Muhammed İkbâl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhammed İkbâl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2024 Perşembe

Muhammed İkbal’in felsefesinde ego

Hint dünyası, İslam dünyası ve Batı düşüncesi. Muhammed İkbal’in ruh iklime bu üç saha damgasını vurmuştur. Hemen fark edilecek şey, onun daima kabuğu sıyırıp özü yakalama hevesi. Bir tarafında Bergson, Nietzsche, Goethe; diğer tarafında Vedanta, Kur’an terbiyesi, tasavvuf. Karşımızda çok kapılı bir han var, her kapısından girildiğinde okurun kalbine yeni, lezzetli ve ufuk açıcı oklar fırlatan.

Böylesi ruh zengini insanları daha iyi anlamak için elbette onların dillerini, içinde yetiştikleri kültürü iyi bilmek gerekir. Buna hakkıyla zaman ayırmak, mesai harcamak mümkün olmadığında ise güvenilir mütercimlere, güvenilir kalemlere ihtiyacımız oluyor. Her kitabını, içinde saat başı çalan bir aşk alarmıyla yazan müteveffa Annemarie Schimmel’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. O, girdiği her sahanın otoritesi olma özelliğini taşımasıyla gıpta edilecek bir insan, bir kalem, bir yürek. Schimmel’i anlamak sevdasına tutuşmuş; şiir, sanat, felsefe üçlüsüne dair Türkçemizde de fevkalade eserler neşretmiş Senail Özkan hocanın ise hakkı ödenmez. Hocanın, kendi okuma serüvenimde “Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celaleddîn Rûmî” kitabıyla başlayan çok özel bir yeri vardır; ne yazsa, ne tercüme etse hususiyetle okurum diyerek geçeyim bu bölümü.

Senail hoca, İkbal’i anlamak için yukarıda izah etmeye çalıştıklarımın yanı sıra özel bir konundan daha bahsediyor: lisan-ı hâfi. Zira İkbal, bu dili kullanıyor, yani gönül dilini. İşte bu dildeki sırları, derinliği, insanlık hassasiyetini anlamak için Annemarie Schimmel okurun en büyük yoldaşı. Schimmel, tıpkı Mevlânâ’ya olduğu gibi Muhammed İkbal’e de ömrünün büyük bir kısmını vakfetti. Pakistan dahi bu durumu iyi gözlemlemiş olacak ki Lahor’daki bir caddeye “Hıyaban-i Annemarie Schimmel” adını vermişler. Peki Schimmel, bize nasıl bir İkbal portresi çiziyor? Evvela hayatının önemli köşelerine bizi götürüyor, sonra da eserlerine yaklaşıyor. Her yaklaştığında Allah-insan-âlem üçgenini İkbal’in kendi iç âleminde nasıl okuduğunu, daha sonra bu okuduğunu nasıl anlatmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Burada irfan metinleriyle, tasavvufî şahsiyetlerle arası sıkı olan okur için zevkli sayfalar başlıyor. Çünkü İkbal sık sık sembollere başvuruyor, mutasavvıfların şiirlerinden sözler naklediyor, insanın kendisini ve Tanrısını anlaması için geçmesi gereken kıldan ince kılıçtan keskince köprüleri işaret ediyor: “İkbal’in geleneksel bir tasavvuf sembolüyle ifade ettiği gibi insan, ‘hayat ağacının son meyvesidir’. İnsan; kâmil insanda, mard-i mümin’de ve en yüksek kemâl derecesini de müminin takip etmekle mükellef olduğu peygamberde zirveye ulaşır. Hayat bir tek asil gül meydana getirmek için binlerce bahçeyi tarumar eder.

Bu fikirler, Senai ve Attar okuyanlar için yabancı değil. Ancak İkbal’in fetih (açma, açış) biçimi oldukça etkileyici. Onun ego kavramına yaklaşımı, hem tasavvufi hem de psikolojik olarak hâlâ incelenmesi ve bugünün insanının faydasına sunulması gereken bir yaklaşım. O, insana sadece su ve balçıktan olmadığını, kalbi ve iç kuvvetiyle ne kadar aziz olduğunu hatırlatırken bunu akıl-ruh dengesini tutturarak yapıyor. Yani bugünün dünyasından, gerçeklerinden asla uzaklaşmıyor. Ulaşılamaz bir Tanrı fikrinden derhal uzaklaşıp, her an damarlarımızda, her an aklımızda, fikrimizde, her an canımızda olan, olduğunu bilmemiz gereken bir bilinçle kuruyor sistemini. İkbal’in insan-oluş felsefesinde ego’nun terbiye edilmesi, irfanî söylemle ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklandırılması’ her zaman en önemli vazife, aynı zamanda en zor mesele olarak yer alıyor. O, aşina olduğumuzun aksine egonun mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bu bizi neden şaşırtır? Çünkü ego, benlik demektir. Tasavvufi nazarla bakılırsa kişinin benliğini güçlendirmesi, kibre kapılması ve giderek ‘dünya kokması’yla eş anlamlıdır. Peki bu karmaşayı İkbal nasıl çözüyor? Schimmel’in yorumlarına bakalım:

Ego’nun kuvvetlerinin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce, İkbal’in aşk (muhabbet) olarak tavsif ettiği güç lüzumludur. Onun için aşk daha geniş bir konu; aşk sadece bütün sınırları tahrip eden, aşan bir sevgi değil, bilakis daha çok bir sentez gerçekleştiren ‘elan vital’dir (hayat hamlesi) ki, bu arayana hasret verir ve bu şekilde de gerçek hayatın en önemli bir unsuru haline gelir. Zira Esrar’da ifade edildiği gibi, ‘Ego aşkla şekillenince… onun eli Allah’ın eli olur; ay onun parmaklarıyla bölünür’. Bu şekilde yine bir defa daha dinamik aşkın modeli ve tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamberin rolüne işaret edilir. O Peygamber ki, hakkında Kur’an’da ‘attığını da sen atmadın…’ (Sure 8/17) diye hitap olunur; ve yine o Peygamber ki 54. surenin başında yorumlandığı gibi, parmağıyla ayı ikiye bölmüştür.

Bu durumda dindirilemeyen bir haset olarak konumlanan aşk, bitmeyen bir arayışın yakıtı olan muhabbet, söndürülemeyen bir yangına dönüşürse ego da o yangında irşad olacaktır. Varlık ancak böylesi bir daire içinde şekillenebilir. İkbal’in deyimiyle ‘Tanrı’nın doğrudan deneyimi’ ancak böyle mümkün olabilir. İnsan ancak bu yüce ve yaratıcı süreç içinde yakınlığa erişebilir. Tüm bunların nihayeti razı olan ve razı olunanlar arasında yer almaktır ki bir kulun bundan başka bir bahtiyarlığı, kıvancı, ümidi olamaz. İkbal, işte bu süreç içerisinde insanın ölümü bile öldürebileceğinden bahseder. Ten kafesini aşan insan için ölüm, Hakk’a kavuşmanın eşiğidir. Kuvvetlendirilmiş, desteklenmiş, terbiye edilmiş ego; bedenin ölümüyle ilgilenmeyecektir. Schimmel, onun 1910’da yazdığı notları arasında bulunan “İnsanın en pahalı malı şahsiyet olduğu için, onu en büyük servet olarak ifade etmek lazım gelir” sözünü, işte bu gerçeğe yerleştirir. Şahsiyet, gayreti elden bırakmamakla ortaya konabilir ki İkbal de bunun için umutsuzluğu daima gönül dünyasından kovar: “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? / Benim içimde daha binlerce dünya var.

Sadece kelimelere yapışanların, ibadetinden yaşamına kadar yalnız harflerin hükmünde yaşamayı göze alabilenlerin Allah’ın celalinden de cemalinden de nasibi olmayacağını söyleyen İkbal, sosyal bağlamda da bu tip insanların cemiyeti durdurucu olduğunu belirtir. Gerçek bir teslimiyetle secde edenin, esmadan müsemmaya geçenin, kabuğu(nu) kırıp içine dalmayı cesaret edebilenlerin marifetten, aşktan, hidayetten, selametten ve saadetten alacaklı olacağını hatırlatır. Onun safı bu anlamda mollaların yanı değil, kalenderlerin yanıdır. İkbal’in Allah aşkında hiç bitmeyen bir dinamizm vardır. Molla, bu dinamik aşktan pay alamaz. Dolayısıyla İkbal’in alayından nasibini alır: “Ey Kabe şeyhi, ihtimal sen bilmezsin / aşk dünyasının da bir mahşeri vardır / orada ne günah, ne amel defteri ve ne de mizan var / o mahşerde ne Müslümanlık vardır ne kafirlik” diyerek Hallac’ın anlayışına yaklaşır ve hatta kurulur. İşte ego, bu bilinçle kuvvetlendirilmeli ve tekamül basamaklarının birer birer aşılmasında başrolü oynamalıdır. İkbal’in yalnız insanın oluş felsefesine değil, şiirlerine ve siyasi düşüncelerine de daima bu öz yansımıştır. Annemarie Schimmel, bize bu özü açmakla unutulmayacak bir insanlık vazifesini yerine getirmiş oluyor böylece. “Yol, hiçbir şekilde bitmeyen bir arayış ve gayret içerisinde devam edip gidecektir” der ve İkbal’in sözüyle son sözü söyler: “Yürüdüğüm müddetçe varım, durursam yokum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Aralık 2022 Çarşamba

İkbâl’in tasavvufa bakışı

İkbal’e Dair kitabını (Ketebe Yayınları) üç nedenle okudum. İlk olarak, Ali Nihat Tarlan’dan bir şeyler okumayı hep istemiş ama her araştırmamda beklediğim kadar yazmadığını ya da beklediğim konularda eserler kaleme almadığını düşünerek hayal kırıklığı yaşamış ve geri çekilmişimdir. O nedenle, bir süredir Ketebe Yayınları onun elinden ne bassa alıp okuyorum.

İkinci olarak, Pakistanlı önemli düşünce insanı, din adamı ve şair -asrının Mevlana’sı da denilen!- sufi geleneğin alt kıtadaki önemli temsilcilerinden Muhammed İkbal’in bir dönem bizde -bir kısım muhafazakâr entelektüeller üzerinde- çok etkili olduğunu bildiğim için kendimi bunun nedenleri konusunda hep eksik hissettiğimden bu fırsatı kullanmak istedim. Üçüncü olaraksa, bugünün karmakarışık dünyasında İslam dininin selefi ekollerinin tam karşısında duran ve bir anlamda bu toprakların İslam anlayışı denebilecek olan tasavvufa dair bir şeyler bulabileceğimi düşündüğüm için okudum.

Okudukça ilk neden silindi ve üçüncüsü, bütün ilgimi kendine çekti. Tasavvuf bana göre Selçuklu’dan başlayıp Osmanlı’dan bugüne gelen belki de en önemli ruhsal ve düşünsel mirasımız ve selefiliğin materyalizmine karşı koyabilecek yegâne kaynak olduğundan İkbal’in fikirleri fazlasıyla ilgimi çekti.

Tasavvuf, daha içsel ve ruhsal bir olgunlaşma öngördüğü için bugünkü haliyle dış dünyadan bir geri çekilme ve “gerçek” mücadele alanlarını terk etme gibi de algılanabildiği için koskoca Pakistan’ın bağımsızlığında esas güç kaynaklarından birinin bu olduğunu okumak doğrusunu söylemek gerekirse içimi pek rahatlattı.

İkbal’in tasavvufa bakışı, düşünceleri ve yorumları tam da ihtiyaç duyduğum türdendi. Örneğin, ona göre, tasavvuf zannedildiği gibi bir meskenet, yani bir hareketsizlik ve miskinlik demek değildir. Tam tersine bir hareket ve eylem felsefesidir. Toplumdan geri çekilme değil tam tersine toplumla bütünleşme ve büyük insanlıkla birleşmedir. Bir tür “iktidarsızlık” değil tam bir kudrettir: “Tasavvuf meskenet değildir. Nefsini Hak varlığında mahvetmek değil, Hakk’ı kendi damarlarında duymaktır. Bu iki şey, aynı görünür, aynıdır da…Lakin birinde meskenet, diğerinde kudret vardır.” (s.65).

Bir diğer çok enteresan görüş, tasavvufun enformel ve serbest bir düşünme biçimi sunması ve düşünmenin salt akılla yapılan bir iş olmayıp duyguların -ve de hayallerin!- mutlak suretle işin içinde olduğunun ortaya konulmasıydı. Çünkü, düşünce de tıpkı hayatın kendisi gibi bütüncül bir iştir. İnsanın bütün melekelerine ihtiyaç duyar. İnsan sadece akılla düşünmez. Böyle yaptığını düşündüğü anda hiçbir şeyin iç yüzüne nüfuz edemez. Düşünce söz konusu olduğunda serbestiyet olmazsa olmazdır ve iç yüze nüfuz etmenin gerekli ön şartıdır. Duygular akılla ilişki kuramadığında beslenemez ve zaman içerisinde çürüyerek hastalıklı sonuçlar verir. “Tasavvufun ruhu serbest tefekkürdür. O, insanın bütün idrak melekelerinin elele verip bir bütün halinde yürüdükleri bir sahadır. Orada yalnız akıl ve idrak değil, his ve hayal de faaliyete geçer…his ve hayal de insan denen büyük kainatın sırrına tevdi edilmiş idrak vasıtalarıdır. Onlardaki hakikat hissesi henüz ölçülememiştir. Akıl onları da yardımına çağırırsa kaybetmez, kazanır. O zaman hakikat hadisenin bu iki pişdarı nice batıni hakikatlere erişir.” (s.76).

Tasavvufun akılla duyguları birleştirmesi aynı zamanda bugün karşılaştığımız pek çok sorunun da cevabını oluşturur. Pek çok insan “aklı ermediği için” ve aklın tek başına tam bir idrak sağlayamayacağını bildiği için anlamadığı şeyleri sorgulamaması gerektiğini düşünür ve buradan hareketle anlaşılmaz bir biçimde bir takım önder kabul ettiği insanların peşinden gidebilmektedir. Oysa tasavvuf bunun tam tersidir belki de! Yani, o tam da nesnel aklın yetmediği yerlerde bireysel ve öznel yetilere alan açarak idraki tamamlar. Başka bir ifadeyle, anlaşılmaz olan ve anlaşılmaz bulduğumuz ama bir biçimde de peşinden gittiğimiz durumlarda gerçekte kendimizi tam olarak anlayamamaktayızdır.

Öznel ve sübjektif hakikatimizle yüz yüze gelme tecrübesinden mahrum kalmışızdır. Bu eksiklik genellikle karşı tarafa bir büyüklük atfetmeye dönüşür ve bu yaşandığında akıl düşüncenin aracı olmaktan çıkarak sadece dışsal, görünür, lafzi ve somut olanın başkaca bir iç anlamı olmadığını tescil etmek için var olan mekanik bir niteliğe dönüşür. Bu ise büyük bir düşünce kaybını beraberinde getirir. Oysa dinin ve hayatın gerçek gücü insan düşüncesinden gelmekte ve tasavvuf tam anlamıyla buna ulaşmanın yollarını göstermektedir. Dindarlığın en büyük alameti düşünmektir ve bu – tasavvufun gösterdiği gibi- zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Gerçek anlamda düşünceye ulaşıldığında ise o karşı konulamaz bir kuvvet demektir. “Hayatta hakiki kuvvet fikirdir. O, zincire vurulmaz. Bir kere ortaya atılmayagörsün. Bin bir şekle girdikten sonra bile yapacağını yapar.” (s.77).

Duygular insanın serbestçe düşünmesini sağlar ve tasavvuf bunun yoldan çıkmadan akılla birliktelik kurmasının içsel tecrübesini sunar. Bunu yapan, bu tecrübeyi yaşayan insanlar, gerçek anlamda özgürlüğü tadarlar ve o andan itibaren herhangi bir boyunduruk kabul etmeyen bir ruh haliyle yaşarlar. Tarlan, Pakistan’ın bağımsızlığa ulaşmasını İkbal’in bu karakterinden süzülüp gelen bu özelliğine bağlar. Büyük bir çıkarım belki ama söylemek istediği gayet açıktır; bir halkın gerçek anlamda bağımsız olabilmesi için kafasında ve ruhunda bağımsızlığı tatması şarttır. Dolayısıyla din de bütünüyle bir kafa ve ruh bağımsızlığı demektir. Bu ikisinin olmadığı yerlerde ise tam bir boyunduruk anlamına gelebilir!

İkbal’in sanatı hangi kafese hapsedilirse edilsin bunun dışına çıkacak bir düşüncenin kanatlanıp şiire dönüşmüş halidir. Gücünü tasavvuftan alır ve bu tam bir içsel bağımsızlık mücadelesidir. Kölelik, insanın kendisine hapsolmasıdır çünkü: “Kölelik candaki sırdan gafil olmaktır.” (s.120).

Candaki sır ise sevgidir. Diğer bir deyişle, her türlü sevgi kendini sevmekle başlar ve kendini sevmek ne sadece akılla ne de sadece duygularla mümkündür. Her ikisinin mekanik bir karışımı da yeterli değildir. Bu ikisinin içsel bir tecrübeyle, bir anlamda yanarak birbirine karışması gereklidir. Aşk da tam böyle bir şey değil midir! Tasavvuf, fikirlerin içindeki sevgidir ve dünyanın en güçlü fikirleri, içinde sevgi taşıyanlardır. Aksi halde, karanlık bir çarpışma ve sonu kaçınılmaz bir esaret demek olan kör bir savaş halinde düşünceler insanı içinden yiyip tüketecek, hayat yaşanmaya değer olmaktan çıkacaktır. “Muhabbetsiz hayat, matem içinde geçer. İçine sevgi karışmayan her iş çirkin ve esassızdır.” (s.130). Ona göre, tasavvuf her şeyi esaslı hale getiren tılsımlı bir tecrübenin adıdır.

Son olarak İkbal’e göre tasavvuf kendi benliğini bulmak uğruna verilen bitmek bilmez bir iç mücadelesidir denebilir. Her türlü kolaycılığı, çabukluğu ve kısa yoldan hocalığı reddeder. Düşünce sade ve yalın bir hayatın içinde pişerse şiirleşir ve bir şey şiirleştiğinde başkaca bir şeye ihtiyaç duymaz hale gelir. Onun artık başkaca bir amaca ihtiyaç duymaksızın kendi amacı ve yolu var demektir. Gösteriş, yaldızlı sözler ve insanları peşinden koşturmaya çalışma gereksizidir. Denebilir ki onda din, bütünüyle şiirdir! İkbal, dolayısıyla düşüncenin, siyasetin -ya da herhangi bir dışsal amacın- güdümüne girmesini içsel ruhunu kaybetmesi ve şiirselliğini kaybetmesi olarak görür. “İkbal, zamane şeyhlerinden, hocalarından çok şikâyetçidir. Onlarda hakiki şak ve heyecan yoktur. Onlar İslam’ın hakiki ruhuna sahip değillerdir.” (s.133).

Neden acaba?

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

30 Mayıs 2017 Salı

Her sararan sayfası sahaf kokan bir tarih

Muhammed İkbal, 1873 yılında, günümüz Pakistan devletinin vilayetlerinde yer alan Siyalkût şehrinde fani dünyanın ilk nefesini almıştır. 1947’de yeni bir İslam ülkesinin doğuşuna vesile olan, hayattaki yegâne ikbalinin İslam devleti kurmak olduğu, Müslüman filozof, edip ve politikacıdır. O, Pakistan’ın Umman Denizi’ne olan fikir kıyısıdır. İbn-i Haldun’un “Coğrafya da kaderdir” sözünün tecessüm ettiği, kendisinin de bir cümlesinde “…sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim” diyerek tasdiklediği toprağının düşünce atasıdır.

Fertler ve uluslar ölürler ancak onların manevi evlatları durumundaki fikirleri asla yok olmaz, diyen bu kudsî mücahit, Avrupa karşısında Müslümanların yenik duruşundan rahatsızlık duymuş ve bu durum içini pârelemiştir. Özellikle Hindistan’da bulunan Müslümanların emniyeti ve refahı için diğer tüm inananları kapsayacak ve kollayacak olan bir İslam devletinin oluşması, onun nezdinde zaruri bir hal teşkil etmiştir. “İslam'ı Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemeliyiz,” meşhur sözüyle günümüzü asırlar evvelinden mahirane bir biçimde yorumlamış ve ahvalimizi görmüştür.

M. İkbal, bu kurtuluşa hatırı sayılır emekler vermiş, ülkesinin birlik oluşturması için girdiği mücadelelerde kalbine inen hüzzam gözyaşları, divitine mürekkep olmuş, zamanla kâğıt üzerinde devlet bulmuştur. O, bu yönüyle İstiklâl şairimiz Mehmet Akif'le benzerlik göstermekle birlikte, bir nevi Akif’in Pakistan versiyonu, ülkesinin nurefşânı, ay-yıldızı olmuştur.

Köken itibariyle geldiği Doğu tohumlarını yere saçmamış, mamafih Batı’ya olan merak ve hevesle geleneksellikle modernliğin kritiğini kendi içinde yapmaya çalışmış; nihayetinde iki medeniyeti asimile olmadan sindirmeyi başarmıştır. "Tarih, içinde ulusların seslerinin kayıtlı bulunduğu büyük bir gramofondur," diyerek plağın içindeki asrı iyi bir şekilde dinlemiş, dönemini analiz edip sentezlemiş ve bu sayede Şark’ta Akif’e, Garp’ta ise Nietzsche’ye ayna tutmuştur.

Girizgâh niteliğinde bahsettiğimiz bu özelliğini İkbal, Şarktan Haber isimli eseriyle kişiliğine münhasır hale getirmiştir. Elimizde bulunan 1956 yılı basımlı, Ali Nihat Tarlan'ın çevirdiği bu kıymetli eser, iple bağlanmış her sararan sayfasında sahaf kokan bir tarihi akseder. Kitap, Tarlan’ın giriş yazısı, İkbal’in önsözü, Afganistan Hükümdarı’na ithafı, Tur Lalesi, Fikirler, Şarab-ı Bakî, Garplı Ruhu ve İkbal’e Dair Bilgiler olmak üzere bu ve alt bölümlerinden oluşur.

İthaf bölümünde, Afganistan Devlet Hükümdarı Emanullah Han’a övgü dolu tavsiyeler vererek; Frenk diyarının pirine, eski İran şiirinin meftunu olan Alman şair Goethe’ye duyduğu hayranlıktan bahseder. Goethe’nin Şarka selam göndermesine karşılık (Garplı-Şarklı Divan eserinden 100 yıl sonra) kendisinin de Şarktan Haber isimli bu eseri bir nazire olarak yazdığının haberini verir ve ekler; "bu suretle Şarkın gecesine ay ışıkları serptim. Goethe’yi tüm cihana sesini, şiirlerini duyurmuşken, kendisini bir mütevazı edasıyla, ben ancak ıssız çöllerde feryat eden bir çanım," diye nitelendirir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “eşya ilmi” nin Batı’da pozitif bilimler olarak canlanmasıyla Garbı aydınlatmasına değinir. Açık açık Batı’nın biliminden etkilenmemizi dile getirmez ama bilim ve servetin milletin itibarını oluşturduğunu tavsiye ederek, ona aralıklı bir kapı bırakır. Devlet işlerinden aşk mevzularına kadar hana birçok konuda öneri sunar. Memleket ve din işleriyle karşılaştığı bir zamanda kendi nefsinde yalnız kalmasını, gönlünü murakabe etmesini, bu şekilde sıhhat bulacağını söyler.

163 Rubaî’den oluşan Tur Lalesi başlıklı bölümde İkbal, edebi sanatlardan özellikle teşbih ve teşhis sanatlarını kullanarak, günümüz diliyle dörtlükler sunmuştur. Her bir rubaî kendi içerisinde derin manalarla bağlanmış, çeşitli benzetmelerle süslenmiş ve ele alınan konular itibariyle İkbal’in ne kadar sentezci bir şair olduğunu bizlere kanıtlamıştır. Doğu ile Batı arasında tampon görevi gören M. İkbal, hem dini vecizelerden hem aşk şarabından nasıl sarhoş olduğundan hem de aklın ilime açılan kapısından usûl dersi verir. Onun şiirlerinin arasında anlam denizinde kaybolurken, İkbal’i hangi kefeye koyacağını şaşırır okur. Çünkü bir bakar tam bir gönül şairi görür, bir de bakar didaktik öğeleri ağır basan birini karşısında bulur. Sık karşılaştığımız mevzulardan biri de bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere lale figürü örneklemeleri üzerinde durmuştur. Tur Lalesi’nden birkaç örnek rubaî verecek olursak:

- Gönlümün aydınlığı içimin yanışındandır. Gözümün cihanı görmesi kanlı gözyaşı döktüğümdendir. Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına daha da yabancı olsun!
- Ey gönül, pervane gibi bu akılsızlık, münasebetsizlik daha ne kadar sürecek? Bir kere de kendini kendi ateşinle yak. Ne zamana kadar yabancının ateşi etrafında dönüp duracaksın?
- Varlık, yokluk uçurumundan çık, yüksel. Bu “nasıl ve ne kadar” kayıtlarıyla bağlı olan cihanın üstüne çık. Kendi varlığındaki benliği mamur et. İbrahim gibi Kâbe mimarı ol.
- Eğer ince duygulu isen bana yaklaşma; zira nağmelerimden damla damla akan, benim kanımdır.
- Ya Rabbi, şu cihanda ne güzel bir kaynaşma, bir hengâme var: Herkesi ayrı bir kadehten sarhoş etmişsin. Bakışlar birbiriyle uyuşuyor ama gönlü gönle, canı cana yabancı yaratmışsın!
- Eğer lale gibi yanıyorsan bu yanıştan bir şey çıkmaz. Ne kendi yanışınla kendini yakıyorsun; ne de bir dertlinin gecesini aydınlatıyorsun.
- Vefa nedir bilmezdi, bir yabancı gibi alakasızdı. Bakışı durmadan onu görünce göğsümden uçtu gitti; onun eline alışmış, onun tarafından yetiştirilmiş olduğunu nereden bileyim?
- Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik sabah akşam halkası içinde değildir. Hızırdan şu emsalsiz nükteyi işittim: deniz, kendi dalgasından daha eski değildir.

Efkâr (Fikirler) bölümünde ise, daha çok gül temasını işleyen Muhammed İkbal, şiirlerinde ilk yaratılışı da konu edinir. Ayrıca çemen (Farsça’da yeşillik, çimen anlamında) de sıkça kullanılan bir kavram olarak benzetmelere bürünür. Âdem’in doğuşunu, “hayatın kucağında kendinden habersiz yatan arzu gözünü açtı, bir başka cihan ortaya çıktı. Hayat dedi ki: Ömrüm boyunca çırpındım; nihayet bu köhne kubbede bir kapı gözüktü” diye anlatır. Şeytanın dilinden konuşur, yine ustaca kullandığı teşhis sanatıyla. Âdem’in Allah huzurundaki konuşmasından bahseder:

- Ey, can yıldızını kendi güneşi ile aydınlatan Rabbim! Bu kör âlemin mumunu benim gönlümden yaktın.
- Ben yerin altından girdim; feleğin üstüne çıktım. Zerreyi de güneşi de büyüleyen benim.
- Cihanın, insanı büyüleyen güzelliği beni doğru yoldan çıkardı. Ama sen bu günahımı bağışla, özrümü kabul et!
- Onun büyüsüne tutulmazsak cihan bize râm olmaz. Yalnız niyaz kemendi ile naz esir edilmez.

Bununla birlikte Fikirler kısmında yaratılıştan yıldızlara, ebedi hayattan ilimle aşka, hikmetten şiire, uçağa, güveye, doğan kuşuna, sabah rüzgârına, ateşböceğine, çiy tanesine, insana, yalnızlığa ve Allah’a kadar birçok konu üzerindeki düşüncelerini nazım şeklinde ve genelde diyaloglar halinde sunar.

- Çemenin toprağında kâinatın sırrı var.
- Eğer hayat sırrına vakıfsan, arzu dikeninin her anı batıp rahatsız etmediği bir gönül arama, böyle bir gönle bağrında yer verme.
- Yıldızların düşünceleri: “Biz denizdeyiz, görünürde bir sahil yok. Bize ezelden yürü dediler; lakin bu kervanın konağı nerede?” – “Zaman kemendine tutulmuş esirleriz. Varlıktan mahrum olmak ne bahtiyarlıktır.”
- İlim: “Zaman denen şey benim kemendime esirdir.” 
Aşk: “Gel bu fani dünyayı gül bahçesine çevir. Bu ihtiyar cihanı yeniden gençleştir.”
- Gel, ciğer yarası üzerindeki perdeyi kaldıralım. Güneş çıplak olduğu için ışıkları cihanı kapladı.
- Aşk sözünü havâ ve heves peşinde koşanlara ne söylüyorsun? Süleyman sürmesini karıncanın gözüne çekme!

Besmeleyle başladığı Şarab-ı Bakî bölümünde de Muhammed İkbal, 45 gazele yer verir. Her bir satırın kafiyesiyle bir derya olan ve okuyanı okudukça düşünmeye sevk eden bir niteliği vardır. Alıntılarla bitiremeyeceğimiz o gazellerden bazıları şunlardır:

* Zannetme ki, ezel âleminde bizim çamurumuzu yoğurdular. Biz henüz varlığın kalbinde bir hayalden başka bir şey değiliz.
* Kendi ruhunu murakabe eden insanın şiarı budur: Artık ne vardan ne yoktan bahseder.
* Bir bakış, bir gizli gülümseme, bir damla parlak gözyaşı… Sevgiye inandırmak için başka bir yemine lüzum yoktur!..
* Aşk, ne güzel şeydir ki, ayrılık gününün zaafından canımızı senin aşkına bağlayan başka bir bağ vücuda getirdi.

Son olarak ele alacağımız husus Muhammed İkbal’in “Garplı Ruhu”nu gösteren yazılarını inceleyerek aktarmaktır. İkbal, bu bölümde de zihniyetini oluşturan, fikirlerini şekillendiren, kısacası onu etkileyen hem doğunun hem de batının düşünür ve şairlerinden bahseder. Bazı yerlerde Frenk diyarının filozoflarını yermiş; Mevlana’nın görüşlerini yüceltmiş bazı yerlerde de Batı’nın ilmini kendi yazılarına nasıl yansıdığından apaçık bilgi vermiştir. Bir örnekle tasdikleyecek olursak; Mevlana ile Hegel’i ele alarak, doğunun büyük mutasavvıfı için: “O bir güneştir ki, tecellisinde Rûm ve Şam aydınlanmıştır” der; Garbın diyalektik filozofu Hegel için de: “O Alman hâkimi ki, tefekkürü ile (ebedi) üzerindeki zaman elbisesini çıkarıp atmış, onu apaçık bir hale getirmiştir. Hayalinin genişliği önünde dünya, darlığından utanç duymuştur” diye bir tanımlamada bulunur. Zannediyorum ki, ona Hegel’i tasvir ettiren neden, Mutlak Geist ve Tin kavramlarını kullandığı fikridir. Yani Tin kendisini tarih aracılığıyla gerçekleştirir, tarihte de neden-sonuç ilişkisi vardır. Tin (us) tarihselliğe, zaman ise diyalektik bir kimliğe aittir (Gökberk, 1993: 300). “Kalbi mümin, dimağı kâfir” sıfatını Nietzsche için kullanır. Eğer nağme istiyorsan ondan kaç! Onun kaleminden çıkan fikirler gök gürültüsü gibidir, Garbın gönlüne o neşter sokmuştur diyerek batının evrensel sesini böyle benzetmelerle tanımlar.

Locke’un meşhur Tabula Rasa öğretisini de; “Seher onun kadehini güneş şarabı ile parlattı. Yoksa lale gülistana boş kadehle gelmişti”, bu şekilde açıklayarak, doğuştan boş levha olan zihni boş kadehle ilişkilendirir.

Bergson’a da bir haber vardır, bu metinler içinden: “Hayata irfan sahibi ve anlayışlı bir gözle bak; kendi öz yurdunda gurbete düşmüş gibi yabancı yabancı dolaşma! Senin kurduğun tefekkür sistemi baştan aşağı batıl evhamdan ibarettir. Gönlün terbiyesi altında yetişmiş bir akıl ile hayatı mütalaa et!”. Buradan da anlıyoruz ki bu sözleri sarf eden İkbal, Bergson’un kurduğu sezgicilik (entiusyonizm) fikrini bir kuruntudan ibaret olarak görmüştür. Ona, öz varlığı içinde yokluk şüphesine düşüp de kendisine yabancılaşmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Feylosoflarla derdini bitirdikten sonra tekrar şiire ve şaire yönelir. Ona göre, nasıl yabani gül akçesiyle ekmek satın alınmıyorsa, bu değerde şairin parası da pazarda geçmez. O, duygusuyla, hisleriyle, aklıyla, doğusuyla ve batısıyla bir yaşayan şairdir. Bununla alakalı olarak Muhammed İkbal örnek aldığı, Mirza Galib ile Bidil'in kendisine Batı şiirinin değerlerini hazmetmekle birlikte duygu ve ifadesinde nasıl Doğulu kalınabileceğinin resmini çizdiklerini söyler. Şahsi kanaatime göre, İkbal öyle bir şairdir ki, sanatını hem toplum için hem sanat için hem de kendi gelişimi için kullanmıştır.

Biz ne kadar onu ve eserlerini anlatmaya çalışsak da, bir şeyler hep eksik kalacak.

Ben bir muammayım (hatta kendim için bile); ancak bu muammayı herkes bilmekte; ben tüm dünyanın bildiği o sırrım!

Onu hakkıyla bilip, layıkıyla tanıyabilme ümidiyle…

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

4 Aralık 2015 Cuma

Muhammed İkbâl'in eğitime dair görüşleri

Bir çocuk okula başladığında artık sosyal ve doğal çevresi değişmiş, yeni bir ortama girmiş olur. Bu yeni ortam, çocuğun zihinsel gelişimini, algılama aşamalarını etkiler ve değiştirir. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuğu bilgi ile beslemek sanıldığı kadar kolay değildir. En ufak bir hata, telafisi zor sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple nasıl bir eğitim-öğretim olmalı konusu ciddî bir şekilde gündemimizde olmalıdır. İnsan eğitimle güzelleşir, serpilir, gelişir. Ahlak, ancak kaliteli ve düzeyli bir eğitim ile olgunlaşır. Muhammed İkbal, kaliteli ve düzeyli eğitimin yine kaliteli ve düzeyli öğretmenlerce kurulacağını söyler. Çünkü her türlü ahlâkî, sosyal ve dinî eğitim kilidi öğretmenin elindedir, ülkenin her türlü gelişmesinin kaynağı öğretmenin kendisini geliştirmesine bağlıdır.

Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.

Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.

Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.

Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.

Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.

Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005