Beş Şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beş Şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2024 Salı

Beyazıt'ın ihtiyar çınarları

Bir şehirde ilk göze çarpan ağaçlar ve ibadethanelerdir. Cedler bu ikisine önem vermiş birinin olduğu yerde diğerini eksik etmemiştir. Servi ve Çınar bizim için en kıymetli ağaçların başında gelir. Servi mezarlıklarda kabir başlarında yerini alır, bilindiği gibi Türklerde bu ağaç vahdettin sembolüdür. Ayrıca fânîliği de temsil eder, böylece bize tek hakîkati gösterir. Fuzûlî su kasîdesinde 

“Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su”
(Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan köyünün/semtinin bahçesine akıp duruyor.)

diyerek Servi’yi Peygambere benzeten Fuzûlî semtin bahçesini ise, Hz. Peygamber’in kabri, Ravza-i Mutahhara’ya benzetir. Su elbette ona âşık olan ümmetinden başkası değildir. Böylece zarif, doğruluk, emin ve ahlak bütünü olan Peygamber servidir, aşkına doğru akmaktayızdır. Bir başka şerh olarak ise şöyle yorumlanabilir, servi vahdet olduğuna göre nehir ve dere de isim tecellisidir, bütün isimler “bir”e yani tevhide gider. Türkler saygıdan dolayı sevgisini ve inancını anlatmak için rumuzu tercih ederler. İkinci ağaç ise, Osmanlı’nın ilk şehirlerinin ana merkezleri, külliyeler gibi yerlerde özenle diktikleri Çınardır. Osman Gazi’nin rüyasında göğsünden çıkıp müjdeyi sembolize eden, Geyikli Baba’nın da Orhan Gazi’yi ziyaret ettiğinde bahçeye getirip diktiği, hayat ağacıdır. Bu İhtiyar bilge hâlâ medeniyetimizin ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. Bursa’da olduğu kadar İstanbul’un da çınarları vardır. Ve bunlar asırlardır gökyüzüne uzanmakta, târihe şahitlik etmektedir. Gezi yazıları, şehirleri anlatan kitaplarda da ağaçlar geniş yer tutar. Özellikle sembol olanlar, bizi yaprak hışırtıları içinde maziye bağlar. Türk’ün derûnî terkibi içinde hakîkatleri fısıldar. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı’da öyledir.

İstanbul’u pekâlâ anlatan iki mümtaz şahsiyet; Sâmiha Ayverdi ve Ahmet Hamdi Tanpınar da, ağaçları es geçmemiştir. Beyazıt için kalemlerini oynattıklarında, 'İhtiyar Çınar'dan bahsederler. Beyazıt Meydanı bizler için çok önemlidir, Fatih İstanbul’u fethettiğinde ilk sarayı buraya yapar, sonra Sarayburnu’na gider. Şimdi o saraydan eser kalmamıştır ama Beyazıt Câmii hâlâ ayaktadır. medeniyete ses verenler tarafından İstanbul Üniversitesi’nin binâsı korunma altına alınmış, yıkılmaması için mücâdele verilmiştir. Sâmiha Ayverdi, Osmanlı medeniyetinin yoğrulduğu kültürü ayakta tutmak için gayret eden kalem erbabı, ezelden biçilmiş bir vazifeyle donanarak gelmiş bir isimdir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise dönemine çokta alaka görmeyen, son dönemlerde en çok satanlar arasında yer alan, kültürü ve bizi bize anlatan, şark medeniyetin bütün cevherlerini meydana çıkarmaya çalışan mütefekkirdir. Bir mücevher ustasıdır. Öğretmeni Yahya Kemal, öğrencisi Mehmet Kaplan olan kişiden başka bir hüviyet beklenemez zaten. İki ismin eserlerinde kültür, inanç hayatımız olduğu kadar sa’natımıza da yer verilmiş bunların terkibi olan mîmârî de önemli yer kaplamıştır. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitapları semt semt bize İstanbul’u, târihimizi ve günlük hayatın girdisini çıktısını aktarır. Bu eserler günümüz insanına içinde bulunduğu toprakların terkibini ve nasibinin mâzîyle olan sıkı sıkı bağını, bir iğne oyası gibi yemenilerimizi süsler. İstanbul başlı başına bir medeniyettir, Fatihle başlayan inşâ sâdece binâlarda değil her alanda gerçekleşir. Ve aslî kimliğine ancak Kanunî döneminde kavuşur. Beyazıt bu mânâda mühimdir.Bu câminin bir güvercin beyazlığında dikildiğinde esas Bizans yıkılmıştır. Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı ile muhabbet halindedir. Nice olaylara şâhitlik etmiş bu kadim ağaçtan, duymak istediği birçok mevzû vardır. Bugün kaybettiğimiz birçok değerimizi neden ve nasıllarını, sanki ondan aldığı cevaplarla yanıtlar. Ama asıl mühim olan burada Beyazıt’ın ortasında duran ağacın bir hüviyet taşıdığıdır. Evet, bir kişiliği olan, bilgedir. Servi nasıl Peygamber ise Çınar devlettir. İhtiyar diye seslenmesi sâdece yaş almış olduğu için değildir, ihtiyar aynı zamanda susmayı tercih eden demektir. Beyazıt’ın Çınarı da nice olaylara şâhit olmuş, nice Padişahların hal edilişini, gençlerin sevdasını görmüş, ama susmayı yeğlemiştir. Çünkü: “Fakat ihtiyar çınar insanoğlunu zıd istikametlere çekip sürükleyen endişe ve fikirlerimizde dolaşmanın faydasızlığını öğrenmiş olacak kadar tecrübe sâhibidir.” Sâmiha Ayverdi târih deryasından ibret kovasını dolduramayan insanoğlunun ise bu külfete katlanamacağını söylemektedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar ise atalarımızın, mîmârî eserlerin yanı başına muhakkak birkaç servi veya çınarı eksik etmediğini, hatta medrese ve câmi avluların hendesi cennet ortalarında bunlar için yer açtıklarını yazar. Mîmârlık ve ağaç işbirliği halinde muhteşem terkip olan tevhide temayül ederler. Süleymâniye bunlar içinde ayakta kalan nadir yerlerden biridir yeni terkipte ise bu ikili yerini apartmanlara bırakır. Ağaç sadece mîmârlık zevkimiz değildir şiirimiz, edebiyatımız, kilimimiz onlarla doludur. Oğuz Kağan destanında ikinci eşi göl ortasında duran bir ağaçtan çıkan peri kızından Gök, Dağ, Deniz adında oğulları olmuştur.

İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışarıdan görünen umumî manzarasını daha ziyade Karacaahmet, Edirnekapısı, eski Ayazpaşave Tepebaşı gibi servvilikler yapardı. Boğaziçi’neki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz u iki ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır.” (Beş Şehir)

Asırlık bir ağacın gitmesi geleneklerin kaybolmasına benzemez çünkü yerine yenisi gelir lâkin bir asırlık çınarın gitmesinin yeri doldurulamaz. Bir başkasını eksek bile babalarımızın altına oturup “kut”ladığı ağaç değildir. Onun yerini alabilmesi de mümkün olmayacaktır. Ahmet Tanpınar bir ağacın kurumasını ve kesilmesini kadim târihimize ve hüviyetimize vurulmuş bir darbe olarak görmektedir. Kısaca bir ağacın ölümü Süleymaniye’nin veya bir mîmârî âbidenin yıkılması gibidir, her iki yazarda kendi devirlerinde bunun çok örneğe denk gelmişler. Koca koca şâheserler yok olup gitmiştir. İstanbul’un birçok semtinde yıkık dökük, harap, medrese, tekke, câmi, çeşmelere rast gelmek mümkün oluyordur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Gerçek yapıcılığın mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız” der. Sâmiha Ayverdi İstanbul Geceleri’nde ise bu durumu şu ifadelerle kaleme alır:

Mümkün olsa Beyazıd’ın çınarına, yanı başındaki Aşhane Kapısı’nın üstüne oturtulmuş, bir rivâyete göre içinde Şemsettin Karahisârî’nin hat dersi verdiği o saçakları, pencereleri, kapıları, muhteşem ve emsâlsiz bir Türk zevkini imzâlıyan binaya, sadist bir felsefenin kazmaları inerken ne mertebe acı çektiğini sorardım.

Ayverdi böyle bir yapının değil yıkılması bir çivisinin eksilmemesi için titizlenilmesi gerektiğini, gönül ve ellerimizle bu yapıyı ayakta tutup, ömrüne ömür katmamızı söylerken ne kadar haklı, ne kadar doğru söz söyler. Bugün düne ait yapılarına minyatür veya seyyah kitaplarının arasından bakarken, hüznümüz gönlümüzü dağlamıyor mu? Ve bu hüzün içinde cedlerine olan vefa için kolları sıvayan, bunları tespit etmeye çalışan, yazanlara binlerce Fatiha okumayı ihmal etmek ne kadar doğru dur?

Sâmiha Hanım, yeise düşme, gönül kubbesinde öten en çirkin eşli kuştur, der. İhtiyar Çınar’ın devirleri besleyen sulayan bir nehir gibidir amma ondan faydalanmayı bilen kaç kişidir? İstanbul târihine düşecek notları vardır, bir yadigâr ister ondan. O şunu düşünür, belki de bir gün bir sürü geçerde içinden biri eğilip bir damla su içer. Belki de târih nehrinden nasibimiz bu kadar der, serzeniş olduğu kadar ümitte içerir bu görüş. Bir küçük nüve kalsa Türk ayağa kalkma zamanı geldiğinde kalkar ve medeniyetini kurar. iki mütefekkir, bunun inancını taşır. Yeter ki mâzîden, derunî ilimden bir şey kalsın.

Tam bu noktada Tanpınar, Sâmiha Ayverdi’nin bahsettiği ümitsizliğin belini kırmak gerektiğini kendine hayıflanarak belirtir. Şikâyetçi olan değil, çocukluğundaki her şeyi bilen, öğrendiğini unutmayan ihtiyar olmak ister, O zaman onları tanıtır ne mânâya geldiğini herkese anlatabileceğine inanır. Uzleti bekleyen ağaçları sade isimleriyle İstanbul’a şahsiyet, hatıra veren sakız ağaçlarını ve sur kahvelerinin süslerinin sesi olma sevdası, içinde yanan bir yürektir. Ona göre çınar ağaçlarında bir dede edası görülür.

Onlar toprağımızın hakiki gururudur, belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal’in Itrî’yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.” (Beş Şehir)

Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri’nde teker teker maziyi anlatır. Beyazıt’ın İhtiyar Çınarı; Hakkaklar çarşısındaki temiz ahlâklı esnaf birliği Ahilere, loncalara, beş vakit minarelerinden eksik olmayan ama halkın dönüp dinlemediği ezanlara, ramazanda düzenlenen sergilere, Karagöz oyunun kahkahalarına ve İstanbul yangınlarına şâhitlik etmiştir. Kimisi kısa kimisi uzun ama âhenkli olan dallarına yazıp târih sayfasına kaydetmiştir. Ama keşke bir ses verip anlatsa…

Tanpınar, bir zamanlar Yeniçeri ocaklıların yakıp yıktıkları yerlerde, kibar insanların ikindi vaazı ve iftardan sonra Paris’ten esinlenilmiş, Şehzadebaşı’na kadar akşam gezileri düzenlenmesiyle meşhur olduğunu aktarır. Kadir gecesi hariç 28 gün Karagözün oyunu olan yer, İstanbul’un zarif eğlence merkeziyken zamanla yerini tiyatro, sinema merakıyla Avrupaî bir eğlenceye yenilecektir. Beyoğlu! Millî zaferden sonra, şairlerin, ediplerin toplanma yeri olan, Çınaraltları yerini korumaya çalışsa da akıbeti değişmeyecek yenilecekti. Sahafların çarşısı olup mâzîye öyle bağlanacaktır.

İki edip, iki gönül insanı, İstanbul âşığıdır. Mazisinde kadim ve derun terkibi barındıran bu şehre olan hınç ve öfkeye, onun hırpalanmasına göz yumamazlar. Hoş bir sada bırakan, şimdi ise dudaklarından “Ah” sesleri çıkar. Bunda, tarih nehrinden su içmeyip, dünyevi sarhoşluk peşinde koşan insanoğlundan gayrısı suçlu değildir. Bu müjdelenen şehri, Fatih’in itina ile kurduğu Simkeşhane’yi yıkan ellerin vefasızlığına sitemleri vardır. O kudretli imanın verdiği aşkla hilesiz ticaretten, aç gözlülüğe giden esnafadır kızgınlıkları, yapıların önünden boş gözlerle ilerleyen, ezan ve sela sesiyle yanıp tutuşmayan gönüllerin dalgınlığınadır hayıflanmaları, bu sözler koca bir medeniyeti enkaz haline çevirenleredir. Amma suç asla İstanbul’un veya İhtiyar Çınar’ın değildir.

Son söz son Osmanlı Hanımefendisi o büyük mütefekkirin olsun,

Ey kocamış ihtiyar çınar! Sana çok sordum ve öğrendim. Amma sorgularımı maddeden mânâya çevirip nereden gelip nereye gittiğimizi sormaya utanırım. Zira bunun cevabını biz insanlar henüz kendi kendimize bile vermiş değiliz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

9 Ocak 2020 Perşembe

Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.

Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.

Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.

Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.

Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.

Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.

Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.

Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.

Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.

Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.

Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.

Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.

Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.

Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

13 Haziran 2012 Çarşamba

Eskiye özlem duyan, seyyah ruhlara

Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve "Dersaadet" İstanbul. Ahmet Hamdi Tanpınar bu eserinde bizi bu beş şehirde yolculuğa çıkarıyor. Bu şehirlerin geçmişlerine değiniyor ve en güzeli de onun zamanıyla kıyaslama yapıyor. Bu tip kıyaslamaların, okuyucuların kültür sandığını tıklım tıklım dolduracağına inanmışımdır her zaman. "Beş Şehir'in asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır" diye özetliyor kitabını Tanpınar. Eskiye özlem, kaybolan değerler ve inceliği esas almış insanların bu durumlara karşı reflekslerini kitapta görebiliyoruz.

"İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırararak."

Tanpınar'ın gerçekten leziz bir üslubu var. Şu konuda benim gibi düşünen çok sayıda okuyucu olduğunu düşünüyorum; bazı yazarların kitaplarını belli yaşlarda okumak, gençlikte veya çocuklukta okumaktan daha faydalıdır. Zira Tanpınar'ın üslubu, liseden yeni mezun olmuş bir gencin (kitaplar içinde kaybolmamış biri olduğunu düşünürsek) çok hoşuna gitmeyecek ve hatta sıkılacaktır. Bu durumda Tanpınar'ın leziz üslubundan nasibini alamayacaktır.

"Bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. Hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır."

"Hiçbir şey kendi alınteri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kainata nakleder. Hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır."

Şunu da söylemek gerekiyor ki Dergah Yayınları, son yıllarda eskiye duyduğumuz edebi özlemi o kadar samimi bir şekilde gideriyor ki hem klasikleri okuyabiliyoruz hem de yeni basılan kitaplarla kütüphanemizi renklendirebiliyor, başlarda da dediğim gibi kültür sandığımızı doldurabiliyoruz.

"Sanat da aşk gibidir; kandırmaz, susatır. Ben serabtan seraba koşuyorum."

Özellikle Bursa ve İstanbul sayfalarında huzur bulduğum, Konya ve Erzurum sayfalarından yeni şeyler öğrendiğim ve Ankara sayfasından notlar çıkardığım bu kitabı hem yolculuk yapmayı çok seven hem de eskiye özlem duyan tüm ruhlara öneriyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf