İstanbul Geceleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul Geceleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2024 Salı

Beyazıt'ın ihtiyar çınarları

Bir şehirde ilk göze çarpan ağaçlar ve ibadethanelerdir. Cedler bu ikisine önem vermiş birinin olduğu yerde diğerini eksik etmemiştir. Servi ve Çınar bizim için en kıymetli ağaçların başında gelir. Servi mezarlıklarda kabir başlarında yerini alır, bilindiği gibi Türklerde bu ağaç vahdettin sembolüdür. Ayrıca fânîliği de temsil eder, böylece bize tek hakîkati gösterir. Fuzûlî su kasîdesinde 

“Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su”
(Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan köyünün/semtinin bahçesine akıp duruyor.)

diyerek Servi’yi Peygambere benzeten Fuzûlî semtin bahçesini ise, Hz. Peygamber’in kabri, Ravza-i Mutahhara’ya benzetir. Su elbette ona âşık olan ümmetinden başkası değildir. Böylece zarif, doğruluk, emin ve ahlak bütünü olan Peygamber servidir, aşkına doğru akmaktayızdır. Bir başka şerh olarak ise şöyle yorumlanabilir, servi vahdet olduğuna göre nehir ve dere de isim tecellisidir, bütün isimler “bir”e yani tevhide gider. Türkler saygıdan dolayı sevgisini ve inancını anlatmak için rumuzu tercih ederler. İkinci ağaç ise, Osmanlı’nın ilk şehirlerinin ana merkezleri, külliyeler gibi yerlerde özenle diktikleri Çınardır. Osman Gazi’nin rüyasında göğsünden çıkıp müjdeyi sembolize eden, Geyikli Baba’nın da Orhan Gazi’yi ziyaret ettiğinde bahçeye getirip diktiği, hayat ağacıdır. Bu İhtiyar bilge hâlâ medeniyetimizin ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. Bursa’da olduğu kadar İstanbul’un da çınarları vardır. Ve bunlar asırlardır gökyüzüne uzanmakta, târihe şahitlik etmektedir. Gezi yazıları, şehirleri anlatan kitaplarda da ağaçlar geniş yer tutar. Özellikle sembol olanlar, bizi yaprak hışırtıları içinde maziye bağlar. Türk’ün derûnî terkibi içinde hakîkatleri fısıldar. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı’da öyledir.

İstanbul’u pekâlâ anlatan iki mümtaz şahsiyet; Sâmiha Ayverdi ve Ahmet Hamdi Tanpınar da, ağaçları es geçmemiştir. Beyazıt için kalemlerini oynattıklarında, 'İhtiyar Çınar'dan bahsederler. Beyazıt Meydanı bizler için çok önemlidir, Fatih İstanbul’u fethettiğinde ilk sarayı buraya yapar, sonra Sarayburnu’na gider. Şimdi o saraydan eser kalmamıştır ama Beyazıt Câmii hâlâ ayaktadır. medeniyete ses verenler tarafından İstanbul Üniversitesi’nin binâsı korunma altına alınmış, yıkılmaması için mücâdele verilmiştir. Sâmiha Ayverdi, Osmanlı medeniyetinin yoğrulduğu kültürü ayakta tutmak için gayret eden kalem erbabı, ezelden biçilmiş bir vazifeyle donanarak gelmiş bir isimdir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise dönemine çokta alaka görmeyen, son dönemlerde en çok satanlar arasında yer alan, kültürü ve bizi bize anlatan, şark medeniyetin bütün cevherlerini meydana çıkarmaya çalışan mütefekkirdir. Bir mücevher ustasıdır. Öğretmeni Yahya Kemal, öğrencisi Mehmet Kaplan olan kişiden başka bir hüviyet beklenemez zaten. İki ismin eserlerinde kültür, inanç hayatımız olduğu kadar sa’natımıza da yer verilmiş bunların terkibi olan mîmârî de önemli yer kaplamıştır. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitapları semt semt bize İstanbul’u, târihimizi ve günlük hayatın girdisini çıktısını aktarır. Bu eserler günümüz insanına içinde bulunduğu toprakların terkibini ve nasibinin mâzîyle olan sıkı sıkı bağını, bir iğne oyası gibi yemenilerimizi süsler. İstanbul başlı başına bir medeniyettir, Fatihle başlayan inşâ sâdece binâlarda değil her alanda gerçekleşir. Ve aslî kimliğine ancak Kanunî döneminde kavuşur. Beyazıt bu mânâda mühimdir.Bu câminin bir güvercin beyazlığında dikildiğinde esas Bizans yıkılmıştır. Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı ile muhabbet halindedir. Nice olaylara şâhitlik etmiş bu kadim ağaçtan, duymak istediği birçok mevzû vardır. Bugün kaybettiğimiz birçok değerimizi neden ve nasıllarını, sanki ondan aldığı cevaplarla yanıtlar. Ama asıl mühim olan burada Beyazıt’ın ortasında duran ağacın bir hüviyet taşıdığıdır. Evet, bir kişiliği olan, bilgedir. Servi nasıl Peygamber ise Çınar devlettir. İhtiyar diye seslenmesi sâdece yaş almış olduğu için değildir, ihtiyar aynı zamanda susmayı tercih eden demektir. Beyazıt’ın Çınarı da nice olaylara şâhit olmuş, nice Padişahların hal edilişini, gençlerin sevdasını görmüş, ama susmayı yeğlemiştir. Çünkü: “Fakat ihtiyar çınar insanoğlunu zıd istikametlere çekip sürükleyen endişe ve fikirlerimizde dolaşmanın faydasızlığını öğrenmiş olacak kadar tecrübe sâhibidir.” Sâmiha Ayverdi târih deryasından ibret kovasını dolduramayan insanoğlunun ise bu külfete katlanamacağını söylemektedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar ise atalarımızın, mîmârî eserlerin yanı başına muhakkak birkaç servi veya çınarı eksik etmediğini, hatta medrese ve câmi avluların hendesi cennet ortalarında bunlar için yer açtıklarını yazar. Mîmârlık ve ağaç işbirliği halinde muhteşem terkip olan tevhide temayül ederler. Süleymâniye bunlar içinde ayakta kalan nadir yerlerden biridir yeni terkipte ise bu ikili yerini apartmanlara bırakır. Ağaç sadece mîmârlık zevkimiz değildir şiirimiz, edebiyatımız, kilimimiz onlarla doludur. Oğuz Kağan destanında ikinci eşi göl ortasında duran bir ağaçtan çıkan peri kızından Gök, Dağ, Deniz adında oğulları olmuştur.

İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışarıdan görünen umumî manzarasını daha ziyade Karacaahmet, Edirnekapısı, eski Ayazpaşave Tepebaşı gibi servvilikler yapardı. Boğaziçi’neki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz u iki ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır.” (Beş Şehir)

Asırlık bir ağacın gitmesi geleneklerin kaybolmasına benzemez çünkü yerine yenisi gelir lâkin bir asırlık çınarın gitmesinin yeri doldurulamaz. Bir başkasını eksek bile babalarımızın altına oturup “kut”ladığı ağaç değildir. Onun yerini alabilmesi de mümkün olmayacaktır. Ahmet Tanpınar bir ağacın kurumasını ve kesilmesini kadim târihimize ve hüviyetimize vurulmuş bir darbe olarak görmektedir. Kısaca bir ağacın ölümü Süleymaniye’nin veya bir mîmârî âbidenin yıkılması gibidir, her iki yazarda kendi devirlerinde bunun çok örneğe denk gelmişler. Koca koca şâheserler yok olup gitmiştir. İstanbul’un birçok semtinde yıkık dökük, harap, medrese, tekke, câmi, çeşmelere rast gelmek mümkün oluyordur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Gerçek yapıcılığın mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız” der. Sâmiha Ayverdi İstanbul Geceleri’nde ise bu durumu şu ifadelerle kaleme alır:

Mümkün olsa Beyazıd’ın çınarına, yanı başındaki Aşhane Kapısı’nın üstüne oturtulmuş, bir rivâyete göre içinde Şemsettin Karahisârî’nin hat dersi verdiği o saçakları, pencereleri, kapıları, muhteşem ve emsâlsiz bir Türk zevkini imzâlıyan binaya, sadist bir felsefenin kazmaları inerken ne mertebe acı çektiğini sorardım.

Ayverdi böyle bir yapının değil yıkılması bir çivisinin eksilmemesi için titizlenilmesi gerektiğini, gönül ve ellerimizle bu yapıyı ayakta tutup, ömrüne ömür katmamızı söylerken ne kadar haklı, ne kadar doğru söz söyler. Bugün düne ait yapılarına minyatür veya seyyah kitaplarının arasından bakarken, hüznümüz gönlümüzü dağlamıyor mu? Ve bu hüzün içinde cedlerine olan vefa için kolları sıvayan, bunları tespit etmeye çalışan, yazanlara binlerce Fatiha okumayı ihmal etmek ne kadar doğru dur?

Sâmiha Hanım, yeise düşme, gönül kubbesinde öten en çirkin eşli kuştur, der. İhtiyar Çınar’ın devirleri besleyen sulayan bir nehir gibidir amma ondan faydalanmayı bilen kaç kişidir? İstanbul târihine düşecek notları vardır, bir yadigâr ister ondan. O şunu düşünür, belki de bir gün bir sürü geçerde içinden biri eğilip bir damla su içer. Belki de târih nehrinden nasibimiz bu kadar der, serzeniş olduğu kadar ümitte içerir bu görüş. Bir küçük nüve kalsa Türk ayağa kalkma zamanı geldiğinde kalkar ve medeniyetini kurar. iki mütefekkir, bunun inancını taşır. Yeter ki mâzîden, derunî ilimden bir şey kalsın.

Tam bu noktada Tanpınar, Sâmiha Ayverdi’nin bahsettiği ümitsizliğin belini kırmak gerektiğini kendine hayıflanarak belirtir. Şikâyetçi olan değil, çocukluğundaki her şeyi bilen, öğrendiğini unutmayan ihtiyar olmak ister, O zaman onları tanıtır ne mânâya geldiğini herkese anlatabileceğine inanır. Uzleti bekleyen ağaçları sade isimleriyle İstanbul’a şahsiyet, hatıra veren sakız ağaçlarını ve sur kahvelerinin süslerinin sesi olma sevdası, içinde yanan bir yürektir. Ona göre çınar ağaçlarında bir dede edası görülür.

Onlar toprağımızın hakiki gururudur, belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal’in Itrî’yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.” (Beş Şehir)

Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde teker teker maziyi anlatır. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı; Hakkaklar çarşısındaki temiz ahlâklı esnaf birliği Ahilere, loncalara, beş vakit minarelerinden eksik olmayan ama halkın dönüp dinlemediği ezanlara, ramazanda düzenlenen sergilere, Karagöz oyunun kahkahalarına ve İstanbul yangınlarına şâhitlik etmiştir. Kimisi kısa kimisi uzun ama âhenkli olan dallarına yazıp târih sayfasına kaydetmiştir. Ama keşke bir ses verip anlatsa…

Tanpınar, bir zamanlar Yeniçeri ocaklıların yakıp yıktıkları yerlerde, kibar insanların ikindi vaazı ve iftardan sonra Paris’ten esinlenilmiş, Şehzadebaşı’na kadar akşam gezileri düzenlenmesiyle meşhur olduğunu aktarır. Kadir gecesi hariç 28 gün Karagözün oyunu olan yer, İstanbul’un zarif eğlence merkeziyken zamanla yerini tiyatro, sinema merakıyla Avrupaî bir eğlenceye yenilecektir. Beyoğlu! Millî zaferden sonra, şairlerin, ediplerin toplanma yeri olan, Çınaraltları yerini korumaya çalışsa da akıbeti değişmeyecek yenilecekti. Sahafların çarşısı olup mâzîye öyle bağlanacaktır.

İki edip, iki gönül insanı, İstanbul âşığıdır. Mazisinde kadim ve derun terkibi barındıran bu şehre olan hınç ve öfkeye, onun hırpalanmasına göz yumamazlar. Hoş bir sada bırakan, şimdi ise dudaklarından “Ah” sesleri çıkar. Bunda, tarih nehrinden su içmeyip, dünyevi sarhoşluk peşinde koşan insanoğlundan gayrısı suçlu değildir. Bu müjdelenen şehri, Fatih’in itina ile kurduğu Simkeşhane’yi yıkan ellerin vefasızlığına sitemleri vardır. O kudretli imanın verdiği aşkla hilesiz ticaretten, aç gözlülüğe giden esnafadır kızgınlıkları, yapıların önünden boş gözlerle ilerleyen, ezan ve sela sesiyle yanıp tutuşmayan gönüllerin dalgınlığınadır hayıflanmaları, bu sözler koca bir medeniyeti enkaz haline çevirenleredir. Amma suç asla İstanbul’un veya İhtiyar Çınar’ın değildir.

Son söz son Osmanlı Hanımefendisi o büyük mütefekkirin olsun,

Ey kocamış ihtiyar çınar! Sana çok sordum ve öğrendim. Amma sorgularımı maddeden mânâya çevirip nereden gelip nereye gittiğimizi sormaya utanırım. Zira bunun cevabını biz insanlar henüz kendi kendimize bile vermiş değiliz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

22 Ağustos 2021 Pazar

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

27 Nisan 2021 Salı

İstanbul medeniyetinin itibarlı ve zarif zamanları

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar."
- Behçet Kemâl Çağlar, Kalamış

İstanbul'u ne gezmeye ne okumaya doyum olmaz. Bu öyle bir hasrettir ve öyle bir sevgidir ki ruha sanki bezm-i elestte üflenmiş, o ruh da, yalnız İstanbul'u gezmekle ve İstanbul'u okumakla hasretini dindirmiş, sevgisini kuvvetlendirmiş. Uzun bir süredir pandemi sebebiyle İstanbullular şehirlerini gezemiyorlar, iklimi yaşayamıyorlar. Belki de bu süreç, bir şeylerin kıymetini yeniden idrak etmek için bir işarettir. "Arife bir işaret yeter" denmiş. Elbette tarifin hiç de gerek olmadığı arif, hâlden anlar. Ne yazık o arifler de kuytu köşelerinde, hüzünlü sessizlikleriyle izliyorlar İstanbul'u. Böylece İstanbullu, şehrinin tutkunu olan kimseler de yalnız, yapayalnız günler geçiriyor. Bir yol arıyor şehriyle bütünleşebilmek için yeniden.

Kitaplar olmadan şehir hasreti, şehir sevgisi, yani şuurlu yaşamak meselesi kendine konacak bir yer bulamıyor. İstanbul'a dair yazılmış o güzel sayfalar eşliğinde okunan eski zamanlar, mazideki yapraklar, şehrine vefalı kimselerin yüreğine su serpiyor. Kıyamete kadar da bu, böyle olacak gibi görünüyor çünkü şehirlere verdiğimiz zararı telafi edemeyeceğimiz zamanlardayız. Artık ulaştığımız yerin geri dönüşü yok. Asfalta ve betona verilen kıymet; eski eserlere ve doğaya verilmedi. Plazalara, sitelere, tek tip binalara gösterilen hürmet; tarihi mahallelere, sokaklara ve hatta çeşmelere, sebillere, tekkelere, türbelere, kısacası bize emanet edilen mirasa gösterilmedi. Bir şey oldu ve biz yaşadığımız şehirden koptuk, koparıldık. Bunu en çok da biz istedik. Daha rahat, konforlu, güvenli ve sağlıklı yaşayacağımızı zannettik ve böylece İstanbul'u kendi ellerimizle, tabiri caizse, mahvettik. Şimdilerde onu yeniden 'iyileştirme'nin yolları aranıyor. Bu mümkün görünmüyor. Birçok İstanbul âşığı da şifasını, çoğu zaman olduğu gibi, sokaklarda değil kitaplarda arıyor. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları, Yahya Kemal'in Aziz İstanbul'u, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları gibi Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri de işte bu kitaplardan biri, belki de en nadidesi, en şifalısı. Tıpkı Ahmed Yüksel Özemre'nin, kitabın dördüncü baskısı için yazdığı "İstanbul Tiryâkiliği" serlevhalı takrîzinde buyurduğu gibi: "İstanbul, ehlini meczup kılan bir 'maraz'dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta 'plasebo' ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul 'hasta'sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur."

1952 yılında neşredilen İstanbul Geceleri, bir medeniyeti vücûda getirenlerin hikâyesi. Hikâye dediysem; öyle edebî anlamda bir roman ya da hikâye değil. Neşredildiği yılı göz önünde bulundurarak, ondan en az kırk sene evvelki İstanbul'un şahsiyeti, manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, Türk sanatını zirveleştiren yapıları, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, faziletleri, görgüleri, noksanları, mûsıkî ahengi üzerine, Sâmiha Ayverdi'nin zuhurata tabi olarak istikamet çizdiği bir denemeler bütünü. Eski İstanbul'a bakışla başlayan eserde okuyucuları şöyle bir rota bekliyor: Şehzâdebaşı, Beyazıt, Süleymâniye, Sandıkburnu, Aksaray, Tavukpazarı, Çırpıcı, Çarşamba, Haliç, Beyoğlu, Boğaziçi, Adalar - Kadıköyü, Üsküdar - Salacak, Çamlıca. Ayverdi, rotayı önceden belirlememiş. Bazen bir semti, geçmişini ve insanları anlatırken yaşadığı duygularla, o semte uzak olan bir yerden de ilerleyebiliyor. Tarihin saklı hazinelerini birbirine zincir gibi bağlıyor. Bu zincir bizlere İstanbul'u sevmenin ne olduğunu hatırlatıyor: "İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı desek de olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divânesidir."

Ayverdi'ye göre İstanbul'a çarpan tokatlardan en sert olanı, önce aileye isabet etmiştir. Bu aile, hem İstanbul'u hem de onun temsil ettiği medeniyeti ayakta tutan yegane birlikken, önce parçalanmıştır, sonra da dağılıp yok olmuştur. Böylece evlerde başlayan hassasiyet kaybı, mahalleyi ve şehri içine alarak bir medeniyetin kendi gibi büyük bir deprem yaşamasına sebep olmuştur. "İmanına taassup, zevkine taklit, mertliğine kahpelik, doğruluğuna hile, efendiliğine dalkavukluk, gururuna sünepelik, kazancına bezirganlık, hasbîliğine menfaat, bir illet gibi bulaşmaya başlayıp, bu illeti şifalandırmak isteyenlerin de başlarını gene şahsi kaygılarla illetlenmiş korkunç bir menfaat endişesi kese kese İstanbul medeniyeti göçtü. Evet göçüp gitti." der Ayverdi. Bu durumda İstanbul sevdalılarının elinde ne sadece mazinin sayfalarının kaldığı söyler. Çünkü insanoğlu bugününe ne getirdiyse geçmişinden getirmiştir. O güzellikleri yeniden bulup ortaya çıkarmak, hiç değilse onlar hakkında bir çift kelam edip yazmak için "çöplükte eşinip artıklarla azıklanmak isteyen aç horozlar gibi, viranelere, tozlu ve unutulmuş sandık diplerine, yüzüne bakılmayan musandıralara, yük ve dolap köşelerine başvurmaktan başka çare bulamaz olmuşlardır" ona göre. Fuzûlî'nin aşk ile heyecanlarını, Nedîm’in saz ve söz bahçelerini, Şeyh Galib'in güneşin doğuşunu, Yahya Kemal'in zevk çerağını uyandırdığı İstanbul'da maddeden geriye bir şey kalmamıştır, manadan bahsetmek de zordur artık. Keza mana, herkesin önemsediği bir şey de değildir ne yazık ki: "İnsan oğluna manadan söz açmak, kışı yaza çevirmekten de zordur. Çünkü mana düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam" sözleriyle Sâmiha Ayverdi, kendi düşünceki İstanbul sokaklarını, o sokaklarda gezinen insanların görünür ve görünmez hayatlarını anlatmaya başlar.

Şehri ve şehrin insanını anlatırken onun manevî âlemini dolduran, yani onu yaşatan değerlerden bahseder daha çok Sâmiha Ayverdi. Gözün bakmaya değil görmeye, gönlün cefayı da sefayı da çekmeye, kulakların hakikati işitmeye talip olduğu o zamanlarda Türk hayatı başkadır, bambaşka. Bir kere eski zamanlarda kendine mahsus bir ahenk vardır. O ahenk, dikkat ve emekle işlenmiştir. Böylece layık olduğu ilgiyi görür, korunur ve yaşatılır. O ahengin içini dolduran yegane mücevher, imandır, iman ışığı. Kimseyi rahatsız etmeyen fakat herkese nefes olan. Böylece "eskiler" denen o hiç eskimezler; avlulardan kaldırımlara, meydanlardan bahçelere, sandallardan tekkelere kadar insan olmaklığın temel gayesini sunar çevresine. Bu gaye, gayrettir. Sevmeye, paylaşmaya, yaşamaya dair bir gayret. Bugün geldiğimiz yer ise, o yerden çok uzakta olmaktan ziyade, bulunamaz ve görünemez durumdadır: "Ne yazık ki bu yoldaki zenginliğine cihanın erişemeyeceği biz, kapalı kaldığı altın hazinesinin içinde açlıktan kıvranan adam gibi, varlık içinde yokluğun ıztırabı ile inliyoruz."

Eski İstanbul'un insanını bugünden ayıran özelliklerin altını özellikle çizer Ayverdi. Çünkü o özellikler, bize neyi kaybettiğimize hatırlatır. Bunlardan biri de günümüzde yerinde yeller esen selamlaşmadır. "Aranızda selâmı yayın" öğüdü, hadlerin aşılması ve yerini kibre bırakmasıyla bir külfet gibi görülmeye başlanmıştır. "O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî muhabbet ve aşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir simaya cömert bir yakınlıkla bakar ve 'selamün aleyküm' derdi. Mimarisi ne basit, esası ve örgüsü ne sağlam bir köprü... topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement..." diye özetler Ayverdi, bu asırlık geleneği. "Bir sevgi sebebiyle dünyaya gelmiş olan insan" için en sıradan gibi görünen ama en sıra dışı dillerden biridir selamlaşma. "Gelin tannış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz" düşüncesinin, vücut bulmuş hâlidir. Zamanla otomatikleşen insan, selamı bir alışkanlık olarak bile devam ettirememiştir. Çünkü: "O zamanlar bir zamandı ki, ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlardan inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı."

Ayverdi, zamanın her şeyi yaşatmayacak olan zalimliğinin farkındadır. Maziyi olduğu gibi yaşamak elbette ki mümkün değildir. Cemiyetler, tabiatlar değişecektir, yenilenecektir, ölüp dirilme hep olacaktır. Ancak geçmiş zamana savaş açmak da akıl dışıdır. Geçmişle olan münasebet ve aşinalıklar insanı yaşatır. "Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişinin oldurduğu bir keyfiyettir" der ve "Biz geçmişimizin meyvesiyiz. Şu halde insan oğlunun çimene çiçeğe, dağa bayıra olan muhabbeti, nasıl anasırının ceddi olan tabiatla akrabalığına bir delil ise, mazi ile alış veriş, muhabbet ve alaka da aynı tecelliyi mana planında gösteren bir başka bağlantıdan gayrı ne olabilir?" diye sorar. Harikulade bir sorudur bu. Asırlık Türk zevkini oluşturan ve İstanbul'u kuran, kuşatan 'muhabbetli tenkit'in bir numunesidir.

Bugün belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeyin kitabıdır İstanbul Geceleri. Eleştirinin de sevginin de muhabbetli olanına duyulan hasretin kitabı. Ama evvela, İstanbul'a ve onun insanına olan hasretin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf