29 Nisan 2025 Salı

Hicreti yeniden düşünmek

Hicret, kelime anlamı ayrılıktır. Hecr ve hicran kökünden gelir, Kuran’da yirmi yerde geçer. Bedenen ayrılmayı karşılar ilkin, kalben ayrılmayı da ifade eder. Dolayısıyla aynı bağlamda farklılaşmaya da gider.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret asıl önemini buradan alır. Onun hicreti ayrılıktan yeni ve kuvvetli bir başlangıcın tohumunu atmaktır. Önce Yesrib’i Medine yapar, ardından ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı tesis eder. Bu iki hamle, İslam medeniyetinin ve şehrinin nasıl olacağının göstergesidir, temelidir. Hicret ayrılıktır ama aynı hicret kardeşliği getirmiştir. Demek ki ayrılmanın nedeni mühimdir, ayrıldıktan sonra yerleşilen beldenin muhtevası mühimdir.

Bu yeni başlangıç mefhumu aynı zamanda yolculuğun da önemini gösterir bir yerde. Hadis-i şerif bize “Dünyada bir yolcu gibi ol” buyurur. Nereyedir yolculuk? Ve neredendir? Asıl yurttan asıl yurdadır elbet. Bu yolculuğun bir de manevi veçhesi vardır. Dünyaya bağlı olan kalbi, Rahman’a götürmektir bir yolculuk da. Sufiler buna süluk derler. Asıl önemli olan noktası “daha ulvi menzillere ulaşmak için” yapılır bu yolculuk. Tıpkı hicret gibi. Zulmün ve baskının dayanılmaz olduğu Mekke’den Medine’ye hicret edilmiş, oradan İslam’ın yayılması sağlanmış, din nice yerlere ulaşmış, kardeşlik tesis edilmiş ve nihayetinde çok daha büyük bir ordu ile Mekke hiç kan dökmeden fethedilmiştir.

Mekke’nin fethinde hiç kan dökülmemesi için Medine’ye gitmek gerekmiştir, hicret etmek, yolculuğa çıkmak, farklılaşmak. Aradan geçen zamanda sadece inananların sayısı artmamıştır, aynı zamanda din kalplere tamamıyla yerleşmiştir. Bu öyle bir zaman dilimidir ki makamlar aşılmıştır. Hz. Ebubekir Efendimiz bu zaman diliminde “Sıddık” olmuştur örneğin. “İnananlar kardeştir” düsturu bu zaman diliminde ancak hicret ile tesis edilmiş, gösterilmiştir.

O nedenle hicrete sadece yer değiştirme olarak bakmak meselenin özünü kavramaktan uzak tutacaktır insanı. Yer değiştirmek neden olmuştur, nasıl olmuştur, bu aşamada hangi tecellilere mazhar olunmuştur ve hangi noktaya ulaşılmıştır? Bu soruların cevabını bulabilmek için hicreti tüm yönleri ve ayrıntılarıyla öğrenmek, tefekkür etmek elzemdir.

Ketebe Yayınları tarafından yayınlanan Hicret kitabı tam da bu noktada büyük bir boşluğu doldurmuş. Hz. Peygamber’in İzinde (sav) - Sanat, Fotoğraf ve Akademik Perspektifler İle Kutlu Yolculuk Rotası alt başlığını taşıyan kitap, bu alt başlıktan da anlaşılacağı üzere çok geniş bir çerçeveden hicreti ele alıyor. Kolektif metinler, fotoğraflar ile hicretin tüm yönleri eksiksiz ele alınsın amaçlanıyor.

Örneğin, 86. Sayfada karşımıza bir fotoğraf çıkıyor: Menzil taşı fotoğrafı. Bu menzil taşı Harşa Geçidi (Seniyyâtu Harşa) boyunca bulunur ve doğusunda ve paralelinde Hicret rotasının ilerlediği ana göç yolunu işaret eder. Alkadi’nin deyişiyle bu menzil taşı “çağlar boyunca yolculara güven veren sessiz bir nöbetçi”dir.

Fotoğraf ve bu pasajdan ne anlamalıyız? Çoklarına küçük, çok da önemli olmayacak bir ayrıntı gelebilir. Hz. Peygamber’e dair hiçbir durum ayrıntıdan ibaret değildir oysa, olamaz. Hz. Peygamber’in amelleri, sözleri kadar manevi halleri de sünnetidir ve onlara ulaşmak için mutlak manada takipçisi olmak gerekir. Evet, ayrıntıların dahi peşinde olmak.

Çünkü ne kadar çok ayrıntı ile hemhal olunursa, zihin ve kalp de o kadar Hz. Peygamber’le hemhal olacaktır. Kişi düşündüğüne zamanla bürünmeye başlar, kalbin deri değiştirmesi bir yerde de bu şekilde gerçekleşir. Ayrıntılar, tefekkür kalesini güçlendirir. Tefekkür, kalbi dönüştürür. Zikir gibi ibadettir tefekkür de. İlim bir yerde biraz da o nedenle farzdır. Dünya yolculuğu da farzlarla, nafilelerle Allah’a doğru bir seyirdir nihayetinde.

Hicret, Müslümanlar olarak üzerinde daha fazla düşünmemiz, durmamız gereken bir kavram. Kavramı anlamak için de önce olguyu hakkıyla idrak etmek zorundayız.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

28 Nisan 2025 Pazartesi

“Allah sürprizdir, Rabbül âlemin”

Edebiyatımız çok güçlü bir şerh geleneğini içinde barındırıyor, yaşatıyor. Çünkü bu gelenek, bilhassa maneviyat meselelerine çok boyutluluk kazandırıyor. Şerh çalışmaları, yazılmış bir eseri daha geniş kitlelere ulaştırırken; bazen daha kolay anlaşılmasını bazen de o eserin üzerine daha derinlikli çalışmaların yapılmasına imkân sağlıyor. Şuradan başlayalım; şerh kelimesinin pek çok manası var. Bir şeyi açıp yaymak -ki fetih kelimesini çağrıştırıyor-, sözün kapalı taraflarını açmak, bir metni ya da kitabı ayrıntılarına inerek yorumlamak, izah etmek. Velhasıl, bilhassa şiirin penceresinden konuşursak, şerh etmek “şairler kadar cesur” olmayı gerektirir. Orada, şerh edenin hem zahiri hem de batıni ilmi ortaya çıkar. Tabiri caizse bir boy verme işidir. Bu durum akıllara, tasavvuf tarihimizde şiirleriyle de fevkalade bir yeri olan gönül hekimlerinden Lütfi Filiz’in şu dizelerini getirir: “Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım.

Tasavvufî eserlere dair yapılan şerhler, edebiyatımızda müstesna bir yeri oluşturur. Mesnevî ve Fusûsü’l-Hikem gibi mürşit kitaplara dair yazılmış şerhler dışında, bir dizenin peşinden giden irfan sahipleri de olmuştur. Mesela, Yunus Emre’mizin “Çıktım Erik Dalına” mısrasıyla başlayan şiiri/nefesi/nutku için sayısız şerh yazılmıştır. Niyazî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde gibi nice irfan sahibi, bazen böyle katmanlı şiirleri açmaya çalışmış, bazen de bir hikmetli sözü deşifre etmeye çalışmıştır. Şurası bir gerçek ki bilhassa tasavvufi eserleri şerh etmek için pek çok mecaza ve sembole hâkim olmak gerekir. İlahi sırlar, hiç beklenmedik yerlerden sürpriz yapmaya hazırdır. Öte yandan bizim şairlerimiz de sürpriz yapmaya pek hevesli, bu yönde pek maharetlidir. Tıpkı Ahmet Murat gibi. Ahmet Murat pek çok şapkaya sahip olmakla birlikte bunları gardırobunda saklamaya da meyilli, müstesna bir isimdir. Akl-ı selimin, kalb-i selimin ve zevk-i selimin bir terkibi olarak, okuyucunun sadrında üç saf açmıştır. İlki, akl-ı selimin yani denemenin safı: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Avarelik Görgüsü, Belki de Üzülmeliyiz, Taşı Taşırmak. İkincisi, kalb-i selimin, yani şiirin safı: Bir Şair Bisikletle, Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı, Şarkıyı Kes. Üçüncüsü, zevk-i selimin, yani hikmetin safı: İbn Atâullah El-İskenderî (Hayatı, Eserleri, Görüşleri) Hikayem Ne Tuhaftır – Ebu’l-Hasan Eş-Şüsterî’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı ve Sufilerin El Kitabı (İbn Acîbe).

Şerh geleneğinden hoşaf kaşığı bulaşığı kadar bahsedip şaire yanaştık. O hâlde “Âşinâ‐yı aşk olandan sor ledünniyâtını / âlem-i zevkin ne anlar sırrını ağyâr-ı aşk” deyu sözü köpürtüp cezbeden taşırmadan bir kitaba göz atalım, gözümüzü gönlümüzü açalım. Kalemiyle ve anlatıcılığıyla, geleneğin sorun çözen tüm taraflarını bugüne taşımaya gayret gösteren isimlerden biri de Yasin Taçar. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı kitaplarda arayışlarını, sorgulamalarını şeffaf biçimde dile getirmesi okur tarafında makul bir zemin buldu. Bu zeminde Taçar’ın metafiziğin rasyonalizasyonu olarak ifade edebileceğimiz bir güzellik de var. Nedir o? Bugünün mühim sorunlarına tasavvufla, azizlerin hayatından cevaplar araması. Bu cevapların günümüz şartlarına uyanlarını özenle seçmesi ve yine bugünün diliyle seslenmesi. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tüm Yakarışların Kapısında kitabında da bu meziyetinden vazgeçmeden cesur bir girişimde bulunuyor: Ahmet Murat’ın şiirlerine şerhler düşüyor. Sebeb-i telifi ise şöyle: “Ahmet Murat’ın şiirleri, sadece şiir değildir. Hakikatin, şiir görüntüsünde zuhur etmesidir.

Bir şair, tıpkı seyr ü süluk gören bir derviş gibidir. Zira Sadreddin Konevî’nin buyurduğu gibi yeryüzünde sülük görmeyen de yoktur. Karıncadan insana, taştan ağaca kadar bu böyle. Hepsinin sınavı farklı, hepsinin ihtiyacı da farklı. Şair, tüm bu cevelan içinde aklın, kalbin, nefsin, ruhun, canın farkında bir kalem savaşı verir. Yegâne yakınlığın kullukta saklı olduğunu bilir. Kulluğun bir acziyet, acziyetin de bir teslimiyet olduğunu bilir. Bu bilişlerin her biri, sanatçı fedakârlığıyla birleşince ortaya benlikten değil gönülden süzülen nağmeler çıkar. Yazılan her dize bir virde dönüşür. Kalbin de kelimelerin de birer yara olduğu düşünüldüğünde, bu nağmelerin her birinde yakarış vardır. Şairin yakarışlarını göğüste yumuşatarak karşılamak, her sadrın hüneri değildir. Bu da bir nasip meselesidir çünkü. Tıpkı iyi amellerin, hayırlı vazifelerin, güzellik peşinde olmanın da bir nasip meselesi olması gibi. Daima karşılıksız veren bir Mevlâ ve daima şükrü unutan bir insan görürüz işte bu cevelanda. Şair, “Kalenderiz, sesimiz çatal, suyumuz karanlık / karanlık ve acı mı? Acı da ne demek?” diye sorarken, şârih de şöyle cevap arar: “Modern hayatta bireycilik altında bencilliğin yeri vardır, kardeşliğin değil. Beşerî akıl merkezdedir, kalbî akıl değil. Dervişler ise beşerî aklı sadece araç olarak kullanır, kalbî akla ulaşmaya çalışır. Modern hayatın kulak verdiği ses, dervişin zikri değildir. Arif yerini aydına bırakmıştır. Günümüz öğretisi insanları narsist yapma odaklı işlemektedir, derviş ise benliğinden kurtulmaya çalışandır… Dervişin acısı, modern dünyanın onu daraltmasından ileri gelir.

Yasin Taçar, Ahmet Murat’ın şiirlerini şerh ederken insanın kaybettiği tınısına sıkça atıf yapıyor. Gürültü yerine ahengi arıyor. ‘Batanları sevmeme’nin bir fikir, bir nasihat değil yegâne hakikat olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de romantik bir bakış açısından uzak duruyor, şairin hikmetli gölgesinde sakin, ferah bir dil kuruyor: “İnsan, dünyada yolcudur. Yolcu, misafire denir. Misafir, gelip geçiciliği temsil eder. Böyle olunca da o bulunduğu yere ait olamaz. Tek sahip Allah ise, onun aitliği de Allah’a kalmıştır… Kişi Allah’ın inayetine muhtaçtır. Ve kavuşacağı da Allah’tır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Boğaziçi'nin güzellikleriyle dolu geniş bir aile tarihi

Dördüncü kuşak Bebekli şair Nigâr Hanım’ın torunu Nigâr Nigâr Alemdar, doğup büyüdüğü semtin bir monografisi olan Geçmişten Günümüze Bebek: Sosyal Tarihimizden Sayfalar isimli eseri 2023’de okurla buluşmuştu. Boğaziçi’nin incisi Bebek’in en köklü ailelerinin fertlerinden eski yapılarına hatıralarda kalan semt esnafından bugün hâlâ hizmet veren müesseselerine uzanan mazisini anlattığı kitap Bebek sevdalısı yazarın ilk kitabı idi.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın Timaş Yayınları’ndan bu ay çıkan yeni kitabı İstanbullu Üç Osmanlı Ailesi ise bir tarafta Beşiktaşlı Yahyâ Efendi bir tarafta Şair Nigâr Hanım bir tarafta da Ahmed Midhat Efendi’ye uzanan aile köklerinin Boğaziçi’nde geçen tarihini konu ediniyor. Fotoğraflar ve arşiv belgeleriyle zenginleştirilen kitap ailenin tarihini gün yüzüne çıkardığı gibi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşanan sosyal değişimi ve gündelik hayattan kesitler sunuyor. Bununla birlikte kitaba eklenen Ahmed Midhat Efendi’nin ve Şair Nigâr Hanım’ın daha önce yayınlanmamış resimleri ve eşyaları okur için bir sürpriz oluyor. Kitabın sonunda ise Şair Nigâr Hanım, Ahmed Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi, Yahya Efendi’nin soyağaçları yer alıyor.

Yazar, otuz yıldan fazla İngilizce ve simültane konferans çevirmenliği dersleri verdiği Boğaziçi Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra kolları Osmanlı’ya uzanan ailesinin geçmişi üzerine çalışmaya başlar. Uzun yıllar biriktirdiği gazete küpürleri, fotoğraflar, belgeleri çekmeceden çıkarmasıyla kendini adeta bir zaman yolculuğunda bulur. Bu yolculukta anne ve baba tarafından akrabalık bağlarının olduğu üç ailenin ünlü ünsüz her ferdiyle tanışır, görüşür. Nihayetinde üç önemli aileyi merkeze alan elimizdeki kitap ortaya çıkar.

Şair Nigâr Hanım’ın ortanca oğlu Feridun Nigâr ve eşi Nebire Nigâr, 1946’da dünyaya gelen ilk torunlarına ailenin ünlüsü Şair Nigâr Hanım’ın adını verirler: Nigâr Nigâr Alemdar. Baba tarafından Şair Nigâr Hanım’ın torun çocuğu, anne tarafından gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi’nin ağabeyi, ortağı, gazeteci Cevdet Bey’in torun çocuğu, babaannesi Nebire Hanım’ın ile de Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi Dergâhı’na uzanan köklü bir ailede geçmişe dair anlatılagelen hikayelerle büyüyen Nigâr Nigâr Alemdar dünden bugüne uzanan aile tarihini akıcı bir üslupla okura aktarıyor.

Şair Nigâr Hanım’ın üç oğlu Münir, Feridun ve Salih Keramet Nigâr’ın aileleri, yaşamları, dostları ve bugüne uzanan hatıraları yazarın ağzından anlatılıyor. Feridun Nigâr, 1913’de Ali Haydar Bey’in kızı Nebire Hanımla evlenmiş. Metin, Fıtrat ve Vecdi Füsun isimli üç oğlu olan çiftin bu evliliğinin gerçekleşmesinde Feridun Nigâr’ın her iki aileyi yakından tanıyan Bebek’te komşuları ve dostları Tevfik Fikret’in etkisi olmuş. Bununla birlikte büyük şair genç çifte verilen aile arsasında inşa edilen köşkün mimari tasarımını üstlenmiş hatta mobilyalarını bile çizmiş tıpkı Aşiyan’da kendi köşkünün plan ve dekorasyonunu yaptığı gibi. Feridun Nigâr Köşkü olarak bilinen ve yazarın çocukluğunda tatillerini geçirdiği bu köşk etrafında ailenin birçok anısını okuyoruz kitapta. Şehirleşme ve hızlı nüfus artışıyla İstanbul’un cehresinin hızla değiştiği 1960’larda ailenin acı tatlı hatıralar yaşandıkları köşk de istimlake uğramaktan kurtulamamış. Nigârların kuşaklar boyu yaşamları, Cumhuriyet döneminde genişleyen aile kollarını ve akrabalıkları kitabın birkaç bölümünü teşkil ediyor.

Osmanlı’nın fırtınalı son asrının ‘yazı makinesi’ Ahmet Mithat Efendi ve ağabeyi Cevdet Efendi’nin hayat serüveni, Midhat Efendi’nin şair Nigâr Hanım ile dostluğu, devrinin önemli iki kaleminin yazarlık faaliyetleri de kitapta müstakil bir bölümde ele alınıyor. Beykoz’un en önemli sakinlerinde olan Ahmet Midhat Efendi geniş bir aileye sahip. Midhat Efendi’nin matbuat yaşamında en büyük destekçisi birlikte gazetecilik yaptıkları anne-bir üvey ağabeyi Mehmet Cevdet Efendi. İki kardeş uzun yıllar birlikte çalışmış, çıkardıkları Tercüman-ı Hakikat gazetesi ve matbaacılıklarıyla basın dünyasında adeta çığır açmışlar. Ahmet Midhat Efendi’ye göre daha az bilinen Mehmed Cevdet Efendi hakkında çok az bilgi günümüze ulaşmış. Cevdet Efendi kızı Fatma Seniha Hanım, hukuk mezunu Osman Vefik (Beken) Bey’le olan izdivacından doğan Seniha Hanım küçük yaşta annesini kaybeder. Öksüz kalan Seniha Hanım anneannesi Safiye Hanım ve dedesi Cevdet Efendi tarafından büyütülür. Babaannesi Seniha Hanım’ın Büyükada’daki çocukluk günleri ve zorlu harp yıllarında yaşadıklarından söz eden yazar ailenin kış mevsimlerini Şehzadebaşı Vezneciler’deki konakta, yaz mevsimlerini de Büyükada’da geçirdiği ifade ediyor.

Nigâr Nigâr Alemdar’ın ailesinin bir başka kolu olan babaannesi Nebire Hanım’ın soyu Abdülkadir Geylânî’den ile Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi, 16. yüzyıl ulemasından Yahyâ Efendi’nin Dergâhı’na kadar uzanıyor. Yahyâ Efendi’nin dergâhının türbedarı olan Hüseyin Şevki Efendi, Nebire Hanım’ın büyük babası. Hüseyin Şevki Efendi kızı Semine Hanım’ın II. Abdülhamid devrinde sadaret mühürdarlığı yapmış Ali Haydar Bey ile evliliğinden Nebire Hanım ve kardeşleri dünyaya geliyor. Aile Bebek’teki meşhur Yılanlı Yalı’nın selamlık bölümünde önce kiracı sonra II. Mahmud’un iradesiyle mülk sahibi olmasıyla uzun yıllar yaşamlarını burada sürdürmeye devam etmiş. Yazar, Yılanlı Yalı’nın ilginç hikayesini, Yahya Efendi Dergâhı postnişini Abdülkadir Geylâni soyundan gelen Mehmed Nuri Şemseddin Efendi’nin mülkiyetine geçmesini ve çocukluk yıllarda ailesiyle birlikte yaptığı akraba ziyaretlerinde görme imkânı bulduğu eski ahşap halini kitapta anlatıyor. Yılanlı Yalı’nın Rumelihisar’ına kadar uzanan geniş bahçesinin bir kısmı Tevfik Fikret’e satılmış ve şair Aşiyan Köşkü’nü burada inşa etmiş.

Yazarın kuşaklar boyu İstanbul’un ve Boğaziçi’nin güzelliklerini yaşamış atalarına ithaf ettiği eseri, bir aile tarihi olmasının ötesinde satır aralarındaki paha biçilmez detaylar, Tevfik Fikret, Halide Edip, Yahya Kemal, Rus şarkiyatçı Madam Gülnar, Fatma Aliye gibi pek çok tanınmış siması hakkındaki hatıralar ve tanıklıklarla kültür tarihimize ışık tutuyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

22 Nisan 2025 Salı

Hatıraların rehberliğinde bir hayat

Bazı insanlar için hatıralar yalnız geçmişin izlerini değil, şimdinin yol haritalarını da içinde barındırır. Böyle olduğu için de yaşanılmış hadiseler ve karşılaşılmış insanlar mazinin tozlu raflarında değil, başucunda duran kitaplar gibidir. Sadettin Ökten, ailesindeki simaları anlatırken önce buna dikkat çekiyor. Anlattıklarının hâlâ kendisinde dipdiri durduğunu, canlı olduğunu söylüyor. Onlarla yaşıyor hoca, onlardan istifade etmeyi sürdürüyor. Yahya Kemal’in Geçmiş Yaz şiirindeki dizeyi hatırlıyoruz böylece: “Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

Ailemden Simalar; Sadettin Ökten’in hatıralarına, yaşadığı dönemin İstanbul'una, düşünce hayatına, estetiğine, zevklerine uzandığımız belgesel niteliğinde bir kitap. Kitapta hocanın bizi ilk tanıştırdığı sima; babası Celâleddin Ökten, nam-ı diğer Celal Hoca. Alışılagelmiş baba-oğul ilişkisinden çok farklı bir ritim görüyoruz. Diyaloglar, ikazlar, latifeler ve nasihatler kendi içinde bir derinliğe sahip. İçinde edebiyatın, tabiat sevgisinin, dergâh terbiyesinin, İstanbul tavrının olduğu bir sistem. Ailemden Simalar üzerine yazmaya girişirken, sadece bu baba-oğul ilişkisindeki hatıralardan bahsetmenin yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü evlat, babanın sırrıdır.

Sadettin Ökten, Vefâ Lisesi'nde öğrenciyken eve bir gün karnesini getirir. Velisi de pederi. O zamanlar karneyi veliler imzalıyor. Hoca velisinin adını Celâlettin olarak yazmış, babasına uzatıyor karneyi, Celâl Hoca, oğlunun kulakları kızarıncaya kadar durumu izah ediyor. "Ben dinsiz Celâl miyim? Ben, Celâleddin. Benim adım Celâlettin değil, tin değil, din. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!" diyor ve karneyi imzalıyor. Böylece dil hassasiyeti, Sadettin Ökten’in iç nizamında yerini buluyor. İnancın yaşanılarak öğrenildiği zamanlara gidiyoruz bu ilişkide. Telkinden ziyade seyir var. Çünkü o seyrin içinde olan insanlar, hayatlarını inanç esasları üzerine kurmuşlar. Ne çok abartılı ne de çok gevşek. “Böyle akıyordu hayat; yumuşak, tabiî ve mûnis” diyor Sadettin Ökten. Baba-oğul ilişkisinden devam edelim.

Divan şiirini çok severmiş Celâl Hoca. O bir beyit okur, oğlu kısa sürede ezberler. Onların vezinlerini bulur, buldurur, tâlim gerçekleşir. O beyitlerin ne manaya geldiğini, hayatta nereye oturduğunu yıllar sonra anlamış Sadettin hoca. Mesela: "Âkil ağlar geçen eyyâmı için / deli bayram geliyor der sevinir". Genel olarak ciddi bir sima olduğunu görüyoruz Celâl Hoca’nın. Dost meclisinde de, yemek sofrasında da. Hayatında ekseriyetle olan şeyler okumak, yazmak ve dostlarıyla hasbihal etmek. Oldukça seçici, mesafeli ama yeri geldiğinde samimi bir mizaç. Rüyaları çok önemsermiş. Özellikle hayatına yön veren hadiselerin başında yer alıyor rüyalar. Özel eğitimler veriyor talebelere Celâl Hoca, talebelerinden biri de İlhan Ayverdi. İlk müracaatında Celâl Hoca ona ders vermeyi kabul etmemiş. Sonra bir rüya görmüş, o rüyada Ken'an Rifâî, yanında da İlhan Ayverdi Hanım var. Hazret, Celâl Hoca'ya bir gümüş lira veriyor. Bu rüya üzerine Celâl Hoca ders vermeyi kabul ediyor.

Tabir meselesinde de hoca oldukça kuvvetli. Aileden bazı kimseler ona rüyalarını anlatırlarmış. Bazen tabir edermiş bazen de "bu mübtedî rüyasıdır" deyip tabir etmezmiş. Bu konuda da bir güzel anı mevcut. Darüşşafaka'nın müdiri Hasan Fehmi Bey, bir rüya görüyor: Kerimelerini bir haça germişler; bir subay da hanımefendi kıza silahla ateş ediyor. Tabiî adamcağızın bu nasıl bir mana diye zihni karışıyor. Aynı mektepte, aynı lisede muallim olan Celâl Hoca’ya anlatınca hoca "Senin kızına bir subay talip olacak ve kızı alacak ama nikahları ahkam-ı şer'iyye üzere kıyılmayacak, Frenk kanununa göre kıyılacak" diyor. O zaman medeni kanun yok elbette. İmam nikahı var. O arada da işte bir subay talip oluyor kerimelerine. Sözdü, nişandı derken zaman geçiyor, kanun değişiyor ve resmi nikahla evleniyorlar.

Celâl Hoca'nın iş hususunda sıkıntılı zamanları. Rüyasında bir büyük somun ekmek veriyorlar, o da alıyor. Sabah hanımına manayı anlatmış ve "Hanım müjde, ben ekmeği aldım. Yakında bize iş teklif edecekler" demiş. Cağaloğlu Kız Orta Mektebi yurt bilgisi muallimliğini teklif ediyorlar hocaya. Her ne kadar tenzil-i rütbe olsa da medar-ı maişet nedeniyle kabul ediyor hoca. Sadettin Ökten şöyle izah ediyor bu derinliği: "İşte bu rüyalarla biz böyle büyüdük. Pederde bu anlayış hâkim idi. Yani bir tarafta bir mantık adamı var, felsefe adamı var. Fransızca ders hazırlar, Hachette'ten kitap ısmarlar. Lisede verdiği felsefe dersini Fransızca kitaptan okuyup anlatır. Türkçe tercümesinden naklen değil, özellikle ana kaynağın kendisinden. Ama bir taraftan da rüyalar. Böyle bir adam. Ve çok sarfettiği bir söz: Bu yaştan sonra cehenneme seccadeyi seremem."

Yaşı kaç olursa olsun karşısındaki çocuğa sorumluluk vermeyi seven ve bu sorumluluk bilinciyle hareket eden çocuğun kendini önemli, güçlü hissedeceğini bilen bir tavrı varmış Celâl Hoca'nın. Mesela bir gün oğlu Sadettin Ökten'e bisiklet almış, "Senin bir vazifen var" demiş. "Her sabah Çubuklu'ya vapur geliyor saat yediyi yirmi geçe, o vapura gideceksin, benim gazetemi alacaksın" diye eklemiş. Sadettin hocadan dinleyelim yine: "Bisiklet alındı ya bir bedeli var. Ben çocuğum, on yaşlarındayım, küçüğüm, öyle bir şey yok yani. Sahil yolu, bugünküyle aynı yol. Vasıta çok az ama neticede on yaşınızdasınız. Tahmin ediyorum arkamdan çok okudu: Fallâhu hayrun hâfizâ ve huve erhamur râhimîn. Sonra bunun Sûre-i Yusuf'tan olduğunu öğrendim. Bu davranışı müthiş bir güven veriyor size. Hem bir sorumluluk veriyor bir iş yaptığınızdan dolayı hem de müthiş bir gurur duyuyorsunuz. Babanızın gazetesini alıyorsunuz ve bunu hiç aksatmıyorsunuz. Ve yavaş yavaş ahvâl-i âleme muttali oluyorsunuz ve pederinizden imâlı bir takdir alıyorsunuz."

Merhum pederinin eğitim metodunu "Birtakım taşları koyuyor, işaret taşlarını, zihninize ve gönlünüze ve geri kalan alanı size bırakıyor. Benim rahatlığım da oradan geliyor olabilir. Sonra siz el yordamıyla buluyorsunuz o alanda yolunuzu. Ama öyle güzel koymuş ki o taşları, o taşların dışına çıkmıyorsunuz, çıkamıyorsunuz" diyerek özetliyor Sadettin Ökten. Pederi, bir şeyin önemli veya önemsiz olduğunu muhakkak sezdirirmiş. Mesela 1950'li yıllarda bir akşam annesiyle radyo başında radyo tiyatrosu dinliyor. O sırada Celâl Hoca geliyor, "Lehvün ve laibün" diyor ve gidiyor. “Oyun ve oyalanma” yani. Yapma, etme, hır, gür yok. Bir ikaz, bir tavır, bir iz.

Ablası Ayşe Hümeyra Hanım, Sadettin Ökten hocaya anlatıyor. Cami cemaatinden bir hanım gelmiş, "Ben bir rüya gördüm, hocaefendi ile alâkalı, siz söyleyin de bir tabir etsin" demiş. Rüya şöyle: Hocaefendiye bir büyük somun ekmek veriyorlar ve Hocaefendi o ekmek koltuğunun altındayken gökyüzüne yükseliyor, ref oluyor. Celâl Hoca'ya mana aktarılıyor, o tabir etmiyor, yalnızca "hayırdır inşallah" diyor. Bundan sonraki hadiseyi ise Sadettin Ökten'den dinleyelim: "Küçük ablam İzmit'te çalışıyor enişte ile beraber. Küçük bir oğulları var, bizde kalıyor. Ablam ve eniştem de hafta sonları bize geliyorlar. Ablam "Pazar günü İzmit'e döneceğiz, babama veda edelim" diyor. Babam anneme "Benim işim var, çocukları sen yolcu et" demiş. "Babam bizimle görüşmedi" dedi. "Demek ki o bir veda mesajı imiş". Onlar pazar gittiler, peder salı akşamı vefat etti. Böyle bir çizgi içerisinde rahmetli pederin hayatı. Şöyle baktığım zaman her davranışında bir renk, bir üslûp, bir biçim size bir şey söylüyor."

Tekke şeyhleri tarafından çağırılan, intisap etmesi istenen bir zat imiş Celâl Hoca. Kimler yok ki? Abdülhakim Arvasî, Ken'an Rifaî, Mehmet Zahit Kotku. Mesela Ken'an Rifâi, Celâl Hoca'ya "Hoca, sen bildiklerini unutmaya hazır mısın?" diye sormuş. Hoca "Yok, hazır değilim" demiş. Abdülhakim Arvasî, Celâl Hoca’nın niyet ettiği kerameti göstermesine rağmen cezbedememiş hocayı. Fahreddin Efendi bu hadiseyi duyunca “Hoca sen galiba bana intisap edeceksin” demiş. Hakikaten de öyle olmuş. Celâl Hoca derslerini yapmaya başladıkça keşf-i kubur ve sonra keşf-i kulûb hâlleri zahir olmuş. Bir kabre bakıyor, mevtânın azap çektiğini görüyor. Bir talebesine bakıyor, kalbindeki hüznü görüyor. Ağır gelmiş. Fahreddin Efendi’den bu hâlleri kendisinden almasını istemiş, o da almış.

Son bir hatıra ile bitireyim. Celâl Hoca vefat ediyor. Fahreddin Efendi, halifesi Muzaffer Efendi’yi gönderiyor Fatih Camii’ne. Cenaze Nûreddin Cerrâhî Âsitânesi’nin yakınındaki dört yol ağzına gelince Muzaffer Efendi “Sapalım, Hz. Pîr’in penceresinden bir niyaz edelim” diyor. Kafilede, Celâl Hoca’nın son dönemde yakınlaştığı Mehmet Zahit Kotku Efendi’nin evlatlarından biri de var. “Hayır, hâcet yok, o artık bizim ihvanımızdandır” diye itiraz edince Muzaffer Efendi o pek meşhur ârifâne tavrıyla “Demek merhum hoca bir gül daha koklamış” diyor. Bu hadiseyi Sadettin Ökten’e anlatan ise Safer Efendi. Fahreddin Efendi, cenazede olup bitenleri sormuş, öğrenince tebessüm etmiş ve küçük bir imada bulunmuş: “Kışa giriyoruz, hoca çok üşürdü, şimdi bakalım orada ne yapacak?

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

12 Nisan 2025 Cumartesi

Deliliğin sınırlarında dolaşmak: Dostoyevski

Dostoyevski’nin, deliliğin sınırlarında dolaştığı çokça söylenir. Nöbetler geçirir, krizler yaşar, duygusal patlamaları, delice tavırları vardır. Romanlarındaki karakterler de bu anlamda hiç “normal” değillerdir. Neredeyse hiçbiri sokaktaki Ruslara benzememektedir. Hepsi, fazlasıyla uçlarda, fazlasıyla fantastik ve fazlasıyla gerçek-dışı görünmektedir. Rus ruhunu en iyi verdiği düşünülen bu büyük ismin dahiliği belki tam da buradan gelmektedir, fakat yine de bu soruyu sormak garip değildir: Dostoyevski deli miydi?

Joseph Frank’ın yakın zamanda çıkan kitabı Dostoyevski Üzerine Dersler’de (Vakıfbank Yay.) bu sorunun cevabına dair önemli bölümler yer alıyor. Kitap, onun en kapsamlı biyografisini yazmış önemli bir Dostoyevski uzmanı olan Frank’ın, eserleri üzerine verdiği derslerden oluşuyor. Adı ders vermek olsa da, daha çok Dostoyevski’den aldığı eşsiz dersleri paylaşıyor dense daha doğru olur. Burada Suç ve Ceza ya da Karamazov Kardeşler gibi başeserlerin yanı sıra Dostoyevski’nin ilk çıkış metinleri olan İnsancıklar ve Öteki gibi henüz işinin başındaki eserlerine de dikkatle eğiliyor.

Frank, Açılış Dersi’nde, Dostoyevski’nin Batı kültürünün en derin ahlaki ve felsefi meselelerini büyük bir canlılıkla ve okuyanı içine alan bir derinlik ve cezbedicilikle ele aldığını, en sıra dışı konuları en sıradan insanlara anlatmak gibi büyük bir zorluğa meydan okuduğunu ortaya koyar. Bugün güncelliğini en fazla koruyan ve tüm dünyada en çok okunan Rus yazardır, Dostoyevski. Belki de dışarıdan bakıldığında sıradan ve normal olan ne varsa hepsini yerle bir ettiği için, hiçbir zaman bitmeyecek bir içsel mücadelenin yazarıdır o. Kendisini toplumun ve toplumsal yaşantının parçası olarak göremeyen elitlere kafa tutmuş, küçük insanın küçük dünyasının görünmeyen yüzündeki büyük sarsıntıları olabilecek en insani biçimde açığa çıkarmıştır. Dostoyevski’nin kitapları, kendi kültürünü, dilini, dinini, değerlerini küçümseyen Batılı karakterle sert bir hesaplaşma içerir.

Buna karşın, içindeki Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu bir türlü bulamadığı için acı çekmektedir. Bütün yozlaşmışlığı ve çürümüşlüğüyle birlikte yaşanan gerçeklik, altta yatan asıl gerçekliği gizlemiş ve görünmezleştirmiş, tıpkı bir sara nöbetinde olduğu gibi bir bilinç değişikliğiyle ancak buna erişmek mümkün olabilmiştir. O nedenle, ilk romanı İnsancıklar’dır. Burada, alt sınıftan, gösterişsiz ve küçük insanları görürüz: “Dostoyevski, fakir ve mütevazı karakterlerine insan onurunu bahşetmeye çalışmaktadır.

Hayat bunu yapmamaktadır, çünkü ve küçük sıradan karakterlere içlerinde yaşattıkları isyanı açığa çıkarma fırsatı vermemektedir o; yazarın görevi -varsa şayet!- tam da yaratacağı karakterleri sayesinde gerçekliği yeniden yaratarak bu isyanın yok olup gitmesini engellemektir. İnsancıklar’ın ana karakteri Devuşkin küçük bir memurdur. Frank “küçük” insanların hemen her gün yaşadıkları muazzam çelişkiyi Devuşkin üzerinden şöyle anlatır: “İçinde yaşadığı topluma karşı bilinçli bir şekilde duygusal bir isyan beslemektedir. Sonrasında bu cüretkarlığından dolayı korkuya kapılır ve tehlikeli ve yasak olduğunu bildiği bu duyguları terk eder. Devuşkin’in beslediği bu duygular tehlikelidir, zira kendisini sadık bir tebaa olarak hissetmesi gereken ve benliğinin bir parçası olan bağlılığa halel getirmektedir.

Bütün enerjisini gündelik hayatın olağan akışıyla baş etmek için harcayan sıradan insanların içsel dünyalarını, dışarıdan bakarak anladığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Dostoyevski bu yanılgıyı ortadan kaldırır. Olabilecek en mahrem, en ruhsal psikolojik tahlillerle bunu yapar. İnsanlığın içini okumaktadır!

Dostoyevski karakterleri tıpkı kendisi gibi bitmeyen içsel mücadeleler yaşarlar. Devuşkin de isyankâr fikirleri ve arzularıyla suçluluk duygusu arasında içsel bir mücadeleyle yaşamaktadır. Şu satırlar hemen her gün küçük insanın yaşadığı iç mücadelesini çok iyi vermektedir: “Eşitsizlik, adaletsizlik ve aşağılanma gibi toplumsal konular romanın ağırlık merkezini oluşturur. Devuşkin, bu adaletsizliklere duygusal düzeyde meydan okumaktadır, ancak kendi tavrının tahripkâr bir özgür düşünce olduğundan da endişe eder. Devuşkin, mevcut toplumsal düzeni pasif bir şekilde kabullenmeye duygusal açıdan hazır olmayabilir, ancak bu düzenin Tanrı vergisi olduğunda ve bu nedenle sorgulanmaması gerektiğinde ısrarcıdır.

İnsancıklar’dan hemen sonra Öteki gelir. Bu roman tam bir başarısızlık olur, çünkü gerçek içeriği anlaşılmaz. Dönemin en önemli edebiyat ve toplum eleştirmeni Vissarion Belinski, Dostoyevski’yi fazlasıyla yetenekli bulsa da kitabı yerden yere vurmaktan çekinmez. Kitaptaki karakterlerin yerinin gerçek yaşam değil tımarhane olduğunu söyler. Böylelikle Dostoyevski’nin delilikle ilişkisi de başlamış olur ve bu niteleme, sonradan bitmeyecek bir eleştiri teması olarak sürekli yer bulur.

Belinski’ye göre Öteki’deki karakterler hastalıklıdır ve Rusya’daki hayatı gerçekçi bir şekilde temsil edememektedir. Frank, hastalıklı kısmına katılmaz ama gerçekçi olmadığı eleştirisinde haklılık payı olduğunu kabul eder. Çünkü bu tam da Dostoyevski’nin yapmaya çalıştığı şey için gereklidir, onun deliliği ve büyüklüğü de buradan gelmektedir. “Dostoyevski; vücuda getirdiği karakterlerin abartılı olduğunu, aşırı, anormal ve dolayısıyla fantastik olarak değerlendirilebilecek davranışlar sergilediklerini kabul etmektedir. Gelgelelim, tüm anormal davranışlarına rağmen bu karakterleri gerçekçi olduğunda ısrarcıdır. Dostoyevski’ye göre onun karakterleri Rus toplumunda zaten var olan fikir ve temayüllere sahiptir, ancak bu fikir ve temayülleri daha gevşek bir şekilde benimserler.

Burada neden daha gevşek bir şekilde benimsedikleri önemli bir sorudur. Başka bir ifadeyle, dışarıdan bakıldığında basit ve herkes gibi insanlar toplumla kurdukları bu gevşek ilişki sayesinde çürümenin etki edemediği karakterlerdir. Bu sayede görünen gerçekliğin dışına çıkabilme imkânı bulan kişilerdir. Dostoyevski’nin esas amacı, çarpıtılmış hayatın dışına çıkarak onu tersyüz etmek ve değişmez düzeni bütünüyle sarsarak gerçekle yalanı yer değiştirmektir. Küçük insanın büyük isyanına hayat vermektir. “Dostoyevski, esas gerçekçiliğin kendi yaptığı olduğu kanaatindedir, zira kendisine kalırsa o, Rusya’daki hayatın altında yatan gerçekliği tasvir etmektedir.

Öteki’nin kahramanı Golyadkin -Devuşkin’den biraz farklı olarak- orta derece bir memurdur. Hayattaki hırslarını içinde tutmak zorunda hissederek yaşamış olmaktan dolayı çektiği bir acı duymaktadır. Golyadkin hem hırslıdır hem de hırsı küçümsemektedir. Buradan doğan bir iç çatışma halindedir. Bir kişilik bölünmesi yaşar. Buna bağlı olarak daha yüksek bir toplumsal mevkideymiş gibi davranarak, gerçekliği olmayan bir sahte imaj benimser. Gülünç durumlara düşer. Toplumsal açıdan kendisinden yukarıda gördüğü insanları taklit etmek için bir araba ve üniforma kiralar. Hiçbir karşılığı olmamasına rağmen, Klara ile yakın bir zamanda evlenecekmiş gibi alışverişler yapar. Cebindeki kâğıt paraları kabarık görünsün diye daha küçük banknotlar halinde bozdurarak çoğaltır.

Güç karşısında yenilmiş bir karakterdir Golyadkin. İtaatkardır. Hile ve desiseyle yolunu bulmaya çalışır. Kurnazlıklar yapar. Ama gerektiğinde sakin, merhametli, erdemli ve dürüst görünebilmektedir. Diğer bir yanı vardır ki hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmez. Bir kez daha itaat ve isyan arasında salınır durur. “Karakteri itibariyle Golyadkin, yüzleşmek istemediği yönlerini bastırmak için mücadele eden ancak bu mücadelesinde başarısız olan bir figürdür. Golyadkin, baskıcı bir otoriteye itaat etmek ile kendi hırsları arasında bir iç çatışma yaşar.

Ne var ki bu çatışmanın yaşanması tam da bozuk bir düzenin otoritesiyle bozulmuş arzuların karşılaşması gibidir. Rusya’nın halkındaki asıl gerçeklik tam da böylesi çatışmalarda yatmakta ve Dostoyevski’nin gerçekçi bulunmayan gerçekçiliği bu büyük çatışmaların psikolojik içyüzünü bütün canlılığıyla ortaya koymaktadır. İnanılacak bir otorite ve düzen kalmadığında geriye karşı konulmaz hırslar ve arzular kalmakta, küçük insanın içinde tutmak zorunda olduğu cüretkarlığı ve isyanı sayısız insanı deliliğin sınırlarında yaşatmaktadır.

Soruyu tekrarlamak gerekirse, Dostoyevski deli miydi? Tabii ki hayır! Ama baskıcı ve otoriter bozuk düzenlerin küçük insanlarının deliliğin sınırlarında dolaştıklarını verebilmek için kendisi de deliliğin sınırlarında dolaşmak zorundaydı.

Olay Rusya’da geçse de delilik her yerdeydi!

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Gündelik olanın sosyolojisi

Sosyoloji ne hikmetse hem akademinin uğraşı alanıymış gibi bir yer tutuyor hayatımızda. Makaleler, ‘profesyonel’ çalışmalar, sosyologların bir araya geldiği ne yazık ki geneli sıkıcı konferanslar. Tanımaya, bilmeye ve istifade etmeye en çok ihtiyacımız olan bilim dallarından biri oysa. Üslubun ve hitabetin sürükleyici olmadığı her sosyoloji faaliyeti, ne meraklısında ne okurunda, hatta ne de öğrencisinde bir yer bulamıyor. Besim F. Dellaloğlu, uzun zamandır köşe yazılarını bir araya getirdiği kitaplarında aslında çok önemli bir şeyi hedefliyor: Sosyolojinin kamusallaşmasına, popülerleşmesine önayak olmak. Sadece kitaplarında değil yakın zamanlarda dijital mecralarda karşımıza çıkan videolarda da popülizme teslim olmadan bunu yapmaya çabalaması, sosyoloji meraklıları için bir nebze iç ferahlatıyor.

Bir tarafta sosyoloji gibi Fransızca kökenli bir kelime, diğer tarafta marifet gibi Arapça kökenli bir kelime: Sosyolojik Marifet. Kitap, ‘kariyer odaklı’ metinlerin değil Türkiye’nin okuryazar kamusuna sunulan bir çetele. Çünkü döne dolaşa konuşulan meselelerin nasıl değerlendirilip, nasıl ‘başka’ yorumlanması gerektiğine dair bir dili var. Zor meseleleri kolay ifade etme çabası, Dellaloğlu’nu iyi takip edenlerin de yakıtı. Sosyolojik Marifet’te Türkiye’nin bitmek bilmez iç dertleri var: Laiklik, sekülerleşme, dindarlık. Diğer yandan ‘için içi’ dertler de var: Okuma yazma, dinleme, WhatsApp entelliği. Gazete manşetlerini hatırlatan ama onlarla aynı kefeye koyulamayacak ciddiyette yazılar da mevcut: Helal cumhuriyet, başörtüsüyle bikini çağdaştır, yeni bir cumhurun sosyolojisi. Bütün bunları sıralamamanın sebebi kitabın eğlenceli tarafına da dikkat çekmek. Zira ağlanacak hâline gülme konusunda yeterli terbiyeyi gördüğümüz ziyadesiyle ortada. Bu yazıyı kitabın geneline dair bir inceleme yapmaktan ziyade, kitapta yer alan ve eşya-mekan-insan üçgeniyle ilgili metinlere dikkat çekmek için yazıyorum. Çünkü Dellaloğlu çocukluğundan bu yana hem anılarında yer etmiş hem de günümüz insanının bazen otantik bazen de turistik tutumlarına, davranışlarına sinmiş bazı eşyaların şimdilerde ne durumda olduğunu da izah ediyor. Mesela halı, tespih, nargile. Sonra ev yemekleri, esnaf lokantaları. Ayrı bir kitap olsa yeridir diyebileceğim iki yazı da samimiyetin ve mesafenin sosyolojisiyle ilgili, bunu da belirtmeden geçmek istemedim.

Halı, ebeveynlerinden zılgıt yiyerek büyümüş her çocuğun zihninde çarpık bir yerde durur. Geçmişe götürür burası doğru, ama o gidilen geçmiş neler hissettirir? Anneanne, babaanne evi, kendilerini bir odaya kapatıp bütün günü orada geçirmeye meyyal dedelerin varlık sancısı, belki sessizliği, evlerin kokuları, iç ve dış dinamikleri. Bütün bu nostaljik hava, el halısıyla endüstriyel halının yer değiştirmesiyle ne kadar ilgili? Üretilen her halının biricik olduğu günlerden emeği fark etmemize zerre imkân tanımayan seri üretim halılar. Arkadaş ziyaretlerinde karşılaşılan ‘bundan bizde de var’ söylemi artık ‘bundan dedemlerde vardı’yı çoktan geride bıraktı. Bir sosyoloğun ‘olup bitenin ardındaki nedenselliğe merak salan insan’ olması gerektiğini söyleyen Dellaloğlu halı bahsinde şuraya dikkat çekiyor: “Makine halısında marka etiketi halının arkasındadır ve aynı halından binlerce üretilebilir. Oysa el halısında marka, yani alametifarika olan imza eserin içine gizlenmiştir. Her el halısı biriciktir. El halısı öncelikle kendi çeyizi için ürettiği bir şeydir genç kız için. Halının ticarileşmesi çok daha sonradır. Anadolu antropolojik kültürünün, yani geleneğinin bütün dünyaya sunabileceği en değerli ürünlerden biridir el halısı.

Kültür tarihimizin önemli isimleri de Anadolu ziyaretlerinde mutlaka halı ve kilim gibi dokuma ürünlerinin üretildiği yerlere giderler. Orada sadece ürünü değil, o ürünü ortaya koyan emekçinin nasıl bir yaşamdan, nasıl bir iş terbiyesinden geçtiğini de görür. Sonra ortaya güzel bir hikâye, yol izi çıkarır. Süheyl Ünver, Sivas'ta halı dokumacılığı yapan bir kızdan duyduğu sözleri defterine kaydetmiş. Bunlardan biri için “altın kıymetinde” diyor. Söz şöyle: Her yanlış, bir nakış. Daha sonra bu sözü, -belki de Mehmet Kaplan olmasa çok bilemeyeceğimiz- Fransız filozof Alain'e ait başka bir sözle ilişkilendiriyor: "Şahsiyet, hatayı meziyet hâline getirir."

Tespih, çocuk yaşlarda karşılaşsak da elimize meraktan, belki kopartıp taneleriyle oynamak için aldığımız bir eşya. Lise hayatıyla beraber karar mekanizması devreye giriyor. Bu kararın içinde politik tavrınız, ailenizin yapısı, sizin uyumlanmak istediğiniz cephe var. Kimileri için Hakk’a sığınmak için araç, kimileri için raconun mührü, bazıları için de oyun, oyalanma. Ama mutlaka size dair bir şey söylüyor. Sizi hiç tanımayan birine elinizde tespihle yakalandığınızda etiketlere hazır olmanız gerekiyor. Tespihe merak duymanın dini, siyasi bir karşılığı bizim ülkemizde hep oldu. Yani ‘ben şu tip tespihlere ilgi duyuyorum, önemli bir koleksiyonum var’ deseniz bile arka planda size dair türlü türlü etiketler. Dellaloğlu şöyle diyor: “Tespih kullanmaya başladığımdan beri bana yönelmiş eleştirinin, serzenişin, tuhaf tutum ve davranışların haddi hesabı yoktur. Bunun temel nedeni Türkiye’de solcu, seküler, laik, şehirli sosyal tabakaların tespihe yüklemiş oldukları politik anlamdır. Bu anlam elbette diğer mahallenin tespihi mülk edinmesiyle de ilgisiz değildir. Zaten başka nasıl olabilir? Toplum bir vakumlar topluluğu değil. Her şey, hatta birbirlerine en zıt olanlar bile aslında ilişkisel.

Sıklıkla çayın, peş peşe çok tüketilemediği için de bazen Türk kahvesinin yanına eşlik eden ‘eril’ tüketim malzemelerinden biri de nargile. Hala tuhaf bulunur bir mekânda kadınların da nargile içmesi nedense. Halbuki ehl-i keyfin işine ne karışılır, kimin neyi ve neden sevdiği nereden bilinir? Tespihte olduğu gibi nargilede de kültürü, hayat tarzını ifade eden bir şeyler mi var? Olmasa bile, bizde öyle. Nargile, eski zaman insanlarının gün içindeki dinlenme, demlenme keyfiydi. Hatta nice edebiyat mahfili nargilenin, tömbekinin, kahvehanelerin çevresinde kurulmuştu. Tartışmalar dumanlıydı: ne kadar duman, o kadar randıman denirdi. Dellaloğlu, nargilenin kabuğunu soyup içine bakıyor: “Nargile sabit mekân ve boş zaman isteyen bir kültürel tercihi işaret ediyor. Modern hayatın debisine pek uygun olmayan, kullanıcısından fazla talepkâr olduğu söylenebilecek, hatta biraz da ağır bir eşya. Dolayısıyla da tüketicisinden benzer bir ağırlığı istiyor eşyanın tabiatına uygun olarak. Bu açıdan bakıldığında nargile zanaatı çağrıştırıyor bence. Tıpkı yirmilik bir sigara paketinin endüstriyi çağrıştırması gibi.

Buraları böyle geçince, Besim hocanın sadece eşyayı ve tüketim ürünlerini hesaba katan bir kitap yazması da çok zevkli olurmuş diye düşündüm. Stor perdeler, poşet çaylar, mikrodalga fırınlar, her ofisin vazgeçilmezi french-press’ler, neler neler. Hayat değiştikçe insan, insan değiştikçe eşya başka bir manaya bürünüyor. Mana dediysem, aslında maddeliğine yeni yapaylıklar ekleniyor. Onunla bir anlam bulunamıyor, ona değer biçilemiyor, yalnızca fiyatıyla ve albenisiyle, gösterişiyle bir varlık alanı kaplıyor hayatımızda. Halbuki Tanpınar -evet o hep bir şekilde haklı çıkan Tanpınar- ne güzel anlatıyor: “Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağıydı. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

11 Nisan 2025 Cuma

Şehrin ruhuna zarif dokunuşlar kitabı

Şehir üzerine yazmanın zengin birikim, tükenmez bir ilgi ve münasebet, meselelere farklı açılardan bakabilme kabiliyeti gerektirdiği herkesin malumu. Tekin Şener, şehir kavramı üzerine kafa yoran, okuyup yazan hemen hemen herkesin yakından tanıdığı bir isim. Kendisini tanıyan veya takip edenlerin aşinalıklarında, matbuat dünyasındaki dergi, kitap, yayın içerikli kalem işleri ön plana çıksa da o, fotoğraf sergileri, söyleşiler, panel ve konferanslarla da renkli ve zengin bir çalışma yelpazesiyle şehre dair izler bırakmayı başarmış bir yazar.

Şener, Mülkiyeli bir kalem. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun. Sivas Defterdarlığındaki memuriyeti resmen devam ederken o fiilen şehir üzerine okuma, düşünme, yazma, sohbet etme, kitap hazırlama, sergi açma, panel konferans faaliyetleri gibi çok boyutlu ve derin bir kültürel atmosferin ziynetleriyle hem muhayyilemizi hem de gönül ve dimağlarımızı tezyin etmeye devam ediyor.

Şehir Kültürü Dergisi” mottosuyla 2004 yılında Sivas’ta yayımlanmaya başlayan Hayat Ağacı dergisinin ilk sayısından itibaren yayın kurulunda yer alan ve 7. sayıdan itibaren editörlüğünü üstlenen Şener hem muhteva ve görsel zenginlik hem de tasarım ve editörlük boyutlarıyla dergi işinde önemli başarılar kazandı. Hayat Ağacı dergisi, şehir dergisi fikrinin başka iller tarafından “hayata geçirilmesine” de öncülük etti. Kısa bir zamanda Karaman’da İmaret, Konya’da K+, Kayseri’de Şehir, Kahramanmaraş’ta Evvel Âhir, yine Sivas’ta Sultan Şehir gibi dergiler neşet ederek şehri merkeze alan “kenz-i mahfi” hüviyetinde ve faklı boyutlarda şifahi ve kitabi hazineleri meraklı, ilgili okurların beğenisine sundu.

Şener’in 2018’de politikadan kültüre çok geniş bir çerçevede ele aldığı meselelerin hayata, şehre ve insana yansımalarını farklı başlıklarda işlediği denemeleri Ötekiler Günü, Karakum Yayınları'ndan çıkarak okurla buluşmuştu. Bunu Hayat Ağacı dergisi çevresinde yapılan röportaj, deneme ve portrelerin yer aldığı ve 2019 yılında yayımlanan Tabirin Sığmaz Kaleme isimli eseri takip etti. (Bu kitap yayımlandığı dönemde hak ettiği değeri görmeyen; ama çok başarılı bir eser olarak hafızalarda yer edecek kıvamda.) 2023’te yayımlanan Kayıp Mevsim Düşleri, öncesi ve sonrasıyla pandemi dönemini yansıtıyor ve onun ağır atmosferi içerisinde kasvet ve ümidi yükleniyor. 100. Yıl Sivas Cumhuriyet Albümü'nü ve Divriği Albümü'nü de eklediğimizde yazı hem uzayıp hem de farklı katmanlar kazanacağından onlara temas etmeden sözü Şener’in şehir minvalinde felsefi derinlik arz eden metinlerini içeren son kitabına getireceğim.

Tekin Şener’in daha önce Hayat Ağacı, Söğüt ve Evvel Âhir başta olmak üzere farklı dergilerde yayımlanan; şehir üzerine derinliğe sahip, felsefi ve edebî bir kıvamda ve selis bir Türkçe ile kaleme aldığı deneme tarzındaki birbirinden güzel metinleri yine çarpıcı bir isimle iki kapak arasında birleşerek Birinci Çoğul Şehir ismiyle raflardaki yerini aldı.

Onun hayatının, düşüncesinin ve kaleminin merkezinde olan şehir, aslında hepimizin hayatını kuşatacak kadar çok boyutlu nitelikte. Bunu fark etmek için keşif mi yoksa rastlantı mı gerekiyor ya da bir aydınlanma mı? Şener, denemelerinde şu cevabı veriyor: “Hem çattığımız hem de bulduğumuz bir mesele olarak şehir, her meselenin ortasında duruyor. İnsan varlığının en önemli tezahür alanı olarak şehir, hayatımızda açılan pek çok üst başlığın alt başlığın kaynağı ve sahnesidir.

Kitapta yer alan yirmi beş deneme, “şehrin her meselenin ortasında yer alması”nı insan, mekân, zaman odaklarından bakıldığında görülen farklı boyutlarıyla sergilemeyi amaçlamış. Bunu her bir denemenin başlığında, satır aralarında ve metni okuyup bitirdiğimizde zihnimizde bıraktığı izlerde yeniden kavrıyoruz. Kendisi “Herhangi bir şehri değil ‘şehir’ kavramını entelektüel bir tartışma zeminine taşımalı, etrafında fikir üretmeliyiz. Esasen bu kitapta yapmaya çalıştığım da budur.” cümlesiyle özlü bir sebeb-i telif de yapmış.

Şehri, insanın sadece suretini değil siretini de yansıtan bir sihirli aynaya benzetenler de var, insan eliyle yapılan ve insanın tüm duygularından izler taşıyan bir heykel gibi olduğunu düşünenler de… Bunları çoğaltmak mümkün fakat her bir tanımın, teşbih veya teşhisin insan odaklı olacağı su götürmez bir gerçektir. Çünkü “İnsanın en geniş tecessüm sahası şehirdir. İnsanın dehası ve budalalığı, ölçülülüğü ve azgınlığı, sanatı ve vandallığı, zarafeti ve hoyratlığı olanca tesiriyle şehirde cisimleşir.” diyor bir metninde. Ve şehre farklı bir tanımla bakıyor bir metnin etrafında: “Benzerliklerin benzemezlikleri kuşattığı ama bastıramadığı insan yerleşimine şehir denir.” Şehri Mesele Yapmak dibacesiyle açılan kitap “Şehir Denir”, “O Belde”nin Bin Bir Yüzü”, “Çağlayan ve Durulan Zamanda İnsandan Şehre Kalan”, “Ümitlerin Ötesinde Bir Şehir” , “Şehirlerin İnsanlara Yaptıkları”, “Mekân Var Mekân İçinde”, “Duydunuz Şehrin Sesini”, “Şehrin Renklerine Dokunmak”, “Yer Altı Canavarlarını Dehlemek”, “Şehir Düştü” gibi başlıklarla okuru selamlayan denemeler birbirinden farklı yönleriyle şehir ve insan mefhumunu kuşatıcı bir anlayışla kavrama çabasını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda felsefi arka planıyla da okura zihin egzersizi yaptırıyor. Şehrin varlık sebebi insan ile insanın varlık göstergesi şehrin iç içe geçmiş ve biraz da girift ilişkisini yazar nasıl da güzel izah ediyor: “Topografyanın sunduğu imkânlar ve imkânsızlıklar şehrin mekânda yayılmasını belirlerken geçmişin yükü, şimdinin enerjisi ve geleceğin çekimi onun zamandaki ilerleyişinin yolunu çizer.

Bu ilişkiye ontolojik bir noktadan baktığı bir metninde ise şu cümleler sayfalar dolusu izahı adeta sehl-i mümteni üslubuyla ifade edecektir: “Şehir benliğimizi ve şahsiyetimizi var etmez ama oluşumuna nezaret eder. Mütevazı destanımızın sahnesi, biricik hikâyemizin satır araları, şahsi meselelerimizin tanığı şehirlerimiz… Onların yerleşikliğinde ve akışında kendimizi bulur, kaybeder, tekrar buluruz.

Bir şehre gidememenin, bir şehri görememenin veya içinde şu veya bu şekilde bulunduğumuz şehrin ruhuna dokunamamanın, onunla rabıta kuramamanın sebeplerine varıncaya kadar pek çok noktaya temas ediliyor bu denemelerde. Bu kılavuz cümlelerden biri daha: “Restore ve modernize edilmiş tarihî binalarda, eski süsü verilen çarşılarda, terbiye edilmiş yerel mutfaklarda vakit doldurur, bize sunulanı yaşar gideriz. Bu bir tecrübe değil bir teğet geçmedir. Enerjisini duyduğumuz, hareketine kapıldığımız, sesini ezberlediğimiz, sükûnetinden ürktüğümüz bir şehirle sahiden tanışmış oluruz. Oradaki basmakalıp sahnelerin, seri yaşantının, koral hengâmenin örttüğü ama büsbütün gizleyemediği tekillikler, bize şahane ipuçları verir, şehrin zaman aşırı bünyesinde sürprizli koridorlar açar.

Fazla söze ne hacet? Birinci Çoğul Şehir'in birbirinden güzel metinlerini okuyup bitirdiğimizde ne oldu derseniz…“Söz sık sık insana geldi, zamana değdi, hafızayı yokladı, mekânda gezindi. Şehir dediğimiz kul yapısı nesne de zaten insandan, zamandan, hafızadan ve mekândan ibaret değil midir?

Şehre ve çağrışımlarına dair, şehir ile zaman-mekân-insana ait tüm kavramların çok boyutlu ve oldukça renkli olarak ele alındığı, dile geldiği ve gönüle yükseldiği metinleri siz de tadına vararak okumak isterseniz buyurunuz…

Erhan Paşazâde