29 Kasım 2024 Cuma

Sırtınızda tarih, bohçanızda Türkçe ile Üsküdar!

Ali Sürmelioğlu’nun yeni kitabı Üsküdarlı Falanca ve Feşmekanları kitabını elime aldığımda, daha ilk sayfasını okuyunca çok farklı bir kitapla karşılaştığımı, okurken çok keyif alacağımı anlamıştım. Nitekim öyle de oldu. Kaldı ki kitabın adı dahi içinde numaralar barındırdığını açık ediyor.

Sürmelioğlu polisiye romanla tanıdığımız bir yazar, ki o alanda da çok başarılı olduğunu biliyoruz. Bu kez polisiye romanla çıkmadı okurun karşısına. Bu kez yine bir romanla çıktı ama türü sadece ona ait bir roman yazdı. Temelde Üsküdarlı Falanca’nın Üsküdar gezisinden ibaret gibi görünen roman okuruna hem edebi ve şaşkına çeviren bir dil şöleni sunuyor hem de tarihin sayfalarına ara ara misafir olarak alıyor.

Sürmelioğlu o kadar titiz çalışmış ki kitabın her yerinde kendine haslığı, apayrılığı belirgin. Rotayı çizmesinden, harita sunmasından bağımsız olarak söylüyorum. Örneğin dipnotları kitaptan çıkarsak ve ayrı bir sayfaya yazsak çoğu birer küçürek öykü olur. Hiçbir cümle olması gerektiği için veya olsun diye yazılmamış, her cümle tarzdan kopmadan, ritmi kaçırmayacak şekilde ve biricikliğine zarar vermeyecek halde kurulmuş, kurgulanmış.

Şair Ahmet Murat bir söyleşisinde “Biz ya yeni bir şey söylemek için ya da bir şeyi yeni bir şekilde söylemek için yazarız” demişti. Ali Sürmelioğlu’nun bu romanı bir şeyin gerçekten yeni bir şekilde söylenişini temsil ediyor ve başarıyor da. Yazar dilin içinden yeni bir dil türetir gibi ustaca anlatıyor meramı, karakterin dünyasına okuru başköşeye oturacak şekilde çekiyor, kendine özgü tamlamaları ve betimlemeleri ile dilin gücünü olabildiğince yükseltiyor.

Şöyle diyelim: Sırtınızda kadim tarihimiz ve bohçanızda Türkçe ile Üsküdar’ı geziyorsunuz!

Yazar önceki romanlarında da Türkçe’ye ne kadar hâkim olduğunu göstermişti. Onun zihni sadece bugünden bakmıyor, o geçmişin bütün birikimini bugüne getiriyor. Dilimizi ve kültürümüzü kapsayıcı bir şekilde özümsemiş. Bu toprakların meselelerine vakıf olarak entelektüel sorumluluğunu yerine getiriyor. Ve bütün bunları kurmaca imkânıyla okuruna sunuyor. Kurduğu atmosfer bugüne sığacak kadar dar değil. Yaptığı işe de seslendiği okura da son derece saygı duyduğunu, bu saygının beraberinde de sıkı çalıştığını ortaya koyduğu eserden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Kurmaca, sunduğu imkânlarla büyüleyici bir hüviyet kazanır. O büyüleyiciliktir bizi çeken. Kurmaca, kurgu ile gerçeği öylesine harmanlar ki okuyucu ile karakter bazen yer değiştirir ve bu yer değiştirme eylemi okurun iradi olarak giriştiği bir eylem değildir, okur kendini buluverir sayfaların içinde. Belki de o yüzden ana karakterimizin adı yoktur, Üsküdarlı Falancadır o, aslında Üsküdarlı herkestir, Üsküdar’ı dolaşan herkestir. Yazar seslenmektedir okura: Gezip geçme, sohbete dalma, arada bir kaldır kafanı da bak, tarihin yanından geçiyorsun, çok zengin bir beldedesin, farkına var, tefekkür et.

Aynı şekilde kurmacada ana karakter, bazen de yazarın kendisidir. Her sayfada kendini koymaz yazar ama nedir, kendini ele vermekten de kaçınamaz. Üsküdarlı Falanca, aynı zamanda Ali Sürmelioğlu’dur. Tam da yazar gibi keskindir bakışları, attığı ok isabetlidir her zaman, baktığı yerde neyi gördüğünün farkındadır, zihni hemen kıpraşır, bilgileri yığar üst üste, soluklanmadan idrak ile tefekkür ele geçirir onu.

Yani deme o ki sevgili okur, elindeki roman alelade bir roman değil. Yazarı ne yazdığını bilen, kasıtlı bir şekilde bir hedefi gözüne kestirmiş biri. Roman, kendine özgü bir roman. Üsküdar ise… Üsküdar’ı öğrenmek için de kitabı okumamız gerekiyor. Bir zahmet…

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Kasım 2024 Pazartesi

Biraz hayat biraz edebiyat

Sözlük, mihrican fırtınası için, yaza veda ederek sonbaharın başladığı fırtınadır, sıcak havaların serinlemeye başladığının işaretidir diyor. Bu tanımı alıp Nazan Bekiroğlu’nun hayatına yerleştirdiğimizde tam mana veremeyebiliriz ama onun bu kitapta yazdıklarını (özellikle ilk bölümde) okuduğumuzda kitabın ve Nazan Hanım’ın hayatında neye tekabül ettiğini anlayabiliriz. Nazan Bekiroğlu ünlü bir romancı olmasının yanında üniversitedeki görevinden yakın zamanda emekli olan bir profesör aynı zamanda. Bu elbette insan hayatı için önemli bir dönümdür. Yazar da bu durumda yaşadıklarını, daha çok da hissettiklerini Mihrican Fırtınası bölümünde anlatıyor. Klasik bir deneme değildir bu bölüm. Zaten kitabın geneli klasik denemeye çok yakın değil. Özellikle ilk bölümlerde anlatı, daha sonra deneme, sonra edebî inceleme/deneme tarzlarını görüyoruz. Genellikle bu ilk bölümdeki gibi metinlerde anlatının olmazsa olmazlarından anılar/hatırlayışlar da öne çıkar. Duygusal bir bölümdür bu. Zordur yılların (38 yıl) verildiği işten ve binalardan ayrılmak: “Başımı kaldırıp benimle hiç ilgisi olmayan bir sahneye bakar gibi bakıyorum olup bitene. Odam toplanıyor, otuz dekiz yıllık yığın ayaklanıyor. Bağ bozumu. Ekim de değil ki!” Yazar da geçmişi yâd etmeyi sevdiği için ortaya şiirsel cümlelerin de yoğun olduğu, anı salıncağında sallanan bir bölüm çıkmış: “Kurup kaldırdığı teorilerle oyalanan ben ilk kez zamanın ânda değil anılarda olduğunu düşünüyorum.”

Altı ana bölümden oluşuyor Nazan Bekiroğlu’nun yeni kitabı: Mihrican Fırtınası, Kalem Eşiği, Fasl-ı Zor, Göğe Yükselen Mor Fok Balığı, Platon’un Mağarası ve Anna Karenia’ya Dair Notlar. İlk bölüm sadece yazarın emekliliğinin getirdiklerinden oluşmuyor. Zaman zaman öyküye dönen kısa metinler de mevcut. Hayalî bir yaşantı çıkarmakta zorlanmıyor yazar. Örneğin Şair Nigâr Hanım’la ilgili yazdığı metin mükemmel bir öykü örneği bence. Kendini merkeze alarak 1915 yılında Nigâr Hanım’a konuk oluşunu şöyle niteliyor:

İkinci kata çıktığımızda kimse yol göstermeseydi bile yönümü tayin edebilirdim. Şurası kütüphane, şurası yüksek tavanlı, geniş, aydınlık salon. Bir köşedeki piyano kadar sağı solu dolduran imzalı fotoğraflar, abajurlar, biblolar, halılar, hatta perdeler tanıdıktı ve âh, şu porselen takımın bir fincanında ben de 1994 yılında, bir kış ikindisinde çay içmiştim. Şu tablodaki yaşmak-feraceli Hanımefendi’nin göğsünü bağlayan iki sedef düğmenin teki bir avuntu olarak şairenin torunu tarafından o gün bana armağan edilmişti. Elim gayriihtiyarî boynumdaki kolyeye gitti. Orada. Ben de buradayım. 1915 kışının tam ortasında, Nigâr Hanım’ın salonunda, işte, onun huzurun¬dayım. Düşmemek için bir koltuğun kenarına tutundum.

Bundan başka, yine ilk bölümde Nazan Hanım’ın diğer romanlarının karakterleriyle etkileşime girdiğini de görmek mümkün. Birçok denemede birçok türü harmanlamış diyebiliriz yazar için. Zaman zaman anlatı zaman zaman tek bir nesneden yola çıkarak yapılan kurgulamalar ve zaman zaman klasik deneme üslûbu… Kitabın aynı zamanda en uzun bölümü olan Mihrican Fırtınası okuru kitaba çekip çekmeme konusunda belirleyici bir bölüm bence. Benim en sevdiğim bölüm olmadı ama konuları ve üslûbuyla beni çok keyifli bir şekilde kitapta tuttu. Bu bölümde zaman, bazen silikleşiyor. Hayalî ve silikleşmiş zamanla bazen bir şehri geziyoruz bazen ölümünün üzerinden yüz yıl geçmiş bir şaire konuk oluyoruz. Elbette Nazan Hanım’ın adımlarıyla.

Bu tür kitaplarda okurlar yazarın zamanı günümüze getirip biraz da olsa eleştiri/tespit yapıp toplumsal aksaklıklara değinmesini bekleyebilir. Bu, genelde modern dünya eleştirisi olur. Nazan Hanım az da olsa bu yöne sapmış ve toplumsal eleştirilerde bulunmuş. Bunu da “duyarsızlaşma” üzerinden yapmış. Gelibolu üzerinden geçmişe bakarken şimdinin vurdumduymazlığını kâğıda dökmüş. Kitabın ikinci bölümünde yer alan bu yazı, bu bölümün klasik denemeye yaklaşıp anlatı üslûbundan biraz sıyrılmasıyla daha rahat işlenmiş. Fasl-ı Zor bölümünde de bu üslûbun ve zaman zaman bu eleştirilerin devam ettiğini söylemek mümkün:

Oysa bu, eşyanın tabiatına, -bildiğim doğruysa- insani¬yetin doğasına aykırı. Kırılmamız gerek bizim, bir bir değil, topyekûn kırılmamız. Ama bir bakıyoruz ki, A-aa! Futbol takımları, derbi sonuçları ânında arzıendam edivermiş. Şunun bunun aşkı, dizi kahramanları, ölümcül kapışmalı yarışmalar alıp başını gitmiş. Bu böyleyse batsak yeridir. Yine de tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacın önünde bir an durup ‘selfie’mizi çekiyoruz.

Son üç bölüm ilk bölümlerden biraz ayrılıp içinden sanat, edebiyat, tarih ve biraz da hüzün geçen denemelerden oluşuyor. Bu bölümler, alt başlık olarak biraz dağınık bir yapı arz etse de “okuma üzerine okuma” yapmayı sevip “kitaplar üzerine yazılmış yazılar” okumayı sevenlere bir şölen sunuyor. Enis Batur, Umberto Eco, Nurdan Gürbilek, Tim Parks vs. sevenler bu bölümleri de çok sevecektir. Öykülemenin de ağır bastığı bu bölümleri okumak oldukça keyif verici. Ayrıca bu kısımlarda edebiyat camiası için popüler bir tartışma olan “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” gibi başlıklar da mevcut. Yazar burada farklılıklar ve benzerlikler üzerinden güzel bir metin kurmuş.

Yazıyı burada sonlandırmak istiyordum çünkü yeterince detay verdim ama son bölüme özel olarak değinmek istiyorum. Çünkü bu bölüm bana göre dünya üzerinde yazılmış en kusursuz roman olan (en iyi, en akıcı vs. demiyorum) Anna Karenina hakkında yazılmış spesifik denemelerden oluşuyor. Yedi tane alt denemeden oluşan bu kısmı okumak için öncesinde romanı okumak daha iyi olacaktır. Daha sonra Nazan Hanım’ın roman hakkındaki incelemelerini okuyabiliriz. Evet, denemeden ziyade incelemeye yakın bu bölüm. Tıpkı bir Nurdan Gürbilek metni okur gibi keyif aldım bu bölümden. Hatta yazarın zaman zaman farklı detaylara inmesi daha da ilginçleştiriyor metinleri. Örnek mi? Mesela Anna’nın Gardırobu: “Birkaç yıl önce Anna Karenina’nın gardırobunu merak ederek romanı yeniden okumuştum. O gardıroptan sadece Anna’nın giysileri değil aşkın lâneti de çıktı.” Üstüne bir de Nazan Hanım’dan (Anna ve Vronski özelinde) ilişkiler üzerine nefis bir tespit gelince bu bölümün benim açımdan en iyi kısım olduğuna karar verdim ve okunacak/okunması yazılması gereken onlarca kitap arasına, hatta en başlara Anna Karenina’yı tekrar ekledim.

Mihrican Fırtınası, kasım ayında Timaş Yayınları’ndan neşredildi ve benim okuduğum ilk Nazan Bekiroğlu kitabı oldu. Rahat bir şekilde, deneme okumayı seven herkese tavsiye edebilirim. Hele ki kitaplar üzerine okuma yapmayı sevenlere daha ciddi şekilde tavsiye ederim. Çünkü bu metinlerde sadece bir romancının değil bir edebiyat profesörünün birikimi de var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

21 Kasım 2024 Perşembe

Ertuğrul Osman Efendi'nin 20. yüzyıl hatıraları

Sultan II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin, 2009’da vefat etmeden önce kaleme aldığı hatıraları, Yapı Kredi Yayınları’ndan okurla buluştu. 1912’de İstanbul’da doğan, 1994 yılında ‘Hanedan Reisi’ sıfatını alan şehzade Ertuğrul Osman Efendi’nin, büyükbabası II. Abdülhamid’in saltanatının son yılları ve 1924’te hanedan mensuplarının Türkiye’den ayrılmalarıyla başlayan kitap, Ertuğrul Osman Efendi’nin Viyana, Paris ve New York’ta geçen yaşamı ile son yıllarında Türkiye’ye dönüşü anlatılıyor.

Ertuğrul Osman Efendi, eşi Zeynep Tarzi Osman’ın teşvikiyle yazdığı hatıralarında 20. yüzyıl içinde soylu sınıfın modern zamanlardaki hayat tarzını; dünyanın birbirinden şöhretli iş, sanat, spor, siyaset ve kültür simalarını esprili bir dille aktarıyor. Kitapta 1915 Olayları, Hilafetin kaldırılması ve sürgün, Cumhuriyet, devrimler ve özellikle Türkiye’nin temel meselelerinden bahisler bulunuyor. Afşin Yurdakul’un Türkçeye kazandırdığı Ertuğrul Osman Efendi’nin hatıraları, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geçerken Osmanlı hanedanının serencamını gözler önüne seriyor.

Ömer F. Oyal’ın yayına hazırladığı kitabın başındaki takdim yazısı Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un imzasını taşıyor. Ömer Koç, son yıllarında yakından tanıdığı Şehzade Ertuğrul Efendi hakkında “Kâmil insan tâbiri bence Osman Efendi’yi pek güzel târif ediyor. Hoş sohbet ve nüktedan olan Efendi hazretleri, eskilerin deyimi ile tam meclis-ârâ idi” ifadelerini kullanıyor. ‘Mohikanların sonuncusu’ olarak tanımladığı Ertuğrul Osman Efendi için “Türkiye’ye ilk defa 72 sene sonra zevcesi Zeynep Tarzi’nin teşvîk ve telkîni ile 1992 senesinde gelen Ertuğrul Osman Efendi gerçek bir vatanseverdi. Hiçbir devletin tâbiyetine girmemiş, adına düzenlenen şahsî seyâhat evrâkı ile seyahat etmiştir. Cumhuriyet’in kazanım ve devrimlerini her zaman gerçekçi bir yaklaşım ile değerlendirmiş ve ‘Cumhuriyet belki âilemiz için kötü ama memleket için çok iyi oldu’ diyebilme erdem ve olgunluğunu göstermiştir.” diyor.

18 Ağustos 1912’de İstanbul’da doğan ve saray terbiyesi almış son Osmanlı şehzadelerden biri olan Ertuğrul Osman Efendi, isminin büyük babası Sultan II. Abdülhamid tarafından verildiğini söylüyor. Ertuğrul Efendi hatıralarında, dedesi II. Abdülhamid hakkında parlak zekalı, ciddi, fazlasıyla nazik, okumaya meraklı, sanat, bilim ve dünya meseleleriyle oldukça ilgili, atlara sevdalı, iktisatlı, henüz tahta çıkmadan bile hayli varlıklı biri olduğunu, her şeyi kendi yapmayı sevdiği söylüyor. Ertuğrul Efendi, annesi ve ağabeyiyle, II. Abdülhamid’i Beylerbeyi Sarayı’nda ziyaretlerini ve o günün hüzünlü atmosferini şu sözlerle anlatıyor: “Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu ve evin erkeklerinden bazıları etrafımıza toplandılar; yanaklarından akan yaşlarla bizleri kucakladılar. Sanki öpücüklerini Boğaz’ın karşısına taşıyıp hizmetinde oldukları sevgili efendilerine teslim etmemizi diliyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü Abdülhamid’in sarayında geçirmişlerdi; bize nasıl davranacağımızı, nerede oturacağımızı, ne söyleyeceğimizi, ne zaman söyleyeceğimizi öğretmeye çalışıyorlardı. Bizimle birlikte gelebilmek için canlarını verirlerdi, Abdülhamid onlar için hem başlangıç hem de sondu.

Şehzadenin hatıratının sonsöz sayfalarında ise 84 yaşında bulunan Zeynep Tarzi Osman, hem mensubu olduğu Afganistan kraliyet ailesini hem de eşi Ertuğrul Osman ile ilişkilerini anlatıyor. Zeynep Tarzi, “hayatımın en güzel hadisesi” dediği Osman Efendi’nin aydın, açık fikirli, mütevazı, nazik, zevk sahibi, maharetli bir marangoz olmakla birlikte çok iyi çello çaldığını ve Wagner delisi bir müzik tutkunu olduğu ifade ediyor. Osman Efendi’nin Amerikan futbolunu ve beyzbolu sevdiğini aynı zamanda “Ben Bursa’dan geldim Bursasporluyum” dediğini aktarıyor.

Annem bizi Beylerbeyi Sarayı’na götürdüğünde büyük bir merasimle büyükbabamın huzuruna alındık. Büyükbabam bir kanepenin ucuna tek başına oturmuştu; bir erkek ve bir hükümdar olarak, annemi karşılamak için alışılagelmiş kibarlığıyla ayağa kalktı. Bizi öptü ve yanına oturttu. Bunca zaman sonra bile, her nasılsa, sakalının yüzümde bıraktığı hissi hâlâ hatırlıyorum. Sanırım sıradan bir büyükbaba olsaydı kısa süre içinde her şeyi unutmuş olurdum. Halbuki bizleri kucaklayan, 33 sene boyunca koca bir imparatorluğu idare etmekle, tarihe devasa biz iz bırakmakla kalmayıp zamanın efsanevi bir şahsiyeti haline gelen şöhretli birisiydi.

Ertuğrul Osman Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in en sevgili oğlu Mehmed Burhaneddin Efendi’yi müzik ve seyahat tutkunu şatafatlı hayatı seven bir şehzade olarak anlatıyor. Burhaneddin Efendi için “Babam fevkalade bir piyanist, tam tekmil bir müzisyendi ve hayatında müziğin çok büyük rolü vardı. Hatta en çok ilgilendiği mevzu müzikti, ömrü boyunca da bu böyle kaldı. Şayet bir hükümdarın oğlu olmasaydı, zamanın en büyük piyanistlerinden biri olabilirdi.” diyor.

Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra şehzade Burhaneddin Efendi ailesi ile Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Yeniköy’deki yalıya taşınır. Ertuğrul Osman Efendi ve ağabeyi Mehmed Fahreddin Efendi’nin çocukluğu da Boğaziçi’nde geçti. Ertuğrul Osman Efendi, seyahate oldukça meraklı babası Burhaneddin Efendi ve annesi Aliye Melek Nazlıyar Hanım’la 1920 yılında ağabeyi ve kendisinin eğitimi için Viyana’ya gitti. Cumhuriyet’in ilanı ve ardından hanedan mensuplarının vatandaşlıktan çıkartılmalarıyla birlikte de uzun yıllar yurtdışında yaşadı. 1921’de Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanım boşandı. Viyana’da ve Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde eğitim gören Ertuğrul Osman Efendi, 1933’te babası ve ağabeyiyle birlikte ABD’ye yerleşti. 1952 yılında kurduğu Kanada merkezli madencilik şirketini 1980’lerin başında emekli olana kadar işletti.

Atatürk’ün yaptığı devrimler ve genç Cumhuriyet’in kazanımlarından da bahseden Ertuğrul Osman Efendi, özellikle harf inkılâbının kültürel bir kopuşa neden olduğunu söyleyerek eleştiriyor. Latin Alfabesine ani geçiş yapıldığı, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki etkisinin göz ardı edildiğini şu sözlerle ifade ediyor:

Dil ve harf devrimiyle birlikte okur yazarlık oranı neredeyse on kat arttı ama ülkenin eski edebiyat ve kültürle irtibatı da koptu… Latin alfabesinin kabulü başlı başına kötü bir şey değildi. Ama aceleyle yapılması, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki muhtemel etkisine hassasiyet gösterilmeyişi, geleneksel Türk kültürüne büyük zarar verdi. Geçiş kademeli yapılmış olsaydı, zarar çok daha az olurdu.

3 Mart 1924’te TBMM’de hilafetin ilgası ve hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı verilir. Ertuğrul Osman Efendi hatıratında sürgün haberini aldıkları esnada yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Babam uzun seyahatlere çıkacağı vakit maiyetindekiler için Viyana’daki Miessl & Schadn Oteli’nde büyük bir süit kiralar, bizler de okulun tatil olduğu pazar günlerimizi burada geçirirdik. Halife Abdülmecid Efendi ile birlikte bütün ailemizin İstanbul’dan sürgün edildiği haberi bize ulaştığında ağabeyim ve ben bu otelde kalıyorduk. Haberin tüm haneyi altüst ettiğini söylemeye hacet yok. Hiçbirimiz ülkemize ne zaman dönebileceğimizi ya da dönüp dönmeyeceğimizi bilmiyorduk. Havadisler üzerine ev halkı hayli gözyaşı döktü, hayıflandı, birkaç sene evvelinin en alelade hatıraları bile bir anda büyük bir hasretle yâd edilir oldu. O zamanın Türk evlerinde hizmetkârlar asla emekli olmaz ve işten çıkarılmazdı. Herkes ömrünün sonuna kadar o çatı altında yaşardı. Bu sebeple bizim evde de ağlayıp ağıtlar yakan bir yaşlı kadınlar güruhu peyda oldu.

Ertuğrul Osman Efendi, Avrupa’da ve Amerika’da geçen yılların ardından ilk kez 1992’de eşi Zeynep Tarzi Osman ile Türkiye’ye geldi. 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. İstanbul’dan Avrupa’ya ardından Amerika’ya ve yeniden İstanbul’a uzanan yaklaşık bir asırlık hayat serüvenine dair hatıralarda Ertuğrul Efendi’nin 72 sene sonra geldiği Türkiye ve İstanbul izlenimleri de yer alıyor. Dolmabahçe Sarayı ziyaretini, Kuşadası’nda geçirdiği yaz tatilleri, hanedan üyeleri, yakın çevresi ve dostlarından bahsediyor. Bunca sene sonra Türkiye’ye geldiğinde bambaşka hisler taşıdığını söyleyen Ertuğrul Osman, “İstanbul’da doğmuş olmama rağmen neredeyse ilk kez hakiki olarak gördüğüm bu şehir bana yabancı gelmedi. İlk defa gördüğüm hayret verici manzara, âdetler ve insanlar tamamen tanıdıktılar. Altmış seneden uzun bir süredir İstanbul’u görmemiştim ama kendimi evimde hissediyordum. Belki de şuur altımdaki şeyleri hatırlıyordum, belki de buranın kendi ülkem olduğunu idrak etmem bir dejavu hissi veriyordu” diyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

20 Kasım 2024 Çarşamba

Cumhuriyetin dinle alakalı meselelerinin tasviri

İsmail Kara Hoca 2024’ün başlarında oldukça kapsamlı ve hacimli bir eser neşretti: Resimli Cumhuriyet Din Kitabı. (Yazının devamında RCDK olarak yazılacaktır). Elbette ki bu kitap bir-iki yılda yazılacak bir eser değil. Üç cilt ve 1200 kadar sayfadan oluşan ve büyük boy neşredilen kitabın yazılmaya başlaması bile 15 yılı buluyor, hocanın dediğine göre. Tabii bu resimli/fotoğraflı bir eser olduğu için mevcut kullanılan görsellerin toplanmaya başlaması herhalde bir 40 yılı buluyordur. Daha önceki kitaplarının ve bu kitabının da gösterdiği üzere İsmail Hoca çok iyi bir arşivci ve hangi gazete kupürünün, hangi basın demecinin, hangi karikatürün, hangi fotoğrafın, hangi levhanın kendi işine yarayacağını çok iyi ayırt ediyor ve hemen arşivine katıyor. Sonrası böyle geniş kapsamlı ve nitelikli bir eser olarak biz okurların ve araştırmacıların önüne seriliyor.

Bu kitap, özellikle cumhuriyet tarihinde (1923 sonrası) dinin devlet politikası olarak, halkça, kurumlarca ne olarak görüldüğü, nereye oturtulmaya çalışıldığı, nereden nereye getirildiğini görseller ve yazılarla incelemeye çalışıyor. İsmail Hoca’nın dediğine göre bütün ciltler üçte bir görsel ve üçte iki yazı olarak planlanmış ve uygulanmış. Yine hocanın dediğine göre ilk okuma görsel incelemesi ve görsel altı yazıların takibi şeklinde yapılabilir. Ben düz bir okumayı tercih ettim. Böyle daha iyi verim alacağımı düşündüm. Ama kitabın hacmini çok bulanlar sadece görselleri detaylıca inceleyip altındaki açıklamaları okusalar dahi kafalarında bir şema oluştururlar. Kitabın ismine boşuna “resimli” ifadesi konulmamış yani.

Sunuş, Giriş ve Dizin hariç on üç kapsayıcı başlıktan ve yetmiş alt başlıktan oluşuyor RCDK. Aslında bu yetmiş başlığa ana başlık, on üç başlığa da daha kapsayıcı başlık diyebiliriz. Çünkü bu yetmiş başlığın altında da ara başlıklar var. Şunu söyleyebilirim: Elbette bu üç cilt bir bütünü oluşturuyor ama bu kitap nasıl ki sadece görseller üzerinden okunabilirse, sadece merak edilen başlıklar da açılıp okunabilir. Çünkü kabul edelim ki güncel siyasetin hep sıcak tuttuğu ve halkın daha çok merak ettiği ve artık magazinleştirilmiş başlıklar da var kitapta. Mesela halka sokak röportajlarında sık sık sorulan “Lozan Anlaşması zafer mi hezimet mi?” sorusunun cevabını merak edenler direkt o başlığı okuyabilir. Ama bu bence son tahlilde eksik bir okuma olur. Çünkü bir bütün bu kitap. İsmail Hoca ikinci cildi birincinin, üçüncü cildi ikincinin bittiği yerden başlatmış, sayfa numarası olarak. Bu bile üç cildin sağlam bir bütünü ifade ettiğini gösterir. Sadece demek istediğim, kitap aktüel okumalara da gayet uygun.

Kitapta hocanın önem verdiğini fark ettiğim ve kendimce önemli görünen anahtar ifadeler/noktalar bulmaya çalıştım ve birkaç tane tespit edip kitabı bunlar üzerinden okumaya çalıştım. Mesela “halk Müslümanlığı”, “bütün inkılâplar dinle ilgilidir” tespiti, “darbe dönemleri dâhil Türkiye’de dindarlar dâhil herkes devletçidir” gibi yargılar. Bunlar ilk bakışta önem verdiğim ve hocanın nasıl işlediğini önemsediğim konular oldu. Bu kavramlardan yola çıkarak özellikle ilk ciltte İsmail Hoca, Lozan Anlaşması, Türk usulü lâiklik, inkılâpların din adamları, şeyhler, halk nezdinde nasıl karşılandığı gibi soruların peşine düşüyor. Medeni Kanunu, oluşmasını ve akislerini değerlendiriyor. “İrtica Edebiyatı”na geniş yer veriyor. (Akla hemen İsmet Bey’in ‘İrtica Elden Gidiyor’ kitabının gelmemesi mümkün mü?) Burada İsmail Hoca’nın en önemli işlerinden biri Milli Mücadele, cumhuriyetin ilanı ve tek parti döneminde medyanın ve siyasilerin değişen dilini fotoğraf ama özellikle gazete haberleri ve karikatürler üzerinden çok açıklayıcı yakalamış olması.

İsmail Hoca’nın verdiği her bilgi elbette yeni şeyler değil ama kasıtlı veya değil, birçok kişinin bilmediği, birçok kişiye bildirilmeyen şeyler. Birinci Meclis’in Lozan Anlaşması dolayısıyla feshedilmesi… Ya da kurucu kadronun “ivedilikle” 3 Mart 1924 kanunlarını yürürlüğe koymasını önemsiyor İsmail Hoca. (Aynı şekilde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da) Çünkü İsmail Hoca bunların “kurucu kadronun dinle ilişkisini anlama” açısından önemli olduğunu göstermeye çalışıyor. Bazı temel ve birçok yan olaylara yorumunu da sık sık katmayı ihmal etmiyor. Elbette bir Türk ve Müslüman zaviyesinden. Yoksa diğer taraflardan bakarsak “her şey çok gerekliydi” veya “yapılan hiçbir şey yapılmamalıydı” der geçerdik.

Bu kitabı tek tek başlıklar üzerinden incelemek yanlış olur. Çünkü o kadar çok bilgi, belge ve yorum mevcut ki hangisini öne çıkarsak bir diğeri eksik kalır. Onun için hocanın neleri işlediğini ve ne tavırda olduğunu bilmemiz kitabın okunmasından önceki en kıymetli davranış bana göre. Şu çok değerli: İsmail Hoca elbette bir ‘taraf’tan bakıyor durumlara ama objektifliğini korumaya çalışarak. Ne sadece inkılap eleştirisi yapıyor ne Osmanlı yüceltmesi. Çünkü keskin yargıların tarihi anlamakta yanlışa saptıracağının -elbette- farkında. (Maalesef bu, artık ülkemizde, hem entelektüellerimiz hem de halk nezdinde göremediğimiz bir tavır. Her bilim adamı, akademisyen vs. bir tarafı tutup karşı tarafa acımasızca yüklenme derdinde. Hâlbuki mesela II. Abdülhamid’i ‘Kızıl Sultan’ ve ‘Ulu Hakan’ yakıştırmalarının dışında değerlendirmek de mümkün. Ama buna kimsenin kulak astığı yok açıkçası. Allah’tan İsmail Hoca gibi akademisyenler/yazarlar tek tük çıkıyor da düzgün ve Müslümanca bir tavır nasıl olur, meraklılara gösteriyor.)

Yine de, özellikle ilk cilt özelinde ilgimi çeken birkaç hususu belirtmek isterim. İsmail Hoca çoğu konuda açık veya örtük bir kanaat getiriyor duruma. Sadece konuyu belgelerle açıklayıp bırakmıyor, fikrini söylüyor/ima ediyor. Ama kitabın ilk cildinin son konularından “Kuzu Paşa mı, Askeri Deha mı?” başlığında incelediği Fevzi Çakmak konusunda, paşa hakkındaki fikirlerini biraz muğlak bırakmış. Olanı verip pek karışmamış açıkçası. Hocanın kanaatlerini daha detaylı okumak isterdim bu konuda. Kronolojik bir devamlılık yok kitapta ancak ilk cilt daha çok tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerini ele alıyor. Tabii farklı noktalara da uzandığı oluyor konunun. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında devletin dine bakışı veya 90’lardaki din-devlet ilişkisi. Ama genelde kurucu kadro ve tek parti dönemlerini ele alıyor. 1923 kesin bir çizgi görülemeyeceği için de Osmanlı’nın son yıllarına kadar inebiliyor incelenen dönemler. Ana dönem olarak cumhuriyetin ilanı baz alınmış ama ilk cilt özelinde söylersek; Lozan Anlaşması’na bakışı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan inkılaplara, daha sonraki yıllarda din adamlarının siyasi iradeye karşı tavır alıp alamamasına kadar olan bölümleri benim en ilgimi çeken kısımlar oldu. Ve Hoca’nın şu soruları da cevaplanmalı aslında: Diyanet’in Türkiye ile akrabalık derecesi nedir? Ve Diyanet laik bir kurum mudur yoksa dini bir kurum mu? İki arada bir derede midir?

Eğitim-Hac-Tarikat Meseleleri

İkinci ciltte maarif meselesine güncel eğitim meselesini de yakalamaya çalışarak bir giriş yapmış İsmail Hoca. Temel aldığı fikirler Nurettin Topçu ve onun Maarif kitabındaki yazılar. Cumhuriyet devrine geçmeden önce bir eğitim meselesi çerçevesi çiziyor. Bu bölüm, bununla ilgili olmayan kişilere sıkıcı gelebilir ama Türkiye’nin belki de en önemli meselesi aslında.

İsmail Hoca’nın meselelere vicdan ve objektiflik penceresinden baktığını söylemiştim. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Hac’la ilgili konuda hem ilk cumhuriyet idaresinin yaptığı yanlışları dile getirmesi hem de diğer iktidarların estetik alanda nelere dikkat etmediğini okuru resmen gözüne sokması. Resmen neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor Hoca.

Dinle ilgili konular irdelenir de devlet-cemaat-tarikat ilişkileri incelenmez mi? Birbirini zaman zaman iten zaman zaman çeken bu unsurları genel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor Hoca:

Ankara’nın cemaatlarla münasebetleri çok taraflıdır ve umumiyete sanıldığı gibi çokpartili hayatla başlamış değildir. Aslında Ankara onların din ve dünya anlayışlarını, içine kapalı karakterlerini benimsemez, tehlikeli bulur, onları değiştirmek ve açmak ister ama kendi çatısı ve kontrolü altında kalması için de gerekli tedbirleri alır; bazan sert davranır ve ezer, biçimsizleştirir ama çoğunlukla destekler ve büyümesini sağlar. Bunlar üzerinden sisteme girdiler sağlar, kârı, mobilizasyonu, iş kapasitesini, merkezi genişletir, sempati ve oy toplar, din merkezli muhalefeti, homurdanmaları azaltır, fazla talepkâr olmayan bir dindarlığın memleket sathında yayılmasını, ‘yerli’ Müslümanlığın kuvvetlenmesini, yabancı bölgelerden gelecek dinî düşünce ve hareketler karşısında bir direnç yahut bir denge noktası oluşmasını ister ve bunu temin eder. Kısaca hem iter hem besler; içten zayıflatarak, dıştan güçlendirerek…

Bu kısım hem devlet adamlarından hem de tarikat mensuplarından eleştiri alabilir ama Hoca’nın örneklemeleri onun için sağlam bir dayanak oluşturuyor.

‘Halk Müslümanlığı’ ve Önemi

Hocanın üçüncü ciltte Bediüzzaman Said Nursi üzerinden ve onun yazdıklarından modernleşme ve İslâm, bilim-din çatışması/uzlaşması, Said Nursi’nin bu konulardaki tavrı vs. incelemesi önemli fakat bu konular biraz daha spesifik ve ehline hitap eden konular diye düşünüyorum. Fakat bu bölümden sonra gelen “Halk Müslümanlığı” konusunun hem İsmail Hoca’nın en önem verdiği konuların başında geliyor hem de daha çok kişinin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Herkesin fikir belirttiği bir konudur bu. (Dinle pek alakası olmayanların -hatta daha çok onların- ve selefi görüşe sahip olanların en azından kandil gecelerinde, bunlar bidat, kandil mandil yok dediklerini duymuşsunuzdur en azından) İsmail hoca bu konuda daha itidalli. Onu hep okuyanlar zaten bunu önceden biliyordur ama bilmeyenler için şu paragraf açıklayıcı olacaktır:

Halk Müslümanlığının dinî açıdan tenkide açık (belki bir kısmı tamamen dine aykırı veya çok tahrife uğramış) taraflarının olması ile bütünüyle Halk Müslümanlığı karşıtlığını birbirinden ayrı ele almak ve öyle değerlendirmek uygun olur zannederim. Halk Müslümanlığı esas itibariyle büyük kalabalıkların dini anlama ve yaşama biçimlerinin, hissiyat ve maneviyat âleminin, dünya ve hayat tasavvurunun tamamı olarak mütalaa edildiği zaman hem İslâmın farklı coğrafyalarda ve kültürler içinde nasıl anlaşıldığı ve o kültürlerle nasıl münasebete geçtiği hem de bugün için taşıdığı kuvvet ve zaaflar açısından kıymetli ve verimli bir alan haline gelecektir. Halk Müslümanlığıyla alakalı yasakların ve ideolojik söylemlerin, karalamaların olduğu Türkiye için bu daha da mühim meseledir.

Hoca böyle inanıyor ve söylüyor çünkü Halk Müslümanlığı bahane edilerek dini bertaraf etme derdi olanların (en azından bir zamanlar) varlığından bahsediyor: “…cumhuriyet devrinin siyasî elitlerinde ve aydınlarından daha sert ve açık olarak görülecek olan şey, Müslümanlığın, Müslümanlaşmanın ve bunun tezahürlerinin, bu meyanda ortaya çıkan taleplerin neredeyse tamamının, alt ve değersiz/yanlış bir kategori haline getirilen Halk Müslümanlığı da devreye sokularak ‘irtica’nın yahut ‘bâtıl itikatlar’ın artışı olarak sunulması ve bu yolla aslında dinin mahkum edilmesi, giderek ‘istenmeyen’ kısımlarının, bazı tezahürlerinin devredışı bırakılması yahut çatışma/biçimsizleştirme alanı haline getirilmesidir.

Bunlardan başka Alevilik incelemesi (bu tabiî bir ‘Alevilik nedir?’ yazısı değil. Sünnilik ve Aleviliğin geçmişi, birleşimi, niye ayrıldığı, Şiiliğin ve Sünniliğin birlikte olduğu yerler vs. detaylı bir yazı), Bernard Lewis üzerinden ırk/etnisite ayrımı ve gelişim süreci, dinlerarası diyalog garabetinin iç yüzü, nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması olayı, laiklik konusunda klasik tanımın dışına nasıl çıkıldığı, misyonerlik konusu ve faaliyetleri detaylıca incelenen ve ilgi çeken konulardan. Çünkü sadece fikir üzerinden hareket etmiyor İsmail Hoca. Aynı zamanda birçok örnekle bu fikri destekliyor.

“İnşaat Ya Resulullah”

Son bir konuya daha değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü fazlasıyla uzadı. Tanıl Bora editörlüğünde hazırlanan bir kitaptan mülhem başlıktan da anlaşılacağı üzere bu, İsmail Hoca’nın ülkemizdeki mimari faaliyetleri, daha çok yapılan (ama nasıl yapılan!) ve yapılmayan camiler özelinde incelemesi konusu. Şu alıntı da aslında yeterli açıklamayı yapacaktır:

Cami kapatan ve satan tekpartili yıllarda değil, daha dün yapılan ve büyük şatafatlarla açılan Galataport binaları Nusretiye Camisi’nin ve Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Camisi’nin denizden görünüşünü tamamen denebilecek şekilde kapattı biliyor musunuz? Duyan, gören, ilgilenen, ‘büyük ve şerefli tarihimiz’, ‘kadim medeniyetimiz’, ‘mabetlerimiz’ diyen, el kaldıran, karşı çıkan, hatta süreci fotoğraflayan, resimleyen oldu mu? Bursa’da Ulucami’nin karşısına o şeddadî ve çirkin TOKİ binalarını kıyamet alameti gibi kim dikip şehrin bütün tarihî dokusunu ve Ulucami’yi ezdi geçti biliyor musunuz? Hiç değilse fotoğraflarını gördünüz mü?"

Bu suçun çoğu maalesef, Hoca’nın da dediği gibi kendini muhafazakâr kabul eden zümrenin. İsmail Hoca tek parti döneminden zaten ümitli değil, onlar da zaten ortada ecdat, medeniyetimiz vs. diye dolaşmıyor. Sorun, bu tür şehir ihanetlerinin bu tür davaları savunur görünenler eliyle yapılması. Paranın sıcaklığı estetik, medeniyet, ecdat sevgisi falan bırakmıyor. Halk mı? Bir otobüsteyken, gökdelenlere bakıp “Allah razı olsun bunları yapanlardan” lafını işittikten sonra bu halktan pek ümidim kalmamıştı zaten.

Bitirirken…

Yoğun, kapsayıcı, yorum gücü kuvvetli ama bir o kadar da rahat anlaşılabilir bir kitap RCDK. İsmail Hoca belli ki eseri için çok titizlenmiş ama değmiş. Bu ayarda ve hacimde bu konuları işleyen başka bir kitap hatırıma gelmiyor. ‘Resimli’ ismini sonuna kadar hak eden bir kitap ayrıca. Sadece resimler bile titizliğin ve ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor kitabın. Fakat şunu da belirtelim tekrardan: Bu kitap Müslüman zaviyesinden, cumhuriyet döneminde dinin ve Müslümanların uğradığı haksızlıklar penceresinden bakıyor olaylara. Türkiye’de bir şekilde İslâm dairesi içinde yer alıyorsa bunu okuyan kişi, RCDK ona çok şey söyleyecektir. Ama tamamen zıt fikirdeki kişilere bu kitaptakiler çok da bir şey söylemez diye düşünüyorum. Fakat son noktada bu konuları çalışacaklar için de geniş ve son derece verimli bir eser ortaya çıkmış. Eksikleri yok mu? Elbette var ama bu yoğun ciltler bile sonraki baskılarda ve yıllar biraz daha geçtikçe özellikle son 25-30 yılı daha da çok içerecek şekilde genişletilebilir diye düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

14 Kasım 2024 Perşembe

Muhammed İkbal’in felsefesinde ego

Hint dünyası, İslam dünyası ve Batı düşüncesi. Muhammed İkbal’in ruh iklime bu üç saha damgasını vurmuştur. Hemen fark edilecek şey, onun daima kabuğu sıyırıp özü yakalama hevesi. Bir tarafında Bergson, Nietzsche, Goethe; diğer tarafında Vedanta, Kur’an terbiyesi, tasavvuf. Karşımızda çok kapılı bir han var, her kapısından girildiğinde okurun kalbine yeni, lezzetli ve ufuk açıcı oklar fırlatan.

Böylesi ruh zengini insanları daha iyi anlamak için elbette onların dillerini, içinde yetiştikleri kültürü iyi bilmek gerekir. Buna hakkıyla zaman ayırmak, mesai harcamak mümkün olmadığında ise güvenilir mütercimlere, güvenilir kalemlere ihtiyacımız oluyor. Her kitabını, içinde saat başı çalan bir aşk alarmıyla yazan müteveffa Annemarie Schimmel’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. O, girdiği her sahanın otoritesi olma özelliğini taşımasıyla gıpta edilecek bir insan, bir kalem, bir yürek. Schimmel’i anlamak sevdasına tutuşmuş; şiir, sanat, felsefe üçlüsüne dair Türkçemizde de fevkalade eserler neşretmiş Senail Özkan hocanın ise hakkı ödenmez. Hocanın, kendi okuma serüvenimde “Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celaleddîn Rûmî” kitabıyla başlayan çok özel bir yeri vardır; ne yazsa, ne tercüme etse hususiyetle okurum diyerek geçeyim bu bölümü.

Senail hoca, İkbal’i anlamak için yukarıda izah etmeye çalıştıklarımın yanı sıra özel bir konundan daha bahsediyor: lisan-ı hâfi. Zira İkbal, bu dili kullanıyor, yani gönül dilini. İşte bu dildeki sırları, derinliği, insanlık hassasiyetini anlamak için Annemarie Schimmel okurun en büyük yoldaşı. Schimmel, tıpkı Mevlânâ’ya olduğu gibi Muhammed İkbal’e de ömrünün büyük bir kısmını vakfetti. Pakistan dahi bu durumu iyi gözlemlemiş olacak ki Lahor’daki bir caddeye “Hıyaban-i Annemarie Schimmel” adını vermişler. Peki Schimmel, bize nasıl bir İkbal portresi çiziyor? Evvela hayatının önemli köşelerine bizi götürüyor, sonra da eserlerine yaklaşıyor. Her yaklaştığında Allah-insan-âlem üçgenini İkbal’in kendi iç âleminde nasıl okuduğunu, daha sonra bu okuduğunu nasıl anlatmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Burada irfan metinleriyle, tasavvufî şahsiyetlerle arası sıkı olan okur için zevkli sayfalar başlıyor. Çünkü İkbal sık sık sembollere başvuruyor, mutasavvıfların şiirlerinden sözler naklediyor, insanın kendisini ve Tanrısını anlaması için geçmesi gereken kıldan ince kılıçtan keskince köprüleri işaret ediyor: “İkbal’in geleneksel bir tasavvuf sembolüyle ifade ettiği gibi insan, ‘hayat ağacının son meyvesidir’. İnsan; kâmil insanda, mard-i mümin’de ve en yüksek kemâl derecesini de müminin takip etmekle mükellef olduğu peygamberde zirveye ulaşır. Hayat bir tek asil gül meydana getirmek için binlerce bahçeyi tarumar eder.

Bu fikirler, Senai ve Attar okuyanlar için yabancı değil. Ancak İkbal’in fetih (açma, açış) biçimi oldukça etkileyici. Onun ego kavramına yaklaşımı, hem tasavvufi hem de psikolojik olarak hâlâ incelenmesi ve bugünün insanının faydasına sunulması gereken bir yaklaşım. O, insana sadece su ve balçıktan olmadığını, kalbi ve iç kuvvetiyle ne kadar aziz olduğunu hatırlatırken bunu akıl-ruh dengesini tutturarak yapıyor. Yani bugünün dünyasından, gerçeklerinden asla uzaklaşmıyor. Ulaşılamaz bir Tanrı fikrinden derhal uzaklaşıp, her an damarlarımızda, her an aklımızda, fikrimizde, her an canımızda olan, olduğunu bilmemiz gereken bir bilinçle kuruyor sistemini. İkbal’in insan-oluş felsefesinde ego’nun terbiye edilmesi, irfanî söylemle ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklandırılması’ her zaman en önemli vazife, aynı zamanda en zor mesele olarak yer alıyor. O, aşina olduğumuzun aksine egonun mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bu bizi neden şaşırtır? Çünkü ego, benlik demektir. Tasavvufi nazarla bakılırsa kişinin benliğini güçlendirmesi, kibre kapılması ve giderek ‘dünya kokması’yla eş anlamlıdır. Peki bu karmaşayı İkbal nasıl çözüyor? Schimmel’in yorumlarına bakalım:

Ego’nun kuvvetlerinin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce, İkbal’in aşk (muhabbet) olarak tavsif ettiği güç lüzumludur. Onun için aşk daha geniş bir konu; aşk sadece bütün sınırları tahrip eden, aşan bir sevgi değil, bilakis daha çok bir sentez gerçekleştiren ‘elan vital’dir (hayat hamlesi) ki, bu arayana hasret verir ve bu şekilde de gerçek hayatın en önemli bir unsuru haline gelir. Zira Esrar’da ifade edildiği gibi, ‘Ego aşkla şekillenince… onun eli Allah’ın eli olur; ay onun parmaklarıyla bölünür’. Bu şekilde yine bir defa daha dinamik aşkın modeli ve tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamberin rolüne işaret edilir. O Peygamber ki, hakkında Kur’an’da ‘attığını da sen atmadın…’ (Sure 8/17) diye hitap olunur; ve yine o Peygamber ki 54. surenin başında yorumlandığı gibi, parmağıyla ayı ikiye bölmüştür.

Bu durumda dindirilemeyen bir haset olarak konumlanan aşk, bitmeyen bir arayışın yakıtı olan muhabbet, söndürülemeyen bir yangına dönüşürse ego da o yangında irşad olacaktır. Varlık ancak böylesi bir daire içinde şekillenebilir. İkbal’in deyimiyle ‘Tanrı’nın doğrudan deneyimi’ ancak böyle mümkün olabilir. İnsan ancak bu yüce ve yaratıcı süreç içinde yakınlığa erişebilir. Tüm bunların nihayeti razı olan ve razı olunanlar arasında yer almaktır ki bir kulun bundan başka bir bahtiyarlığı, kıvancı, ümidi olamaz. İkbal, işte bu süreç içerisinde insanın ölümü bile öldürebileceğinden bahseder. Ten kafesini aşan insan için ölüm, Hakk’a kavuşmanın eşiğidir. Kuvvetlendirilmiş, desteklenmiş, terbiye edilmiş ego; bedenin ölümüyle ilgilenmeyecektir. Schimmel, onun 1910’da yazdığı notları arasında bulunan “İnsanın en pahalı malı şahsiyet olduğu için, onu en büyük servet olarak ifade etmek lazım gelir” sözünü, işte bu gerçeğe yerleştirir. Şahsiyet, gayreti elden bırakmamakla ortaya konabilir ki İkbal de bunun için umutsuzluğu daima gönül dünyasından kovar: “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? / Benim içimde daha binlerce dünya var.

Sadece kelimelere yapışanların, ibadetinden yaşamına kadar yalnız harflerin hükmünde yaşamayı göze alabilenlerin Allah’ın celalinden de cemalinden de nasibi olmayacağını söyleyen İkbal, sosyal bağlamda da bu tip insanların cemiyeti durdurucu olduğunu belirtir. Gerçek bir teslimiyetle secde edenin, esmadan müsemmaya geçenin, kabuğu(nu) kırıp içine dalmayı cesaret edebilenlerin marifetten, aşktan, hidayetten, selametten ve saadetten alacaklı olacağını hatırlatır. Onun safı bu anlamda mollaların yanı değil, kalenderlerin yanıdır. İkbal’in Allah aşkında hiç bitmeyen bir dinamizm vardır. Molla, bu dinamik aşktan pay alamaz. Dolayısıyla İkbal’in alayından nasibini alır: “Ey Kabe şeyhi, ihtimal sen bilmezsin / aşk dünyasının da bir mahşeri vardır / orada ne günah, ne amel defteri ve ne de mizan var / o mahşerde ne Müslümanlık vardır ne kafirlik” diyerek Hallac’ın anlayışına yaklaşır ve hatta kurulur. İşte ego, bu bilinçle kuvvetlendirilmeli ve tekamül basamaklarının birer birer aşılmasında başrolü oynamalıdır. İkbal’in yalnız insanın oluş felsefesine değil, şiirlerine ve siyasi düşüncelerine de daima bu öz yansımıştır. Annemarie Schimmel, bize bu özü açmakla unutulmayacak bir insanlık vazifesini yerine getirmiş oluyor böylece. “Yol, hiçbir şekilde bitmeyen bir arayış ve gayret içerisinde devam edip gidecektir” der ve İkbal’in sözüyle son sözü söyler: “Yürüdüğüm müddetçe varım, durursam yokum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Tüm zamanların ruh mimarı: tasavvuf

Mahir İz Hoca’nın ifadesiyle “Tasavvuf, ruhi ve vicdani bir duyuşun mahsulüdür. Bin yıldır, yani Türk’ün İslamiyet’i kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman-Türk devletlerinde ve Türkün gayri bütün İslam memleketlerinde her şehirde cami ile beraber bir tekkenin, bir zaviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz”.

Gerçekten de tasavvuf, Anadolu da dahil olmak üzere girdiği her beldede kalıcı bir hal yaşamış, yeşermiş, yayılarak gelişmiştir. Tasavvufun bir kez neşet ettiği beldede tasavvufun yok olduğuna şahitlik edilmez. Tasavvuf kendini gösterdiğinde insanları kendisine çeker, çekilen insan sayısı her zaman artar.

Tasavvuf ile ilgili ilgi alaka olduğu kadar karşıtlık, düşmanlık da her zaman olmuştur. Karşıtlığın gerekçelerinden biri de tasavvufun şeriat dışı olduğu iddiasıdır. Sufilerin şeriatı önemsemediği, şeriatın ahkamlarını terk ettiği gibi iddialar her zaman dile getirilmiştir. Her toplulukta her zaman çürük meyveler bulunur. Anacak bu genelin muhtevasını zedelemez. Büyük mutasavvıfların eserlerine baktığımızda şeriatın terkini değil, bilakis şeriatın sıkı sıkıya uyulması gerekli bir emir olduğu uyarısını görürüz. Nitekim Mahir İz de Tasavvuf adlı eserinde “Şeriat bir fetva, tarikat ise bir takva yoludur ve hiçbir zaman birbirinden ayrı şeyler değildir. Temel inançları bir, gayeleri aynıdır” diyerek tasavvufun şeriat ile ilişkisini çok güzel ve anlamlı bir şekilde özetlemiştir.

Mahir İz’in Ketebe etiketiyle yayınlanan Tasavvuf kitabı, tasavvufa dair özet bir ders kitabı niteliğinde. Tasavvufun doğuşu, tasavvufi kavramların anlamları, tarikatların adabı, tarikatların isimleri, büyük mutasavvıflar, mutasavvıfların tarikat anlayışı-sözleri, silsileler gibi tasavvufa dair her konu okuru sıkmayacak şekilde, gereksiz ayrıntılara boğmadan, temel bilgi almaya müsait bir düzende sunulmakta.

Eser giriş bölümüyle birlikte toplam altı kısımdan oluşmakta. Giriş bölümünde tasavvuf yolunun neden açıldığı, zikir, medrese ve tekke ilişkisi gibi konular ele alınmaktadır. Birinci kısımda, birinci bölümde tasavvufun ne olduğu anlatılmakta, menşei, gayesi ve özellikleri anlatılmaktadır. İkinci bölümde büyük mutasavvıfların dilinden tasavvufun tarifleri dile getirilmektedir. Üçüncü kısmın ilk bölümünde büyük mutasavvıfların dilinden sufi kelimesinin tanımları anlatılmakta, ikinci bölümde ilk mutasavvıflar açıklanmakta ayrıca keramet gibi kavramlar ele alınmaktadır. Üçüncü kısmın ilk bölümünde tarikatın on esasları, ikinci bölümünde önemli terimler üçüncü bölümde de bazı izahlar yapılmaktadır. Dördüncü kısmın ilk bölümünde tarikatların doğuşu ve adabı, ikinci bölümünde ise tarikatlar ile kurucu pirleri anlatılmaktadır. Son kısımda da İslam alimlerinin tasavvuf hakkındaki fikirleri sunulmakta ve bir neticeye varılmaktadır.

Kitap genel mahiyeti itibarıyla ansiklopedik bir biçim taşısa da ehlullahın sözlerine, hikmetlerine yer verdiği için okuyanın mutlaka kendinden bir parça veya kendine bir merhem bulacağı bir yön de içermekte. Seriyy-i Sakati’nin bir menkıbesini aktararak yazıyı bitirelim, payımıza düşen bir hisse olsun hem böylece.

Seriyyi-i Sakati der ki: Bir gün Bağdat çarşısında yangın çıkmıştı, bir adamla karşılaştım, “Senin mülkün kurtuldu” dedi. Ben birdenbire “Elhamdülillah” demiş bulundum. Otuz yıldır o an dediğim “Elhamdülillah” için istiğfar ediyorum. Diğer Müslümanların yanan mallarına telehhüf etmek dururken, kendi malımın kurtulmasına şükretmenin azabı içindeyim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Zamanın gizinde saklanan yüreklerin romanı

Fırat Sunel’in 2011 yılında yayımlanan Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı romanı yazarın edebî kariyerinde önemli bir yere sahiptir. Yazar bu romanda bir ulusa yapılan zulmü toplumsal gerçeklikle harmanlayarak aktarır. Eser; geleneksel toplum yapıları, kimlik arayışı ve bireysel özgürlük temaları etrafında şekillenir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnızca bir hikâye değil tarih sahnesinden yok edilmeye çalışılan bir ulusun varlığına dair bir delildir. Toplumun yanısıra derin kimlik çözümlemeleri ve çevre tasvirleriyle okuru Nika ve Ömer adındaki iki kafadara arkadaşlık ettirmektedir.

Yazık ki tarih boyunca insanlığın acısı hiç bitmemiş; gücü elinde tutan yakarak-yıkarak yaptığı kıyıma toplumları yurt edindikleri bölgelerden sürgün etmekle devam etmişlerdir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde, II. Dünya Savaşı dolaylarında Stalin’in Ahıska Türklerini –tabiri caizse- trenlere bir yükmüşçesine doldurup acıya ve ölüme çıkardığı sürgünü anlatılır. Güneşin yeterince parlak olduğu bir sabahta, çocukların koşup oynadığı yerlerdeki karlara yansıyan güneş ışınları, soğuk ve zalim Rus kumandanlarının kaskatı yüreklerini ısıtmaya yetmiyordu. Öyle görünüyor ki yetmeyecekti de... Kurbanlarının kanlarının rengini alan Kızıl Ordu’nun geçimsiz neferleri söğütlerin dallarını hareketlendiren uysal rüzgârın Ahıskalılara ulaşmasına izin vermiyorlardı. Güneş, Stalin’in ağzı süt kokarken çaldığı Türk evlatlarından oluşan ordusunun üstüne bütün heybetiyle doğmuştu. Keyifle çaylarını yudumlayan köylülerin üzerine bir ateş parçası olup düşeceğini, hayatlarının bir alacakaranlığa dönüşeceğini ne güneş ne de Ahıskalılar biliyordu.

Sunel’in edebî kuvvetinin geride kalanların gördüklerinin dehşetiyle sarsılmasını satır arasından okurun dimağına işlediğini gördük. Gidenlerin saç diplerini çeken dikenli düşüncelerin okurun sayfalar arasında gezinen ellerini kestiğini, gözbebeklerinden fırlayan korkularla göz göze geldiğimizi tahta vagonlar arasından sızan soğuğun kombili evlerimizde ayaklarımızı battaniyenin altından kestiğine şahit olduk. Ve yürüyen ayakların bastığı toprağı tanıyamayıncaya kadar gittiği bir günde, Kızıl Ordu’nun yalnız kurbanlarının kanını içerek değil bütün değerlerini yıkarak enkazın üzerine kurulduğunu gördük. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnız bir sürgün romanı değil; kimliksizleştirilmeye çalışılan bir toplumun kültürünü, sosyal ve içtimai hayatının bütün değerlerinin yok oluşunun panoramasıdır. 40 gün sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarılan binlerce insan kardeşlerini, evlatlarını, anne babalarını bırakacaklardır. Dört tahta arasında yaşam mücadelesi veren birbirini tanımayan onlarca insan, 30 çiviyle birbirine bağlanmış hayatlar olarak gün geçtikçe birbirlerine en yakınlarından daha yakın olacaklardır.

40 gün... 960 saat, 57 bin 6 yüz dakika... Hiç tanışılmayan birisiyle geçirmek için çok uzun, fakat bir milletin tarihinin, kimliğinin, bilincinin, kültürünün silinmesi için çok kısa... İşte Kızıl Ordu’nun Ahıska’yı hafızalardan silmesi için yeterli zaman. Silmek denilirse... Tarihini hatırlayan son Ahıska Türkü kalıncaya; bir zulmü duyuracak son soydaş kalıncaya dek yaşayacak olan tarihtir bu. Neyse ki Fırat Sunel hepimiz adına bütün zarafetiyle tarihe bir not düşüyor. Orta Asya’ya sürülen millet, gün olur doğduğu toprağa geri dönerse diye, Ahıska’yı gidip yerinde görüyor. Anlattığı hikâyenin kişileriyle tanışıyor. Yazarlığının yanında diplomat da olan Sunel, tarihe estetik bir yönden şahitlik etmek isteyenlere Salkım Söğütlerin Gölgesinde'yi armağan ediyor. Anlatı kişilerinden Yorgo’nun da deyimiyle:

Memleket olmayınca, baharda uçuşan radika tüyleri gibi vatansız, köksüz insanı rüzgâr canı nereye isterse oraya savurur. Yersiz yurtsuz biçare insanlar da çiçeğin kömecindeki tüyler gibi konacak yer bulamazlar.

Halide Şeyma Kuzgun
halideseymak@gmail.com