15 Aralık 2020 Salı

Boşluksuz şehirler ve boşluğa düşmüş insanlık

Şehir ve mimari üzerine metinler okumayı hep çok sevdim. Gezilen görülen yerlere daha önce bakılmadık bir yerden bakan, mümkünse tarihin ve sosyolojinin zenginliğiyle donanmış, dünyanın neresinde olursa olsun gönül coğrafyamızı da hatırlayan metinler beni çok heyecanlandırıyor. Gitmiş kadar olmak vardır ya, biraz öyle oluyor.

Âkif Emre merhumun yazdıklarını hep hassasiyetle okudum, okuyorum. Yolum Edirnekapı'ya her düştüğünde mezarını ziyaret ediyorum, üzerimde hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle her kitabını aynı heyecanla hazırlayan Büyüyenay Yayınları'na gönülden teşekkür ediyorum.

Mekânı Paranteze Almadan, dört yüz sayfayı aşkın bu kitap, kendi albümünden fotoğraflarla birlikte tam anlamıyla bir arşiv kitabı. Âkif Emre, bilhassa balkanlara dikkat kesilmiş bir zihindir. Özellikle Bosna'ya derin bir sevgisi vardır: "Türkiye'de yaşanan tarih katliamının yok ettiği mirasın izlerini tüm olumsuzluklara rağmen Balkanlar'da görmek mümkün. Osmanlı medeniyet birikiminin mimari anlamda yaşayan unsurlarını görmek istiyorsanız Balkanlar'a gitmeniz gerekiyor."

Fas'ta bir çarşı içinde kaybolurken ya da Üsküp'te bir cami avlusunda nefeslenirken ansızın sizi alır, Anadolu'nun ortasında bir yere bırakır. Okur, bizim coğrafyamızın aslında sınırlarla tarif edilemeyeceğini de anlamış, hissetmiş olur böylelikle. Öte yandan Avrupa'da, özellikle Londra ve Paris gibi şehirlerde yürürken bir caddenin hangi -korkunç- fikirlerle şekil kazandığını, ezber bozan bir bilinçle aktarır. Böylece mimarinin sadece bir inşa süreci değil, bir zihin faaliyeti olduğunu hatırlatır. Bazen bir kişinin fikrinin milyonlarca insanı asırlar boyunca etkilediği düşünülürse, medeniyet kavramı içinde mimarinin nasıl bir yer edindiği anlaşılabilir.

Peki İstanbul yok mu kitapta? Olmaz olur mu... Kapak zaten her şeyi anlatıyor. Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii ve hemen ardında bugün İstanbul'daki bir çok yerde görülen, "meydan okuyan", ölçüsüz, hakikatsiz yapılar. Çünkü: "Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

Âkif Emre; mimarînin oldukça ideolojik bir meslek olduğunu birçok yazısında dile getiriyor. Bir mimar; kendi düşünce dünyasının yanı sıra içinde büyüdüğü yahut etkilendiği düşüncelerin de etkisin yansıtıyor yapılara. Bu yapılar sadece bir caddeyi değil koca bir şehri meydana getiriyor. Kısacası bir insanın sağlıklı projeler geliştirmesinin, insan hakkını gözetmesinin, hukuka riayet etmesinin ve yalnızca bugünü kurtarmak adına değil geleceğe ulaşacak, tüm insanların huzur içine yaşamasını sağlayacak imkânları ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor:

"İnsan tekinin toplumun nesiller boyu hayatını şekillendirecek çözümler meselesi birkaç müteahhidin kâr hesaplarına emanet edilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Ve hiçbir disiplinin şehircilik ve mimari kadar insan ve toplum hayatının her anını ve nesiller boyu biçimlendirecek kadar kalıcı tesiri olamaz. Açılan bir caddenin kıvrımından imar izni verilen yeni bir yapılaşmaya, yükselen bir binanın çevresinden pencere ölçüsüne kadar her detay o şehirde, o evde yaşayan fertlerin hayatını biçimlendirdiği gibi gelecek nesillerin hayatını da ipotek altına alıyor. Bunca medeniyet, şehir, kültür edebiyatının yapıldığı bir dönemde hayata, şehre ve insana dair daha ciddi yaklaşımlar ortaya konmalı."

Birbirinden doğal ve güzel fotoğraflar eşliğinde kitabı dolanırken, okuyucunun zihnine sık sık soru sormayı gerektirecek şimşekler bırakıyor Âkif Emre. Mesela, neden caminin yakınındaki bir yapı, haşmetiyle o camiyi gölgeler? Neden demiryollarına, karayolları kadar önem verilmez? Eskiden boğazın manzarası ve kendine has sesleri içinde vapur seyahati yapmak büyük bir lezzetken, şimdi neden vapurdaki insanlar televizyon gürültüsüne maruz bırakılıyor? Asırlarca mezarlıklar şehrin görünür yerlerindeyken, bilhassa Müslümanlar yaşama 'ölüm dikkati'yle bakıyorken, şimdilerde mezarlıklar neden gözün hiç göremeyeceği, insanların kolay ulaşamayacağı yerlere yapılıyor? Suyun medeniyet, yağmurun rahmet olduğunu neden unuttuk? Tevekkül, kalp gözü, sabır ve rikkat hayatımızdan nasıl oldu da çıkıverdi?

Kitaptaki hac yazılarında merkez nokta elbette ki tevhid... Burada yazarın gözlem yeteneğinde tevhidin ne boyutta olduğunu görüyoruz. Gün geçtikçe tarih düşüncemizin içine nefret söylemi yerleşiyor ve tavaf sırasında bile bu ayrışma çabası, ötekileştirme biçimleri insanın ruhaniyetini zedeliyor. Fizikten bir türlü metafiziğe geçemeyişimizin bedeli, bir başkasında kusur ararken kendimize hiç bakmayışımız.

"Türkler arasında en sık duyduğum cümle: "Bu Araplardan adam olmaz!" Renklerin, dillerin harman olduğu bir yerde, daha çok muhafazakâr okumuşlardan sadır olan bir söz bu! Anadolu kasabalarından gelen müminler mütevekkil, sakin, kendi manevi ritminde, aşkın merkez etrafında dönmekte. Okumuşların bir tür nefret söylemine kaçan bu cümleleri tarihsel deneyimlerden öte bilinçaltını ifşa eder gibi. Kâbe'nin etrafı tam bir katliam manzarası sergiliyor. Söylenecek hiçbir şey yok: Edep sınırlarını zorlayan bir hayasızlık örneği; kuleler... "Araplardan adam olmaz" diyen bir umrecinin o kulelerde kaldığını öğrendiğimde sözün anlamı yerli yerine oturdu."

Şehir anlayışımız, geldiği yer itibariyle tıkanmış durumda. Şikayet etmekten çözüm bulmaya sıra gelmiyor. Hep Süleymaniye örneği veriliyor. Bunu yapmış bir medeniyetiz, peki şimdi neden bu düşünce dünyasından uzaklaştık? Elbette çok makul bir soru. O birikimin bugünlere neden yansımadığını sormak hepimiz için bir vazife. Âkif Emre, günümüz mimari anlayışının Mimar Sinan karşısında yaşanan eziklik duygusuyla irtibatlı olduğunu söylüyor. İlham almaya, tefekkür etmeye dayalı bir düşünce biçimi olsaydı, bu eziklik duygusuna tutunup kibirli ve ruhsuz yapılar ortaya çıkarılmazdı. Bir medeniyetten nasıl kopulur? Onun kaynaklarından, referans sistemlerinden ve tarihî tecrübesinden yararlanmayı bırakarak. Kısacası medeniyetin canlılığından faydalanmayarak. Oysa ki yeniden icat ederek yaşatmak mümkündü. Biz bunun yerine kaba bir taklitçiliğe sığındık. "Her taklit durağanlaşmayı işaret eder. Durağanlaşan değerler bir iç deniz gibi içe kapanır ve yaşama umudunu yitirir" diyor yazar. Geldiğimiz yer, tükendiğimiz yer esasında. Peki şimdiden sonra meselemiz ne olmalı? Bu soruya şöyle bir cevap bulabiliyoruz kitapta: "Süleymaniye'nin kitabesini okumaktan mahrum bir sanatçının Mimar Sinan'dan ilham alması, onun temsil ettiği değerlere nüfuz ederek yeni bir açılım yapmasını beklemek boşunadır. Mesele, tarihsel tecrübesi ve referanslarıyla yaşayan medeniyetimizle sağlıklı ilişkiye geçip, onu üretecek kurumları oluşturmadan halledilemez."

Anadolu insanının mekânla ilişkisi, 'bizi biz yapan' değerlerle aramızdaki mesafe, türlü coğrafyaları gezerken kazanabileceğimiz 'görme biçimleri', dağların sunduğu 'metafizik ürperti', turizmin 'aslında' ne olduğu, 'steril muhafazakârlık' ve daha nicesi kitapta kendine hususi yer bulan konular. Kitaba ismini veren makalenin son paragrafını buraya almak isterim: "Bütün sahteliği, abartısı, gösterişçiliğiyle tarihi duyumsama peşindeki insanımızı aptallaştıran turizmin iğvasına karşı, mekânı paranteze alan ruhun esintisini hissettiremezsek bu topraklarda ruhen ve fiziken mülteci olmaya mahkûm oluruz."

Mekânı Paranteze Almadan, özellikle son yirmi yılda değişen ve durağanlaşan şehir düşüncesinin insan ruhunda açtığı boşlukları ortaya seren bir arşiv-kitap. Yaşama biçimimizi gerçekten dert edinmiş bir gönülden, dertli gönüllere.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder