Annemarie Schimmel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Annemarie Schimmel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2024 Perşembe

Muhammed İkbal’in felsefesinde ego

Hint dünyası, İslam dünyası ve Batı düşüncesi. Muhammed İkbal’in ruh iklime bu üç saha damgasını vurmuştur. Hemen fark edilecek şey, onun daima kabuğu sıyırıp özü yakalama hevesi. Bir tarafında Bergson, Nietzsche, Goethe; diğer tarafında Vedanta, Kur’an terbiyesi, tasavvuf. Karşımızda çok kapılı bir han var, her kapısından girildiğinde okurun kalbine yeni, lezzetli ve ufuk açıcı oklar fırlatan.

Böylesi ruh zengini insanları daha iyi anlamak için elbette onların dillerini, içinde yetiştikleri kültürü iyi bilmek gerekir. Buna hakkıyla zaman ayırmak, mesai harcamak mümkün olmadığında ise güvenilir mütercimlere, güvenilir kalemlere ihtiyacımız oluyor. Her kitabını, içinde saat başı çalan bir aşk alarmıyla yazan müteveffa Annemarie Schimmel’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. O, girdiği her sahanın otoritesi olma özelliğini taşımasıyla gıpta edilecek bir insan, bir kalem, bir yürek. Schimmel’i anlamak sevdasına tutuşmuş; şiir, sanat, felsefe üçlüsüne dair Türkçemizde de fevkalade eserler neşretmiş Senail Özkan hocanın ise hakkı ödenmez. Hocanın, kendi okuma serüvenimde “Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celaleddîn Rûmî” kitabıyla başlayan çok özel bir yeri vardır; ne yazsa, ne tercüme etse hususiyetle okurum diyerek geçeyim bu bölümü.

Senail hoca, İkbal’i anlamak için yukarıda izah etmeye çalıştıklarımın yanı sıra özel bir konundan daha bahsediyor: lisan-ı hâfi. Zira İkbal, bu dili kullanıyor, yani gönül dilini. İşte bu dildeki sırları, derinliği, insanlık hassasiyetini anlamak için Annemarie Schimmel okurun en büyük yoldaşı. Schimmel, tıpkı Mevlânâ’ya olduğu gibi Muhammed İkbal’e de ömrünün büyük bir kısmını vakfetti. Pakistan dahi bu durumu iyi gözlemlemiş olacak ki Lahor’daki bir caddeye “Hıyaban-i Annemarie Schimmel” adını vermişler. Peki Schimmel, bize nasıl bir İkbal portresi çiziyor? Evvela hayatının önemli köşelerine bizi götürüyor, sonra da eserlerine yaklaşıyor. Her yaklaştığında Allah-insan-âlem üçgenini İkbal’in kendi iç âleminde nasıl okuduğunu, daha sonra bu okuduğunu nasıl anlatmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Burada irfan metinleriyle, tasavvufî şahsiyetlerle arası sıkı olan okur için zevkli sayfalar başlıyor. Çünkü İkbal sık sık sembollere başvuruyor, mutasavvıfların şiirlerinden sözler naklediyor, insanın kendisini ve Tanrısını anlaması için geçmesi gereken kıldan ince kılıçtan keskince köprüleri işaret ediyor: “İkbal’in geleneksel bir tasavvuf sembolüyle ifade ettiği gibi insan, ‘hayat ağacının son meyvesidir’. İnsan; kâmil insanda, mard-i mümin’de ve en yüksek kemâl derecesini de müminin takip etmekle mükellef olduğu peygamberde zirveye ulaşır. Hayat bir tek asil gül meydana getirmek için binlerce bahçeyi tarumar eder.

Bu fikirler, Senai ve Attar okuyanlar için yabancı değil. Ancak İkbal’in fetih (açma, açış) biçimi oldukça etkileyici. Onun ego kavramına yaklaşımı, hem tasavvufi hem de psikolojik olarak hâlâ incelenmesi ve bugünün insanının faydasına sunulması gereken bir yaklaşım. O, insana sadece su ve balçıktan olmadığını, kalbi ve iç kuvvetiyle ne kadar aziz olduğunu hatırlatırken bunu akıl-ruh dengesini tutturarak yapıyor. Yani bugünün dünyasından, gerçeklerinden asla uzaklaşmıyor. Ulaşılamaz bir Tanrı fikrinden derhal uzaklaşıp, her an damarlarımızda, her an aklımızda, fikrimizde, her an canımızda olan, olduğunu bilmemiz gereken bir bilinçle kuruyor sistemini. İkbal’in insan-oluş felsefesinde ego’nun terbiye edilmesi, irfanî söylemle ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklandırılması’ her zaman en önemli vazife, aynı zamanda en zor mesele olarak yer alıyor. O, aşina olduğumuzun aksine egonun mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bu bizi neden şaşırtır? Çünkü ego, benlik demektir. Tasavvufi nazarla bakılırsa kişinin benliğini güçlendirmesi, kibre kapılması ve giderek ‘dünya kokması’yla eş anlamlıdır. Peki bu karmaşayı İkbal nasıl çözüyor? Schimmel’in yorumlarına bakalım:

Ego’nun kuvvetlerinin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce, İkbal’in aşk (muhabbet) olarak tavsif ettiği güç lüzumludur. Onun için aşk daha geniş bir konu; aşk sadece bütün sınırları tahrip eden, aşan bir sevgi değil, bilakis daha çok bir sentez gerçekleştiren ‘elan vital’dir (hayat hamlesi) ki, bu arayana hasret verir ve bu şekilde de gerçek hayatın en önemli bir unsuru haline gelir. Zira Esrar’da ifade edildiği gibi, ‘Ego aşkla şekillenince… onun eli Allah’ın eli olur; ay onun parmaklarıyla bölünür’. Bu şekilde yine bir defa daha dinamik aşkın modeli ve tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamberin rolüne işaret edilir. O Peygamber ki, hakkında Kur’an’da ‘attığını da sen atmadın…’ (Sure 8/17) diye hitap olunur; ve yine o Peygamber ki 54. surenin başında yorumlandığı gibi, parmağıyla ayı ikiye bölmüştür.

Bu durumda dindirilemeyen bir haset olarak konumlanan aşk, bitmeyen bir arayışın yakıtı olan muhabbet, söndürülemeyen bir yangına dönüşürse ego da o yangında irşad olacaktır. Varlık ancak böylesi bir daire içinde şekillenebilir. İkbal’in deyimiyle ‘Tanrı’nın doğrudan deneyimi’ ancak böyle mümkün olabilir. İnsan ancak bu yüce ve yaratıcı süreç içinde yakınlığa erişebilir. Tüm bunların nihayeti razı olan ve razı olunanlar arasında yer almaktır ki bir kulun bundan başka bir bahtiyarlığı, kıvancı, ümidi olamaz. İkbal, işte bu süreç içerisinde insanın ölümü bile öldürebileceğinden bahseder. Ten kafesini aşan insan için ölüm, Hakk’a kavuşmanın eşiğidir. Kuvvetlendirilmiş, desteklenmiş, terbiye edilmiş ego; bedenin ölümüyle ilgilenmeyecektir. Schimmel, onun 1910’da yazdığı notları arasında bulunan “İnsanın en pahalı malı şahsiyet olduğu için, onu en büyük servet olarak ifade etmek lazım gelir” sözünü, işte bu gerçeğe yerleştirir. Şahsiyet, gayreti elden bırakmamakla ortaya konabilir ki İkbal de bunun için umutsuzluğu daima gönül dünyasından kovar: “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? / Benim içimde daha binlerce dünya var.

Sadece kelimelere yapışanların, ibadetinden yaşamına kadar yalnız harflerin hükmünde yaşamayı göze alabilenlerin Allah’ın celalinden de cemalinden de nasibi olmayacağını söyleyen İkbal, sosyal bağlamda da bu tip insanların cemiyeti durdurucu olduğunu belirtir. Gerçek bir teslimiyetle secde edenin, esmadan müsemmaya geçenin, kabuğu(nu) kırıp içine dalmayı cesaret edebilenlerin marifetten, aşktan, hidayetten, selametten ve saadetten alacaklı olacağını hatırlatır. Onun safı bu anlamda mollaların yanı değil, kalenderlerin yanıdır. İkbal’in Allah aşkında hiç bitmeyen bir dinamizm vardır. Molla, bu dinamik aşktan pay alamaz. Dolayısıyla İkbal’in alayından nasibini alır: “Ey Kabe şeyhi, ihtimal sen bilmezsin / aşk dünyasının da bir mahşeri vardır / orada ne günah, ne amel defteri ve ne de mizan var / o mahşerde ne Müslümanlık vardır ne kafirlik” diyerek Hallac’ın anlayışına yaklaşır ve hatta kurulur. İşte ego, bu bilinçle kuvvetlendirilmeli ve tekamül basamaklarının birer birer aşılmasında başrolü oynamalıdır. İkbal’in yalnız insanın oluş felsefesine değil, şiirlerine ve siyasi düşüncelerine de daima bu öz yansımıştır. Annemarie Schimmel, bize bu özü açmakla unutulmayacak bir insanlık vazifesini yerine getirmiş oluyor böylece. “Yol, hiçbir şekilde bitmeyen bir arayış ve gayret içerisinde devam edip gidecektir” der ve İkbal’in sözüyle son sözü söyler: “Yürüdüğüm müddetçe varım, durursam yokum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Şubat 2023 Salı

Rüyalar bize neler söyler?

İnsanın yeryüzündeki hayatının, tabir edilmesi güç bir rüya olduğunu idrak edenlerdendi Annemarie Schimmel. Dünya bir köprüydü ve köprüye ev yapılamazdı. Günün birinde herkes o köprüden geçecek, hakikat yüzünü gösterecekti. Buna derinden inanmış olmalı ki mezar taşına "İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” hadisinin yazılmasını istemişti. 2003 yılında dünya ömrünü tamamladı ve bilhassa bizim topraklarda Cemile Bacı ismiyle de gönüllere kazındı.

Schimmel, şarka ve İslam kültürüne olan merakıyla en çetrefilli konulara dalıp, hâlâ kaynak nisbetinde görülen eserlere imza attı. Sayılardan kedilere, sufilerden rüyalara kadar pek çok alanı derinlemesine sorguladı. Halifenin Rüyaları, İslam kültüründe rüya ve tabir konusunu irdeliyor. Bu kalın kitap Tûba Erkmen tarafından pek güzel çevrildi ve zevkle okunuyor. Herkesin aynı rüyayı görebileceği fakat herkes için farklı tabirler çıkabileceği unutulmadan okunmalı. Belki de en önemlisi rüyaları işin ehli, güvenilir ve hakkımızda daima iyi düşünecek insanlar dışında kimseye anlatmama konusu. Zira sufiler tarafından "Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette duran mektuba benzer. Anlatılacak olursa mektup düşer, tabir edilirse mektup açılır" denir. Edebiyat eleştirmeni Roger Caillois de buna benzer şeyler söylüyor: "Rüyalar; gerçeği, meydana gelmesi gereken şekliyle kesinleştirirler. Gelecek; bilinmeyen, her an değişebilen, belirsiz bir şeydir; ama bir kez rüyada görüldü mü, değiştirilemez hâle gelir."

Jung, Rüyalar kitabında "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diyor. Bazı rüyalarımızda böyledir. Ya gerçekleşmesini istediğimiz şeyleri görürüz ya da gerçekleşmesini istemediğimiz şeyler bir endişe, kaygı veya uyarı olarak dönüverir gece yürüyüşümüz olan rüyalarımızda. İnsan gördüğü rüyaya o anda müdahale edemeyeceği için ancak seyredebilir belki de. Uyandığında mutlaka gördüklerine bir anlam vermek isteyebilir, çoğu zaman da veremez. Bu yüzden geçmişten bu yana rüya tabiri hep çok ilgi görmüştür. İnsanlar gördüklerinin anlamsız olduğunu düşünmez, buna inanmak istemez. Bu yüzden de gördüğü simgenin ne anlama geldiğini merak eder. Ya kitaplara yönelir ya da bildiğine inandığı bir insana anlatır rüyasını. Schimmel, işte insanların bu anlama ve anlatma, onay ya da yorum ihtiyacını kitap boyunca hatırlatıyor. Bu bir siyasetçi için de bir sufi için de değişmiyor. Gördüğü rüyasının kimi zaman neşe kimi zaman da ıstırap veren yapısını insan çözmek istiyor. Rüyalar, hayatın düğümlerini çözmek, belki de kendini yeniden gözden geçirmek, hatta yargılamak için de bir imkân. Buna tarihimizden bilinen bir örneği verebiliriz:

Sultan I. Ahmed, bir "muhabbet-i Muhammediyye" gayretiyle Mısır'da, Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan kadem-i şerifi, yani Hz. Peygamber'in ayak izini İstanbul'a getirtir. Önce Eyüp Sultan Camii'ne, ardından inşası tamamlanan Sultan Ahmed Camii'ne naklettirir. Nakil işlerinin tamamlandığı gece I. Ahmed bir rüya görür. Âlimlerden ve ulemadan pek çok zatın bulunduğu, pâdişâhların da toplandığı yüce bir dîvan kurulmuştur. Divanda kadılık görevi Hz. Peygamber'dedir ve aynı zamanda I. Ahmed'den davacıdır. Sebebi, kadem-i şerifin nakledilmesidir. Dava sonucunda I. Ahmed suçlu bulunur ve kadei şerifin tekrar Mısır'a, yani esas yerine nakledilmesi gerektiği işaret edilir. Kan ter içinde, titreyerek uyanan padişah, rüyadan gereken mesajı alsa da işin ehline müracaat etmek ister ve padişahlara padişahlık etmiş gönül tabibi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye gider. Hüdayi Hazretleri, emânetin derhâl yerine gönderilmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine yapılacak şey bellidir fakat bir peygamber âşığı olan I. Ahmed'in gönlü yanmaktadır. Hemen kadem-i şerif şeklinde bir sorguç yaptırır ki bayramlarda sarığına takabilsin. Ayrıca yine kadem-i şerifin benzerini yaptırıp kenarlarına da bir şiirini nakşettirerek Hüdâyî dergahına gönderir. Buhurizâde Itri Efendi tarafından pençgah makamında ve tevşîh formunda bestelenmiş bu şiir şöyledir: "Nola tacım gibi başımda götürsem daim /  Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün / Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir / Ahmedî durma yüzün sür Kademine o Gülün."

Schimmel, "rüya-ı sâdıka" olarak bilinen salih ve hayırlı rüyalara insanların çok önem verdiklerini anlatıyor. Kimileri rüyalarında gördüklerini hiç kimseye anlatmadan aynen uyguluyor, tatbik ediyor. Kimileri mutmain olmak için bir büyüğe danışıyor, ona göre istikamet belirliyor. Kitapta, rüyalarda karşılaşılan hayvanların, doğanın, eşyanın da hikmeti üzerine özellikle velilerin yorumlarına başvuruluyor. Mesela, rüyasında uçsuz bucaksız bir deniz ve ulu bir ağaç gören birine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, "O nihayetsiz deniz, Tanrı'nın azametidir; o ulu ağaç, Muhammed Mustafa'nın mübarek vücududur; o ağacın dalları, peygamberlerin dereceleri ve velilerin makamlarıdır. O büyük kuşlar da onların ruhlarıdır. Kuşların çıkardıkları muhtelif sesler ise, onların dilinin lugatı, sırları ve manalarıdır." yorumunu yapıyor. Burada elbette rüyayı görenin manevi makamı da önem arz ediyor. Şüphe yok ki rüyasında her deniz ve ağaç gören için aynı tabir çıkmıyor. "Rüya, görenindir" sözü burada önem kazanıyor. Tarihin köşelerine doğru gitmeye devam edersek, 11. yüzyıldan bir rüya örneği buluyoruz yine kitapta. Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere pek çok alanda fevkalade önemli eserler veren, Türk-İslâm ve dünya tarihinin en tanınmış ilim adamlarından Bîrûnî, 61. yaşını doldurduğu gece bir rüya görür. Rüyasında bir astronomi simgesiyle karşılaşıyor. Bu simge İslâm'daki ay takvimine göre her ayın başlangıcını gösteren yeni aya benziyor. Bîrûnî düşünmeye devam ederken bir ses işitiyor. Bu ses ona, "Yeni ayı bırak. Sen onun oğlusun, 191 kere." diyor. Bîrûnî uyanır uyanmaz bu rüyayı, hicri takvime göre daha 191 ay, yani on altı yıl daha yaşayacağı şeklinde yorumladı. Tam 190 ay bittikten sonra ise vefat etti. Burada peşinden gidilesi iki soru ortaya çıkıyor: Bîrûnî rüyasını bu şekilde yorumladığı için mi 'tam vaktinde' vefat etti? Eğer rüyasını hiç yorumlamasaydı bir şeyler değişebilir miydi? Schimmel burada 'kehanet' kavramına temas ediyor. Kişi kendi rüyasını yorumladığı an, rüya, silahtan çıkmaya hazır bir mermi konumuna geliyor. Eskilerin şüpheye düştüğünüz ya da korktuğunuz rüyaları suya anlatın ki aksın gitsin sözleri boşa olmasa gerek. Kişi rüyasını kendi de tabir edebilir, hissiyatıyla ilgilidir bu. Fakat herkese anlatma konusu her zaman tehlikelidir. Ola ki yanlış bir tabir bile rüyayı etkileyebilir, yönlendirebilir. Bu hususta Muzaffer Ozak Efendi'nin cümlelerini okuyalım: "Herkesin harcı değildir rüyâ tabir etmek. Çünkü rüyâlar herkese de söylenmez. Eğer herkese söylenecek olursa, bunların hep misâlleri var, hepsini birer birer veririz, herkese söylenecek olursa, öyle bir hâlolur ki, bazı zevâtın tabiri üzere, yanlış yapdığı tabir üzere rüyâ tecellî eder."

Rüyalarda 'pazarlık' bile söz konusu, ancak muhakkak bir bilenin nezdinde. Bu meseleye uygun düşen ve Muzaffer Efendi'nin anlattığı bir rüyayı, Schimmel de kitabına almış. Bir çingene, sık sık bir şeyhe uğrarmış. Şeyh ona genellikle ufak bir sadaka verip gönderirmiş. Bir gün bu çingene, şeyhe onu çok şaşırtan bir rüyasını anlatmış. Tam bu zamanlarda, yüksek mevkide bulunan bir memurun genç oğlu da şeyhe uğrarmış, şeyh ona haftalık bir harçlık verirmiş. Şeyh bir gün bu gence "Haftalık harçlığınla bir çingenenin rüyasını satın almak ister misin?" diye sormuş. Genç meseleyi idrak edemese de şeyhe olan güveninden ve sevgisinden dolayı kabul etmiş. Peki çingene rüyasında ne görmüş? Sadrazam olduğunu... Rüyayı şeyhin işaretiyle 'satın alan' genç, bir müddet sonra sadrazam olmuş. Bu genç, II. Abdülhamid’in meşhur sadrazamlarından Said Paşa’dır. 

Sâmiha Ayverdi, Mabette Bir Gece adlı kitabında "Nasıl ki rüyâ gören insan gözünü açmakla rüyâsı nihâyet bulursa, hayat rüyâsının tamam olması da gözlerini hayâta yummakla tamam olur. İnsana hayat verilmesi, hoş bir rüyâ görmesi içindir. Onu korkulu ve kâbuslu yapan, bu kısacık yolculuğu, hayâtın mânâsını bozup kirleten ihtiraslarla doldurmaktan ibârettir." der. Güzel ve hayırlı rüyalar görmenin bir yolu yok mu? Pek çok yolu var ancak bu yollardan ilki insanın önce ve daima kendi kapısının önünü süpürmesi. Başkalarıyla uğraşmamak, kimsenin ayıbını ve kusurunu ortaya sermemek, insana, hayvana, eşyaya, tabiata karşı merhametli olmak, elinin emeğiyle kazanmak ve bu kazandığından paylaşmak, gizlice gözyaşı silenlerden olmak...

Halifenin Rüyaları, İslâm kültüründe rüyalara, tabirlere ve bunların hayata yansıyan yönlerine dair Annemarie Schimmel'in meraklı kaleminden çıkmış bir başucu kitabı.

Yağız Gönüler

22 Ekim 2018 Pazartesi

Annemarie Schimmel'in tasavvuf notları

"Gönül ehli gitti de aşk şehri boş kaldı deme. 
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"

- Kâsım-ı Envâr

Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.

Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)

Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."

Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."

İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."

Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."

Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.

Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."

Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."

Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."

Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Kasım 2017 Perşembe

Doğudan batıya uzanan çınar: Annemarie Schimmel

“Dünyaya dair elbiseleri üzerinizden çıkartıp attıktan sonra, âşığı maşuğa vasıl eden bir köprü gibiydi ölüm.”

Dallarıyla Doğu’dan Batı’ya uzanan koca bir çınardır Annemarie Schimmel. Halife’nin Rüyaları, Şark Kedisi, Hz. Muhammed, Sayıların Gizemi, Ben Rüzgarım Sen Ateş gibi nice esere imza atmış; İslam ve tasavvuf araştırmacısı olarak şark kültürüne duyduğu muhabbet ve iştiyakla bilhassa Hz. Mevlânâ, Muhammed İkbal, İbn-i Ataullah üzerine çalışmalar yaparak, çok sayıda seminer ve konferans vermiştir.

Samimi, nüktedan ve şiirsel bir dille hayat hikâyesini kaleme aldığı Doğudan Batıya isimli kitabında, neden böyle bir eser ortaya koymak ihtiyacı hissettiğini yaşadığı bir anıyı ele alarak anlatır. Aslında otobiyografi yazmaya hiç niyetinin olmadığını söyler evvela. Lakin genç bir üniversite öğrencisine, harp zamanında nasıl okuduğunu, haftada on sekiz saat derslerde hazır bulunmak zorunda olduğunu, burs alamadığı için fabrika işçiliğine memur edildiğini, yabancı bir ülkeye sefer etmek akla ziyan kabul edilirken, uçakların gece hücumlarına ve bunun gibi birçok zorluğa maruz kalarak nasıl lisan öğrendiğini anlatırken, çocuk bunların karşısında şaşkına döner ve şu soruyu sorar: “Ama bu durumda diskoteğe gidecek vaktiniz bile olmamıştır!”. İşte bu sualin akabinde mazisinden bir şeyleri anlatmanın faydalı olacağını düşünür Schimmel.

Bir insan için kısa denilebilecek o bereketli ömrüne neler sığdırmamıştır ki… Kitabı okurken birbirinden değerli musikişinas, edebiyatçı, hattat, şair ve yazarla arasında husule gelen o gönül dostluğuna şahit olur, kendinizi birden o şiirsel dünyanın içinde buluverirsiniz. Öte taraftan kitabın içindeki şiirler ve özellikle başında yer alan şu söz, okuyucuyu derinden kavrayacak ve üzerine hayli düşünmeyi gerektirecektir:

Gayret eden her kişi ceylan avlayamaz
Ama ceylan avlayan her kişi muhakkak ki gayret etmiştir.

Küçük ve sevimli Annemarie, nam-ı diğer Cemile Kıratlı, Doğu kültürüne ve tasavvufa daha çocukken ilgi duymaya başlar. Yedi yaşında bir kız çocuğu iken, hastalığa tutulur. Babası, canı sıkılmasın diye bütün dünya masallarından derlenen bir kitap getirir kendisine. Bu masallardan biri tipik bir şark masalıdır. İhtiyar bir derviş, genç bir çocuğa hikmetin sırlarına vâkıf olmayı öğretir ve onu, pek derin bir kuyunun dibindeki harikalar diyarına vâsıl eder. Bu mekânda, dünyanın en büyük Emîr’inin lahiti bulunur. Lahitin altındaki kitabede ise şu söz yazılı durmaktadır: ”İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.

İşte bu söz onu bir yıldırım gibi çarpar ve ilk manevi uyanışı, Şark’a dair duyduğu derin iştiyakı, bu hadis-i şerif ile başlar.

Çocukluğunun geçtiği o sıcak yuva bir şiir alayı ve musiki havuzudur o zamanlar. Çocukluğunu süsleyen o büyülü dünya Schimmel büyüdükçe daha çok serpilir ve dalları Hz. Mevlânâ’dan Paul Gerhardt’a, Hermann Hesse’den Muhammed İkbal’e, Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’den Yahya Kemal’e Muhammed Hamidullah’tan Kâni Karaca’ya, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Asaf Halet Çelebi ve hattat Ali Alparslan’a kadar uzanır. Neticede öğrenme iştiyakı ile dopdolu renkli bir sima çıkar karşımıza bu sefer.

Yaşam öyküsünün başına “Tek Kişilik Bir Kadın Temsili” başlığını atması elbette tesadüfi değildir. Bu tek kişilik gösteride ise savaşların bile durduramadığı bir kadın vardır. Doğudan Batıya kitabında, toplum tarafından cinsiyetine uygun görülen bir mesleği değil de bir bilim insanı hem de çok başarılı bir bilim insanı olmayı nasıl başardığını gözler önüne serer. Cemil Kıratlı, akademik çalışmalarının ve başarılarının yanı sıra kendini arayan bir yolcudur da aynı zamanda. Gâh bir şiirin mısraında gâh bir şarkının ahenginde bazen de dostlarıyla yaptığı derin muhabbetlerde, her şeyden öte iç dünyasında hakikati arayan bir yolcunun samimi hikâyesidir okuyacağınız. İnsan için en güzel kalem olan gönül âlemini, adeta parmakları arasında tutan yazar, o içsel yolculuğa bir şekilde okuyucusunu da ortak eder.

Son olarak kitabın içinde yer alan şu şiir, Schimmel’in hayata düşen izdüşümüdür:

Tanrıda sebat edenler, taze kuvvete nail olurlar
Öyle ki kanatlanırlar kartal misali
Koşarlar ve yorulmazlar da…

Büşra Burcu Arslan
twitter.com/BBusraarslan