Mustafa Kara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2024 Çarşamba

“Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır”

Zor zamanlarda aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu zinde tutmak için kadim mirastan yararlanmak bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük nimet. Sadece zor zamanlarda değil elbette, gönül safası bulmak için de keza yine aynı mirasın sandıklarını açıyoruz, açmalıyız.

İnsanı bu yola çıkaranın muhabbet olduğuna inanıyoruz. Felsefeyi eğer derinleşmek olarak kabul edecekse, tasavvuf da bir din felsefesidir ve tasavvuf yolunun incelikleri tek başına öğrenilecek basitlikte değildir. Her ne kadar mütevazılığın, sadeliğin, zarafetin yayıldığı bir iklimden bahsediyorsak da insanız ve hata yapmak fırsatını Adem’den beri üzerimizde taşıyoruz. Düşe kalka yürüyoruz, bunu da kabul ediyoruz. Ancak bir el tutmak, bir ışığın ardında yürümek bambaşka bir zevk.

Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır. Şahsi hikâyemi teferruatıyla dökmek istemem ama Şehremini Lisesi’nde okuduğum yıllarda, evimizin hemen çaprazında bulunan Seyyid Seyfullah’ın kabrini ziyaret etmek fakire hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Kaybolmamak için nereden başlamalıyım diye düşünmeme gerek kalmadan, Mustafa Kara’nın Tekkeler ve Zaviyeler kitabını bulmuş ve böylece kendisinin “uzaktan öğrencisi” olmakla tabiri caizse safa bulmuştum. Hikâye bu kadar değil elbette ama şu kadarını söylemeliyim: Merkezinde muhabbetin olduğu bir iklimden bahsediyoruz tasavvuf diyerek. Yollar nasıl ki muhabbetle kurulmuş vaktiyle, muhabbetle de yürünmeli öyleyse. Bunun için de düşünceye, insana, kitaba, mekânlara, sanatlara olan inançtan, muhabbetten asla vazgeçmemek gerekiyor.

2023 yılının sonlarına doğru Mustafa Kara hocanın iki kitabı selamladı meraklıları. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, Dergâh Yayınları’nın neşrettiği kitapların ilkiydi. Kitabın isminin öyküsü şöyle:

Abdürrahîm Merzifonî (v.1446) Mısır’da tanıştığı Sühreverdiyye tarikatının Zeyniyye kolunun pîri Zeynüddin Hâfî’ye intisap eder ve seyr u sülûnu tamamlar. Daha sonra mürşidiyle birlikte Horasan’a gider ve burada birkaç yıl kalır. Hâfî, bu esaslı dervişini “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” diyerek Anadolu’ya gönderir. Hazret böylece doğduğu Merzifon’a geri döner ve vefatına kadar burada halkı irşad eder. Şiirlerinde Rûmî mahlasını kullanır ve “Tövbe yâ rabbi hatâ râhına gittiklerime / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” beyti, 15. yüzyıldan bu yana pek çok levhada kendine yer bulur. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, İstanbul’u ve İstanbullu gönül tabiplerini, Bursa’yı ve Bursalı gönül tabiplerini bir araya getiriyor. İstanbul’un Kocamustafapaşa’sında doğmuş bir Bursalı olarak sayfalar arasında ne kadar zevkle gezindiğimi keşke anlatabilsem. Hocanın peşi sıra çıkan ikinci kitabının adıysa Yedi İklim Dört Köşe idi. Dört bir yanda uyanmış gönül ocaklarını kucaklayan bu çalışma, hocanın “bugünkü dünyaya İslâm’ın sesi sadası daha çok onların yolunda olanların eserleri ile ulaşıyor” dediği İbn Arabî ve Mevlanâ Celâleddin Rumî nezdinde yeni pencereler açıyor. Hocanın da vurguladığı gibi bazı Müslüman yazarlar bu ‘ulaşma’nın önünü kesmek için ellerinden geleni yapsalar da bu tarih boyunca görülmüş hadiseden geriye her zaman diri olan muhabbet kalmıştır. Kitabın kadın dervişleri ele alan son bölümüne dair hocanın aktardığı hatıra pek güzel: “Yıllar önce Bursa’nın bir köyünde, İzmir’den gelen şeyh efendinin sohbetinde bulunmuştum. Dinleyenlerin bir kısmı da o köyün kadınları, kızları idi. Herkes pür dikkat dinliyordu. Soru cevap faslında bir dinleyici konuyu ısrarla başka alanlara çekmeye, kafasındaki çarpık/çağdaş sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Sohbet eden kişi de yumuşak üslubuyla muhatabını kırmadan tatmin etmeye dikkat ediyordu. İş uzayınca hanımlar arasında bulunan yaşlı bir teyzeden olgun ve doygun bir ses tonuyla cevap geldi: “Geç ak ile karadan”. Her şey anlaşıldı… İşte dedim içimden Râbiâtü’l-Adeviyye… İşte Bâcıyân-ı Rum…

Bu iki güzide kitabın ardından 2024’ün şubatında bir Mustafa Kara kitabı daha talib-i irfanın imdadına koştu. İsmini, Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirindeki bir dizeden alıyor: Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm. Hoca, önsözünde bizi hüzünle karşılıyor. “Son yıllarda kaleme aldığım yazılar tek cilt halinde yayınlansaydı esere bu ismin verilmesini düşünüyordum. Çünkü ‘aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor’. Yarım yüzyılı geçen bir zamandan beri Osmanlı coğrafyasının tasavvuf ve tarikatlar tarihiyle ilgili yazı yazan bir kişinin artık bu ifadeyi kullanma hakkı vardır diye düşünüyorum.

Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm’ü, bir vefa kitabı olarak kabul etmek mümkün. Mehmed Âkif’e ithaf olunan, Nurettin Topçu ve dostlarının çevresinde açılan, cumhuriyet devrinde tasavvuf kültürüne, neşvesine katkı sunmuş muhterem zevatı tanıtan, tasavvufun son 100 yıllık seyri içinde nereden (ne olduğundan) nereye (ne olmadığına) geldiğini hatırlatan bu çalışmanın özü, belki de şu cümlede saklı: “Büyükleri anlamak kendimizi anlamaya doğru giden yolun ilk adımıdır.

Aralık 1925 tarihi itibariyle cismen kapatılan ama ruhen kapatılması mümkün olmayan tekkelerin işlevi bir yana; insanların gönül dünyasında asırlarca karşılık bulmuş bu zenginlik, şimdi yerini koca bir boşluğa mı bıraktı yoksa? Sorunun cevabı belki bu yazının başlığında, ama en çok da kitabının sayfaları arasında. Hatta belki de hocanın o şahit olduğumuz inceliğiyle, zarafetiyle seçtiği kitap ayracında…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Asırların çözemediği ve yenemediği mevzu: İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî

İslâm düşüncesinde yaşadıkları çağdan ziyade ölümlerinden sonra etkileri gittikçe artan birçok isim var. Ancak söz konusu selefî akım ve tasavvuf olduğunda akıllara düşen isimler belli: İbn Teymiye ve İbn Arabî. Güncelin, politiğin ve taraf tutma esasına dayalı araştırmaların tamamen dışında karşılaştırmalı metin okuması yapmak isteniyorsa, Mustafa Kara hocanın doktora tezi olan İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî, oldukça iyi bir başlangıç kitabı. 1970'lerin sonunda yazılmış olan bu tez, Dergâh Yayınları tarafından Nisan 2017'de kitap hâlinde neşredildi. Kara, "İlk akademik çalışmam olan bu eserin adı kırk yıl önce kondu. İlk eserim Tekkeler ve Zaviyeler ise kırk yıl önce basıldı. Allah'a hamd olsun!" diyor. Bize de hocanın bu mütevazı fakat istifadesi bol emekleri karşısında şaşkınlıkla karışık koca bir memnuniyet kalıyor. Allah ömrünü ve emeklerini bereketlendirsin.

Kitabın menkıbesinin kısaca bir anlatımından sonra konuyla ilgili çeşitli kitapların ve makalelerin olduğu beş sayfalık bir bölüm var. Okuma alanını genişletmek isteyenler için oldukça faydalı. Öte yandan kitabın sonunda da kitabiyat başlığıyla, sanırım hocanın istifade ettiği eserler bir araya getirilmiş. Bu eserlerin içinde Türkçeye kazandırılmamış olanları da var, bulması pek zor olanları da. Ancak bu bir sevdadır, arayan muhakkak bulur.

Tasavvufa yönelik tenkitler her asırda vuku bulmuş. Özellikle tarikatların belirginleşmesinden (kurumsallaşmadan) kısa bir zaman sonra bu tenkitlerin zaman zaman şiddetlendiğini okuyabiliyoruz. Kitabın ilk bölümü bu tenkitleri sebep bağlamında okuyucuya aktarıyor. İlk zâhidlerden ve sûfilerden sonra Ebu Nasr Serrac (988), Kelâbâzî (990), Kuşeyrî (1072), Hücvirî (1077), Gazâlî (1111) gibi müellif sûfilerce tevcih edilen tenkitleri ve hemen sonrasında sûfi olmayan İbn Hazm (1063), Nesefî (1142), İbnü'l-Cevzî gibi isimlerin görüşlerini okumak, İbn Teymiye - İbn Arabî yorumlarını daha objektif bir pencereden tahlil etmeyi sağlayabiliyor. "Öyle zamana yetiştim ki o zamanın sûfîleri şeytanla alay ederlerdi. Şimdi ise şeytan sûfîlerle alay ediyor" yorumunu yapan İbn Hafif'ten çok kısa bir süre sonra Kelâbâzî'nin "Mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil ortaya çıktı. Hakikatı aramak bir süs, onu tasdik bir zinet hâlini aldı. Tasavvuftan anlamayanlar sûfîlik iddia etti, sûfî olamayanlar onunla süslenmeye özendi." tenkidi oldukça dikkat çekici bir yer teşkil ediyor.

İkinci bölümde İbn Teymiye'nin yorumlarında İbn Arabî'nin nerede durduğunu okuyoruz. Kuşku yok ki İbn Teymiye'nin yorumları oldukça ağır ve sıklıkla tekfir edici. Mustafa Kara hoca metinlerin arasında önemli uyarılarda bulunmak zorunda kalabiliyor. Bilhassa konuya 'yeni' okuyucular için baştan 'etiketleme'ye imkân vermemek adına hocanın yorumları oldukça önemli. İbn Teymiye'nin İbn Arabî'ye bakışında siyasî ve fikrî durumların gözardı edilmemesi gerektiğini söyleyen Kara, tartışmanın sebepleri arasında şunları sıralıyor: Ailevî - meslekî, siyasî, fikrî, psikolojik.

İbn Teymiye'nin İbn Arabî'yi tenkit ettiği meselelerin başlıcaları; vahdet-i vücud, hatm-i velâyet, ricâlu'l-gayb, Firavun'un imânı, putlara ibadet, Hurûfîlik ve gaybdan haber verme olarak sıralanmış kitapta. Mustafa Kara hoca daha sonra bu meselelerin kısaca tahlilini ve değerlendirilmesini de yapıyor. Bu meseleler arasında asırlardır en çok ilgi gören elbette vahdet-i vücud meselesi. İbn Arabî'nin konuyla ilgili düşünceleri Fütûhât-ı Mekkiye ve özellikle Füsûsu'l-Hikem adlı eserlerinde yer aldığını belirtiyor Kara. Ve bunları şöyle özetliyor: "Bizler O'nun zâhiri suretleriyiz. O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında hayal olduğu için biz O'yuz. Bir açıdan halk halktır ibret alınız. Hâlık ile mahluk tek şeydir. Arif her şeyde Hakk'ı gören kimsedir. Vakit olur kul Rab olur şüphesiz, vakit olur kul, kul olur şeksiz." [sf. 95-96]

İbn Teymiye'nin vahdet-i vücud konusundaki düşüncelerinden sonra Kara yine onun ifadeleriyle şöyle bir özet yapmış: "Bunların Müslümanlara yaptığı zararlar, zehir olduğunu bilmeden zehrin, içene verdiği zarardan daha büyüktür... Bunlar Allah'ın veli ve nebilerinin kablarında insanlara küfür ve sapıklı şarabını içiriyorlar. İnsanlara sözde mücâhede elbisesini giydiriyorlar, gerçekte ise Allah ve Resûlüne harb açıyorlar. Gerçek velilerin kelime kalıpları içinde münafıkların ve kafirlerin laflarını sunuyorlar. Mümin ve veli olabilmek için onların yanın gelenler, onlarla beraber olanlar sonuna münafık ve Allah düşmanı kesilmektedirler." [sf. 101]

İbn Teymiye'nin İbn Arabî hakkındaki görüşleri zaman zaman değil, neredeyse her zaman böylesine ağır. Tekfirden hiç kaçınmadan ve "küfür ehli" ithamları da okuyucuyu elbette şaşkına çeviriyor. Mustafa Kara, meselelerin tahlil ve değerlendirilmesine başlarken "Değerlendirmede taraflardan birini tutma gibi bir endişemiz olmayacaktır. Hüsnüzan ve tenkid anlayışımızı her iki taraf için de -bilgimiz çerçevesinde- eşit oranda kullanmanın en tabiî yol olduğunu düşünmekteyiz." uyarısını yapıyor ve tüm konuları çeşitli kaynaklara da başvurarak yorumluyor. Sonrasında tasavvufa tevcih edilen tenkidler bölümü geliyor. Evvela Kübreviye tarikatının Rükniye kolunun kurucusu Simnânî (1336) ve Nakşibendî tarikatının büyüklerinden İmâm Rabbânî gibi sufilerin, akabinde İbn Kayyim (1350), Şâtıbî (1388), Taftazânî (1389), büyük âlim İbn Haldûn (1405), Ali Kârî (1605), vehhâbîliğin kurucusu Muhammed b. Abdulvahhâb (1792), İmam Rabbânî mektebinin en güçlü temsilcilerinden Dehlevî (1762) ve Yemenli âlim Şevkânî (1834) gibi sufi olmayanların tenkidlerini kısaca öğrenmek mümkün. Son olarak muasır âlimlerin düşünceleri yer alıyor. Burada hocanın "Şu da bir realitedir ki son asır İslâm dünyasına tesir eden şahısların çoğunun düşünce dünyası İbn Ârabî'den çok İbn Teymiye'ye yakındır" yorumunun önemsenmesi ve üzerine düşünülmesi gerekir. Sırasıyla düşünceleri derlenen isimler şöyle: Muhammed Abduh (1905) - Reşid Rıza (1935), Mustafa Sabri (1954), Abbas Mahmud Akkad (1964), XX. yüzyılın en büyük müfessirlerinden Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır (1942), Sa'îd Nursî (1960), Mevdûdî (1979).

Hamdi Yazır'a göre "felsefe-i ilâhiye ve vahdet-i vücûd namı altında gizlenen bir felsefe" yoluyla din ve ahlâk namına hem ilmî hem de hikemî büyük zararlar neşet etmiştir. Her nerede bir şirk varsa bu felsefeyle az-çok bir ilgisi vardır. Nursî ise Mustafa Kara hocaya göre görüşlerince İbn Teymiye'ye benziyor fakat İbn Arabî'ye olan derin saygısı (ulûm-ı İslâmiyenin bir mucizesi demiştir) onu ayırıyor. Nursî'ye göre "bu zamanda Muhyiddin İbn Arabî kitaplarını, hususen vahdetu'l-vücûda dair meseleleri okumak zararlı" bir konumdadır. Mevdûdî'ye göre "İbn Teymiye büyük bir mücadele vererek İslâm'a sızmış bidat ve tortuları süzdü".

"İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî" kitabının netice bölümü sadece beş sayfa. Burada okuyucu uzun uzun Mustafa Kara hocanın meseleyi nihayete erdirmesini bekleyebilir fakat bu bekleyiş hatalı bir bekleyiştir. Hoca eskiye kayıtsız-şartsız bağlılığın yeri geldiğinde kan akıtmaktan kaçınmadığını, yeni düşünce üreten her farklı tonun mutlaka sesinin kısıldığını, tasavvufî düşüncelerinden dolayı Hallâc'ın, Sühreverdî'nin, Şeyh Bedreddin'in idam edildiğini, Gazalî'nin İhyâ'sının henüz sağlığındayken Endülüs'te, İbn Arabî'nin Fusûs'unun Kafkasya'da protestoyla yakıldığını hatırlatıyor. Tezini ise şöyle bağlıyor: "İbn Arabî ile İbn Teymiye İslâm düşüncesinin iki mühim simasıdır. Asırları peşinden sürükleyen bir güçleri vardır. Bu kadar büyük hareketlerin yönlendiricisi olmak sıradan bir iş değildir. Dolayısıyla bazı konularda insan olmaları sebebiyle hata yapmışlardır. Bazı görüş ve tesbitlerinde hata ile iç içedirler. Fakat hiçbiri de kafir değildir. Hiçbiri hatasız değildir. Dolayısıyla "taassub çukuru" her iki kanat için de söz konusu olabilir... Herkese hakkını vermek gerekir." [sf. 166-167]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Ekim 2015 Çarşamba

Her kitap bir mektuptur

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.

"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)


Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."

Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.

Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."

Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"

Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."

Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)

Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf