısa bir bölüm olarak son kavram ve kitabın kapanış kısmında kendisine yer bulmuştur. Uhuvvet kavramıyla manen parçalanan zihinler ve maddeten parçalanan vatan üzerinden yeni bir birleştirme çaba ve gayretine yönelik çabalar anlaşılmalıdır. Bu kapsamda parçalanan ve bölük pörçük edilen dünyanın yeniden düzenine ve ihtişamına kavuşma gayretine yönelik bir kavram okuması olarak uhuvvet karşımızda yer almaktadır. “İslam fıkıh-hukuk ve siyaset literatüründe ve kültüründe tam karşılığı olmayan yeni siyasi müsavat kavramını, siyaseten/dinen inşa etmek ve meşrulaştırmak için yardıma çağrılan ve siyasallaştırılan iki önemli dini kavramdan biri uhuvvet (kardeşlik), diğeri ittihad (birlik) olmuştu. Bu iki kavramdan uhuvvet, eşit hale gelmiş Müslim ve gayrimüslimlerden oluşan toplumu sıkılaştırmaya, ittihad ise dinleri farklı fakat eşit(lenmiş) fertlerden müteşekkil bir topluluktan siyasi birlik ve güç devşirmeye dönük olarak da çalıştırılmak isteniyordu.” (sf. 214)

İslamcıların Siyasi Görüşleri 2, İslamcılık üzerine önemli bir açığı kapatıyor ve İslamcılık üzerine yeni kapılar açıyor. Daha tartışılacak onca mesele ve kavram, düşünce ve kabuller duruyor. Kişiler ve metinler üzerinden yakın tarihe ilişkin yapılacak yeni okumalarda üzerinde yaşadığımız toprakları daha iyi anlama ve anlamlandırmaya yarayacak, bu sayede düşünce hayatımızda alınacak yollarla beraber nitelikli tartışma ve düşünme sayesinde temellendirebileceğimiz kavramlarla emin adım atmak mümkün hale gelecektir. Bu kapsamda İsmail Kara Hocanın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 eseri alanda önemli bir açığı kapatarak ve yeni düşünce yolları açarak okurunu selamlıyor.

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

1 Mart 2019 Cuma

İslâmcıların siyasi görüşlerini yeniden düşünmek

Son zamanlar siyasi iktidarın etkisinin de inkar edilemez oluşu ile Türkiye, yeniden bir İslamcılık konusuna doğru yelken açmış görünüyor. Tabi bu yelken açmada sadece siyasi iktidarı başat unsur kabul etmek doğru olmayacağı az çok konu ile ilgilenenlerin malumudur. Gerek Müslüman dünyasının içinde bulunduğu hal ve şerait gerek dünyanın gidişatı ve Müslümanların bu gidişatta aldıkları konum, eyleyebildikleri, söylemleri, duruşları yeniden bir tartışma konusu oluyor. Bu gidişata ilişkin olarak da cemiyet yeniden bazı meseleleri gündemine alırken, bazı üzeri hafif közden soğumuş meseleleri yeniden harlayarak tartışmaya başlıyor. İslamcılık da bu furyada göz ardı edilemeyen bir konumda bulunuyor ve her defasında ısrarla belirttiğimiz üzere meselenin ehil olmayanları tarafından tabir-i caizse har vurup harman savrulmaktan kurtulamıyor. Herkes kendi İslamcılık’ı üzerinden bir yer tayinine gidip kendisine müstahkem bir kale inşa etmekte ve sonrasında bu kaleden ya bol keseden verip veriştirmekte taraftarı olmakta yahut katıksız bir müdafaa ile toz kondurmama gayretiyle çabalamaktadır. Peki durum nedir? Bu kadar savurgan bir kavram dünyasında, bu kadar peşin hükme yaslı bir cemiyette ne yapılmalıdır? Kavramın her ele alanına göre bir tanımı olan bir dünyada, izlenecek bir metod olmadan söylenecek her söz, varolan karmaşıklığı gidermekten çok ona katkı sunmaya yarayacaktır ve bu nedenle buradan bir çözüm yahut anlama gayretinden ziyade karmaşıklık ve bir çatışma dünyası doğacaktır. Bu nedenle öncelikle bir durup nefeslenmeli, sonra da bol bol okuyup mümkün mertebe idrâk kanallarımızı olabildiğince dikkatlice açıp kavramımızın üzerine düşünmeliyiz.

Saygıdeğer hâzirûn, mesele İslamcılık olunca aklıma isimler üşüşse de yazımız bir kitap üzerinden başlangıcı gaye edindiği için bu isimlerden ziyade kavramın ne’liğine ilişkin bir çabaya şahit olacaksınız. Yazıya konu kitap İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 1: Hilafet ve Meşrutiyet kitabı. Bir de yazının yardımcı kaynak kitabı var, o da yine saygıdeğer Kara’nın Yeni Şafak gazetesinin eski vakitlerde vermiş olduğu Türkiye’de İslamcılık el kitabıdır. Genel olarak bu iki kitap arasında bir mekik dokuma ile İslamcılık bahsine bir giriş yapma niyeti ve bunun için de bir yola düşmüşlüğümüz, gayret etmişliğimiz var. Biz de o vakit meşhur kitap başlangıçları için bir niyeti/duayı dile getirerek başlayalım: Gayret bizden tevfik Allah’tan!

Kafa karışıklıklarına bir derman olması açısında öncelikle efradını câmi, ağyarını mani/dâfi bir giriş elzem durmaktadır, yoksa daha hemen baştan işler sarpa sarmakta ve içinden çıkılmaz hâl almaktadır. Yeni Şafak’tan çıkan Türkiye’de İslamcılık eserinin hemen başında bir tanım bizi karşılamaktadır: "İslamcılık, 19-20. Yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim..) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akıllı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık)”. Görüleceği üzere “İslamcılık” tabiri modern zamanlara ait bir kavram olarak ve modernitede yaşayabilmenin çözüm yollarına yönelik olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. İslamcılık ile Müslümanlık yahut İslam aynı kavramlar asla ve kat’a değildir. Bazı çevrelerin sürekli olarak, bu iki değeri birleştirmek yahut aynı anlamak ve algılamak ve bu nedenle de buradan kendilerine ekmek çıkarmak/tabiri caizse “çakmak” için ellerini ovuşturmaları da aslında böylece boşunadır. İslamcılık meselesinin ortaya çıktığı vasat tarümar olmuş bir vatan, ezilmiş bir topluluk ve buna karşı refleks gösterme gayretidir ve en nihayetinde İslamcılık da bir yorumdur. Kurtuluş amaç ve çabaları için bir çözümleme ve kurtuluş reçetesidir de diyebiliriz.

Kara’nın kitabından iktibasla devam etmek gerekirse; “Bu hareket (İslamcılık) Mısır’da Cemaleddin Efgani (Aslen İranlıdır, 1839-1897), sadık talebesi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Seyyid Emir Ali (1849-1928), Türkiye’de Sırat-ı Mustakim-Sebilürreşad, Beyanu’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde ortaya çıktı ve gelişti” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık).

Öncelikte bir kavramsal şemaya ihtiyaç olduğu, hele ki böyle ağızlara pelesenk olmuş bir meselede ne kadar elzem olduğu bir tanımlama ve sonra bir coğrafya irtibatlı konumlandırma ile ortaya çıkmıştır. Görüleceği üzere İslamcılık bugün sanki yeniden “hortlamışçasına” birden topraktan biten bir durum değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yaşanan toprak kayıpları ve buna bağlı olarak devlet sınırlarının sürekli küçülmesi, bu küçülme sırasında kaybedilenin sadece toprak unsuruyla sınırlı olmaması; insan unsuru başta olmak üzere ekonomik sorunların ortaya çıkması, bu nedenle tabir-i caizse rakibinden sürekli yumruk üstüne yumruk yeme durumu mevcuttur. Bu inkıraz halinden çıkış için çeşitli yollara başvurulmuştur. Bu noktada ortaya çıkan akımlardan birisi de, yazının da başat unsuru olan “İslamcılık”tır.

Bu noktada İslamcılar açısından batıya karşı bir mutlak konumlanma ve mutlak kötü olarak batıdan bahsetmek pek de mümkün gözükmemektedir. İslamcı eşhas açısından o dönem dünyasında ortaya çıkmış olan kavramların özü İslam’da mevcuttur ve bu kavramlar İslamidir. Sadece uygulayıcıları açısından Müslümanlar geç kalmış, kendileri fark edememiş ve bu nedenle batı bu kavramları keşfetmiştir. Müslümanlar, ödünç olarak vermiş oldukları bu kavramları şimdi sahibi olarak almaya hazırdır/yahut hazırlanma gayreti göstermektedir. İslamcıların demokrasi, meşrutiyet, istişare gibi kavramlara yönelik dayanakları Kur’an’ı Kerim’dir. Bu yönetim biçimleri aslında meşhur olarak “emruhum şura beynehum” ayetine dayandırılarak temellendirme yoluna gidilmek suretiyle bir meşruiyet dayanağı yaratma gayretinin varlığı söz konusudur.

Bu noktada batı, bir örnek olarak her hali ile alınmamalı, merhum Akif’in de dediği üzere alınız ilimini fennini garbın vecizeleşmiş sözü ile iktibas yoluna başvurulmalıdır. Bir seçicilik halinin, bir elekten geçirerek, süzerek yeni bir dünya oluşturmanın ve düşülen yerden kalkmanın derdinde olmadır İslamcılık. İslamcılık; bir saldırıdan ziyade savunma konumu ve noktasında durmaktadır. İslam’ı yaşamak veya anlatmaktan çok, onu batılıların açtığı yolda savunmakla uğraşan İslamcılar (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 20) kendilerine dayanak olarak gösterdikleri kavramların üzerinde hak iddiasında idiler.

İslamcılık meselesinin bu topraklarda tarihlendirilmesi yapılması gerekirse şöyle bir yol izlenmesi mümkündür: “İslamcılık, ittihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber; bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra 2. Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişiyle başlatılmaktadır.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 26)

Bu konuda; İslamcılık denince hemen akla gelen isimlerden, Said Halim Paşa’nın da İslamcılık tanımını saygıdeğer okuyucuya sunmak elzemdir. Said Halim Paşa’ya göre İslamcılık/İslamlaşmak: “Binaenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslam’ın itikâdiyatını, ahlakiyâtını, içtimaiyâtını, siyasiyâtını daima zaman ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir suretle tefsir ederek bunlara gereği gibi tevfiki hareket etmekten ibarettir.

Yukarıda az çok çevresi çizilme gayreti gösterildiği üzere İslamcılık paramparça olmuş zihinleri, toprakları, insan unsurunu yeniden bütüncül bir dünya görüşü çerçevesi çizmek suretiyle birleştirmek ve birlemek amacına yönelik bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Coğrafya olarak epey geniş bir alana yayılan Müslümanların akıbetleri, batının üstünlüğü sonrasında ezilmişlikleri, batının başını alıp gitmesi karşısında (teknolojik üstünlükler, ki özellikle askeri alanda sahada alınan yenilgiler bu meselenin başat unsurudur, bunun yanında buhar makinesi, resim, edebiyat, güzel sanatlar ilh.) kafasını iki elinin arkasına almış olarak düşünme çabasına girme çabaları İslamcıları yeni bir dünya görüşü teşekkülüne doğru tabir-i caizse itmiştir. Bir kendinelik hali yahut hareketlerini tayin noktasında emin ve kararlılıkla atılan bir adımlar manzumesi ve yürüme çabasından çok, düşmesinin farkına geç varmış olan insan telaşı ile düşünmekten ziyade harekete dayalı olarak yola çıkma derdinde olan insanların varlığının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle İslamcılık uzun uzun düşünme ve sonrasında eyleme ile hesap verilebilir bir hareketler manzumesi olmaktan çok, yola çıkalım da kervanı düzeriz mantığı ile hareketine başlamıştır denilebilir.

Bu girizgâh sonrası kitabımıza doğru bir adım atmak istersek, öncelikle kitabımızın ana meselelerine bir göz atmak gerekmektedir. İslamcıların siyasi görüşleri için kitabın girizgâhında üç cilt olarak bir çalışma düşündüğünü ifade eden Kara, ilk cilt alt başlıkları olarak şu tasniflendirmeyi tercih etmiş; İslam, İslamcılık ve Siyasi Hayat; Meşrutiyet ve İstibdat başlıkları ile son başlık olarak Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları. Diğer iki cilde ilişkin ise başlıkları belli olmakla beraber yazma aşamalarının sürdüğü haberini ulaştırmış okurlarına. Heyecanla ve merakla bekliyoruz notunu düşerek geçelim çalışmanın kaynaklarına.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslamcılık ve bu başlık üzerinden açılmış bir konu konuşulacaksa Türkiye topraklarında değinmeden geçemeyeceğiniz isimlerden birisi merhum Mehmet Akif ve mecmuası Sırat-ı Mustakim olacaktır. Bunun yanında, İslamcılık tartışmalarına dair kaynak okuması yapacaklar içinde bir Osmanlıca bilgisi gerekmektedir. Bu tartışmalar genelde mecmualar üzerinden şekillenmiştir. O gün şartların kendisini yakın gördüğü fikir dünyasına aidiyet hissi içinde mecmua yazarları; mecmua sayfalarında ya bir cevap verme yahut varolan mevcut duruma çözüm arayışı içindedir. Kitaptan iktibasla bir kaynakça ifade edilmek gerekirse; “2. Meşrutiyet’in etkili fikir akımlarından birinin temsilcileri olarak İslamcıların siyasi görüşleri çerçevesinde meşrutiyet kavramı ve meşrutiyet idaresini ele almaya çalışan bu araştırma, esas itibariyle İslamcılar tarafından yayınlanan Sırat-ı Mustakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Volkan, Tearif-i Müslimin dergi ve gazeteleriyle tarikat çevrelerinin neşrettiği Tasavvuf ve Muhabbin mecmualarına ve çalışılan dönem için süreli yayınlar kadar önemli ve fazla sayıda olan siyasi-dini muhtevalı risalelere dayanıyor.

Hemen bu satırların arkasından İslamcılara ilişkin kısmi bir eleştiri ve bunun yanında uğraştıkları meselelere ilişkin olarak bir haklarını teslim etme paragrafı olarak adlandırabileceğimiz bir kısım geliyor: “Siyaset ve idare konuları son iki asırdır Müslüman aydınların öncelikli ilgi alanlarını oluşturmakla beraber İslamcıların siyasi görüşlerinden bir siyaset felsefesi çıkmıyor, bir devlet anlayışı ve bütünlüğü olan bir idari organizasyon da belirginleşmiyor. Siyasi, sosyal, kültürel boyutları olan, geçmişi değerlendirip yorumlayan ve gelecekle ilgili üzerinde kafa yorulmuş beklentileri vurgulayan bir programlarından bahsetmek de mümkün değil. Buna mukabil netlik, vukuf, derinlik, tutarlılık ve bütünlük arayışlarını bir tarafa bıraktığımızda Türk siyasi kültürü açısından zengin ve temsil gücü yüksek bir malzemeyi ortaya koyan gayretlerle karşılaşıyoruz.”. İslamcılık düşüncesinin bir zihin inşası uğraşında olacak vaktinin olmadığı bu satırlarda da görülecektir. İttihat ve Terakki’den yanılmıyorsam Muhittin Birgen’in hatıratında “biz her şeyin 2. Meşrutiyetin ilanıyla yoluna gireceğini düşünüyorduk, halbuki asıl mesele ondan sonra başlıyor imiş” itirafına benzer bir hali, durumu ve hissiyatın bire bir halini İslamcılar içinde söylemek çok da yanlış duracak bir konumda olmasa gerek.

Bu girizgah sonrası birbirinden önemli meseleler ışığında kitabın büyülü satırları arasında seyahatimize başlıyoruz saygıdeğer okur. Öncelikle İslamcılık kavramına ilişkin çerçeve çizimi doğrultusunda Din, Meşruiyet ve Siyaset, İslamcılık Hareketi ve İlmiye Sınıfı, İslamcıların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri, Modernleşme, Kamuoyu ve Matbuat başlıkları misafir kabul ediyor. Akif’in bir şiirinde geçen “seyl-i huruşan” ile başlıyor İsmail Kara. Tam olarak bu kavramın üzerinden bir hal okuması yanında mazi okuması ve buna mukabil bir ati tasavvurunun ne olması gerektiği konusunda kafa yoruyor. Durum tespitleri ve bir yola icbar edilişin öyküsü olarak İslamcılık aslında bu satırlarla çıkış noktası daha da iyi tetkik edilebilir bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kara o ince işçiliği ve harika ama bir o kadar da ağır dili ile İslamcılık konusunda bazı olmazsa olmaz kavramlarını ince eleyip sık dokuyor, kolaya kaçmak yerine olabildiğince gayretle bir emekçi gibi satırlara adeta hayat veriyor.

Meşruiyet kaynağı olarak dinin, İslamcıların Kitab’a yönelik yaklaşımlarının ve ayet ve hadislerin İslamcı çerçeve içinde ele alınışın hikayesini dinlemeye başlıyoruz sonrasında. Konunun hemen başında Kara’nın girizgâhı şu şekilde: “Çağdaş İslam düşüncesinde değişme ve farklılaşmayı, hatta sapmaları görebilmenin en emin ve kestirme yollarından biri olarak nasların istmaline ve yorumlanışına bakılabilir.”. Kavramların içinin kimi zaman boşaltılması, bir irtifa kaybının yaşandığını ifade eden yazar, kavramlara yönelik bu gayretlerin temellendirilmesinin eksik olduğunu ve bu nedenle bu gayretlerin sığ ve yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise “Batı menşeli siyasi kavramların felsefi ve sosyal arkaplanları pek de hesaba katılmadan aktarılmasının getirdiği çakışma eksikliği; diğeri de İslam dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti’nin aydın ve bürokratlarının bu fikir jimnastiklerini aktarma teşebbüslerini rahat ve soğukkanlılıkla yapacak bir ortamdan hem maddeten hem de zihnen mahrum olmaları ve acil tedbirlerin öne çıkarak birçok şeyi gölgelemesidir.

İslamcılık ve bu hareket ile İlmiye sınıfının ilişkileri bir sonraki başlığımızı teşkil etmektedir. Osmanlı’nın son zamanlarında devleti kurtarma amacıyla yapılan ıslahatların varolan mevcut gerek kurumsal gerek toplumsal değerlere ket vurmasının söz konusu olduğu ifade edilmiştir. Bu ket vurma halinden etkilenen sınıflardan birisi de ilmiye sınıfı olmuştur. İlmiye sınıfı ve bu bağlamda şeyhülislamın konumu ne olduğu ve ne oldusuna ilişkin olarak, hem de bir değer olarak bu kavramlarının içinin boşaltılması konusunda aydınlatıcı satırlar karşısında olduğunu bilmesi insanın dikkatini daha da çok cezbediyor.

İslamcılar ve İttihat Terakki başlığı, daha başlık okunur okunmaz dikkati en çok çeken kısımlardan birisi gibi durmaktadır. Bugünlerde efkar-ı umumiyenin menfi İTC algısı, İslam ile yan yana gelmesini bırakalım, kıyısından köşesinden bir adının geçmesi ile duyulan rahatsızlık söz konusu iken böyle bir başlık dikkati epey derecede dikkat çekmektedir. Saygıdeğer İsmail Küçükkılınç ağabeyimizin defalarca dediği üzere İTC içinde bir İslamcı damarın olduğu artık inkar edilemez bir gerçektir. Bu damar aslında yukarıda da ifade ettiğimiz hususlara binaen, arayış içerisinden olan, imparatorluğun dağılışını öngören ve bir arada tutma gayreti ile canhıraş bir şekilde ileri atılan fakat artık geç kalındığının farkına varan fakat yine de çabalamaya devam eden, bütün çabalarının nihayetinde de bugün üzerinde yaşadığımız toprakları kurtarabilen, elde tutmayı başarabilen, bu topraklarda Türk adının kalmasını sağlayan damardır. Tabi İTC ile İslamcılık bire bir olarak aynı şeyler demek kastımız değildir, fakat İTC’nin etkilendiği ve beslendiği damarlar arasında İslamcılık görüşünün de mevcudiyeti kabul edilmelidir.

İTC’nin İslam’a bakışına ilişkin İsmail Kara’nın değerlendirmesi şöyledir: “İttihat ve Terakki, dine bir nüfuz, meşrulaştırma, katılımı sağlama, muhalefeti zayıflatma, mobilizasyon aracı olarak başvurmaya her zaman özel bir önem arz etmiştir.” (sf. 60). İslamcılar’ın İTC’ye bakışını yine hocanın cümlelerinden aktarırsak: “2. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İslamcılar tarafından yayınlanan mecmualara bakıldığı zaman, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve müntesipleri konusunda diğer yayın organlarının fikir ve düşüncelerini paylaştıkları görülür; tabir yerindeyse “göklere çıkarma”ya onlar da katılırlar.” (sf. 63)

Daha sonrasında tekrar ilgi çekici bir başlık gelmektedir: Tarikatların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri. Bu kısıma da son vermek kapsamında bir iktibas yapalım: “2.Meşrutiyet’in ilanından sonra gerek tarikat çevrelerinin yayınladıkları mecmualarda gerekse tarikata mensup kişilerin başka dergilerdeki yazılarında İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meşrutiyetin övülmesi ve istibdat devrinin yerilmesine çokça rastlanır.”. Okudukça aslında ne çok hayrete düşecek şeyler var saygıdeğer okur ve aslında kabuller dünyasında olanlar ile tarihte yaşananlar arasında nice dünyalar, ne farklılıklar bizi misafir etmek için beklemekte. Onun için diyoruz ki; oku hayretin artsın, hayretin arttıkça daha da çok okuyasın!

Birinci bölümün son basamağının başlığı “Modernleşme ve Matbuat” olarak belirlenmiştir. Üç alt başlık halinde matbuatın kamuoyu oluşturma işlevi; vaazlar, komuoyu ve meşrutiyet; matbuat ve ittihad-ı İslam olarak meselenin derunune doğru seyir devam etmektedir. Okuyacağınız satırlarda sizi karşılayacak ilginç vakıalar, düşünce dünyasının zaman ve zemin irtibatı ile toplumsal farklılıklar ve bunun yansımaları, yorumları açısından değerlendirmeleri ile aslında ele alınan her meselenin öyle basit bir şekilde açıklığa kavuşmadığı, birden çok etken ve etkilenen temelinde şekillendiğini görecek, bundan sonrası için konuşurken iki düşün bir söyle düsturuna göre hareket tayininde bulunma ihtimaliniz artacaktır.

İkinci üst başlığımız meşrutiyet ve istibdat olarak şekillenmiştir. Meşrutiyet kavramının bu topraklara gelişi, temellendirilmesinin çabaları ve bu doğrultuda destek arayışlarına şahit olacağınız satırlar ile başlıyor yolculuğumuz. Bu noktada getirilen dayanakların savunma kapsamında kullanıldığı, kendini bir aklama çabası diyemesek de en azından dersimizi aldık ve evet biz de bu yolun yolcusu olma adayıyız demenin gayreti gibidir bölümün özeti. Bu ilişkinin istisnasını teşkil eden isim ise Said Halim Paşa’dır ve eseri “Meşrutiyet” adlı risalesidir. Kitapta bu konu vazıh bir şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan iktibasla devam edersek: “Biraz daha ileri giderek Paşa’nın eserlerindeki temel meselenin kavranmadığı bile söylenebilir. İslamcıların, meşrutiyetle İslamiyet arasında güçlü bağlar kurma cehdi içinde bulundukları ve meseleleri ilkeler düzeyinde değil de daha çok uygulama çerçevesinde ele aldıkları bir ortamda Said Halim Paşa’nın, Osmanlılar’ın dini, siyasi ve sosyal şartlarının batı dünyasından farklılıklarını vurgulayan, ıslahat teşebbüslerini ve düşüncelerini temel uyuşmazlıklar açısından tenkit eden görüşleri muhatap bulamamıştır.

Bu kısmı takip eden kısımlarda istibdat ve İslamcılar’ın görüşleri ile bir “müstebit” olarak 2. Abdülhamid ve icraatı kısımları mevcuttur.

Son üst başlık “Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları”dır. Halifelik, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi, İtaat ve Muhalefet ve Fırka altbaşlıkları ile misafirliğimiz son bulmaktadır.

Bu kısımda aslında modern zamanlara ait kavramlar, geleneksel kavramlar ve bunların tabir-i caizse İslamcılar’ın ara bulma çaba ve gayretlerine şahitlik edilecektir. Yazının üst kısmında da belirttiğimiz üzere İslamcılık modern zamanlara ait bir kavramdır, parçalanan bir dünyada, bütüncül bir dünya görüşünü modern zamanlara ait kavramlarla geleneksel kavramları birleyerek ulaşma gayreti gütme çabasıdır. Kanun-i Esasi fikrinin çıkışı taze bir kavramdır, çıktığı topraklar için hikayesi vardır ve fakat acaba bu topraklarda ki hikayesi nedir? Menbaında gördüğü işlevi mi görecektir yoksa başka yerlere doğru yönelme yahut sapmadan mı söz edilecektir? Aynı şekilde bir meclis fikri, temsil edilme fikri de bu noktada önem arz etmektedir. Halifelik kavramı; ortaya çıkışı, coğrafya ile irtibatı, aktif olarak kullanılma çaba ve gayretlerinin nerelere tekabül ettiği sorusu yine bu zeminde önemlidir. Fırka ve İtaat ve Muhalefet başlıkları da sana kalsın saygıdeğer okur!

Bir toplama ve hitama erdirme gayretine girersek: İslamcılık bugünkü anlaşıldığı şekliyle lineer, dümdüz bir çizgi değildir, kendi içinde tek ses barındırmaz ve hiçbir zaman da tek-düze bir şekilde tek sesin çıktığı bir fikir akımı olmamıştır. Daha çok muhalif olmaklıktan ziyade uyum sağlama gayretinde olan bir fikriyatın varlığından söz etmek mümkündür. İki devre İslamcılık’tan söz edilebilir: İlki kurtuluş çaba ve gayretleri ile yurdu ayaklar altına alınmış alınmak üzre olan bir devirde dört elle sarılmış bir İslamcılık fikriyâtı. Hareket odaklı ve düşünce açısından önemli isimlerin içinde yer aldığı ilk dönem ekolü bugün hala dikkatlice okunması, üzerinde düşünülmesi gereken, bir yanıyla ilk dönem İslam tarihinden esinlenen, diğer tarafta modern değer ve kavramları bir çerçeve belirleyecek iktibas için zemin arayan, arayış içerisindeki ekiptir. Bu ekip 1924 sonrası bir sessizliğe bürünmüştür. İkinci devre ise bu kadar çalışkan olmayan, coğrafya ve toprakla irtibatı daha zayıf olan, gelenek açısından daha mesafeli olan damardır. Tabi bu çerçevenin üstüne birden farklı anlayış örnek gösterilebilir. Bugünkü parçalanmışlıkları ve bunun üzerinden İslamcılık fikriyatı tartışmaları pek sağlıklı neticeler doğurmayabilir.

Sonuç olarak, üzerinde epeyce çalışılması ve durulması gereken konulardan birisi de İslamcılıktır. Fakat kavram üzerine çalışırken dar bir çerçeveyle artniyetli olarak İslamcılık üzerinden yahut bir Siyasal İslam edebiyatı üzerinden İslam’a doğru yönelmek en hafif ifadesiyle seviyesizliktir. İkincisi İslamcılık’ı iktidar ile özdeşleştirip burada ekmek çıkarmaya çalışmakta doğru değildir. Yapılacak en doğru hareket, sevabıyla günahıyla, yanlışıyla doğrusuyla kitaplar önünde diz kırıp oturmak ve okumak okumak yeniden okumaktır. Eleştiriler olmazsa olmazdır, ama bunların dişe dokunur olarak, mümkün mertebe yapmış olmak için yapmak davranışlarından uzak olarak olmasıdır.

Bu vesileyle anmış olduğumuz isimlerin ruhları için fatiha diyerek yazımıza nokta koyalım saygıdeğer okur! Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun!

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

20 Şubat 2019 Çarşamba

Zaferden değil yola çıkmaktan sorumlu olmak

İsmail Kara ismini duyan kaç kişi vardır acaba? Onun kitapları ile konferansları ile hem-hâl olan kaç kişidir diye de aslında sorulabilir. Son isimlendirme ile Türkiye adını alan bu toprakların hikayesinde netameli ve bir o kadar da çetrefilli olan meselelerde hocanın söylediklerinden haberdâr olan sayısını da aslında insan merak etmiyor değil.

Bu yazımızda hocayı güzelleyecek değiliz çünkü hoca yaptıkları, ettikleri ve eyledikleri ile güzelliğin kendisi olduğunu gösteriyor/izhar ediyor. Çorbada tuzumuz bulunsun diyerek söze girsek ne haddimize demek de düşer. Onun için biz kıyısından köşesinden niyetimizi aşikar edelim: İsmail Kara’nın yazdığı son kitaba varabilmekti aslında bütün satırları yazılışının hikayesi: Zafer Değil Sefer. Saygıdeğer okur; hoca, yola çıkmakla doğrudan irtibatlı olarak, sorumluluk dairesini çizmiş daha adım atmadan kitabın sayfalarına. Bugünün insanının en büyük yanılgısını belki de…

İsmail Kara’yı okuyorsanız, biraz zahmete katlanıyor olmanız ve biraz anlamsızlıkların içinden anlama doğru bir süzülme yolculuğunuzun olacağını bilmeniz gerekir. Gerek kelime seçimleri ve dilin kullanılışı ve üslubu gerekse bilgiyi aktarırken doğrudan sizi ona götürmek yerine, bir daire tasavvuru tahayyül ederek, sizi içerilere davet etmesi ile karşı karşıya kalırsınız. Kavramların etrafındasınızdır mesela, yahut kişilerin çevresinde ama gezersiniz, kitaplar vardır, makaleler, kimi zaman fotoğraflar vardır kimi zaman ansiklopediler ve hoca bunların arasından satırlardan size merhaba der. İşte zahmet olarak rahmetin tam gelme yerlerindeyiz saygıdeğer okur. İsmail Kara’yı okumak aslında bir kitap olarak cismani satırlardan ibaret kısımlarla hem hal olmak değildir asla. Onunla yolculuklara çıkar, bahsettiği dönemi yaşar gibi okursunuz. O döneme dair isimlere ilişkin mutlaka o şahıslarla kalmayan şeyler de bulmanız kuvvetle muhtemeldir satır aralarında. Bir düz, liner çizgi takibi ile okumayı gerçekleştirmek pek mümkün değildir O’nun kitaplarında. Sadece okuyayım ve bitsin demek de öyle kezâ.

İsmail Kara’nın kitapları ile baş başa kaldığınızda aslında ilk baştan itibaren, metinle ve sayfalarla sınırlı bir kitaptan ibaret bir vak’a ile baş başa kalmadığınızı anlamışsınızdır. Metinden çok yaşantıların içindesinizdir sanki, o anı tekrar ve tekrar yaşamaktasınızdır. Aslında almış olduğunuz kitapla sadece kitap almış olmaktan ziyade bir yoldaş edinmişsinizdir ve kapağı çevirince bir yolculuk sizi beklemektedir. İlk sizi misafir eden sunuş kısmında kitap ismi ve bunun yanında neden yol ve yolculuk yahut neden zafer değil de sefer sorusunun cevabı yer almaktadır: “Zafer değil sefer” yahut “muvaffakiyet değil hareket” ifadeleri sonuca, hedefe ulaşıp ulaşmamaya bağlı ve bağımlı kılmadan yola koyulmayı, harekete geçmeyi, her halükarda insani sınırlar içinde (yolun tabiatı gerektiriyorsa insani sınırları da zorlayarak) yapılabilecekleri sonuna kadar yapmayı kuvvetli bir şekilde dile getiriyor olmalı. Çünkü seyr ü seferin, yolun ve hareketin bizzat kendisi sonucun, zaferin, muvaffakiyetin en azından bir parçası olmak itibariyle zaten baştan bir neticedir.

Hemen devamında, yol’a ilişkin şu şekilde devam ediyor sunuş kısmı: “Bir de 'hiçbir yere ulaştırmayan' yol var. Yolun amacı kendisidir, kendindedir, başkasında, başka bir yerde değil. Yol başka bir şey için kat edilmez. Bu yola giren sadece yola girer, bu kâfidir. Ayrıca bir yere varıp varmaması bahse konu olmaz. Yol ile varılacak menzil birdiğerinin şümulü dahilindedir. Muhtemeldir ki yolcu tarike adım atmakla ulaşacağı yere bilkuvve ve (belki bilfiil de) ulaşmıştır ama bu müzakere mevzusu yapılmaz.

Daha hemen giriş kısmında gerek dilsel anlamda, gerek kelimelerin ve terkiblerin tercihleri, kullanımları ve seçimleri anlamında adeta nehrin o akan deli-dolu durdurulamaz suları gibi geliyorum diyebilen bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz.

İçerik kısmına bir göz atacak olursak; toplam altı bölüm halinde bir içerik planlamasına gidildiği görülmektedir. Bu bölümler sırasıyla; Birkaç Adım, Birkaç Mesele, Birkaç Zat, Birkaç Kitap, Birkaç Mektup ve son olarak Birkaç Evrak olarak sınıflandırılmıştır.

İsmail Kara’nın deneme türü kitaplarını okurken insan şöyle bir havaya kapılabiliyor: Misalen bir şahsın varlığı söz konusu ise sanki onunla oturup konuşuyormuşçasına karşılıklı bir musahebenin varlığı söz konusu olabilmekte, yahut bir döneme ilişkin bir etraf tasviri söz konusu ise aniden kendinizi orada hissetmeniz, sanki orada imişçesine satırlar arasında kaybolmanız gerçekleşmektedir. Yazmakla-yaşamak, yazmakla-yaşatmak arasındaki o ince köprüyü, o sırrı bulmuş gibidir kitaplar. Yeni dünyalara açılır yeni insanlarla karşılaşır ve aslında size el atından eksikliğinizin ne büyük olduğunu, fakat bunu yaralayıcı bir tavırdan ziyade bir dost elinin sırtını sıvazlaması gibi gösterir. Bütün bir anlam dünyasına sahip olmanın ne demek olduğunu ve bütüncül bir dünya tasavvurunun neye tekabül edeceğine ilişkin olarak hocanın kitapları size bir yol tasavvuru sunabilir.

Kitabın ilk yazısı “Rahmeti Çağırmak İçin Yetmiş Bin Taş Okunup Üflendi…” adlı denemedir. Sizi yıllar öncesine doğru alıp giden, rahmetin, bereketin aslında neye tekabül edebileceğine ilişkin bir yazıyla karşı karşıyasınızdır. Kitabın son yazısı ise ne yazık ki acı bir hikayeye, elem verici bir ölüm haberine dairdir ve okuyanı istemsiz olarak dahi hüzünlendirir. Bir genç hocanın, “Malatya/Rafa/Adıyaman/Çelikkan dörtgeninde koşturup duran” bir hocanın hikayesidir insanı kendisinden alan, hüznü bağrına öyle oturtan, gece gece kitabın sonunun hüznüne yakışan ve hem kitaba vedanın hem de Azize Hoca’nın yasını insana ta derununda hissettiren bir deneme ile şimdilik hoca perdeyi kapatmaktadır. Ramazan için halk arasında meşhur bir deyim vardır; başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da bir hüzne tabidir. Buna yakındır aslında az çok söylenenler. İşte Zafer Değil Sefer kitabı da tam olarak bu hâl üzre insanı alır, karşısına oturur, sonra başlar bir rahmet hikayesiyle ve veda eder bir genç öğretmenin hayalleriyle. Aramızdan gidişi belki de en çok dokundurduğudur. Böyle insanların veda edişi, hiç tanımamasına rağmen insanı nasıl mahzun edebilir diye insan gece boyu düşünür.

Kitabın içeriğine gelecek olursak, en çok geçen insanlardan birisi Rahmetli Nurettin Topçu Hoca’dır. İsmail Kara’nın son demlerine yetişebildiği hocasına ilişkin her kitabında az çok değinmeden geçemediği, okuyanlar için malumdur. Bu kitapta da hoca ile aralıklı karşılaşmalar, mektuplaşmalara şahit olunur. Kitapların kaderi olduğuna ve bu kaderlerinin kimi zaman insanlarla kesişmelerinin de bir kaderi olduğuna ve kitaplar insanın aslında bir kader arkadaşlığının olduğuna da şahit olursunuz satırlarda. Her şeye bir kader gözünden bakmanın ve zaman ve zeminle beraber bir kader arkadaşlığı yapmanın insanı nerelerden alıp nerelere götüreceğinin de şahidi olursunuz birden bire.

Yeri gelir bugüne yansıyan konuların, güncel meselelerin de içine girdiğini görürsünüz ki bu aslında İsmail Kara için bir istisnai durum teşkil eder. O güncel olandan ve gündem olandan mümkün mertebe sakınıp, en azından yazıları için bunu söylemek mümkündür, asli meseleleri daha başka yerlerde tarihte ve yaşanılan büyük kırıklıkların ve artçılarının izinde takip etme merakındadır. Kitabın içinden bir yazı ile örneklendirmek gerekirse hemen ikinci bölüm “birkaç mesele”nin ilk yazısını örnek nev’inden vermemiz mümkündür. “Kimin milletindensin? İstiklal Marşı’ndaki 'Millet' Üzerine Bir Deneme” yazısı millet, kavmiyet ve cins gibi meselelere ilişkin yakın tarihte ve bugün dahi üzerine çatışmaların ve anlaşmazlıkların bitmediği bir meseleye el atar. Sözlük iktibasları ile beraber kavramlara ışık tutma çabası içinde olan hoca son olarak Mehmet Akif merhum üzerinden bu denemesini devam ettirir. Kavramların da aslında bir yolculuk üzere olduklarını ve bu yolculuğun da zaman ve zemin içinde bir serencama dönüştüğünü, kavramların bağımsız olarak devre karşı değil, tam tersine devrin şartları içerisinde bir elbiseye büründüğüne tanıklık etmekteyiz. Kitap bu konuda bir çekinceye veya resmi söyleme bağlı kalmaksızın kendi hikayesinin içinde devinir durur.

Bazı kitapları okurken yeri gelir mekanlar gezer diyarlarda soluklanırsınız, yeri gelir misafir eder yeri gelir misafir olursunuz. Kullanılan dil ve üslup da aslında bu noktada mühim bir esas teşkil etmektedir. Zafer Değil Sefer ve İsmail Kara’nın diğer deneme kitapları aslında tam olarak bu tanımlamaların kapsamında yer alan bir kitaptır. Kimler misalen bizim misafirimiz olmaktadır Zafer Değil Sefer için? İlk göze çarpan isim elbette Nurettin Topçu merhumdur. Sonra bir Babanzade Ahmet Naim Beyefendi satırlar arasından bizlere merhaba demektedir, Hattat Hamit, Mehmet Akif, Turgut Cansever, Hüseyin Kazım Kadri bunlardan belki de bir çırpıda akla gelen isimlerdir. Bu isimlerle iltisak eden konularda aynı şekilde Hocanın üslubu için kendini ele veren meselelerden birisidir. Hoca bazen meseleleri, kişilerden yola çıkarak konularla rabt etmek yolunu tercih etmekte, bazen de konulardan kişilere gitmek suretiyle yazılarının kozasını örmektedir. Bu noktada kitapta bahsi geçen kişilere ilişkin olarak vasat düzeyinde dahi olsa bilgi sahibi olmanın anlamayı kolaylaştıracağı, yazıların mahiyetine vakıf olmada yardımcı olacağının ifade edilmesi gerekmektedir.

Zafer Değil Sefer aslında bir deneme kitabı ama düşünceyle olan bağlantısı bu noktada ön planda yer alıyor. Yer yer hocanın dokundurmaları ve ince ince işlenmiş muaheze satırları, yer yer siteme varan eseflenmeler ve kederlenmeler ile kitap sadece basit bir bilginin aktarımından ziyade bir duygu aktarımını da bunun içine katmaktadır.

Aslında kitap en başından belirttiğimiz üzre sizlerle oturup bir muhasebe ve musahebe etmek amacındadır. Sizlere davetkâr bir öneri olarak söyleyelim: Var mısınız zaferden değil seferden, imkanlardan sorumlu olarak yola çıkmaya niyetlenmeye saygıdeğer okur?

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1