"Hayatınızın inanılır, acımasız bir analizini yapmadan hikâye anlatamazsınız. Kendi hayatını anlamıyorsan, ne hikâyelerindeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin. Hayatla ilgili hikâyeler anlatanların kesinlikle buna ihtiyaçları vardır: kendi hayatlarını gerçek anlamda anlayabilmeye."
- Krzysztof Kieslowski
Hayatın hercümerci içinde kitaplarla aramıza mesafelerin girdiği zamanlar olabiliyor. Yılmadan ve yorulmadan okuyan biri için bu zamanları oldukça tuhaf bulurum. İyi bildiğim bir semtte gece vakti kaybolmak, daha önce tecrübe ettiğim bir meselede bu defa boy vermek gibi bir şey. Verimli okuma saatleri yaşamadığımda, okuduklarımı toparlayamaz hâle geldiğimde bocalıyorum. Bundan sonrası daha fena: insan sesine tahammül edemez hâle gelmek, kendini tekrar eden bir huzursuzluk girdabına kapılmak, dünyanın tozuna toprağına sanki daha çok bulaşmış hissetmek. Böyle böyle hisler. Mesafeyi kapatmak için yine kitaba dönmekse işin nazlı tarafı. Her anahtar her kapıyı açmıyor, dolayısıyla zihne böylesi durumlarda farklı yaklaşmak gerekiyor. Söyleşmek, dertleşmek, sohbet takip etmek, insan hikâyeleri dinlemek, yani kapıdan pencereye yönelmek lâzım belki de.
Orta oyununda kavuklunun dışında bir de pîşekâr karakteri vardır. Arayı bulan, yatıştıran, barıştıran, ortalığa nabza göre şerbet dağıtan bir tiptir bu. Eskiden, iyi sohbet arkadaşlarına sohbet pişekârı denirmiş mesela. Bir sohbeti başlatan yahut akıştan çok sapmadan, verimli patikalara sevk eden, sonra oradan yine ana konuya geri döndüren, yani meziyet gerektiren bir iş pîşekârlık. İsim Şehir Film Roman kitabından bahsetmeye böyle başlamak istedim, zira Yenal Bilgici çok hoş sorularla arkadaşlık etmiş Ercan Kesal'a. Hâliyle ortaya, hem dinlendirici hem de öğretici bir söyleşi kitabı çıkıvermiş. Daha evvel yine Kronik Kitap etiketiyle çıkan Cebimdeki Ekmek Kırıntıları'nı sanki bir öteye taşıyan, belki daha da derinleştiren bir sohbet var kitap boyunca.
Galiba iyi bir Ercan Kesal okuru olarak, ihtiyacım olan zamanda bu kitapla karşılaşmam da zamanın bir cilvesi. Çünkü zihnimi en çok işgal eden mesele zaman. Onu değerlendirmek, daha verimli hâle getirmek, olmuyorsa durmak, durmak da mümkün olmuyorsa avarelik etmek, boşluğu da imkân dairesine alıvermek. Tüm bunlarla cebelleşirken başladığım kitapta, henüz ilk bölümde satırların altını çizmeye başlamıştım: "Zamana karşı koymaya çalışmamak lâzım. Onu durdurmaya çalışmak beyhude! Bunu kabullenmek gerekiyor. Zamanın bir yandan akıp gittiğini anlamak ve buna razı olmak gerekiyor. Yoksa kamerayı unutmayan oyununun iyi oynayamaması gibi yaşarsın hayatı. Kamerayı hisseden ona göre vaziyet alır; kaşını, gözünü, profilini ona uydurmaya çalışır ama bunu yaparken de aslını kaybeder. Zamanla girdiğimiz ilişkide de benzer bir yan var. Onu densizce, hadsizce yok saymalı demiyorum ama razı olmalı, sonra da unutmalı. Oyunculuk nasıl kendini ancak kameranın varlığından, heybetinden ve korkutuculuğundan azade kılarak yapılabiliyorsa yaşamda da zamanın varlığını hem bilmeli hem de unutmalıyız."
Afili bir başlık yazma hevesim olmadı hiçbir zaman. Ama okuduğum kitap, gördüğüm tavır ve aldığım notlardan bir sonuca ulaşmayı seviyorum. Böylece dağınık olan her şey toparlanıyor içimde. En azından bir süreliğinde. Zamanla olan kavgamızın, telaşımızın hiçbir zaman bitmeyeceğini biliyorum. Zamanın çok büyük bir gücü olduğunun da farkındayım. Hiçbir şey aynı kalmıyor, kalmadı ve kalmayacak. Dünyanın ruhu bu. Çocukken sevdiğimiz yerlerin esamisi okunmuyor artık. Birkaç yıl önce bizi çok yormuş meseleler bugün komik bile geliyor. Büyüyoruz farkında olarak ya da olmadan. Ama galiba büyümek en çok da kavgayı dışarıda değil içeride yaşamakla mümkün. Hayata sorular sormaya varız, ama bunların çoğu cevapsız kalacak. Kendimize sorduğumuz her soruysa mutlaka bir gün bir şekilde tabiri caizse kabak gibi ortaya çıkacak. Demek ki bu arada, bu aralığın tam içinde, cevabını bilmediğimiz sorularla çok uğraşmamak gerekiyor. Hem zaman kaybetmemek hem de ruhumuzu örselememek için. Hayatın bir yolculuk olduğu düşünülürse, hesaplaşmanın hiçbir zaman bitmeyeceğini de görmüş, yaşamış oluruz nihayetinde. Esas olan, bu hesaplaşmayı hikâyelerle örülü kılmak. Hikâyesi olanın meselesi vardır, meselesi olanın derdi bitmez, ömür de böyle bereketlenir.
Edebiyata ve sinemaya baktığımızda, özellikle içinde 'yol'un olduğu hikâyelerin etkileyiciliği karşısında şaşırırız. Doyumu daha farklıdır böyle kurguların. Serüvenin, hikâyenin olduğu, anlamın kovalandığı, bir yaşam süzgeci inşa edildiği yerlerdir yollar. Hâliyle bitmez, bitti gibi görünse de bitmez. Çünkü insanın arayışı, buluşu, kaybedişi, hesaplaşması, hayreti, derdi, dermanı bitmez. Hepsi iç içe, hepsi kabuk, hepsi öz. Şöyle diyor Kesal: "Bütün hikâyeler yol hikâyesidir. Her şey bir yolculuktan ibarettir. Yol sürer, sürdürülür; yola beraber çıkılır; yolda karşılaşılır, yolda birine rastlarsın ya da yolda iken ayrılırsın. Hikâyenin ritmi de böyledir. Hikâye de eksilir veya fazlalaşır. Şimdi baktığımda anlattığım her şey bir yolculuk hikâyesi esasında. Yola çıkmazsan hikâye seni bulmuyor. 'Dağda gezen, kurdu görür' derdi annem. Kurdu görmek istiyorsan dağda gezeceksin. Hikâyeye ancak yolda rastlarsın."
Yaşlanmakla yaş almak arasındaki farklı, ufka bakabilme hünerinde görüyorum. Kimileri seyretmeden, düşünmeden, telaş içinde yaşıyor. Bu telaş; hırsı, hiddeti körüklüyor. Zaten varolan ve hep sürecek olan içsel kavga, dışarıya da taşınca ömrün bereketi kalmıyor. Güzelle çirkinin, kötüyle iyinin, merhametle zulmün arasında ipince bir çizgi varmış gibi sanki. Halbuki insan güzele, iyiye, merhamete yüzünü bir kere çevirince, bunların tadını alınca, istediği kadar hüsran yaşasın. Ufka baktıkça diyeceği şey belli, bunlar olacak. Daima olacak. Biri bitecek ve diğeri başlayacak. Ama sen yaşamdasın, yaşamın içindesin. Sevdiğin şeylerle zihnini, ruhunu, aklını, kalbini doyurmaya devam etmelisin. İşte burada başka bir meseleler çıkını daha açılıyor: kendi doğanı bulmak, o doğayı güçlendirmek. Kim ne derse desin ve ne düşünürse düşünsün. İnsanın pişmanlıklar listesi varsa şayet, bu listenin başında hep aynı şey yazıyor: kendine ihanet etmek. Bundan korunmak imkânsız değil. Yorulmayı nimet bilmek kafi.
"En büyük korkum öteden beri hep aynıdır. Başkalarına muhtaç olmaktan korkarım. 'Namerde muhtaç olmak' derler ya... İşte böyle bir korkum var. Bu yüzden küçük konforlarımı, geçim şartlarımı, aileme olan yükümlülüklerimi falan hep fazla önemsedim. Korkumu bir sorumluluk hâline getirdim. Ama düşününce fazla önemsedim galiba. Bir şeylerin hayatın önüne geçmesine hep müsaade ettim. İşte bu yüzden edebiyat ve sinemayla geç bir yaşta buluştum... Bunu bir serzeniş olarak değil, kendi hayatımdaki bu tuhaf ve takıntılı hâli anlatabilmek için söylüyorum. Namerde muhtaç olmamak için hayat gailesini fazla ciddiye aldım... Her kimsem ben, kendi doğamı yaşamak istiyorum. O doğanın beni çok daha üretici, çok daha zengin kılacağını; bana ilham verici bir alan sunacağını da biliyorum. Öyle bir alan olduğunun farkındayım ama bir tarafıyla 'O mu, bu mu?' dendiğinde her seferinde bu tarafı, üst-ben'i de seçen bir adamım. Üst-ben'e ihanet edemiyorum. Sonuçta yine kendime ihanet ediyorum. İhanetin acısını, 'Buradan ne koparırsam kârdır' düşüncesiyle yine kendimden çıkarıyorum. Daha az uyuyorum. Daha kederli, daha koşturan, daha sabırsız biri oluyorum. Aynı anda bir sürü şeyi bir araya getirmeye çalışan ve bunun altında aslında çok yorulan, fena yorulan biri oluyorum."
Kendimizi anlamaya, olanı biteni izah etmeye çalıştığımız her şeyin içinde kelimeler, duygular ve tecrübeler var. Bazen yoruyor bu bizi, bazen de zoru kolay ediyor. Bunun için edebiyat, sinema, yolculuklar, şarkılar, insan hikâyeleri ve derin sessizlikler, canhıraş gayretler gerekiyor. Takım çantamız dolu, bu bilinçle yola devam ediyoruz, etmeliyiz. İsim Şehir Film Roman, bu devam edişi bereketli kılan bir sohbet, hatta oldukça geniş bir sofra...
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder