Cengiz Aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cengiz Aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2024 Salı

Hiç anlayamayacağımız bir mesele; insan nasıl insan olmalıdır?

“Anlamıyorum
Hiç anlamıyorum.”

Roşomon filmi; sağanak yağış altında virane şehir kapısının önünde, oduncunun bu sözü ile başlar. Filmin zâhiri; ”Samurayı kim öldürdü?” batını “sen hangi yalana mahkûmsun?" sualini bize yöneltiyor. Zâhir olanın cevabını bulamıyoruz. Çünkü filmin derdi, görünenle değil görünmeyenle... Doksan dakîka boyunca, anlamadığımız mesele -Hakîkat nedir?- karşımıza dikiliyor. Kurusawa’yı, Kurusawa yapan film aslında bir uyarlama. Ryunosuke Akutagava’nın aynı adı taşıyan, kitabından alınan hikâyelerden meydana gelmiş. Üç sayısı filmin giriş şifresi gibi.

*Üç mekân; Orman, mahkeme bahçesi, şehir kapısı
*Üç ana karakter: Samuray, haydut, kadın
*Üç yan karakter: Ormancı, rahip, gezgin
*Üç zaman: Şimdiki ve iki geçmiş zaman.(Mahkeme, olayın geçtiği zaman)

Filmin işleyişi, inancını yitirmek üzere olan bir rahip ve oduncunun, yanlarına gelen gezgine mahkemede olan bitenin anlatmasından ibâret. Akira Kurusawa film boyunca sualleri seyirciye yöneltiyor. Böylece seyirci filmin içine çekilip, düşünmelerini sağlıyor. Cinayet sorgusunun içinde, üç zamana gidip geliyoruz. İçiçe geçmiş zaman dilimleri bir bütünü oluşturuyor. Şimdiki zaman yağmurlu bir gün içinde, derdimizi temsil ediyor.. Sinema da nâdir rastlanan zamanlar arası atlamaları bizlere sunuyor. Zaman zaman içinde ilerliyor. Geçmişten geçmişe, şimdiye akıp gidiyor. Sıradan bir şablon yok. Hollywood’un dayadığının dışında kendi nazariyetini kurmuş. Film suçluyu asla söylemiyor, çünkü ona göre suçlu; herkes ve her şey, her idea suçludur. Herkes zaaflarına yeniktir ve bu yenilgi nedeniyle yalan söylerler. Aslında biz göründüğümüz değil gölgelerden oluşmuşuzdur. Kamerayı güneşe tutması, karakterlerin yüzlerinin yarısının gölgede kalması, yakın plan çekimlerle sessiz sinema dönemine geçiş yapması ve mimik sanatını sinemaya ustaca aktarmasıyla; Kurusawa bize edebiyat ve resim şöleni yapıyor. Bir uyarlama demiştik ya uyarlandığı kitabın umutsuzluğunu bir kenara koyar ve bize “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.(Âl- i İmran 139.ayet)” yüce kitabın buyruğunu âdeta ileten bir sahne ile veda eder. Ormancı, rahip ve bir bebek. Dinen yağmurun altında kapının önünde durur. Atom bombasıyla yıkılmış Japonya’yı; ormancının temsil ettiği halk, rahibin temsil ettiği inanç ve kültürü diriltecektir. Ormancının şu sözleri ile,

Altı çocuğum var, bir taneye daha bakabilirim” bize görüşünü bildirir.

Devletleri ve milletleri yaşatanın; soylular değil, halk, inanç ve kültürün olduğu fikrini seyirciye aktarır. Soylu samuray ailesinden gelen yönetmenin, sırtını dayadığı güç halk , inanç ve kültürdür. Roşomon; herkes bir sebepten yalan söyler derken, otoritenin, siyâsilerin en büyük yalanı söylediğini iletir. Yıkık dökük Roşomon kapısı, atom bombasının atıldığı, Hiroşima’dan Nagazaki’den başkası değildir. Bu filme felsefi açıdan birçok kez bakılmıştır. Ama sosyoloji ve siyâsî yönden izlenmesine pek rastlanmaz.1950’de atom bombasının üzerinden sadece beş yıl geçmiş bir Japonya’da çekildiğini unutmamak gerekir, yıkılmış, soykırıma uğramış bir milletin filmidir. Japonya’nın bir iç hesaplaşmadır. Hiçbir surette savaşı irdelemediğini düşünmek, kendimizi yanıltmak olur. Filmde kim suçludur bilinmez de devamlı vücuduna sinek konan hayduttun kimi temsil ettiğini hemen anlarız. Bir buçuk saat boyunca bir kez bile samuraya sinek konmaz. Tek hayali vardır yönetmenin ayağa kalkmış bir Japonya.

Gelelim uyarlandığı kitaba ve oradan da Cengiz Aytmatov’un 1973’de kaleme aldığı Fuji-Yama tiyatro oyununa. Ryunosuke Akutagava 1920 Japonya’sının sıra dışı yazarlarından. Akıl hastası bir anne (bebekken kaybediyor) ve sütçü babanın çocuğudur. Kenar mahallede, amca himâyesinde büyümüş, içine kapanık, okuma düşkünüdür. İlk hikâyesini on yaşında yazar, amacı târihçi olmaktır. Yeteneğiyle sınavsız Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ne kabul edilir. Annesinin hastalığının belirtileri onda da mevcuttur. Roşomon ilk yazdığı hikâyelerden biridir. Kaleme aldığında 23 yaşındadır. Evlenir, büyük Kanto Depremini görür, Koreli avına şahitlik eder, amcası ve babasını kaybeder ama yazmaktan hiç vazgeçmez. Ve 34 yaşındayken umutsuzluğu sonucu intihar eder. Hikâyelerini tarih içinden seçer. Roşomon, “Konjaku Monotogari -eski yeni masallar-” iki epizoduna dayanır. Filmin ana temelini oluşturan «Ormanda» hikâyesi de aynı kaynaktandır. O târihî çağdaş psikolojiye dayandırıp şekil verir. Kişilik çatışmalarını târih içinde ele alır. Târihî değil insanı yazar. İnsan her devir aynı mayaya sâhiptir. Karamsardır. Okuru aşması gereken kale kapıları ile baş başa bırakır. Ormanda hikâyesi, ormanda öldürülmüş Samurayın, ormancı tarafından bulunması ve haydut, kadın, samurayın ruhunun mahkemede konuşmaları, korucu, ormancı, rahibin tanıklığı etrafında döner. Kurusawa’nın dediği gibi tek gerçek vardır “Samuray ölmüştür”.

Gerçekte insan hayatı dediğimiz sabahın taze çiğine, ya da par par yanıp sönen günün o ilk çavkına benzer.” (Ormanda hikâyesinden).

Karşılaştırma yapacak olursak;
* Kitapta olan filmde olmayan tanık vardır, kadının annesidir.
* Kadının adı Masagodur. (Filmde sadece haydudun ismi vardır)
*Samurayın adı, Takehikodur.(Filmde isim yoktur)
*Filmde Haydut delice sözler söyler, kitapta daha bilinçlidir.

Milleti öldüren bir ben değilim ki.. Sizlerde bu işi işliyorsunuz ya. Kılıç mılıç kullanmıyorsunuz benim gibi. İnsanları gücünüzle, paranızla öldürüyorsunuz. Başka bahanelerde uyduruyorsunuz pekâlâ çalıştıra çalıştıra da öldürüyorsunuz milleti. Kan man akıtmadan bir güzel beceriyorsunuz; analarını ağlatıyorsunuz. Şimdi sorarım size, hangimiz, sizinkiler mi, benimkiler mi daha ağır suçtur?

*Filmde kadının, kocasını ilk başta öldürme amacı yoktur. Kitapta her ikisinin de bu ayıptan dolayı ölmesi gerektiğine inanır.

Kitap ve filmde ortak olan cümle, “Ardından her yere bir sessizlik iniverdi. Yok yok, birileri bir yerlerde ağlıyordu, duydum. Bağlı değildim de çevreyi rahatlıkla dinleyebilirdim. Ama o ağlama kimsenin değildi, benimdi oysa.

*Ormanda hikâyesi Samurayın ruhunun konuşmasıyla biter, film başı ve sonunda Roşomon hikâyesine geçer.
*Roşomon’daki iki uşak karakteri filmde ormancı ve rahip karakteri ile birleştirilir. Saçak altında şimdiki zamanda olanlar Roşomon hikâyesidir.
*Rahibin giriş bölümünde söylediği cümleler kitapta anlatı şeklindedir.
“Kyota’da taş taş üstüne kalmamış ne var ne yok; yerle bir olmuşmuş. Şehir kendi derdine düşmüş, oram yara buram yara derken Roşomon’u onarmaya kimseler akletmemiş….Hırsız kısmı, it uğursuz takımı da kendilerine yatak yapmışlar Roşomon’u.”

*Hikâyede yaşlı bir ölü soyucu kadını, uşak karakteri soyarken filmde asla böyle bir sahne yoktur.. Hikâye sadece bir anlatı ve iç hesaplaşmaya dönmüştür. Hikâye mutsuz biterken, film umutlu biter. Ormancı(hikâyede hırsız uşak) filmde hançeri fakirlikten çalar, sonunda îtiraf edip günahından arınır. Kitapta bir günah çıkarma yoktur.

Roşomon’u andıran bir başka eser de Cengiz Aymatov’dan gelmiştir. Kara bir kitap değildir ama onda da yöntem aynıdır. Bir tiyatro eseri olan Fuji-Yama’yı 1973 yılında Muhammedcaanov ile birlikte kaleme alınır. İnsan olma meselesi üzerine bize sualler yöneltir. Oyunda dört arkadaş ve üçünün eşleri, Fuji Yama ismini verdikleri dağda kamp yapmaya karar verirler. Öğretmenleri Ayşe Apay’da onlara eşlik eder. Ve bu kamp, savaş yıllarında hâinlikten yargılanan arkadaşları Sabur’u, içlerinden kimin ihbar edip, iftira attığına dair bir sorgulamaya dönüşür. Aslında bu oyunda bize suçluya değil kendine, hakîkate, insana odaklan demektedir. Oyunun sonunda kimin ihbar ettiğini bilmeyiz, hiçbiri bu suçlamayı kabul etmez, geriye düşündüren birçok soru işareti oluşur? Her biri kendi alanında yükselmiş insanların asıl davranış kimliklerini nasıl örttüğünü, zaaflarımızın bizi esir almasını, yalan söylemeye meyilli olduğumuzu, çıkar ve statü için benlikten vazgeçmeyi, anlatır. Ayrıca evlilik kurumu da sorgulanır. Roşomon’daki benzerlikler,

• Bir suç vardır ve bunu işleyen bilinmez.
• Her biri olayı kendine göre anlatır.
• Burada mahkeme görevini öğretmenleri görür. Fuji Yama dağı kitapta dendiği gibi Buda önünde bir günah çıkarma seansına döner.
• Konu kimin ihbar ettiği değil, itibar kaybetmemek için insanlık ve dürüstlükten kaçınmaları, kendilerine yalan için bir sebeb bulmalarıdır.
• Hak, adâlet, dürüstlük, dostluk irdelenmektedir.
• Son umutludur, insan olmanın yolu sevgiden geçtiği söylenir. Roşomon inançtan geçtiğini söyler. Milliyetçi bir söylemle bitirir.
• Sansürlü yıllar olduğu için metinde eleştiri üstü örtülü yapılır. Roşomon da ABD sansürü olduğu için örtülü yapmıştır.
• Fuji Yama dağı adı bilerek seçilmiş, arınmak ve hakîkate ulaşmak için Buda’nın dağına ihtiyaç vardır.

Kitaptan birkaç söz;

Ama öznel nedenler duruyor. Hem de önemi hiç azımsanmayacak öznel nedenler. Bunlar insanı öyle bir derinden yaralar ki sonu gelmez bunalımlarda bulursunuz kendinizi. Biz sorumluyuz ondan, sorumlu olduğumuzu ne diye hatırlamak istemiyorsunuz? İşte beni deli eden de bu ya! Rahat köşemize çekilmişiz ,”içki içiyor, kendisi suçlu” deyip çıkıyoruz işin içinden. Oysa adamın cevheri bitmiş, bütün gücünü tüketmiş. Onu bu hale getiren biziz. Öyleyse küçümsemeye hakkımız var mı?

Tarihin nesnel gelişimi acımasızdır. Biz ne dersek diyelim, o bildiğini okur.

İhbara neden olan sabur karakterinin yazdığı şiir ;

hayır, bitmez bir tartışmadır bu.
İnsan nasıl insan olmalıdır.


Kurusawa’nın, Aymatov'un; anlatmaya çalıştıkları mesele; "İnsan nedir ve nasıl olur?" sualidir. İkisinin de eserlerinde hep bu sancı mevcuttur. Fuji Yama dağında günah çıkarıp arınan kaç kişi kalmış olabilir? Yahut şöyle diyelim mi “ kendi Hira dağımızda kaçımız tövbe edip, insan olabilmeyi başardık, kaçımız miracına ulaşabildi?

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

16 Aralık 2023 Cumartesi

Beyaz Gemi'den görünen Gazze

“Merhaba beyaz gemi, ben geldim.”

Her okuma eyleminin gölgesi bir yere ya da şeye düşer. Bu düşüş, okurun dünyayı hangi pencereden seyrettiğiyle ilgilidir. Tıpkı ağzında bal tadı olan kişinin yediği her lokmada bal tadı alması gibi okurun zihninde neyin tadı varsa okuduğu her metinde o tadı bulur. Okuma eylemini yaratıcı kılan ve edebi metni sürekli bir yeniden oluşum içinde tutan da budur. Bir süre sonra edebi metin yazarın metni okura emanet ettiği yerin çok uzaklarına doğru uzanır. Her okur edebi metni yeni baştan yazmış olur böylece. Bir yazarın ve dolayısıyla bir edebi metnin büyüklüğü her okur için ayrı bir anlam fırsatı verebilmesindedir. Her okuyucuya aynı tadı vaat eden eserler kalıcı olamazlar. Cengiz Aytmatov, pek çok eseriyle her okur için farklı bir anlam coğrafyası sunabilen büyük bir yazar. Beyaz Gemi romanı da hacim olarak küçük sayılabilecek bir eser olmasına karşın içinde barındırdığı imge ve motiflerle anlam katmanını sürekli büyütebiliyor. Bu yazımızda Beyaz Gemi romanının kahramanı olan küçük çocuk ve romanda kullandığı malzemeler başta olmak üzere romanın diğer kahramanlarının nasıl bir temsiliyetlerinin olduğunu görmeye çalışacağız.

Öncelikle olayların yaşandığı mekân ve kahramanların mekânla kurdukları ilişkiye bakmamız gerekiyor. Küçük çocuk ve dedesi Momun; dağları, ormanları, Isık Gölü ve San-Taş Vadisi’ni kutsal birer varlık ve mekân olarak görürken Orozkul ve diğerleri mekâna karşı alabildiğine kayıtsız görünüyor. Doğulu ve Batılı zihinlerin belirgin düşünme farklılıkları vardır. Mekânı algılama biçimleri de bu farklılıklardan biridir. İnsanın yaşadığı coğrafyanın bir parçası olduğunu kabul eden Doğu insanı, küçük çocuk ve özellikle Momun karakterinde kendini buluyor. Bu iki karakter roman boyunca bütün tepkilerinde Doğu’yu temsil ederken Orozkul başta olmak üzere diğer karakterler Batı’ya özenen ve Doğu’yu küçümseyen bir tavır içinde bulunuyor. Roman kurgusunda ciddi bir yer almasalar da romanın anlamlandırılması için önemli olan iki kahramanımız daha var: küçük çocuğun annesi ve babası. Her ikisi de küçük çocuğu kendilerince farklı sebeplerle terk etmiş ve büyük şehirde kendilerine yeni hayatlar kurmuş. Küçük çocuğun anne ve babası sadece çocuklarını ve bozkırı terk etmiyor aslında. Bu iki karakter bize Orta Asya halklarının ortak bir gerçeğini de sunuyor: Göç. Küçük çocuk, roman boyunca bir gün babasına kavuşacağı günün hayalini kuruyor. Aslında içindeki bütün kırık dökük parçaların babasına kavuştuğunda tamamlanacağını düşünüyor, tıpkı gurbete giden babalarının yolunu çoğu zaman bir ömür bekleyen milyonlarca Asyalı gibi.

Üç aileden oluşan San-Taş Vadisi halkı, aralarındaki ilişkiler yumağıyla bütün bir Orta Asya halklarının ya da Doğu halklarının özeti gibi. Çaresiz, zavallı ve gerçeklerden ziyade hayallerle yaşamayı tercih eden insanlar. Zulümleri dahi kendi insanlarına. Sahipsiz, kimsesiz bir yığın. Küçük çocuğun intikamlarını alması için hayalinde Kulubek’ten yardım istemesi dahi bu sahipsizliğin bir ifadesi. Küçük çocuk, sürekli hayal kursa da hiçbir hayalinin sonunu getiremiyor; hayaller sadece gerçeklerden kaçmak için kullandığı bir araç gibi. Romandaki karakterlerin içinde en baskın olan Orozkul, toplumun ileri gelenlerini temsil etmesi bakımından önemli bir karakter. Romandaki çatışmaların ve gerginliğin merkezinde hep o var. Yaşadığı yeri ve etrafındaki insanları sevmemesi, her fırsatta eşine ve kayınpederine işkenceye varan şiddetler uygulaması ve bir şekilde büyük kente kapağı atma isteğiyle içki ve eğlenceye düşkünlüğü onun öne çıkan özellikleri.

Küçük çocuk, Doğu’nun bütün çocuklarını temsil ediyor. Roman kurgusu içinde kullandığı her aksesuarın da birer temsiliyeti var: Çanta, çocuğun geleceğe dair elle tutulur tek gerçekçi umudu ve Doğu’nun çocuklarının ancak eğitimle kurtulabileceklerini göstermesi açısından oldukça önemli. Boynuzlu Geyik Ana, çocuğun yaşadığı acılardan kaçmak ve kendini avutmak için kullandığı manevi bir kaçış kapısı ve Doğu insanının din ve maneviyat sayesinde yaşadığı acılara göğüs gerdiğini göstermesi açısından önemli. Dürbün, babasına dair elindeki tek iz olan beyaz gemiyi görebileceği tek aksesuar. Kaybettiklerimizi asla bulamayacağımızı ve onları çok uzaktan izlemeye mecbur olduğumuzu göstermesi açısından önemli bir motif. Beyaz Gemi ise küçük çocuğun hayatından çalınan büyük bir boşluğu simgeliyor, tıpkı Doğu’nun bütün çocuklarından çalınanlar gibi.

Nine karakteri de romanda önemli bir temsiliyete sahip. Momun roman boyunca ne zaman Orozkul’a karşı gelmeye niyetlense Nine bir şekilde onu engelliyor. Bu yönüyle Doğu halklarının emperyal güçlere karşı isyan etmelerini engelleyen psikososyal durumlarını temsil ediyor. Nihayetinde zulme rıza gösteren herkesin kendince bir bahanesi var. Nine de Momun’a her defasında başka bir bahane bularak onun başkaldırmasını engelliyor.

Seydahmet ve Momun, Orozkul’un bütün işlerini yapmalarına ve isteseler onu rahatlıkla alt edecek güçte olmalarına rağmen Orozkul’a karşı kendilerini çaresiz ve savunmasız hissediyorlar. Orozkul’un haksızlıklarına ve zulümlerine rağmen haklarını aramayı düşünmüyorlar. Bu durum da Doğu insanının güç ve iktidar karşısındaki çaresizliğini gözler önüne seriyor. Orozkul, her seferinde Momun’a karşı kızı Bekey’i kullanıyor. Bekey’in kendi kocasından sırf çocuğu olmadığı için uğradığı şiddetin sebebi olarak kendi babasını görmesi dahi güç ve iktidarın gerçeği manipüle etmelerini temsil ediyor.

Momun romanın sonunda pes ediyor. Kızının uğradığı zulüm ve torununun geleceğine dair duyduğu kaygının arasında her şeye ve herkese boyun eğebilen bir adam, kendini maneviyatla avutmasına rağmen en sonunda değerlerine de ihanet ediyor. Romanın son bölümünde Koketay ve Orozkul’un sırf zevk ve ziyafet için Boynuzlu Geyik Ana’yı öldürmeleri, Seydahmet ve Momun’un (istemeye istemeye de olsa) bu duruma alet olmaları halkın manevi değerlerinin zalim idareciler ve zenginler tarafından hiçe sayılmasının cahil halkın da bu duruma alet olmasının bir yansıması.

Romanda en fazla öne çıkan motif, Boynuzlu Geyik Ana motifi. Momun ve torunu küçük çocuk yaşadıkları bütün dertlerin Boynuzlu Geyik Ana sayesinde sona ereceği günü beklemektedir ama Orozkul hem Boynuzlu Geyik Ana’yı kesip yer hem de boynuzlarını Momun’un ayaklarının dibine atar hatta bütün bunları yaparken Momun onun kirli işlerini bizzat kendisi yapar. Gazze halkı, İsrail zulmüne karşı İslam aleminden bir yardım eli beklerken Müslüman devletlerinin liderleri İsrail’in zulmüne ses çıkarmazken Batı’yla iş birliğini sürdürüyor. Bütün İslam liderleri Boynuzlu Geyik Ana’yı çoktan bıçağın altına yatırmış durumda. Bütün bunlar yaşanırken küçük çocuk hayal dünyasında Orozkul’dan intikamını almak için Kulubek’in gelmesini bekler, tıpkı Gazzeli çocukların bütün umutlarını bağladıkları Ebu Ubeyde gibi.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

16 Ocak 2018 Salı

Dağlar Devrildiğinde veya insanlığın son düşüşü

Dağlar Devrildiğinde: Ebedi Nişanlı” Kırgız-Türk edebiyatının ‘Ata’sı Cengiz Aytmatov’un son romanı. 2007 yılında yayınlandı ve ertesi yıl Aytmatov vefat etti. Son romanı olması münasebetiyle üzerinde ayrıca durulması gerekirdi. Fakat takip edebildiğim kadarıyla roman, kültür edebiyat dünyamızda gerektiği kadar yer bulamadı kendine. Yazılma amacı ve verdiği mesajlar bağlamında kendi klasmanında son dönem romanları içinde en üzerinde durulması gereken roman olmasına karşın hem de. Ben de bu sebeple Aytmatov’un bu eseri üzerine bir şeyler söylemek zorunda hissettim kendimi. Şunu da vurgulamak isterim ki yazıyı olabildiğince kısa tutmaya çalıştım ve pek çok cümlemi kestim. Bir dergi yazısı olmasından dolayı derdimi tam mânâsıyla anlatabileceğim bir yazının geniş bir özeti gibi oldu.

İsmine ve serlevhasına (ön kapağına) bakar bakmaz başlayan bir roman. Kapakta ilk dikkati çeken koca bir kaplan ve arkasında yüksek binalar, gökdelenler ve yoğun bir ışık cümbüşünde tam bir modern kent, metropol. Kedigillere dâir sığ bilgilerimiz ve dolayısıyla aynı familyadaki birbirine benzer anasırı birbirinden ayırt etme yetimizin sınırlılığından ötürü sonraları kaplanın aslında pars olduğunu anlamamız! Tabiatın çetin yırtıcılarından pars ve çağın karşı konulmaz bir gereklilikmiş gibi insanlığa dayattığı yerleşim modeli; metropol. Eser, kapağındaki bu çelişkiyle okuru içeri çekiyor, sayfaları çeviriyorsunuz ama çıkışı yakalamanız pek mümkün olmuyor. Hatta kitap bittiğinde bile roman bitmiyor. Sorgular, tenakuzlar, düşünüşler, düşüşler uzun süre devam ediyor. Aytmatov’un Dağlar Devrildiğinde’ye kadar kaleme almış olduğu sosyopolitik romanlar, hep aynı tema üzerinden yürümüştü. Fakat son romanda bu tema bu defa başka bir istikamete evrilmiş. Yine bir siyasal-iktisadi sistem eleştirisi var bu eserde. Ancak Beyaz Gemi, Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Toprak Ana gibi romanlardaki Sosyalizm düzeninin derin sembollerle tenkit edilmesi Dağlar Devrildiğinde romanında Kapitalizmi –Pazar ekonomisi düzenini- semboller üzerinden ama daha aleni tenkite bırakmış. Nitekim sy. 115’te yazar “Sosyalizm zorbalığından kurtulup da Pazar bataklığına saplanıp kaldığımızı birçokları anlayamıyor. Pazar kendisiyle iyi geçinmeyenleri helak ediyor.” diyor.

Dünyanın ve/veya fertlerin kaderi üzerine de çok güçlü tahliller yine bu romanda karşımıza çıkıyor. Yine semboller üzerinden ama diğer romanlarından daha açık bir dille bunu yapmış Cengiz Ata. Kapitalizmin vurduğu bu çağın insan ve evren açısından incelemesini bu roman üzerinden birkaç alt başlık altında yapacağım. Bunlar: Tabiat, Kadın, Ezilenler, İnsan Ruhunun Kendisiyle Savaşı, Kader bahsi. Ve elbette bu alt başlıklar ayrı ayrı işlenirken doğal olarak defalarca giriftlik arz edecek.

TABİAT:
Yazıyı kaleme almak amacıyla kitabı tekrar incelemek için elime aldığımda kitabı okuduktan sonra araya şöyle bir not düşmüş olduğumu gördüm.

Yaşayamaz mı beşer / Öldürüyor niçin tabiatı? / Yaşayamayacak beşer / Öldürdüğü için tabiatı!

Tabiat kelimesi ilk olarak zihinde sadece nebatat âlemini canlandırsa da o âlem içinde barınan hayvanlar alemi de hemen sonra algılanıverir. Tabiatın iki canlı unsuru bitkiler ve hayvanların, pazar ekonomisi belasıyla karşı karşıya kalışı ve kapitalizm canavarı karşısında çaresizce kente sokulup zevk alma ve daha çok kazanma hırsının birer vasıtası olarak araçsallaştırılmış olması, romanın en temel mesajlarından biri. Örneğin özel bir günde sevdiğiniz birisine en meşhur çiçekçiden en güzel çiçekleri satın almak bizim için o kadar büyük bir sevgi göstergesi haline gelmiş vaziyette ki... Bunun Pazar ekonomisinin bizi kendi dümen suyuna sokup, bundan da memnuniyetsizlik duymamızı engelleyen bir vasfının olması şu satırlarda daha net anlaşılacak. İnsan ve tabiat ilişkisinde çok anormal sayılması gereken şeylerin şimdilerde nasıl sıradanlaştırıldığını da göreceğiz.

...Çok garip ama çiçekler de alınıp satılırmış meğer! Kimin aklına böyle bir şey gelirdi ki, zira çiçekler kendi kendilerine yetişirler, yanlarından atlı geçerken hayranlıkla seyrediliriler. Belki çocukları sevindirmek için koparıverirsin ama ticaretini yapmak, bu çok gülünç bir şeydi...” (sf.104)

Sahra’da vahşice yapılan cip yarışları: Arsen Samançin’in Taşafgan’dan dinlediği bu hikayeyi kısaca şöyle özetleyerek hatırlayalım; petrol zengini birkısım Araplar dünyada belli sayıda üretilen sıradışı ciplerle Sahra çölünde birbirlerine çarpa çarpa, birbirlerinin kafalarını gözlerini yararak, engin çölde vuruşarak yarışıyorlar ve bitişe en son gelen cip benzin dökülerek yakılmak suretiyle cezalandırılıyor. Petrol babaları da -yarışı kaybeden de dahil- hep birlikte pahalı içkiler içip yanan cipten çıkan ateşin etrafında dans ediyorlar. Aytmatov’un bu noktada kurduğu şu cümleler sarsıcı: “... Neticede iyi eğlenmiş oluyorlar ya önemli olan bu. Böylece bir zamanlar develerin üzerinde kumlara bata çıka gittiklerini unutuyorlar. Devenin ayağı sürçmesin ve o kum denizinde kaybolup gitmesinler diye Allah’a dua eden bedeviler olmadıklarını ispat ediyorlar...” (sf.134) Bu yarışmaların Yüce Yaradan’ın sonsuz kudretini hesaba katmaksızın hatta O’na meydan okurcasına gerçekleştirildiği anlamını çıkarıyor Aytmatov. Nefsin doruklarında hissedilen zevklerin birer aracı haline getirilen tabiat. Ve Allah’ın kudretine isyan. Pazar ekonomisine yenilen insanın indiği dip işte bu. Yine zenginlerin yüksek köylere ve dağlara doymak bilmez zevk arayışlarının bir sonucu olarak pars(leopar) avlama etkinlikleri düzenlemelerini ve Caabars’ı kitabı okuyanlar hemen hatırlayacaklar.

KADIN:
Piyasa ekonomisi ve popüler kültürde kadının yeri günümüzde en çok tartışılan konulardan biri. Kadının liberal dünya düzeniyle birlikte erkek egemen toplumun baskısında sıyrılıp özgürlüğüne doğru yol aldığını savunanlar birinci cenah ve kadının görünürde özgürleştirildiği ancak arka planda piyasada ekonominin başları tarafından esasında meta haline getirilip işi bitince bir kenara atılan eşya muamelesine maruz bırakıldığını savunan ikinci cenah var. Bu ikinci cenah kitle kültürü dahlinde kadının bedensel güzellik, ses, cinsel çekicilik vb. özellikleri kullanılarak yine kitleleri istenilen mecralara çekebilmek için birer vasıta görevi gördürüldüğünü de düşünüyor. Kadının özgürleştiğini savunanlarsa kişinin istediği iş, meslek veya sanat dalında rahatça yükselebildiği ve kadının da tıpkı erkekler gibi haklara sahip olup onlarla eşit yaşadığını iddia ediyorlar. Bu eşitlik tartışmaları hemen sonra pozitif ayrımcılık tartışmalarına yol açıyor ki burada devreye kapitalizmin dayattığı feminizm sorgulanmaya başlıyor. Kadın özgürleşti iyi oldu ama şu Feminizm gibi şeyler de çok abartılı diyen ortayolcu üçüncü bir cenahı da sayabiliriz.

Romanda kadının kitle kültüründeki yerini ‘Aydana’ temsil ediyor. Bir taşralı olan Arsen Samançin entelektüel camia içinde yükselip saygın biri haline gelince ses sanatçısı meşhur Aydana ile sevgili oluyor. Birbirlerini çok seviyorlar, dillere destan aşklarını herkes biliyor. Popüler kültür içinde yaşayan ama fikren popüler kültüre muhalif olan Samançin, sevgilisini bu efsunlu yaşamdan uzaklaştıramıyor. Uzaklaşmanın adı sevgililerin birbirinden uzaklaşması olarak konuluyor. Aydana, zaman içinde eski popülerliğini yitirirken Samançin de onu unutuyor. Aydana’nın kitle kültürü içinde metalaştırılan kadını temsil ettiği açıkça görünüyor. “...O ân bir şeyin farkına vardı. Hem Aydana hem acımsız şef Kurçal unutulmuş, bilincinde sönmüşlerdi ve artık umurunda bile değillerdi. Demekki idoller sönebiliyor ve düşmanlar gölgede kalabiliyormuş.” (sf. 180)

Şu alıntı da kapitalist düzende kadının neye evrildiğini anlatıyor ve bu evrilimin suçlusunu arıyor peki ya suçlu kim veya kimler: “Eski zamanlarda güzel bir kadını ata bindirip kaçırırlardı. Oysa şimdi dolar dolu bir çuvalda omuzlayıp götürüyorlar. Hatta bu devirde kadın kendi arzusuyla dolar yılkılarına büyük bir hızla gidiyor. Yılkıcılarsa milyonerlerin ta kendisidir ve her yılkıcı kendi dolar yılkısını sürer, otlatır. Böyle yaşıyoruz işte. Başka da bir çıkış yolu yok. Hepimiz pazarda itişip kakışıyoruz. Kimsenin suçu yok bunda Pazar ekonomisi herkese hükmediyor. Ama düşünülecek olursa yine de suçluyuz. Bir sürü gibi güdülerek yaşadığımız için suçluyuz.” (sf. 95)

EZİLENLER:
Pazar ekonomisi düzeninde varlık içinde olanlar ile yokluğa sabretmek zorunda kalanlar arasındaki makas gitgide açılıyor. Kapitalizmin karşı konulmaz sonucu olarak birbirlerinden nefret eden iki kutup doğuyor: Zenginler ve Fakirler. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve herkesin her şeyden her an haberdar olup alt seviye ekonomik güce sahip olanların sıradışı bir lüks yaşam biçimiyle yaşayanları aleni görüp gözlemlemesi içlerindeki yokluk ateşini nefrete dönüştürebiliyor. İç sorgular, çözüm üretememe, nefsin hep daha fazlasını arzulaması derken yokluğun aklı darlandırması, ekonomik adaletsizlik karşısında dünyaya sıhhatsiz bir göz ve sevgiden yoksun bir kalple bakılmaya başlanması kendini ezilmiş hisseden alt tabakanın kolay yoldan zengin olma planları ve bu uğurda her şeyi yapabilecek kadar gaddarlaşıp hayvanlaşması örnekleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Televizyonlarda, gazetelerde, internet haberlerinde gördüğümüz pek çok elim olayın temelinde bu bahsettiğimiz düzen adaletsizliği ve insanların kendilerini insan kılan manevi değerlerden gittikçe uzaklaşması yatıyor. Ezilenler ezenlerin yerine geçme arzusuyla yanıp tutuşmaya başlıyor. Tarım ve hayvancılıkla doğal ve mütevazı yaşamlarından istediği gelirleri elde edemeyen köylüler, kentlerde işçi-köle pozisyonuında çalışmaya başlıyor ya da kendilerine gayrimeşru farklı alternatifler üreterek çokça para kazanmaya çalışıp insanlıktan çıkıyorlar.

Romanda pars avı organizasyonu için kendi yörelerine gelen Arap zenginlerine yardımcı olacak olan Arsen’in çocukluk arkadaşı Taşafgan’ı ele alalım. Taşafgan ve arkadaşları yüklü bir para kazanma hırsıyla icabında cinayetler işlenebilecek sinsi bir plan yaparlar. Kitaptaki şu bölüm: “Taşafgan ve arkadaşlarının kaybedeceği hiçbir şey yok. Onlar haydutça hazırlanmış, bu işe konsantre olmuşlardı. Bu delice para hırsı yüzünden her şeye hazırlar... Ah lanet olsun eski dostu sınıf arkadaşı Afgan da hayvanlaştı ve şimdi globalleşmeden duyduğu nefretle karşısına kim çıksa hemen yok etme hazırlığında.” (sf.187) ezilmişlik hissinin insanı götürdüğü kirli mecrayı ve onların bozguna uğrayan psikolojilerini anlatıyor.

İNSAN RUHUNUN KENDİSİYLE SAVAŞI:
Bu madde bir önceki başlıkla bağlantılı olarak, genel bir Kapitalist düzen eleştirisinin ve bu düzenin İnsan ruhuna yaptığı vurgunları anlatan kapsamlı bir bölüm olacak. Şuradan başlamak gerek: Kapitalizmin yarattığı kaosun adına düzen demek ne kadar doğru! İnsanlar yokluk, sefalet içinde oldukları halde bunun farkında değiller/değilmiş gibi yapıyorlar ve hayatlarından memnunmuşçasına yaşamaya devam ediyorlar. Çelişkiler yumağı insanlığı ve tüm dünyayı öyle bir sarmış vaziyette ki doğru düzgün nefes alıp verdiğimiz bile şüpheli.

Kitle kültürünün dayatıları karşısında cebinde bir lokantaya oturup karnını doyurabilecek kadar parası olmayan birinin cebinde son çıkan ful özellikli cep telefonunu görebiliyoruz. Ya da cüzi bir maaşla işçi, memur vs. pozisyonunda çalışan birinin yüksek kredilerle nispeten lüks bir otomobil sahip olabildiğini görüyoruz. Anne babaları üç kuruşa tarlada, fabrikada, bulaşıkhanede geçimlerini sağlamak için çalışırken çocuklarının marka takıntılı hale geldiğini görüyoruz... Bu örnekler o kadar uzatılabilir ki... Bu, düzen dediğimiz kaos ortamının insanın cebinden sonra ruhunu da yokluğa ve mezellete sürüklediğinin göstergesi değil de nedir? Ve esas soruninsanlık ve dünya için budur. İşsizler, mutsuzlar, cinayetler, ansızın asabileşme, depresyonlar, psikolojik rahatsızlıklar belki de insanlık tarihinin en doruk noktasında. Bunların hepsinin temelinde adaletsizlik var. Adaletin olmadığı yerde insanlıktan bahsetmek zordur. Hatta Victor Hugo’nun da dediği gibi “iyi bir insan olmak kolaydır ama zor olan adil olmaktır.”. Pazar ekonomisi, kitle kültürü kaos ortamında adaletten ve âdil olmaktan bahsetmek çok güç. Bilhassa ekonomik adaletten bahsetmek... Dünya üzerinde her gün 12 milyar insana yetecek kadar üretim gerçekleştirilirken 7 milyar nüfusun 2 milyarı açlık yaşıyor. Yaklaşık 5 milyar insan 12 milyarlık bir rızka hükmediyor. Tüm bunlar karşısında insan ruhunun bu çağda hâlâ sıhhatli olduğunu söyleyebiliriz. Doyumsuzluk, hırs, tüketme çılgınlığı, yarışlar, daha üst bir makam için ayak kaydırma oyunları, ezilmişlik psikolojisi, tanrısal hissetme, intikam güdüleri, sevgisizlik, hoşgorüsüzlük, adaletsizlik, yalan, iftira.. Toplumların en büyük savaşı birbirileriyle ve çevreleriyle değil doğrudan doğruya kendi içlerinde ve kendileriyle. Savaşı kaybeden kendini de kaybediyor ve düzenin içinde çarkın bir dişlisi haline dönüşüyor. Savaşı kazanabilene ise çok sık rastlanılmıyor. Romandan sorgulamalar, tenakuzlar ve yok etme güdüleri ile dolu alıntılarla bu bölümü sonuçlandıralım:

Yazar: “Ruh iyilik ve kötülüğün mahallidir.” (sf. 41)

Yazar alt tabaka için sözlüyor: “Bugünün oligark diye adlandırılan para babalarının kendisini ayakları altında ezmelerine tahammül etmeleri imkansızdı. Paralarına para katsınlar tabiki kim ne diyebilir? Fakat burada sorun cinayetten namusunu satmaya kadar ne kadar pis iş varsa yapıyor olmaları. Öyleyse neden bu ilişkileri kolaylaştırmak için önlerinde eğilip hizmet etmeli? Bu darbeye öyle bir darbeyle cevap vermeliydi ki gökteki yıldızlar yeryüzüne dökülsündü.” (sf. 50)

Yazar: “Aslında herkes pazarın içinde hummalı bir arayış içinde. Fakat başaranlar parmakla sayılacak kadar...” (sf. 54)

Yazar : “Ve bir şeyler elde etmek için diğerinin fikrini yok etmek, hayatını mahvetmek, kadını bir robota dönüştürmek gerekse...” (sf. 54)

Yazar: “...demek oluyor ki toplum yeni nesillerin ihtiyaçlarını karşılayamıyor ve modern dünya onlara ’sen toplumun işine yaramazsın, gözümüze görünme, kaybol! Biz işe yarayanlar ise limuzinlerimize binmeye devam edeceğiz.’ Diyordu sanki” (sf. 60)

Taşafgan: “Niçin dünyada böyle şeyler oluyor ve hiç kimse bunun hesabını vermek istemiyor. Birileri zevk ve sefaları için ciplerini yakarken neden diğerleri yani bizler çocuklarımıza okula gidebilmeleri için bir ayakkabıyı bile almaktan aciziz.” (sf. 135)

Yazar: “Sıradan ve beylik gibi görünüyor olabilir ama insan şahsi ve çetrefilli meselelerini çözmek zorunda kaldığında dünyanın ne kadar garip yaratılmış olduğuna her defasında bir kez daha kanaat getiriyor. Doğduğundan beri hep çelişkilerle kundaklandığından daima bocalayıpduruyor.” (sf. 196)

Yazar: “Pazar ekonomisi ağına sadece insanları değil, onların ruhlarını da düşürüyordu.” (sf. 209)

Taşafgan: “...ve değil mi ki bütün enerji kaynakları parayla satılıyor o hlde Orta Asya’nın da sahip olduğu her şey paraya çevrilebilir. Dünyada her şey alınır satılır cinsindendir.” (sf. 210)

Arka Kapak: “Düynö ordundabı? Dünya yerinde mi? Ta çocukluğundan beri çeşitli vesilelerle köylülerden sıklıkla duyduğu bu cümle şimdi durduk yerde aklına geliverdi. Evet, görünüşe bakılırsa dünya da yerindeydi, nerden nasıl içine düştüğü bu eski okulu da. Hatta işte şu sıradağlar bile aynıydı. Fakat insanın içindekiler, ruh dünyası tamamen yıkılmış mahvedilmiş olabilirdi. İşte bundan dolayı herhangi biri tekrar be tekrar sorabilirdi: Düynö ordundabı?” (sf. 158)

KADER BAHSİ:
Romanda kader bahsi üzerinde yoğun bir vurgu var. Kader dahlinde Pazar ekonomisi içinde insanoğlunun tükenişi ve yok oluşu kaçınılmaz bir netice olarak değinilmiş çoğu yerde. Yazımızın başlığının sebebi de budur. İnsanlığın Son Düşüşü. Şöyle bir şey söylersek yanılmayız sanırım: Roman, kıyamet öncesi insanoğlunun yeniden derlenip toparlanma, titreyip kendine dönme ve yeniden bir insanlık medeniyeti inşa etme sürecine girme kanallarının kapandığını anlatmaya çalışmış okura. Ciddi bir yeis, karamsar ve çıkmaz sokaklara düşmüş bir halet-i ruhiye. Kader bahsine ilişkin alıntılarımız şöyle:

Arsen: “Pazar ekonomisi denilen fırtınaya hiçbir kürsü karşı koyamaz.” (sf. 43)

Arsen’in Görünmeyen Kapılar ve Ölüme Mahkumiyet notlarından: “Kaderin gerçekleşecek her eylemin önceden planlanmış ve aralanmış görünmez bir kapısı var.Kimin alnına bu kapıdan geçmek yazılmışsa bunu ancak o eşiği geçtiğindeve diğer tarafın esiri olduğunda anlar.” (sf. 104)

Falcı Çingene: “Kader ölümden yücedir. Kaderden kader gelir, ölümden hiçbir şey.” (sf. 264)

Kapitalizm ve kitle kültürü bağlamında romanın verdiği mesajları birkaç maddede toparlayıp bitirelim:

Sosyalizm belasından kurtulan dünya kapitalizm (pazar) belasının ortasına düştü. Ama bu defa tehlikenin farkında değil. Mankurtluk hâli. Farkındaysa da durumundan memnun gibi görünüyor.

Köylülerin tarım ve hayvancılıktan ümit kesip zenginlerin uşaklığını yapan ve ettikleri uşaklık kadar kıymetleri olan aşağı bir hüviyete dönüştüğü gerçeği ile karşı karşıyayız. Ve köylülerin girişimci ruhlarını açığa çıkartan kara düzen! Girişim bireyi her zaman müspet mecralarda tutamıyor bazen illegal eylem ve alanlara itiyor. Çünkü o kadar para kazanma arzusu ve o kadar hırs ancak nefsin kontrolünde bir yola sokuyor fertleri.

Kadın metalaştırılmış ve tabiat her şeyiyle alınır satılır bir mal konumuna düşürülmüştür.

Ruhlar mutluluğa aç. İç buhranlar yıkıcı etkide. Ve kader ruhları mutlu edecekse önce karşılığında ağır bedeller ödetiyor.

Toplumsal, kitlesel bir kurtuluş bu defa mümkün görünmüyor ancak fert bazındaki direnişlerle bazıları bu savaştan galip çıkacaklar. Bir bakıma öğrenilmiş çaresizlik. Bu insanoğlunun yenilgisi, kader karsışındaki çaresizlik. Bunun içinde her şeye rağmen aşk duygusu ile fertler sonsuz gücü kendilerinde bulabilirler.

Her şeyin karşısında aşk fertlerin ruhunu temizleyen en muazzam direnç en büyük kuvvet olarak resmediliyor.

M. Tuğrul Çolak
twitter.com/mtc_tugrul