Bir süredir yazamadım ve ne gariptir ki bunun sebebi okuduğum bir kitap. Genellikle tersi olması beklenir. Yazmak için okumak gerektiği bilinir. Ne kadar derinlikli ve ilham verici bir okuma yaparsak o oranda yazma duygumuzun tetiklendiğini, yıllarca içimize attığımız bütün birikimin kendini dışavurmak için üzerimizde baskı kurduğunu hissederiz.
Bütün bir ömür içimizden yaptığımız konuşmaların dile gelmesi için bazen bir kaç güçlü cümle okumaya ihtiyacımız vardır. Okumak yazdırır sözü, oldukça eskidir. Buna en ufak bir şüphe duymadan inanırız. Okumak, zihnimizin gündelik akışını kesintiye uğratır, durmak ve düşünmek zorunda bırakır çünkü. Asıl etkisi belki de edindiğimiz yeni bilgilerden değil bizdeki bilgileri yeniden düşünmek durumunda kalmamızdan kaynaklanır.
O halde nasıl olur da okuduğumuz kitaplar aynı zamanda yazmayı durdurur? Ya da bu süreci kesintiye uğratır, dilimizin ucuna gelen düşüncelerin bir anda geldikleri yere kaçıvermelerine sebep olur?
Bir süreden beri Hannah Arendt’in Sorumluluk ve Yargı’sını okuyorum. Arendt’in düşünme biçimini her zaman kendime yakın bulmuş, onun kitaplarını kütüphanemin baş köşesine koymuşumdur. Onun kitapları, bitirdikten sonra bir türlü yerine koyamadığımız, bizdeki yaşamını sürdürdüğü için hep yanımızda tutmak istediğimiz kitaplardandır. Şiddet Üzerine ya da Kötülüğün Sıradanlığı’nı her okuduğumda yeni ilhamlar almış, benzer konularda yazdıklarımı her defasında gözden geçirip değiştirme ihtiyacı duymuşumdur. Ve genellikle de her okuduğum ve etkisinde kalarak kitabı kapatıp bir süre üzerinde düşünme ihtiyacı hissettiğim cümleden sonra kendi metinlerime dönerek işin heyecanı kaçmadan düşüncelerimi hemen kayda geçirme ihtiyacı duyarım. Bunu hemen yapmazsam uçup gidecek ya da hiçbir zaman aynı heyacanı kelimelere dökemeyecekmişim gibi bir duyguya kapılırım.
Bu defa biraz farklı oldu nedense. Kitapta beni etkileyen ve durup düşünmek zorunda bırakan ama başkaca hiçbir şey yapmama izin vermeyen ne çok cümlenin altını çizip yanlarına soru işaretleri, alıntı parantezleri ve yıldızlar koydum. Kırmızı kurşun kalemim elimden hiç düşmedi. Farketmeden ağzıma o kadar götürdüm ki bir iki kez dudaklarımı yıkamak zorunda kaldım. O kadar ki durup düşünmekten okumakta zorlandım, her cümleden sonra sindirmek için uzaklara dalmak zorunda kaldım, etrafımdaki insanlara anlamsız denebilecek bir gülümsemeyle baktım ve en önemlisi de galiba şu hayatta düşünerek üstesinden gelinemeyecek bir sorun yoktur hissine kapılıp durdum. Çeviri gayet iyi yapılmıştı ama yine de acaba çevirmenin yorumundan geçerken kaybolan anlamlar olmuş mudur diye ve bir de yetersiz kaldığını hissettiğim satırlar nedeniyle kitabın İngilizce’sini de aldım. İşte o çizdiğim satırlardan bazıları:
“Dünya ne zaman bize hakiki bir hediye sunsa, bizi aciz bırakan esas minnettarlığı ayrı tutuyorum. Hakiki bir hediye bize durup dururken gelir; Talih güldüğünde, bilinçli ya da yarı bilinçli olarak el üstünde tuttuğumuz amaçlarımızı, beklentilerimizi ya da hedeflerimizi görkemli umursamazlığıyla hiçe sayar” (sf.7). Gerçi ben çevirsem böyle mi çevirirdim diye merak etmedim de değil. Biraz eksik kalmış ve kimi yerlerde çevirmen söyleneni tam olarak anlayamamış gibi geldi. Sonra bu merak artınca ben çevirsem nasıl çevirirdime bakmak istedim. Bu harika cümle aslında bir önceki cümlenin devamı. O nedenle de kendi başına bağımsız bir anlama sahip değil. Ben olsam şöyle derdim: “Bizi tamamen aciz bırakan burada olma minnettarlığımızı saymazsak dünya ne zaman bize hakiki bir hediye, yani gerçek anlamda durup duruken birşey verse, ne zaman talih yüzümüze gülse, bilinçli ya da o kadar bilinçli olmaksızın en başa koyduğumuz amaçlarımızın, beklentilerimizin veya hedeflerimizin ne olduklarına bakmaksızın hiçe sayar.”
Alıntılarla devam edelim:
“Teori ve kavrayış gerektiren meselelerde, olayların dışındakilerin ve basit seyircilerin, önlerinde ya da çevrelerinde meydana gelmekte olanların gerçek anlamına daha keskin ve derin bir sezgiyle nüfuz etmeleri az rastlanır bir şey değildir. Tüm dikkatlerini, gerektiği gibi, parçası oldukları olaylara veren asıl failler ve katılımcılar aynı ölçüde yetkin olmayabilir.” (sf.11)
“Ahlaki yönden değerlendirildiğinde, bir kişinin somut bir şey yapmadığı halde suçlu hissetmesi, gerçekten sorumlu olduğu bir suç bulunduğu halde biraz olsun suçluluk duymaması kadar yanlıştır.” (sf.29).
“Kolektif suç ya da kolektif masumiyet diye bir şey yoktur; suç ve masumiyet ancak bireylere atfedildiği takdirde anlam ifade eder.” (sf.30).
Bunun gibi sayısız cümle... Ünlü sözü, “Tehlikeli düşünce diye birşey yoktur, düşünmenin kendisi bizatihi tehlikelidir.” de yine bu kitapta. Bununla tam olarak ne demek istediğini de gayet etkileyici bir biçimde anlatmış Arendt.
Bütün bunlarla birlikte kitapta beni en çok etkileyen yerlerden biri, Nazi döneminde az sayıdaki bir grup insanın rejime başkaldırıp isyan edememiş olsalar da, toplumun hiçbir kesimiyle işbirliği yapmamış ve kamusal yaşama katılmayı reddetmiş olmalarının esas nedeninin sorgulandığı kısımdı.
Nazi rejiminden önceki rejime ve ahlaki değerlere de aynı güçlü bağlarla bağlı sayısız insan -ve de entelektüel!- bir anda değişen yeni düzene ve yeni ahlaki normlara tereddütsüz bir şekilde uyum sağlamış, eskiden nasıllarsa yine öyle bir kendinden eminlikle şüpheye yer bırakmayan bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Bu insanlar, rejim kendilerinden ne istediyse hepsini yerine getirmekte bir yanlışlık görmemişlerdi. İşin garibi, bu insanlar birer cani, kötücül ruhlu ya da insanlıktan nasipsiz kimseler de değillerdi. Sadece güçlü bir bağlılıkla düzene ve yeni düzenin kodlarına inanıyor, herkesçe doğru kabul edilene itaat etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Karşı çıkmaksa gerçekten de çok zordu. Arendt bu noktada da çok ilginç bir tespitle şöyle der:
“Dünyaya karşı sorumluluğumuzu –ki bu esasen politik bir sorumluluktur- yerine getirmemizi olanaksız kılan olağanüstü durumlar vardır, çünkü politik sorumluluk en azından bir ölçüde politik güce dayanmalıdır. Benim görüşüme göre, güçsüzlük veya mutlak iktidarsızlık geçerli bir mazerettir.” (sf.45).
Fakat, işbirliği yapmak ve sorgusuzca itaat etmek öyle değildir. İtaat, rızadan farklı olarak çocukla ebeveyn ilişkisi gibidir. İtaat ettiğimizde, itaat ettiğimiz emrin ya da düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını bilemeyeceğimizi kabul eder, istemesek de boyun eğmemizin en doğru yol olduğunu düşünürüz. Yetişkin insanların birbirleriyle, hukukla ya da politik sistemle ilişkisi ise itaate değil rızaya dayanır. Doğru olmadığını düşündüğümüz bir yasa maddesine ya da emre uymamız zorunlu olsa bile rıza göstermek zorunda değilizdir çünkü onu değiştirme gücünü ve yetkisini kendimizde görmekteyizdir. Aksini savunmak için demokrasi dışı bir yerden düşünmek ve insanların kendi kendilerini yönetme taleplerini ayrı bir yönetici zümreye devretmek gerekir. Arendt’in örneğiyle, bir çocuk yuvasında itaat etmeyen çocuklar çaresiz durumda kalacaklardır. Oysa yöneten yönetilen ilişkisinde bunun tam tersi geçerlidir.
Dolayısıyla, Nazi rejiminde itaat edenler ile karşı çıkmak için gerekli politik güce sahip olmadığı için itaat etmek yerine işbirliğini ve kamusal yaşama katılmayı reddeden insanların bunu neden yaptıklarını anlamak oldukça önemlidir. Bu kişiler kimlerdi peki?
“Düzene katılmayanlar ve dolayısıyla çoğunluk tarafından sorumsuz addedilenler kendi başlarına karara varma cüretini gösteren kişilerdi ve bunu daha iyi bir değerler sistemine sahip olmalarına ya da doğrunun ve yanlışın önceki ölçütlerinin zihinlerinde ve vicdanlarında çok güçlü bir yer edinmelerine borçlu değillerdi. Bilakis tanıklık ettiğimiz her şey, Nazi döneminin ilk yıllarındaki entelektüel ve ahlaki yozlaşmadan etkilenmemiş kesimin, yani saygın zümrenin herkesten önce teslim olduğunu göstermektedir. Onlar, bir değerler sistemini bir diğeriyle değiştirmekte hiç zorlanmamışlardır. Dolayısıyla, rejime iştirak etmeyenlerin, değerlerin bu değişimi içinde vicdanları istemsiz çalışmayan, yani otomatikleşmeyen kişiler olduklarını öne sürüyorum. Diğer bir deyişle, onlar tikel bir vakaya, ortaya çıkarken uygulanacak, dolayısıyla da yeni bir deneyime ya da duruma peşinen hükmedilmesini, öğrenilmiş ve sahiplenilmiş bilgilere göre muamele edilmesini sağlayacak doğal ya da öğrenilmiş ilkeler ve kurallar bütününün var olduğu kabülüyle davranmamışlardı.” (sf.44-45).
Bu tür bir karara varmalarının önkoşulu ne iyi gelişmiş bir zeka ne de üstün bir ahlak anlayışıdır: “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaşamaya, kendisiyle ilişki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girmeye yatkındılar; diğer bir deyişle, Sokrates ve Platon’dan beri düşünme olarak adlandırdığımız şeydir. Felsefi düşüncenin temelinde yatmasına rağmen, bu tür bir düşünme tarzı ne teknik bir iştir ne de teorik problemlerle ilgilenir. Kendi başlarına düşünmek ve dolayısıyla karara varmak isteyenleri diğerlerinden ayıran çizgi, tüm sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kateder.” (sf.44).
Bunu dedikten sonra şu muazzam yargıya varır:
“Bu açıdan, Hitler rejimi sırasında, saygın toplumun topyekün bir ahlaki çöküntüye uğraması, değerleri el üstünde tutanlara ve hem ahlaki normlara hem de standartlara sıkı sıkıya bağlı olan insanlara bu gibi koşullar altında güvenilmeyeceğini bize öğretir.” (sf.44).
Kısacası bu insanlar, ne itaat etmişler ne de rıza göstermişlerdi ama bunun nedeni bu kişilerin diğerlerinden daha yüksek bir ahlaka sahip oluşları ya da düşünsel olarak daha gelişmiş insanlar olmaları değildi. Oldukça sıradandılar yani. Dışarıdan bakıldığında sorgusuzca itaat edenlerden çok bir farkları varmış gibi gözükmüyordu. Ama çok önemli bir meziyete sahiptiler. Ahlakları dışarıda bir yerlerde, yazılı metinlerde ya da kanaat önderlerinin düşüncelerinde değil kendi içlerindeydi. Ve kriterleri farklıydı. “Kendilerine bazı cürümleri işlemeleri halinde iç huzurlarını koruyup koruyamayacaklarını sormuşlar ve hiçbir şey yapmamanın daha yerinde olduğuna karar vermişlerdi, sayelerinde dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşündükleri için değil, kendileriyle barışık yaşamayı sürdürmeleri bu şarta bağlı olduğu için böyle davranmışlardı.” (sf.44).
Kitabın sonunda en fazla bende kalan şeyler neydi derseniz? Şöyle özetleyeyim:
Ahlak, sanılanın aksine kişinin başkalarıyla değil kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır. Vicdan istemsiz ve kendiliğinden devreye giren otomatik bir uyarıcı değildir. Ahlak, ancak insanın kendisiyle samimi bir ilişkiyi kurabilmesi ve çelişkilere itaat etmeyerek en değerli yetisi olan düşünmeyi sürdürebilmesiyle mümkündür. Ahlak dediğimiz şey, basit bir bilinenleri uygulama işi olmayıp, düşünmenin başka türlü bir görünümüdür ve her düşünce kendi ahlakını yaratır. Onun ahlak yasalarına ya da politik düzenin doğrularına itaatle de hiç ilgisi yoktur. Ahlakı, normlar ve kabul edilen, sıkı sıkıya sarılıp korumak için savaş verilen değerler olmaktan çıkarmadıkça her yeni düzenin kendi ahlaksızlarını yaratması kaçınılmazdır. Ahlak, hiçbir dönemde ve düzende yok olmaz sadece insanların kendileriyle kurdukları ilişki kesintiye uğrar, şekil değiştirir ve kamusal yaşam bütün içsel varlığımızı teslim alıp eline geçirir. Kısacası, her şeyi normalleştiren insanların tam zıttına bir şekilde ahlak hiçbir zaman normal birşey değildir çünkü o, bir kelimeyle, düşünebilmektir. Düşünebilmek içinse sadece insan olmak yetmez, insanlığını her koşulda korumayabilmeyi bilmek gerekir. Vicdan bunun bilgisine sahiptir. Akılsa bizi buraya götürebilir. Dönemler ve düzenler hep değişmiş her zaman da değişmeye devam edecektir ve buna karşı değişmeyen öz, ahlak ya da ahlak yasaları değil ahlaklı olmanın işleyiş biçimidir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.