Çağdaş Türk edebiyatında insana ait duyguları sarsıcı bir biçimde tahlil eden, ruhu tanıyan, şehrin tüm katmanlarından haberdar olan ve gerçekçi gözlemlerle insanı insana anlatan isimlerden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok bizlere sahici bir yoldaşlık teklif ediyor. Bu yolculukta çoğu zaman ruhumuzu bir aynanın karşısında buluyoruz; kendimize bile itiraf edemediğimiz duygular, yaşadığımız travmalar, bağlılıklarımız, bağımlılıklarımız, bizi dümdüz eden aşklarımız, partner seçimlerimizi şekillendiren ebeveyn davranışları ve insana ait türlü zaaflar, güzellikler. Âşıklara Yer Yok bütünüyle insanı kapsayan, olay örgüsü ve karakter tahlilleriyle bizi içinde bulunduğumuz andan sıyıran ve okurda tekrar okumalıyım hissiyatı uyandıran bir eser. Bunlara ek olarak Tarık Tufan’ın dil inşasında gösterdiği titizlik ve özeni de unutmamak gerekiyor. Okuyucuyu yormadan, olay örgüsünde dikkati canlı bir biçimde tutan, detayları ustalıkla işleyen ve orada boğulmayan, dilin imkânlarını sadece anlatmak için değil, anlatıyı yaşatmak için kullanan usta romancı bu yönüyle geniş bir okur kitlesine sahip oluyor.
Kitap ilk bakışta bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, hikâyenin köklerine doğru indiğimizde gördüğümüz şey çocukluk çağı yaşantılarımızın ruh ve anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiği ve de bugünkü ilişkilerimize nasıl yön verebileceği oluyor. Burada altını çizmemiz gereken bir husus var; günümüzde birçok roman, karakterlerin ruh hallerini tahlil etmek ve burada okurla bir bağ kurmak üzerine inşa edilir fakat bu inşa göstere göstere ya da acemice yapıldığında tüm güzellik kaybolur. Tarık Tufan’ı farklı kılan ise bu tahlilleri yetkinlikle yapması ve bizi o karakterlerin ruh dünyalarına doğru bir maceraya çıkartması oluyor. Kitap boyunca bu hissiyat hiç kaybolmadı; eylemlerin ve söylemlerin aslında neden kaynaklandığını, karakterlerin kişilik inşa süreçlerini bizlere acele etmeden gösterdi.
Orhan ve Firdevs’in birbirleriyle kurduğu problemli ve bir o kadar da gerçekçi aşk hikâyesine davet ediyor bizi kitap. Ana karakter Orhan bir sempozyumda Firdevs’le tanışır ve bir anda tutkuyla o güçlü karaktere yani Firdevs’e bağlanır. Ardından ona ulaşmak için dürtüsel ve primitif hamleler yapar. Firdevs, Orhan’ı görür, yaklaşır ve uzaklaşır, yaklaşır ve uzaklaşır. Bu gitgellerin ve bağlanamamanın sebepleri kitabın ilerleyen sayfalarında keşfedilmeyi bekler. Sanırım bu kitapta beni etkileyen şeylerden birisi de bu keşif duygusu oldu.
Orhan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendisiyle, geçmişiyle ve bugünüyle kavgası hiç bitmeyen bir akademisyen. Üniversitede asistanlığa kabul edilir edilmez Cankurtaran’daki baba evinden, hikâyesinin başladığı mahalleden ayrılır. Orhan bu telaşlı ayrılışı tez yazmak, kendisini meşgul eden arkadaşlar ve eğlence ortamları gibi şeylere bağlasa da, temelde arzuladığı şey kendi kimliğini ortaya koymak ve ailesiyle kurduğu problemli bağları kopartmak. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor ve Orhan babasının kaybıyla beraber başladığı yere, Cankurtaran’daki eve, annesinin yanına geri dönüyor. Bazı evler ve bazı muhitler sahiden de insanın kaderi oluyor ve insan kaderinden bir türlü kaçamıyor.
Bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Bunu nereden bildiğimi sormayın ama bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Dünyadan elini eteğini çeker, yaşam hevesini, neşesini kaybeder ve kendi içine gömülüp dünyadaki günleri tamamlamaya çalışır. Orhan o eski evde annesinin çöküşünü izlerken bir yandan da hayatının en ağır ithamlarından biriyle yaşar. Anneye göre baba Necdet Bey, Orhan yüzünden ölmüştü ve bunu açık açık söylüyordu: “Baban senin yüzünden öldü!” Bir oğul için taşıması en ağır yük budur belki de. Babasının sözünü dinlemeyen, onun boyunduruğundan kurtulmak için çabalayan, bir türlü ailesini memnun edemeyen Orhan babasının kalp krizinden ölümüne sorumlu tutuluyordu ve şöyle diyordu Orhan: “O paslı bıçak, gece gündüz benim de yüreğime tekrar tekrar saplanıyor. Bu acıyı biteviye yaşamak ve böylece kendimi sonsuz döngüde cezalandırmak için ölüp ölüp yeniden diriliyorum. Babam benim yüzümden mi öldü?”
Baba Necdet Bey otoriter bir figür. Her koşulda ailesine ve çevresine destek olmak için elinden geleni fazlasıyla yapan biri ama bunun karşılığında da Necdet Bey için tam teslimiyet, çocuklarının söz dinlemesi, kendi yönlendirmeleriyle hareket etmesi ve boyun eğmesi olmazsa olmazdı. Nitekim kendisi de babasından böyle görmüştü ve kendi evlatlarının da böyle yetişmesini istemişti. Orhan’ın ağabeyi, Necdet Bey’in istediği gibi bir evlattı; babasının sözünü dinleyen, ailesine bağlı ve çizilen istikamet doğrultusunda ilerleyen bir çocuktu. Fakat Orhan sürekli hatalar yapan, üzerinde kurulan tahakküme pasif-agresif bir şekilde direnen, ailesi tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve hem annesi hem de babası tarafından sürekli olarak yetersiz hissettirilen, yetersizlik ve değersizlik şemaları kolayca tetiklenip aktif hale gelen Orhan kitap boyunca bu duygularla baş etmeye çalışıyor. Tarık Tufan bu şemaları doğrudan önümüze koymadan kitap boyunca bir iz sürmemizi istemiş ve bunda da son derece başarılı olmuş.
Terapi odası dışında insanlarla etkileşim halindeyken mesleki olarak düşünmemeye gayret gösteriyorum fakat romanlarda bunu çok başaramıyorum; karakterin kişilik özelliklerine dair çıkarımları bir şekilde yapıyorum. Âşıklara Yer Yok’taki karakter kurgusunun güçlü olması sebebiyle bu çıkarımları yapmak benim için oldukça keyifli oldu. Babasının baskısıyla sürekli olarak ezilen, abisiyle kıyaslanıp eleştirilen, babası öldükten sonra bile annesi tarafından yetersizlikle itham edilen ana karakterimiz Orhan baba figürüyle her ne kadar çatışıyor gibi görünse de, aslında yine babanın boyunduruğu altındadır ve tüm dönüşleri onadır.
Bağımlı kişilik bozukluğunda kişi genellikle bir ötekinin varlığına, bakımına muhtaçtır. Yaşamlarını başkalarının ellerine teslim ederler ve partnerlerine sıkı sıkıya bağlanıp onları bu davranışlarıyla kendinden uzaklaştırıp terk edilirler. Bu olasılığa karşı tedbir olarak partnerlerinin arzularına hemencecik boyun eğer ve onları memnun etmek için tüm güçleriyle uğraşırlar. İlişkileri sona erdiğinde özgüvenleri yerle bir olur. Destek ve bağdan mahrum kalınca içe kapanır, giderek daha gergin ve umutsuz hale gelirler. Orhan’ın Firdevs karşısındaki çaresizliği, bile bile yaptığı akıl almaz fedakârlıklar, kendisine gösterilen kötü muameleye boyun eğmesi ve ayrılık zamanlarında göstermiş olduğu aşırı duygusal tepkiler bu durumun en net örneği. İş arkadaşı Kenan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra şöyle söylüyor Orhan:
“Bazı insanlar farkında olmadan çıkışsızlığa, karamsarlığa müptela oluyorlar ve karanlıkta saklanıyorlar. Kalan son güçlerini o karanlık sığınakta tüketiyorlar ve birileri oradan çekip çıkartmak için ellerini uzattıklarında adım atacak mecalleri kalmıyor. Utanarak söylüyorum ki ben o insanlardan biriydim; korkaklığım yüzünden çaresizliğe bağımlı oldum.”
Bağımlılar kendileri için inisiyatif almayı neredeyse imkânsız bulurlar, bunun yerine özgüvenli ve güçlü gördükleri kişilerin peşine takılıp onlardan bir kurtuluş yolu beklerler. Kendi kimliklerini başkalarınınkilerle birleştirme eğilimindedirler, karşılıksız sevgi gösterme kapasiteleri muazzamdır. Yalnız kalmaktan nefret ederler, kimlikleri sevdikleri insanların kimlikleriyle iç içe geçmiş olduğundan ayrılık düşüncesi onlar için ölüm gibidir, ilişkiyi kaybettiklerinde kendilerini kaybetmiş gibi olurlar. Orhan’ın güçlü ve üstün gördüğü Firdevs’e duyduğu hayranlık, Firdevs’in kendisini terk ettiği dönemlerde zihninde canlanan olumsuz düşünceler, intihar fikri, yalnız kalmaya ve reddedilmeye gösterdiği aşırı tepkiler onun en karakteristik özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Kafa dinlemek için gittiği Saklıkuyu’da karşılaştığı Defne isimli karaktere bir anda yaklaşması, duygusal olarak etkilenmesi ve Firdevs yerine Defne’yi koyabileceğini düşünmesi de aslında tesadüfi bir durum değil. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM’nin 5. versiyonunda bağımlı kişilik bozukluğunun 7. maddesi şöyledir: Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka ilişki arayışına girmek.
Orhan, Firdevs’e aşkını ilan ettikten sonra ikili arasında sağlıksız bir ilişki gelişir. Firdevs, Orhan’ın aşkına karşılık vermez ama başı her sıkıştığında Orhan’ın yanına gelir ve sonra onu yeniden terk edip kayıplara karışır; bu durum böyle devam edip gider. Firdevs, Orhan’a birbirlerine çok benzediklerini söyler; bu doğru bir söylemdir aslında, çünkü Firdevs’te de bağımlı kişilik örüntüsü görünür. Buna ek olarak sınırda (borderline) kişilik bozukluğu da Firdevs’in mustarip olduğu bir durumdur. Sınırda kişilik bozukluğunun bir alt türü olan yılgın sınırda kişilikte kişi sadece bir veya iki kişiye biat ederek bağlanma stratejisi izler. Yalnızca bir kişiye sırtlarını dayayan yılgın sınırda kişilikler tüm yumurtalarını aynı sepete koymuş gibilerdir. Hayatta tutunacak tek dallarının her an tehdit altında olduğuna inandıklarından, dünyalarına daima dengesizlik hâkimdir. Haliyle, güvenlik hissedemeyişleri ve çaresizlikleri zihinlerini hep meşgul eder. İlgi ve sevgiye ihtiyaç duydukları halde öngörülemez biçimde zıtlaşmaya meyilli, manipülatif ve değişkenlerdir (Firdevs’in her yara aldıktan sonra Orhan’ın kapısını çalması ve ardından terk etmesi). Dürtü kontrolleri yoktur, çocuksu davranışlar sergilerler. Dengesiz duygudurum düzeyini dışsal gerçeklikle uyumlu hale getirmeyi başaramazlar; normallik, depresyon, heyecan arasında belirgin geçişleri olur veya arasına uygunsuz, yoğun öfke ya da kısa süreli kaygı veya öfori dönemleri serpiştirilmiş, keyifsiz ve kayıtsız dönemler yaşarlar.
Firdevs de Orhan gibi yaralı bir çocuktur aslında. Kumarbaz, borç batağına saplanmış, ilgisiz, korkak ve sorumsuz bir baba. Zayıf ve beceriksiz babasından tiksinen Firdevs babasına hiç benzemeyen Fırat isimli birine fena halde âşıktır. Fırat kaba, sert, heybetli, kavgacı ve serseri bir tiptir; her anlamda Firdevs’i kullanır, istismar eder, peşinden koşturur, ağlatır. Orhan’a Fırat’ı anlatırken şöyle der Firdevs: “Fırat’ın hayatımda önemli bir yeri var. Aslında merhametli bir adamdır, beni sürekli gözetir, kollar. Son zamanlarda çok değişti. Bana zarar verdiğinin farkındayım ama ondan ayrılmayı başaramıyorum.” Evet, Firdevs Fırat’tan ayrılamıyordu, çünkü Fırat’ta babasından görmediği ilgiyi ve gücü görmüştü. Fırat onu tüm dünyaya karşı koruyabilirdi, babası gibi ortada bırakmazdı. Ve Firdevs kendisini deliler gibi seven Orhan yerine Fırat’ı tercih ediyordu, çünkü Fırat da aslında babası gibi zayıf ve korkaktı. Nitekim Fırat Orhan’la karşılaştığında düşündüğü ilk şey onunla nasıl baş edebileceği olmuş ve yoğun bir şekilde yetersizlik hissetmişti. Firdevs’in kaçtığı şey de tam olarak buydu.
Her iki karakter de saplandıkları aşk bataklığının farkındaydı ama bir türlü kurtulamıyorlardı. “Bu bekleyişin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındaydım, her sabah uyandığımda ilk iş olarak bundan vazgeçmek için kararlar alıyor, fakat akşam olduğunda tutkumun karşısında zayıf düştüğümden kendimi yeniden Firdevs’in gelmesini arzularken buluyordum” diyor Orhan ve çaresizce devam ediyor: “Bunu bilerek mi yapıyordu? Umut etme sınırını geçtiğim ilk anda yeniden karşıma çıkıp her şeyi tersyüz etmesinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? Benden uzaklaşacağı korkusuyla hesap sormaktan kaçınıyordum, delice sorgulamalarım onunla yüz yüze geldiğim anda bitiyordu, bir ay boyunca neden bir daha gelmediğini, bırak gelmeyi bir kez olsun neden aramadığını sormuyordum bile, hiçbir şey yokmuş̧ gibi yüzündeki cezbedici gülümsemeyle ansızın ortaya çıkıveriyordu.” Çünkü Firdevs’e duygusal olarak muhtaçtı ve ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyordu.
Firdevs’in durumu da aslında Orhan’dan farksız değildi ve Firdevs de büyük bir çaresizlikle babasının açtığı yaraları kapatmaya çalışıyordu: “Keşke senin sandığın kadar güçlü bir kadın olabilseydim Orhan. Maalesef değilim, o kadar zayıf ve o kadar kırılgan hissediyorum ki, sana anlatamam. Üstelik kendime bile itiraf edemediğim bu zayıflıktan dolayı artık utanç̧ içindeyim. Kendimi soktuğum durumlara bak! Acınacak bir halde sevgi dileniyorum, yakınlık dileniyorum, birilerinin pesinden koşuyorum, gerçekten sevilebilmek için neredeyse yalvaracak hale geliyorum.”
Aşk dediğimiz olgu ziyadesiyle karışık ama sanki temelde şöyle işliyormuş gibi geliyor bana: Âşık olduğumuz zaman bizdeki libidinal enerjiyi yani yaşamsal enerjimizi karşı tarafa aktarmaya başlıyoruz ve karşıdan bize yansıyan görüntüye tutkuyla bağlanıyoruz. Karşı taraf bu ilişki ve bağı kopartıp gittiğinde onda bize ait bir parça kalır, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız olan o enerji artık ondadır ve o bir daha geriye dönmemek üzere gitmiştir. Firdevs ve Orhan hayatlarındaki bu kopuşlardan fazlasıyla etkilenip tepki gösterirler, çünkü sahip oldukları kişilik örüntüleri ayrılmaya ve yalnız kalmaya müsait değildir. Hem Firdevs hem de Orhan bu bağımlı ilişkilerden kurtulmak isteseler de başarılı olamazlar, çünkü bağlandıkları profiller kendi eksikliklerini kapatan ve hastalıklı bir biçimde kendilerine iyi geleceklerini düşündükleri tiplerdir.
Âşıklara Yer Yok, üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok katmanlı bir kitap. Orhan’ın Saklıköy’deki günleri ve Vedia Sultan Bimarhanesi tuhaf bir ürperti oluşturuyor okurda. Sanırım bu noktada Tarık Tufan’ın sinemaya olan hâkimiyeti devreye giriyor ve zihinsel bir yolculukla bulunduğumuz mekândan kelimelerin gücüyle bizi soyutluyor. Saklıköy’deki Defne, Berna, Ahmet Hilmi Bey gibi karakterlerin hayat yolculuklarını, onları ve Orhan’ı bir araya getiren kader çizgilerini izlemek büyük bir heyecandı.
Tarık Tufan’ın insana yakından bakan ve onu anlayan son kitabı Âşıklara Yer Yok için gönül rahatlığıyla uzunca bir süredir okuduğum en iyi yerli roman diyebilirim. Aşkı anlamak, aşkın psikopatolojik kökenlerini görmek ve hissetmek için tavsiyemdir.
Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur