Nurettin Topçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurettin Topçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2024 Salı

Bütün ideolojilere karşı: Türkiye'nin Maarif Dâvası

Son haftaların önemli tartışmalarından biri, malum, Bakanlığın yeni önerdiği müfredat konusu; bitmeyen “maarif” davası da denilebilir. Lafın gelişi tartışma desem de, konunun bütün kesimlerce gerçek anlamda ne ölçüde tartışıldığı ya da tartışılabildiği, müfredatın en tartışmaya açık yanı belki de. Tartışmadan çok, karşı eleştiriler ve buna karşı, örtük bir kof ideolojik tavırla bildiğinden şaşmayan bir diretmenin yarattığı çatışma hali, görülen. Bir de, müfredatın adından başlayarak Nurettin Topçu ve Necip Fazıl’a atıfla içeriğin ideolojik yanlarını açık etme çabası var bolca. Yerden yere vurma çabası da diyebiliriz rahatlıkla.

Tam bu noktada, (Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun kolayca aynı torbaya atılmasının safdilliğini şimdilik bir tarafa bırakarak!) eleştirenlerle eleştirilenlerin birleştiği bir ortak yan var. Nurettin Topçu söz konusu olduğunda her iki tarafın da onu yeterince bütüncül ve derinlemesine anlamadan, eserlerindeki çelişkilerin üstesinden yeterince gelemeden, kendi ideolojik görüşlerine kolayca “meze” yapma arayışları, ironik bir biçimde çok benzer. İronik diyorum, zira Nurettin Topçu’nun yazılarının belki de en özgün yanlarından biri, kendi kendini dar ideolojik kullanımlara karşı koruyucu bir içeriğe sahip olması, tam da bu her iki çevreye aynı anda ve çoğu kez aynı nedenlerle karşı çıkmış olması, hem “Batıcı” hem de karşıt kesimleri aynı şeyin tersi ve yüzü olmakla suçlamasıdır.

O nedenle, ister milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, isterse İslamcı ya da sol-sosyalist taraftan olsun fark etmeksizin, Nurettin Topçu’ya göndermelerle yapılan müfredat eleştirileri ciddi şekilde sorunlu ve aynı nedenlerle oldukça malul. Nurettin Topçu’nun bütün bu tartışmalara neden olan kitabı Türkiye’nin Maarif Davası (Dergâh Yayınları) esasında eğitimin her türden ideolojiden bağımsız (ne dediğimi gayet bilerek!), tam bir özgür alan haline getirilmesi için yazılmış bir kitaptır. Kitabın ruhu başından sonuna bu iki tarafın yaptığının farklı biçimlerde aynı olduğunu açıklama çabasıdır. Esas meselesi, eğitimin ve bilimin -ne kadar ulvi olursa olsun- başka hiçbir şey için bir araç olamayacak kadar kendi amacı olan idealler olduğunun anlaşılmasıdır. Hakikat aşkı, her türlü ideolojinin üzerinde insan olmanın ve her türlü inancın en yüce özüdür.

Daha yakından, evet, Türkiye’nin Maarif Davası, özellikle muhafazakâr-milliyetçi camianın çok sevdiği, fazlasıyla önemsediği ve genç öğretmenlere sürekli salık verilen bir eserdir. O nedenle gerçekten de müfredatla ilgili tartışmalara adının karışması ve onun da fikirlerine gidilerek eleştirilere dahil edilmesi oldukça anlaşılır. Ama anlaşılır olmayan, Topçu’nun zannedildiği kadar anlaşılır bir isim olduğu zannına bu derece kolay ulaşmış olan her kesimden entelektüelin, bu denli çok oluşu.

Hayır, Nurettin Topçu, aynı anda Hitler’e ve Gandi’ye hayran, hem sosyalist hem milliyetçi hem de bunların hiçbiri denebilecek görüşlere sahip olmadığı, zannedilenin aksine bugünkü siyasal mânâsıyla İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, neredeyse bütün hayatını buna karşı mücadeleye adamış, dinin siyaset için araçsallaştırılmasından dehşete kapılan, anlaşılması en zor entelektüellerimizden biridir. O nedenle, içi boş küçültmeler en az içi boş yüceltmeler kadar cehalet göstergesidir.

Daha açık bir deyişle, Topçu’yu anlamak için bütün eserlerini dikkatle ve derinlemesine okumak, hayatını, yaşayışını iyi bilmek, çelişkilerinin üzerine giderek görüşlerini bütüncül bir çerçevede berraklaştırmak, ideolojik duygusal tepkileri ve onun ısrarla belirttiği gibi hükmü en sona bırakmak icap ediyor, ama bunun için öncelikle hakikaten hakikatle ilgilenmek gerekiyor galiba ve tam da yine Topçu’nun demeye çalıştığı gibi, ülkemizde bu durum pek nadir gerçekleşiyor.

Söz konusu kitap, iktidar çevrelerince çok seviliyor çünkü “teknik” bir eser zannediliyor (tıpkı İslamcı ve milliyetçi zannedildiği gibi!). Kitapta, Topçu’nun “kendi camiasına” yönelik eleştirilerinin diğer kitaplarındaki kadar yer tutmaması, eğitimle ilgili fikirlerinin çok yakıcı bir ihtiyaca karşılık gelmesi ve onun hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen bir isim olması gibi nedenler de bunda oldukça etkili (Müfredatın ruhunda da zaten milli bir ruhla, kendimiz olarak dünyaya ve evrensele açılalım, tarihi birikimimizi her alanda bugünün çağdaş düşüncesi ve bilimsel gerçekleriyle yeniden üretelim düşüncesi fazlasıyla kendini belli ediyor). Kitabın en etkili yanı ise, Batı’nın ilmini almakla ilmini taklit ederek alıyormuş gibi yapmak arasındaki oldukça ince ve bir o kadar korkunç fark ile her ikisinin kompleksli bir şekilde bütünüyle reddetmekten farklı olmadığını güçlü şekilde gösteriyor olmasıdır denebilir. Bununla da kalmıyor; taklidin en büyük yarayı eğitimde ve müfredatta açtığını, tam da bu yüzden hakikatle bağını yitirmiş bir toplum olarak daha uzun yıllar şu an olduğu gibi gerçek bir fikri tartışma yapamadan ileri geri konuşup, ideoloji yarıştırıp ömür çürüteceğimizi belirtiyor.

Yani kitap aslında zannedildiği gibi bir ideolojik amaç taşımadığı gibi, tam aksine bir ideoloji-karşıtlığını içeriyor. Kitabı okuyan insanların kolaylıkla bu dediğimi çürüten örnekler bulup getirebileceklerini bilerek, ısrarla bunun bir ideoloji kitabı olmadığını ama asla teknik bir el kitabı gibi de görülemeyeceğini ileri sürüyorum. (Bunun için kitabı olduğu kadar Topçu’yu da okumak gerekiyor!) O nedenle, isterseniz ne demek istediğimi kitaptan -insanların her nedense pek göremediği- bazı alıntılarla ve Topçu’ya ait görüşlerle bir ölçüde ortaya koymaya çalışayım.

Topçu daha Önsöz’de siyasetin bir zamanlar olduğu gibi ilme tabi olmaktan çıktığını, cahil insanların alimmiş gibi ulemaya nüfuz ettiğini, hakikati bilme aşkı ve tutkusu demek olan bilimi birtakım ideolojilere, güç arzusuna ve gündelik menfaatlere tabi kılınma çabalarının bizi taklitten öteye götüremediğini belirterek başlıyor. Bütün bunların halktaki gerçeğe ulaşma arzusu ve bu uğurda mücadele etme kudretinde önemli bir tahribata neden olduğunu, taklidi aslıyla karıştıran bir toplum yarattığını söylüyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki her türlü taklit -sonucundan bağımsız olarak- siyasi bir içerik taşır ve esas nedeni kolay yoldan güce ulaşarak zayıflıklarından kurtulma arzusudur. O nedenle Topçu, sadece yeni açılan okulların Batı taklitçiliğini eleştirmiyor; aynı ölçüde eski eğitim sisteminin ve medreselerin de çok benzer şekilde taklitten öteye geçemediklerini belirtiyor: “Son iki asırda birçok müesseseler ve mektepler açıldı. Ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı; Avrupa, körü körüne taklit edilmek istendi. Mektepler açıldı; bunlarda yeni ilimler okutuldu. Lakin ilim sevgisi aşılanmadı; alimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil halinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.” (s.12).

Topçu için, “hakikat aşkı” ve “ilim sevgisi” dediği gerçeği bilme tutkusu, başka bir yerden alınabilir bir şey değildir. Ancak kendi içimizden çıkabilir. Şahsiyetin ayrılmaz parçasıdır. Bilim, sonu nereye çıkarsa çıksın, ucu kime ya da hangi görüşlere dokunursa dokunsun gerçeği olduğu gibi almayı, sonunu düşünmemeyi gerektirir ve bu anlamda tıpkı bir din gibidir. Hangisi olursa olsun din denilen şey, hakikat inancıdır çünkü. Her şeyin bir gerçeği ve ona ulaşmanın en değerli ibadet olduğuna inanmadır. Onun için gerçek anlamda dinin yegâne anlamı ve amacı hakikat sevgisi ve arayışıdır, bilim ve eğitim bunun için olmadıkça içi boş bir insan öğütme mekanizmasıdır. Böyle düşündüğü için dönüp baktığında ilk olarak İslam dininin temsilcilerinin -kendini Müslüman zannedenlerin!- perişan haline, gerçeğin bataklığa dönüşmüş hallerine çatar ve sonra hem eski hem de yeni mektebi aynı nedenlerle reddeder (tel’in eder daha doğru sanki!):

"İslam’ın sahipleri, bugün bu hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dini örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dini vazifelerini yapmamaktadır. Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe, daha doğrusu asırlardan beri İslam dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini, her şeyden evvel, hakikat ihtirasına sahip, fazilet mücahidi, cemaatin beynine ve kalbine girmiş idealist bir münevver zümreye terk etmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir… Milli mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. ” (s.12-13).

Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de, ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:

"Eski taassuba denk bir madde taassubu ortaya çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecileridir… Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı ne felsefe ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dini neşriyat ve çalışmalarla İslam’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istismarcılar, menfaatçi ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerin açık delili olduğu halde, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaati aldatabileceklerdir." (s. 22)

Eskiden kara kaplı kitaplar düşüncenin ve bilimin önündeki en önemli engelken, şimdi de bilimsellik adına içine düşülen ve aşağılık kompleksinin bilime dayanarak giderilmesi olarak kendini gösteren acıklı hallere işaret eder: “Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lakin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi… bizde boğmuş bulunuyor. Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek salahiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.” (s.23).

Kitap, başından sonuna böyle, eğitim alanında Cumhuriyet sonrası yapılanların gerekli bir ihtiyaçtan kaynaklandığını fakat eskiyi yıkarken ruhunu ve felsefi köklerini de yok etmeye çalıştığı için bilime ulaşmak isterken toplumu ondan uzaklaştırdığını ve taklitten başka seçeneği kalmadığını anlatır. Hem eskiyi hem de yeniyi savunanlara karşıdır. Ne Batı satıcılığı yapan seküler inkılapçı ne de eski satıcılığı yapan şeriatçının eğitimde kurtuluş çaresi üretebileceğine inanır:

"Cumhuriyet devrinin inkılapçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacakları bir şey kalmamıştı, ‘Şeriat gidiyor’ diye yaygara koparanlar nikah kaçakçılığına başladılar. Kendilerine din adamı dedirtenlerin kafasında yeni cemiyetin düzenine dair hiçbir fikir yoktu. İslam adalet istiyor, ama adalet nasıl bir düzen içinde sağlanır? İslam eşitlik dinidir, lakin eşitlik hangi rejimin eseri olabilir? Bu meselelerin hiçbiri hocanın kafasında yer almamıştı. Bu sebepten, yeni devrin eskiyi temelden yıkan garpçılığı, serbestçe ve şiddetle hayata hâkim oldu…Bunların karşısında ruhlarının selametini dini yaşayışta arayanların hali daha acıklıdır. Bugün yaşatılan İslam kültürü ruhla bağlarını koparmış bir iskelet, ilme ve hakikat sevgisine düşman, ilkel toplumların yaşattığı dar kaidecilikten başka bir şey değildir." (s.40).

Diğer bir nokta: Topçu için düşüncenin ve bilimin hayat bulması için özgürlük en temel gerekliliktir. Bir felsefeci olarak Descartes’in “hür olmayan düşünce düşünce değildir” sözüne yürekten bağlıdır. Buradan hareketle öğretmenin düşünce özgürlüğünün en ileri savunucusudur: “Diyebiliriz ki hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkumiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (s. 72) İlerleyen sayfalarda daha da ileri gider, dersin içeriğinin ancak ve sadece o dersin hocası tarafından belirlenebileceğini söyler ve muallimin özgür iradesini adeta takdis eder: “Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri ve istiklali olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen da bir darbedir.” (s. 96) İleri giderek şu bile denebilir ki Topçu dar ve dikte edici manasıyla bir müfredat karşıtıdır. Öğretmenin kendi dersinin içeriğini bağımsız biçimde oluşturmasını, hangi dönem hangi konunun okutulacağına kendisinin karar vermesini ister.

Bitirirken diyebilirim ki, yeni müfredatın amacı, eleştirildiği gibi eğitimi “dinileştirmek” veya milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyi eğitim yoluyla tahkim etmek, birtakım yeni kurucu değerler aşılamak mıdır, bilmiyorum; ama çok net bildiğim bir şey var ki Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı, zannedilenin tam aksine özgürce bilim yapan bir nesil için her türlü seküler, dini ve milliyetçi ideolojiyi eşit derecede reddeden, sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayışın ürünüdür.

Ve belli ki bu haliyle hem günümüz iktidar çevrelerinin önde gelenlerine, hem de karşı görüşten eleştiricilere henüz birkaç gömlek bol gelmektedir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

30 Ağustos 2020 Pazar

Nurettin Topçu’nun sohbetleri: gösterişsiz ama derin

Gençlik yıllarımda beni tanıyanlar takıntılı bir hasta gibi aynı kitapları tutulmuşçasına dönüp dönüp okuduğumu bilir. Nurettin Topçu’nun, rengarenk kapaklı Dergâh baskısı kitaplarıdır bunlar. İlk okuduğum kitabıysa, Yarınki Türkiye. “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır.” gibi cümlelerin içime işlediği yıllar…

Benim için garip bir karşılaşmadır. Başlarda ne dediğini ve ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da içinde çok değerli “büyük” bir şeyler sakladığını bir biçimde hissettiğim için sürekli bir anlama çabasıyla kendimi zorladığım, sonrasında anladıkça kendimi alamadığım, ardından uzunca süre başka kitap okuyamadığım sevinçli bir buluşma gibidir daha çok.

Yıllar sonra onun en yakınında bulunmuş, rahle-i tedrisinden geçmiş, ama daha da önemlisi ona en içten duygularla bağlanmış (müstear adını Ali Nurettin yapacak kadar!), kelimenin tam anlamıyla feyz almış, sohbetlerine katılmış, ruhuna katmış, izinden gitmiş, felsefesini hayatına tatbik etmeye çalışmış bir isimle, Ali Birinci’yle karşılaşmak da hayatımın mutena bir köşesini oluşturur. Bana göre Nurettin Topçu’yu en iyi anlatan cümlelerden biri ona aittir: “Her cümlesi, hikmetler kitabından çıkmış gibi!” Ali hocaya, bitmeyen, bezdirici derecedeki Nurettin Topçu sorularıma gösterdiği tahammül için hep minnettar kalmışımdır. Zaman zaman kızdırdığımı ya da zorladığımı hissettiğimde geri adım atıp soracaklarımı ertelesem de vazgeçmeyen bir tavırla bir sonraki buluşmada bu kez başka bir biçimde yeniden sormuşumdur.

Ali hocayla bu kez yeni çıkan kitabı, “Bir İnsanla Karşılaşmak: Nurettin Topçu’nun Sohbetlerinden Kalanlar” vesilesiyle kütüphanesinde (sığınağı mı demeli!) buluştuk. Herkese açmadığı özenle ciltlenmiş nadide eserlerinin gölgesindeki ayrıcalıklı halimle muhatap oldu bu kez soru ve “sorgulamalarıma”. Kitapla ilgili düşündüklerimi, eleştirdiğim yerleri ve anlayamadığım noktaları paylaştım. Genellikle Nurettin Topçu üzerine yazılan kitaplardan pek tat alamadığımı ama bunun öyle olmadığını ilettim.

Kitap, ağırlıklı olarak çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıların derlemesi. Bazı kısımlar gözden geçirilmiş ve küçük bölümler ve dipnotlar eklenmiş farklı olarak. İlk bölüm, sözün ve kelimelerin zannettiğimiz gibi “uçup giden”, tesirsiz konuşmalar olmadığını, hayatta karşılaştığımız ve içimize aldığımız insanların ruhumuz üzerinde büyük etkilerde bulunduğunu etkili bir biçimde anlatıyor. “Kelimeler, ruha vurulmuş çekiç darbeleridir” cümlesiyle özetlenebilecek şekilde, Topçu’nun feyizli ve hikmetli sözlerinin, gösterişsiz ama derin sohbetlerinin ruhta yarattığı değişim ve dönüşümleri konu ediyor.

Bana göre, Topçu’nun belki de en önemli yanı, düşüncenin ve ahlakın bizatihi eylem olduğu, diğer bir ifadeyle eyleme geçirilmeyen, hareket haline gelemeyen düşüncenin ya da sözlerin gerçek bir söz ve düşünce hüviyetine sahip olmadığı, görüşüdür. Onun “büyük adam” tarifi de oldukça yalın ve sadedir bu yüzden: “büyük adam, söylediğini yapan adamdır.” Söylediğini yapmamak, söylediği gibi yapmamak, dönemlere ve koşullara göre kolayca düşüncelerinden vazgeçmek, menfaatlerin peşinden gitmek ahlaksızlıktır. Devletlülerin, güçlü iktidar sahiplerinin kapısında bekleyen alimlerin hali perişanlıktan da ötedir. Tam da bu nedenle, büyük olmak için, yine kendi ifadesiyle, “büyük kapılardan büyük adımlarla girmek”, alkışlara boğulmak, cemiyet tarafından büyüklük bağışlanmak gerekmez ve hatta bu genellikle tersine işler. Büyüklük arayanlar için yol bellidir: kendi ruhunu inşa etmek, içsel yolculuğunda tek başına, sessizce, sürekli bir murakabe halinde ve gösterişsiz bir şekilde yalnız gitmek. Büyüklük, bireyseldir, kişi ancak kendi kendisini büyük kılabilir.

Dine dair görüşleri de bu düşüncelerle uyumludur. Topçu’ya göre İslam dini cemaatçi değil ferdiyetçi bir dindir. Cemaat olma ve birlik, ferdin ruhsal derinleşmesinin kaçınılmaz bir sonucu ve talebidir ama bu bizi yanıltmamalıdır; ferde -ve dolayısıyla dine!- giden yol, genellikle büyük kalabalıklardan ve cemaatlerden geçmez. İslam, sözü edilen değil yaşanan bir dindir. “Hal ehli olmadıktan sonra kal ehli olmanın ne kıymeti bulunabilir” (s.22). O, örneğin Necip Fazıl’ın aksine dinini kindarlık ve ötekine benzememe üzerine kurmamıştır. (Ali hoca, Necip Fazıl’ın kendi nesline yaptığı en büyük kötülüğün, kindarlıkla dini birleştiren bir anlayışı hakim kılması olduğunu söyler). Nurettin Topçu bunun tam zıttını temsil eder. Onun için hiçbir zaman kin ile din aynı kalpte barınamaz.

İslam, sükunet içerisinde gösterişsiz ve beklentisiz bir menfaatsizlikle birlikte içsel bir coşku ve huzurla yaşanan, son derece hümanist ve bir o kadar aktif bir dindir. İslam, tam anlamıyla bir diğerkâmlık dinidir; “Müslüman adam ‘bırak, biraz da başkaları kazansın’ diyebilen adamdır.” (s.21). İslam dini, hareketi zorunlu kılar; “eylemli” bir dindir. Her türlü eşitsizliğe, adaletsizliğe, zulme karşı çıkmayı, insanı ezen, değersizleştiren, küçülten ne varsa bütün bunlara karşı mücadele etmeyi, ses çıkarmayı, söz söylemeyi, mesul olmayı, itirazı ve isyanı ahlak haline getirmeyi şart koşar. Bu, Topçu için bir seçenek ya da “olsa daha iyi olur” türünden bir tercih değil, olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Düşüncenin hareketi etkilemesi kadar hareket de düşünceyi etkiler ve şekillendirir; “Günün en küçük hareketleri seciyeyi yıkar ve yapar” (s.15, Oscar Wilde’ın Topçu’nun çok sevip kullandığı sözlerinden biri.)

Konuşmamızdan kalan bir başka önemli konu, Topçu’nun genel olarak siyaset aleyhtarlığı meselesidir. Nurettin Topçu, öğrencilerine siyasetten uzak durmalarını salık vermiştir hep. Ali hoca tam bu noktada “Bu ülkede daha elli yıl siyaset yapılmaz derdi. Bugünleri görse hiç yapılmaz derdi herhalde!” diye günceller bu meseleyi. Topçu etrafında oluşan halenin neden genişleyip taşmadığını, hep dar ve küçük kaldığını şöyle açıklar Ali Birinci: “Sohbetlerin siyasi hırsları ve kinleri tahrik ve tatmin etmemesi böyle bir alakayı görmemesinin temel sebebiydi.” (s.23). Topçu için siyaset, “dünyayı elde etme hırsı ve yarışı”dır. Kolay yoldan büyük adam olma telaşıdır. Yapılan küçük fedakarlıklara büyük karşılıklar isteme sanatıdır. Hırslarla menfaatlerin iç içe geçip milletin sırtından yapılan bir “ben-sen” kavgasıdır.

Bence -Ali hocanın da hemfikir olduğu bir husus olarak- bugün kimi çevrelerin özellikle Necip Fazıl ile başlayan ve Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve sair isimlerle devam eden bilindik “kurucu baba” listesine Nurettin Topçu’nun zaman zaman alınır gibi olsa veya alınmak istense de bir türlü tam dahil edilememesinin/olamamasının nedeni de aynıdır. Topçu’nun önemli bir farkı, siyaseten kullanışlı görüşlere sahip olmayışı ve bu sayede kendi kendisini araçsallaştırılmaktan koruyabilmesidir. Topçu “bir şeyci” değildir çünkü. Sanılanın aksine, Türkçü değildir, İslamcı hiç değildir, solcu da değildir, liberal değildir, muhafazakar değildir çünkü bir şeyci değildir. Bütün bunların hepsinde özel ve önemli yanlar görür ve alır, bu yönüyle eklektiktir denebilir. Dar ideolojik kalıpların adamı olmadığı için siyasetperestler için sevimli de değildir. Buradan hareketle, şunu da söylemek gerekir ki gerçek anlamda büyük düşünce insanlarını araçsallaştırmak kolay değildir. Diğer bir ifadeyle, eğer bu kolayca yapılabiliyorsa atfedilen büyüklüğü sorgulamak gerekir.

Kitapla ilgili en büyük eleştirim Ali hocanın Topçu’nun Anadoluculuk ve sosyalist iktisada ilişkin görüş ve düşüncelerini bir tür tevil kaygısıyla yazdığı satırlara ilişkin oldu. Hayır, Topçu düpedüz Anadolucudur. Tarih görüşü, bütünüyle toprağa bağlıdır; toprağın şekillendirici, biçimlendirici ve dönüştürücü olduğunu, Anadolu’nun dini ve düşüncesinin İran’da Turan’da, Arap yarım adasında ya da başka coğrafyalardakiyle asla aynı olamayacağına dair çok güçlü bir inanç taşımaktadır. Bu nedenle, ümmetçi değildir, Turancı hiç değildir. Olmadığı gibi bu görüşlere dair oldukça sert cümleleri vardır (dedim ya çok kullanışsız bir adamdır!). Ekonomi görüşleri ise kelimenin bütün içkin anlamıyla sosyalisttir. İslam’ın ekonomi anlayışının sosyalizmden başka bir görüşle bırakın uyuşabileceğini yan yana bile gelemeyeceğine inanmaktadır. Bana göre, Ahlak Nizamı kitabındaki yazıları bu anlamda Türkçe’deki en etkili metinler arasındadır. Hayır, bu düşüncelerin hiçbirinde tevil edilecek ya da “yanlış anlayanlar” için açıklama getirilecek en ufak bir husus dahi bulunmamaktadır.

Nurettin topçu olduğu gibi bir adamdır. Kendini beğendirme kaygısı duyduğunu sanmam. Yalnız kalmaktan korkacağını da. Münzevi tabiatlıdır. Kendi kendisini sarih şekilde ifade etme kudretine sahip bir kalemi olduğu tartışmasızdır. Bununla birlikte bugünden bakınca anlaşılması hayli zor yanları da vardır. Bana göre bunların başında nasıl olup da aynı anda Gandi’ye ve Hitler’e hayran olduğu sorusu gelir. Nasıl olur da Topçu gibi birinin odasının duvarında 1960’larda hala Hitler resmi asılı olabilir?

Ali hocaya, asıl açıklanması gereken noktanın bu ve bunun gibiler olduğunu belirtsem de o bunu çok fevkalade bulmuyor gibiydi. “Yahudilerin bugün Filistin’de ya da dünyanın pek çok yerinde ekonomik güce dayanarak yaptıkları zulümlere bakınca” bunun hiç de anlaşılmaz olmadığı gibi bir şey söyledi. Ben bunu da anlayamadığımı söyledim ama. Konu Yahudilerin “nasıl kötü” insanlar oldukları değil Hitler’in yaptıklarıydı çünkü (Bu konuyu bir sonraki buluşmamıza ertelemem gerektiğini hissedip burada bıraktım).

Ve belki de konuşmamızdan kalan en önemli ayrıntıya geldi sıra. Necip Fazılcı kitlenin pek severek anlattığı bir hikaye vardır. Buna göre, Topçu’nun ölmeye yakın günlerinde Necip Fazıl onu ziyaret eder. Bir süre konuştuktan sonra ayrılır. Yolda giderken bu ziyarete ön ayak olan Topçu’nun talebesine, “Hocanızı hiç iyi görmedim. Kendimi tabiate vereceğim. Ondan başka kucağına atılacağım hiçbir şey tanımıyorum! dedi.” diyerek kafa karışıklığını ve sözüm ona “imani zayıflığını” anlatmaya çalışır. Rivayet odur ki Necip Fazıl bu durum karşısında, “Hocanızın ruhi halini pek beğenmedim. Son anların onda beklediğim ruhiyatını bulamadım. Allah hidayet nasib etsin…” diyerek Topçu’ya manevi bir destek vermek istemiştir. Hatta, “korkma vur kapıyı gir içeri” dediği de aktarılır.

Bense bu hikayeye hiçbir zaman inanmadığımı, en azından böyle olamayacağını söylediğimde Ali hoca da teyit eder şekilde devamı var zaten demez mi? (Ah! o kısmı nasıl atlamışım da dedi). Bunun üzerine, kütüphanesinde bir o yana bir bu yana giderek bir kitap aramaya başladı. Devamı, Emin Işık’ın, “Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” adlı kitabındaydı. Buldu ve gösterdi. Necip Fazıl, “Vur kapıyı gir içeri” gibi bir şey dediğinde Topçu da ona “O ancak sana yakışır deli oğlan!” diyerek karşılık vermişti. (Emin Işık’ın bu konuşmayı yorumlayışı da ayrı bir rahatsızlık konusudur benim için ama başka bir yazıya artık.)

Bitirirken şunu ifade etmeliyim ki bu küçük kitap bugüne kadar Necip Fazıl’la ilgili özellikle kendi mahallesine yakın bir adresten gelen en sert eleştirileri içeren cümleler barındırır. Ali Birinci, hasta yatağındaki Topçu’nun ruh halini iyi görmediğini, “Korkma, vur kapıyı gir içeri” diyen Necip Fazıl’la ilgili şöyle yazar: “Bu satırlarda bir insanın hiç tanımadığı başka bir insan hakkındaki birkaç dakikalık veya cümlelik beraberliğe istinaden yaptığı çok yanlış, yanıltıcı ve incitici yorumları bulunmaktadır ve insanları tartmanın ne kadar ciddi ve mesuliyet gerektiren bir şey olduğunun çarpıcı bir örneği bulunmaktadır. Çok daha vahim olanı ise Nurettin Topçu’nun imanı hakkında bir insanın haddi ve harcı olmayan ve ancak Yaradanın verebileceği bir hükmün veya imanın yazıya dökülmesidir.” (s.51). Bu bölümde de Ali hoca, Nurettin Topçu’nun tabiat sevgisinin bütün hayatı boyunca var olan bir özelliği olduğunu ve bunun dinle ve imanla uyumunu anlatmaya koyulur ki bence bu da son derece gereksiz bir çabadır. Tabiat sevgisinin açıklanacak ne yanı olabilir!

Nurettin Topçu, bu ülkede inandığı gibi yaşamaktan, düşündüğü gibi söylemekten, devletli kapısına el açmadan kendi benliğinden güç alarak fikirlerinden vazgeçmeyen pek çok kişi gibi sürgün yemiş, üniversiteden dışlanmış, hiçbir çevreye yaranamamış, Ali hocanın tabiriyle bir avuç, “muhibban cemaati” takipçisinin ruhlarındaki varlığını en canlı haliyle sürdüren müstesna bir simadır. Hiçbir dönemin adamı olmadığı gibi oldurulmaya da uygun değildir.

Topçu’yu çok iyi anlatan Şeyhülislam Yahya Efendi’nin şu mısralarıyla bitirelim:

Ne itibar bu evzaa merd olan Yahya
Ne zillete boyun eğer ne itibare bakar.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

2 Temmuz 2019 Salı

Eksilmeyen yıpranmayan bir büyüklük

Büyük insanlar, büyük işlerin nasıl yapılacağını gösterip çekilirler dünya sahnesinden. Büyüklük dediysek anlı şanlı olmak değildir maksadımız anlaşılacağı üzere. Şahsiyet ve ömürlerini adadıkları güzel işler sebebiyle eksilmeyen yıpranmayan bir büyüklük onlarınki.

Hayatın yalancı parıltıları bu cevherleri bir avuç ehil gözden gayrısına görünmez kılmıştır. Yaşadıkları zamanlarda ekseriyetle hatırları gözetilmeyen, hatta olmadık muamelelere maruz kalmış bahsini ettiğimiz büyük adamların ne hikmetse ölümleri, fark edilmeleri için adeta yeniden bir doğuş olmuştur.

Nitekim ölüm, onların hikâyelerini tamam etmiş, meziyetleri üzerindeki perdeyi kaldırmış ve geç kalmış bir tanıma hevesinin de kapısını açmıştır.

Bundan yüz on sene evvel başlayan Osman Nuri’nin 66 yıl sürecek hikâyesi böylesi bir kadere sahip. Savaşların ve başkaca zor şahitliklerin gölgesinde geçen çocukluk yılları son derece hassas bir çocuk olmasına neden olmuş, Balkan savaşlarında iki üvey abisini kaybetmiş Erzurumlu Topçuzadelerden Ahmet Efendi’nin oğlu küçük Nurettin’in müzmin karın ağrıları onu ömür boyu terk etmemiştir.

Emin Işık hoca Nurettin Topçu’nun hayatına yakından şahitlik etmiş isimlerden. Yakın döneme dair şahitliklerini güzel üslûbu ile hoş sohbetlerinde zaman zaman anlatan Emin Işık hoca Nurettin Bey’e dair hatıralarını son derece samimi ve etkili bir dille sayfalara aktarmış bu sefer. "Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası" adıyla Dergâh Yayınları arasından çıkan bu müstesna çalışma, Nurettin Topçu’nun imrenilesi bir hassasiyet, gayret ve samimiyetle şekillenen hayatı hakkında okuyucusunu fikir sahibi yapıyor.

Nurettin Bey’in şahsiyetinin mayası, Beykoz vapurunda annesi ile yaptığı yolculukta karşılaştıkları teyzenin duası ile atılmış belli ki diyorsunuz hemen başlangıçta. Beykoz’daki Ermeni doktorun koyduğu teşhis belki onun karakterinin özeti: Mütehassis bir çocuk.

Kendi varoluşu, içinde yaşadığı toplum ve tüm insanlık adına merak ve kaygıları küçük Nurettin’i bu derece hassaslaştıran şey belki. Emin Işık hoca böylesi güzel bir çocukluk anısıyla başlıyor kitaba ve ailesinden, ilk ve orta mektep yıllarından birbirinden kıymetli anıları aktarıyor. Topçu’nun şahsiyet kodlarını çözmenize yarayan izler buluyorsunuz bu anılarda.

Savaş dönemlerinde çocuklar bile birden büyüyebiliyor. Nurettin Topçu da savaşların sebep olduğu zamansız olgunlukla erkenden büyümüş bir çocuk. Gittiği mekteplerdeki kıymetli hocaları sayesinde büyük şahsiyetleri erken yaşlarda tanımış olması da önemli elbette. Öğretmeni Nazif Bey’in ezberlettiği şiirler sayesinde Nurettin Topçu’nun Hz. Mevlana ile birlikte fikrine ve şahsiyetine tesir eden Mehmet Akif ile tanışması orta mektep yıllarına rastlar. Kitapta anlatıldığı üzere ölümüne yakın bir dönemde Mısır Apartmanı’nda kendisini ziyaret imkânı da bulmuş olan Nurettin Topçu, M. Akif’e derin bir saygı ve muhabbet duymuştur ömrü boyunca.

Vefa Lisesinde başlayıp İstanbul Erkek Lisesi’nde biten lise tahsili yıllarında birbirinden kıymetli hocaların talebesi olan Nurettin Topçu, mezun olduğu sene devletin yurt dışı bursunu kazanan 10 öğrencisi arasına girmiş ve arkasında ailesini, çok sevdiği İstanbul’u bırakarak ilim merakının peşinden gitmiştir Avrupa’ya.

Emin Işık hoca, Paris’te başlayan sonra rahatsızlıkları sebebiyle Aix şehrinde devam eden üniversite hayatına dair çok kıymetli anekdotlar aktarıyor okuyucuya. Kurulan irtibatlar, büyük tanışmalarından meşhur doktora tezinin yazılışına kadar Nurettin Topçu’nun orada kazandığı irtifa ve itibardan son derece etkileyici noktalar dikkat çekiyor. Hele hele Nurettin Topçu’nun bizde çok geç zamanlarda tercüme edilen doktora tezine yapılan taltifler ve Nurettin Topçu’nun satırlarla ifadesi zor tavrındaki yücelik hiçbir şeyle kıyas edilemez. Günümüzde yurt dışı eğitim konusunda istekli olan gençlerin Nurettin Topçu’nun meseleye yaklaşımı konusunda öğrenecekleri çok şey var.

Birçok makul ve cazip teklife ve ısrarlara rağmen ülkesine, devletine duyduğu minnet sebebiyle İstanbul’a geri dönen Nurettin Topçu için “memlekete hizmet” gayesiyle Galatasaray Lisesi’nde başlayan, çeşitli mecburi tayinlerle ezaya dönüşen ve İstanbul Erkek Lisesi’nde nihayet bulan öğretmenlik mesleği kendi ifadesiyle ibadetin bir parçası olmuştur. Emekli olduktan sonra dahi okul bahçesinden öğrencilerini izleyen bir öğretmenden bahsediyoruz.

Kitapta İstanbul’a döndükten sonra bile isteye mukaddes bir ıstıraba talip olan Nurettin Topçu’nun öğretmenlik hayatından pek çok hatıra nakledilirken onun hakkaniyete, dürüstlüğe gösterdiği titizlik hayret uyandırıyor. Mecburi sebeplerle uzun sürmeyen evlilik hayatı, Hareket dergisi macerası, dönemin siyasi atmosferi, üniversiteye alınmama sebepleri Emin Işık hocanın şahitlikleriyle anlatılıyor.

Entelektüel merakının yanında manevî arayışlar içinde olan Nurettin Topçu’nun İstanbul’a döndükten sonra Abdulaziz Bekkine ile tanışması ve aralarındaki muhabbettin saflığı ve keyfiyeti son derece ilham verici. Nurettin Topçu’nun hem tavırlarında hem de fikriyatında hiç yeri olmayan sathiliğin, dinin temsilî noktasında da kabul görmeyeceği açıktır. Nurettin Topçu, bir taraftan resmî ideolojinin çeşitli baskılarına maruz kalırken din ve dindarlık algısındaki arızalarla da bizatihi yüzleşmiştir. Türkiye’nin geleceği adına en büyük tehlikenin sözünü ettiğimiz despotluk, sathilik ve ucuzluk olduğu fikrindedir.

Nurettin Topçu’nun çocukluktan beri çektiği karın ağrıları onu son nefesine götürüyor anlaşılan. Fikir ıstırabı, hayatın türlü ezaları ve en son bu amansız hastalık Nurettin Topçu’nun bu dünyadaki yolcuğun sonuna işaret ediyor. Emin Işık hocanın Topçu’nun son günlerine dair anlattıkları kitabı acı bir hüzünle bitirmenize sebep oluyor. Ancak o dönemlerde Topçu ile araları biraz bozuk olan Necip Fazıl’ın hastaneye bir şekilde getirilip Nurettin Bey’e “Sen yiğit çocuksun! Hadi vur kapıyı gir içeri!” demesi teselli olarak yetiyor. Allah rahmet eylesin 'büyük adam'a.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

18 Eylül 2018 Salı

İnsanın bitmek bilmeyen ağrısı: var olmak

İçerisinde düşüncenin kalbe tabi olduğu bu parçalar, gönülle söyleşmek ihtiyaç olduğu zamanlarda yazıldı ve birkaç dergide zaman zaman çıkartıldı. Gönül, yerini düşünceye terk ettiği devirlerde onlar unutuldu. Hareketler, gönüldeki izleri ezip de örselediği zaman gelince, yeniden onlara hasret duyuldu. Şimdi gözyaşı ayak izlerine damlıyor. Hareketlerin harabettiği gönülde sade bir yetim iniltisi var. Tellerine bazı yenilerini de ilâve ettiğimiz bu eski sazın terennümlerini dinleyecek kulak varsa, onda kırık bir kalbin akislerinden başka bir şey duymayacaktır.” diye yazmış Nurettin Topçu, kitabın giriş kısmındaki “Birkaç Söz” başlığı altına.

Var Olmak, “Düşünceler” ve “Duyuşlar” olmak üzere 2 bölüm ve 33 yazıdan oluşuyor. Kitaba adını veren “Var Olmak” adlı denemede Nurettin Topçu; var olmanın istemek, sevmek ve düşünmekle ilgili olduğundan söz ediyor. Bu süreçlerin hepsi ağır ve dahi ‘ağrılı’ süreçler olduğu için, var olmayı insanın bitmek bilmeyen ağrısı diye tanımladım. Yazar ise “İnandığımız varlık, Bir, âlemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı eşsiz eserdir. Biz ise O’nun en mükemmel parçasıyız.” diyerek insanın sonsuz varlık içindeki yerini tanımlamış.

Hayatımız bir inanç üzerine kurulu, bu inanç ile ilerliyor ve bu inanç ile dünyaya katlanıyoruz. Yola devam ederken en kuvvetli itici gücümüz, inancımız. Hayatımıza sirayet etmemiş bir inancımız yoksa eğer yaşamayı da sevmeyi de içselleştiremeyiz. ‘Kuru gürültüden ibaret’ olur aldığımız her nefes. Nurettin Topçu ise bu konuyla ilgili “İnanmak ve Sevmek” başlıklı yazıda şunları söylemiş: “Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mâbedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

Hepimiz biriz, ‘Bir’ sonsuz varlığın eseriyiz. Hâl böyleyken hâlâ insanları ve toplumları düşüncelerine göre, renklerine göre, ırklarına göre kategorize etmek; dünyaya nifâk tohumları saçmaktan başka bir şey değildir. “Düşünüşlerimizde birer isim hesabına döğüşen çocuklardan farklı değiliz. İnsanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düşmanlarıdır.” diyor yazar ve bu dünyada kardeşçe yaşamak varken neden hâlâ ayrılıkları artırma gereği duyulduğu konusu üzerinde bizi uzun uzun düşünmeye davet ediyor. Cevap niteliğindeki şu cümleleri okumak ise düşünürken bize yardımcı olacaktır diye ümit ediyorum: “Hâkikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hattâ düşman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait iştihalardır, bir kısmı alışkanlıklarla telkinlerin eseridir, bir kısmı da ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Bilmek deyince aklıma Ayşegül Büşra Çalık’ın “Bilmek bazen acıdır, bilmek inandıklarının yıkılmasıdır.” cümleleri gelir. Bilmek bazen bir düğümü çözerken bazen de inandığımız değerlerin aslında tamamen uzak durmamız gerekenler olduğunu bize gösterir. Bu bağlamda kitaba dönecek olursak Nurettin Topçu, “Bilmek” başlıklı yazısında “Bilmek seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir.” diyor ve ekliyor: “Cüz’i ölçülerden sıyrılıp bütünle boy ölçüşen, içsel merak ve sıkıntıdan doğarak ebedî ve sonsuz saadete ulaştıran, dünyayı cennet yapan, çokluğu Bir’e ulaştıran bu cevher, bu hizmet, bu kudret, bilmek ihtirasında olanların asla bilmediği bir şeydir: Bilmek.

Kitapta diğerlerine göre biraz daha ilgimi çeken “Düşüncenin Derinlikleri” başlıklı yazı oldu. Yazar burada akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhamet kavramları üzerinde duruyor. Akıl için “İnsanoğlunu dünyaya sultan yapan cevher.” diyor. Duygular için kurduğu şu cümleler, aklı tamamlar nitelikte: “Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokularıdır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz.” diyor ve “Merhamet, bu ruh hallerinin hiçbirine karışmadıkça onlar sakat ve sefil kalırlar.” diye ekleyerek merhamete bütünleyici bir özellik yüklüyor. “Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış.” tanımı ise beni İbrahim Tenekeci’nin “Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yalnızca taşlara mahsustur.” cümlesine götürüyor. Dünyada sürekli ‘bir şeyler’ oluyor ve biz elimizi taşın altına koymadığımız müddetçe vicdanlarımızın sesini susturamıyoruz.

Affın asıl sahibi Allah’tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İntikam duygusu af ile asla bağdaşmıyor.” cümlelerinin özündeki düşünceye dayanarak da aslında insanların bize yaptıklarını unutmasak bile unutmuş gibi yapabiliyoruz. Çünkü unutmayan ‘Bir’i var, buna tüm kalbimizle iman ediyoruz.

Kitap, kısa kısa yazılardan oluştuğu için okuyucusunu sıkmıyor. Bununla birlikte okuyucuyu bol bol düşünmeye teşvik ediyor. Düşünmeye belki de en çok ihtiyacımızın olduğu günümüzde, yolumuzun bir yerde kesişmesi gereken ‘ilaç gibi’ bir kitap; Var Olmak.

Son olarak, “Üç hâkimin hükmünde hata aranmaz.” diyor, Nurettin Topçu. “Kalbin, kaderin, ölümün.” Ve ekliyorum: Bir haksızlık karşısında hâlâ sızlayabilen bir vicdanımız varsa kıymetini bilmeliyiz; önce gönlümüzün, sonra ise ömrümüzden geçip giden her günümüzün.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

30 Aralık 2016 Cuma

Yolda olanın sorusu vardır

Var olmak. Var olma bilincine sahip olmak.

Kâinatta yaşayan en önemli varlık olan insana her dem hakkı teslim edilmiştir hiç şüphesiz, gerek ilahi gerek beşeri varlıklar tarafından. İlahi kaynak tarafından bildirildiğine göre insan “ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. Felsefi olarak ise düşünceye sahip olması göz önüne alınmıştır ve bu sebeple yüce bir varlık olarak benimsenmiştir.

Bütün mesele insan olmaktır.

Doğru yolda olan ve düşünen ya da kelâmi deyiş ile tefekkür eden varlık insan olma yolundadır. Medeniyetlerin metafizik temellerini üç unsur görüşü oluşturur. Tanrı, Evren ve insan üzerine düşünmek ile ancak oluşan medeniyetler gibi insan da epistemolojik ve ontolojik olarak kendisini konumlandırmalı.

Peki, insan olmak nedir?

Bence insan olmak; yolda olan, yolda olmaya çalışan varlıktır. Yani ‘var olma sancısı çeken’ varlık ancak insan olma yolundadır. “Bilgi insanın korkusunun fethidir” diyen İhsan Fazlıoğlu gibi önce bilgi diyorum. Epistemolojik olarak insan kendisini konumlandırmalı. Tabii insanın kendisini konumlandırırken ontolojik sancı çekmesi de kaçınılmaz olur.

Yolda olan insandır.

Bizim inancımızın metafizik görüşü hiç şüphesiz sadece gelecek tasavvuru ile sınırlı değildir. Hz. Ali’nin “Nereden? Nerede? Nereye?” bilgisine sahip olan bizler Elest Meclisi’nde verdiğimiz söz ile kendimizi konumlandırırız. Geldiğimiz özü koruma iddiasında ve inancında olan bizler, özü korumak ile mükellefiz aynı zamanda. Ancak insanın “nerede?”sorusunu her dem -bir kelime anlamı da unutan olan- hatırlaması gerekir. Yani yolda olan bizler mükellefiyetlerimiz ile yol alırız. Zira biliriz ve inanırız ki gelecekte üzerimize düşenlerin hesabını vermek zorundayız.

Yolda olanın sorusu vardır.

Soru sormak felsefede cevaptan önemlidir, fakat biliriz ki soru soran cevabı arayandır. Bu yüzden hakikat arayışında soru soran insan Tanrı, Evren ve İnsan hakkında yeni bir görüş ortaya koyar. Ancak bizim sorumuz ve yeni görüşümüz Kâinatın Rabbi olan Allah’ı anlamak ve iman etmek içindir.

Her dem yolda olan ve yola anlam katan olmak duası ile…

Nurettin Topçu’nun“Var Olmak”isimli kitabı, düşünce dünyasında yaşadığı ontolojik ve epistemolojik problemler üzerine yazılmıştır. Bu tarz bir fikir tartışmasını/sorularını okumak hepimiz için farklı bir serüven olacaktır.

Yunus Arslan
twitter.com/yunusarslan34

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Nurettin Topçu hikâyelerinde sermayenin transferi

Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.

Müslüman toplumda düzen bozulmuş halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi hikâyelerin geçtiği dönemde bırakın malı canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere Kuyucaklı Yusufnamuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.

Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu hikâyesinde “sermaye”, eşkiyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.

Topçu erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkiyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dini kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.

Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üçyüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212).

Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkiyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.

Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkiyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:

Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkanda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).

Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermeniler’den kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).

Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

29 Aralık 2013 Pazar

Var olmak: istemek ve sevmek

"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu

Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.

Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.

"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."

"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"

"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."


İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.

"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.

"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."

"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."

İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.

"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."


Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.

Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler

23 Aralık 2012 Pazar

İç hayatındaki bozuklukları gidermek isteyenlere

Merhum Nurettin Topçu üstâd, bir fikir ve mücadele adamı, bir akademisyen. Ders kitaplarına imza atmış bir öğretmen, ciddi bir muallim. "Psikoloji" de daha önce liselerde okutulmuş bir kitap. Zaman zaman sadeleştirilmiş, değiştirilmiş ama hep okutulmuş. Okurken zihnin derinliklerini keşfe çıkmak mümkün. Ancak bu keşif de zihninizin yanına kalbinizi de eklemezseniz, emniyet kemeri takmadan hatalı sollamaya maruz kalabilirsiniz.

"İnsan, medeniyet ve cemiyetin tesirleri ve bir de yaşın ilerlemesi ile olgunlaştıkça, gülmesi tebessüm şeklini alır; o da iradenin kontrolüne girer."

Birçok felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık kitaplarına imza atmış üstâd, 70'li yıllardan sonra ahlak kitaplarını da külliyatına dahil etmiş. Bu da Nurettin Topçu'nun hemen her konuda fikir sahibi olduğunun ancak bu fikir sahipliğine entelektüeliteden ziyade "dava" gözüyle baktığının kanıtı. Dergâh Yayınları, Türk fikir cemiyetinin bu en büyük isminin kitaplarını yayınlayarak aslında her yaşa hizmet ediyor. Zira Nurettin Topçu; her devrin gözü, kulağı ve sesi.

"Ruhumuzu güzelliklere açabilmenin sırrı, ruhsal yaşayışın ona götüren yollarını bilmekle elde edilir. İç hayatımızın nerelerinde bozukluk bulunduğunu ve bunun giderilmesi için yaşayışımızda ne gibi değişiklikler yapmak lâzım geldiği anlaşıldıktan sonra, güzellik duygusu sonsuz bir şekilde yaşanabilir."

Dergâh Yayınları'yla Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın büyük bir titizlikle yayına hazırladıkları "Psikoloji"de, her "dersin" sonunda sorular var. Böylece okuyucu, okuduğunu anlamak ve konuyu pekiştirmek açısından özel bir sınava tabii tutuluyor.

"Aşkın aradığı vücut değildir, vücudu vasıta yaparak onun aradığı, bir ruhtur."

Psikoloji kitapları genelde uzanır biçimde okunur. Sanki bir psikologla seansa girilmiş gibi... Nurettin Topçu okurken ise ayaklar uzatılmaz. Başla ayaklar aynı hizaya yakın olursa, okuduklarınızdan çıkan anlam da nereye gideceğini şaşırır çünkü.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler