6 Mart 2021 Cumartesi

Aklı ve kalbi arasında kalanlar: kırgınlar

“Bitek acılar serpildi yıllar yılı aklımın toprağına. Nasıl da verimliydi. Hiçbir umut yok artık; ne bir yaz günü anımsanıyor, ne de denizin yüreğine inmeyi kuran bir çocuğun düşleri. Ünlemlere yer kalmadı dünyamda. Yalnızca soru işaretleri var ve ayraç içinde inliyor yaşamım. İşte, bütün anlatımlar yaralı bu gece, sözcükler kırgın…”
- Ahmet Erhan, Yaralı Gece

Ayşegül Genç ismi gezdiğim kitapçılarda veya internetten kitap satışı yapan sitelerde sık sık gözüme çarpıyordu. Fakat hiçbir zaman yazarın bir kitabını almayı düşünmedim. Bunun iki sebebi var: Birincisi, önümde okunacak çok kitap, özellikle çok roman vardı. İkincisi ise Ayşegül Genç’in bazı kitaplarının İz Yayınları’nın muhayyel serisinden çıkmasıydı. Muhayyel serisine karşı bir ön yargım var. Haklı olduğumu iddia etmesem de edebiyatımızdaki son dönem öykü ve romanlara baktığımda ayakları yere basmayan çok sayıda eser görüyordum. Okuru reel dünyadan koparıp, post-modernizm adı altında sürreal bir anlatımla sürükleyen bu kitapları hiç sevemedim. Zor okunması değil bu eserleri sevmeme sebebim. Bir kere bir dertleri olmuyordu bu eserlerin. Deneme üslûbunda oradan oraya savrulup, arada birkaç diyalogla okurun ağzına bir kaşık bal çalan bu eserlere nedense rağbet çoktu. Fakat ben okuduktan sonra, neydi bu okuduğum sorusunu çok sorup, aklımda hiçbir şey kalmadan masadan kalktığım çok oldu. Zor okunma meselesi de işin cabası. Dünya edebiyatında zor okunup da ayakları yere basan birçok roman veya öyküyü gördükten sonra bu kitaplardan uzaklaşmamın sebebinin zor anlaşılması olmadığına kanaat getirdim. Lafı uzattım biliyorum ama benim gibi olan okurlar vardır belki, onun için yazıyorum. Gerçi Genç’in okuduğum bu kitabı muhayyel serisinden çıkmadı ama ben yazarın tarzını artık anladım. Muhayyel serisinden çıkmayan bu kitap benim İz Yayınları’nın muhayyel serisine olan ön yargımı kırdı.

Kitap on bölümden ve farklı farklı on anlatıcıdan oluşuyor. Aynı zamanda on kırgınlık ve on suskunluktan da diyebilirim. Leyla’nın ölümünün, cinayetinin Leyla’nın dışındaki sekiz kişinin hayata bakan penceresinden anlatılmasıyla roman oluşturulmuş (bir bölüm farklı bir tarihte geçiyor). Leyla’yla birlikte bu on anlatıcının hepsinin bazı ortak özellikleri var: Hayata karşı suskun olmaları. Bazıları gerçekten suskun (dilsiz Beşir gibi) bazıları modern hayata karşı dinini yanına alarak savaşan bir suskun (Leyla) bazıları da Somalili Hasan gibi, okumaya gelip de gönlüne bir kor düştüğü için suskun. Ya da kırgın diyebiliriz bu suskunlara. Evet, kırgın demek daha doğru olacak. Çünkü suskun deyince pasif bir durum anlaşılabilir. Ama kırgın deyince o kırgınlıkla direnen bir insanı da anlayabiliriz.

Kitabın omurgasını cinayet oluşturmuyor. Hatta yazar cinayeti kullanmasa da bu kitap aynı merak ettiriciliğini ve kendini okutma özelliğini kaybetmezdi. Yeri gelmişken bir eleştirimi de belirteyim, zaten cinayet sebebi hiç düzgün bir temele oturmamış bence. Olmayabilirdi ya da daha derin işlenebilirdi. Tabiî bu kitabın değerinden ne götürür? Bence çok da bir şey götürmez, sonuçta okuduğumuz polisiye bir roman değil. Derdi olan ve bir şey anlatmaya çalışan bir roman. On tane ayrı hikâye bir romanı oluşturmuş da diyebiliriz bu kitap için. Bir eleştirimi daha belirteyim yeri gelmişken. Leyla’nın ölümünün çevresinde dönen, sonuçta Leyla’ya bağlanan ama yine de kendi karakterinin hikâyesi olan bölümlerin hepsi çok yakın tarihlerde geçiyor. 2013 ve 2014 tarihli bu dokuz bölüm de. Ancak bir bölüm 1936 tarihini içeriyor. Bu bölüme çok anlam veremedim. Elbette yazar bu bölümü de yazarken bir şey düşünmüştür ama ana hikâyeye çok cılız bir şekilde bağlamış bu bölümü. Olmasa kitap hiçbir şey kaybetmezdi. Bu bölümde Genç, biraz da kendi dünya görüşüne göre cumhuriyetten sonraki on-on iki yılı eleştirmiş. Belki de sadece bu eleştirilerini rahat rahat yazabilmek için bu bölümü kullandı. Çünkü yazarlar bazen romandan bağımsız gibi görünen böyle bölümler oluşturabilirler, kurgunun dışına çıkıp fikirlerini belirtmek için.

Bu kitap, herkesin bakışından Leyla’nın hikâyesi demiştim. Peki kimdir Leyla? “Eskiyi ve yeniyi, yenilenmeyi ve yerli kalmayı, modern hayatı ve manevi hayatı bir kor gibi elinde taşıdı Leyla. Derin acıların ve acımasız fikirlerin hercümerç olduğu bir zaman diliminde yaşadı. Varlıklı olmak, zengin olmak nedir bilmedi. Bunu gaye edinmedi. Lüks binalarda yaşamadı. Onun için hep eski bir evin duvarıyım ben. Hıfzını tazelerken gözlerini diktiği, hatimle kıldığı teravihi tamamlayınca yaslandığı, bir şiiri beğeniliğinde mahcup bir şekilde kaçırdığı bakışlarını çivit renginde sabitleyip şereflendirdiği eski bir duvar.

Leyla bu. Ama diğer karakterler de Leyla’ya benzer. Onlar da dünyanın ortasında hem kalbini hem aklını dinlemeye çalışıp ikisinin arasında kalan insanlar. Leyla’ya sıkılan yanlış bir kurşunun hedef aldığı insanlar. Leyla’nın ölümünden çıkan payın herkese eşit paylaştırılmasıyla oluşturulmuş hayatlar bunlar. Erkek veya kadın, küçük bir çocuk veya yetişkin bir dilsiz, işsiz veya muhasebeci olması fark etmiyor bu karakterlerin. Leyla’yla birlikte belki de herkes ölüyor, o yanlış kurşunla.

Ayşegül Genç bize bir kırgınlık romanı hediye etmiş. Lafı hiç uzatmadan, hiç duygu sömürüsüne bulaşmadan oluşturmuş dilini. Üstelik farklı kişilerin bakışından oluşturulan romanlarda anlatımı da her karakter için değiştirmek gerekir. Herkesi aynı konuşturamazsınız. Yazar bunu da başarmış. Her karaktere göre bir anlatım var ki bence kitabın en büyük artısı. Zaman zaman deneme diline kaysa da bu anlatım, bu kitap için sırıtmıyor. Yukarıdaki eleştirilerimi de göz ardı etmeden diyorum ki gayet başarılı bir roman. Dünyayı biraz sokakta bırakıp bir köşeye çekilince okunacak en iyi kitaplardan biri.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Okuruyla konuşan, yaşamda bir karşılığı olan öyküler

Her okurun, genelde okuduğu belli türde eserler vardır, ben genelde roman okurum, okuduğum kitaplar kurgu ağırlıklıdır daha çok. Ama bazen bir hal gelir okura, hiçbir şey okumak istemez. İşte öyle zamanlarda Geyikler, Annem ve Almanya gibi güzel öykü kitapları, imdadımıza koşar ve bizi ‘okuyamama’ derdinden kurtarır. Bu güzel öykü kitabını aslında geçen dönem aldığım bir ders için eklemiştim kitaplığıma. Okumak bugüne kısmetmiş.

Geyikler, Annem ve Almanya, Nursel Duruel’den okuduğum ilk kitap oldu. Kitabın içinde sekiz öykü var ve hepsi birbirinden enfes. Kitap 90 sayfa gibi oldukça ufak bir hacme sahipken, duygusal yoğunluğu bu hacmi oldukça aşıyor. Bir roman okurken, verilen duygular romanın atmosferine göre bellidir ve sayfaları çevirdikçe bu duygular dimağımızda yavaşça belirginleşir, ancak öyküde bu durum böyle olmuyor. Öykü, okurken birçok duyguyu sadece birkaç sayfada yoğun bir şekilde tattırıyor okura. Nursel Duruel de öykülerinin her birine, dikkatle okunduğunda kesinlikle solunacak duygusal atmosferler katmış. Bunun en güzel yanıysa, öykülerdeki duyguları içimizde bir yerlerden tanıyor oluşumuz.

Öykülerde, anne-baba ilişkisinin çocuğun duygularına tesiri, eşlerin birbiri tarafından anlaşılmasının ehemmiyeti, hayatta ölümün en iyi öğretmen olması, zengin ve fakir ayrımının toplumdaki yeri gibi, içimizden ve dışımızdan az çok tanıdığımız hayati mesajlar vermiş Nursel Duruel. Öykülerin, dünyanın gerçekliğinde kendilerine karşılık buluşu, kitabı daha da keyifli hale getiriyor. Bununla birlikte öykülerdeki üslup, bazen şiirselleşiyor. Bu da duygu yoğunluğunu artırıyor. Kitaptaki, Zaman Aralığında öyküsünü okurken kendimi şiir okur gibi hissettim:

Bana ZAMAN’dan söz etme. Onu dilim dilim bölüp, her bir parçayı ayrı ayrı ezberleyen düzenli, işbilir insanlardan değilim.

Hatta bu satırlar, bana Özdemir Asaf’ın “Ben Değildim” şiirini anımsattı. Öykülerdeki şiirsellik bununla da kalmıyor. Öykülere şiirler de eşlik ediyor, örneğin aşağıdaki şiir, Sümer şiirlerinden bir alıntıymış:

"Yürekleri parçalayan çığlığına
Karşılık yok ki.
Boşlukta yitip giden bir yankı,
Ben nasıl cevap veririm?


Kitaptaki öykülerde etkileyici olan bir diğer nokta ise, her satırın ve öyküyü oluşturan karakterlerin adeta okurla konuşması. Nursel Duruel, kurgusunu oluştururken, satırlarını ve karakterlerini söyletmiş. Kitap bazı satırlarda, benim kendime bile itiraf edemediğim gizlerimi, bana haykırdı diyebilirim. Ve kitaptaki en sevdiğim öyküler, Nereye ile Zaman Aralığında oldu.

Bu kitabı, okuyamadığım bir zamanda okumanın bana oldukça getirisi oldu. Öykülerle konuştum, onlar benimle konuştu. Hem kitap okumuş olmanın verdiği vicdan rahatlığı, hem de öykülerin üslubuyla sakinleşip, zihnimdeki karmaşayı dindirmek iyi geldi. Ayrıca öykülerde hayata ve çevreye dair izler bulmak da benim için bir tefe’üle dönüştü. Bu güzel kitabı, tam zamanında ve iyi ki okumuşum diyorum, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

4 Mart 2021 Perşembe

Korkusuz, tehlikeli ve öğretici bir okul

Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, bugün tam da ihtiyacımız olan bir eğitimi veriyor. Olanı biteni görme ve onun üzerine düşünme eğitimi. Yalnız bu eğitim hiç de öyle eğlenceli değil, son derece tehlikeli. Çünkü bilinmesi zaruri olan şeyleri bilmenizi istemeyen birileri var ve daima olacaklar. Eduardo Galeano hep olduğu gibi hiç korkmadan inşa etmiş bu okulunu ve yazmış cesurca.

Kendi ifadesiyle "bir anı biriktiricisi" Galeano. Bilhassa yakın tarihin en kritik anılarına hafızasında derin yerler açmış. İstiyor ki bu yerler yalnız kendine mahsus olmasın, ziyaretçisi bol olsun. Bunun için yazmış birçok kitabını. Onun kendini ifade ettiği bir diğer tanım da "iyi futbol dilencisi" olması. Ne yazık ki her şeyin ambalaja dönüştüğü dünyada futbol da bir tüketim malzemesi oldu. Meşin yuvarlak, "tutkunun en hası" olma özelliğini yitireli epey oluyor. Bu konu başka bir yazının olsun yahut sizler Galeano'nun o şahane kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol'u okuyuverin...

Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, Ağustos 1998'de tamamlanmış. Galeano "kitabın devamını okumak için günlük gazeteleri takip edin" uyarısı yapıyor son sayfada. “Fail hâlâ meçhul ya da meçhul imajı veriliyor” diyen Galeano, Uruguay sokaklarında yetişmiş tipik bir Latin Amerikalı olarak tehlikeye atılıyor ve acımasızca bizi bize anlatıyor: "Birkaç yıl öncesine kadar kimseye bir borcu olmayan adam namusun ve çalışkanlığın erdemli bir örneğiydi. Bugün ucube bir yaratık. Borcu olmayan biri yok demektir. Borçluyum, öyleyse varım. Krediye layık olmayan, adı ve yüzü olmaya da yaraşmaz… Günümüz dünyasında tüketim patlaması bütün savaşlardan daha çok şamataya neden oluyor ve bütün karnavallardan daha çok kargaşa üretiyor. Eski bir Türk atasözünün dediği gibi, veresiye içen iki kere sarhoş olur."

350 sayfalık bu kitap-okulda adaletsizliğin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin temel ilkeleriyle okuyucu hazırlık eğitimini alıyor. Sonraki bölümde-sınıfta korku eğitimi ve endüstrisi anlatılıp, günümüzde de sıkça başvurulan "ısmarlama düşman hazırlama" kursu veriliyor. Hayatta nasıl zafere ulaşılır, nasıl dost edinilir, faydasız kötü alışkanlıklara karşı neler yapılabilir gibi sorular cevaplanıyor.

İnsan avlayanların, gezegeni yok edenlerin, kutsal otomobilin “dokunulmaz” olduğu şu zamanlarda, artık geri dönülmesi mümkün olmayan yollardayız. Nitekim geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haberde, eldeki kaynaklarla artık dünyanın geri kazanılmasının imkânsız bir noktaya geldiği yazıyordu. Eh, hak ettiğimiz budur.

Yalnızlığın pedagojisi bölümünde Galeano tüketim toplumu okumaları yapıyor ve 'ileri iletişimsizlik' dersleri veriyor. Biz tüketirken enformasyon akıyor ve her şeyi yakalama uğruna hiçbir şeyi tutamıyoruz. Mesela çocukları "hedef alan" dev bir çikolata markasının aynı zamanda ihtiyar diyabetlilere ilaç üreten bir alt markası olduğunu.

Bir "karşıokul"a ihtiyaç duyuyor okuyucu. Galeano yetişiyor ve elimizdeki tek kurtuluş imkânının "çıldırma hakkı" olduğunu söylüyor. Zaten kitabı bir solukta okuduktan sonra çıldırma üzerine düşünmemek de imkânsız.

Tersine Dünya Okulu'nun hangi bölümüne merak duyduğunuzu veya hangi bölümünden mezun olacağınızı bilemiyorum. Ama Galeano'nu şu sözlerinin her diplomanın altında parıldayacağını biliyorum: "Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor. Hava yok, havasızlık var. Yağmur yok, asit yağmuru var. Parklar yok, park yerleri var. Eşler yok, ortaklar var. Uluslar yerine şirketler var. Yurttaşlar yerine tüketiciler var. Şehirler yerine yığılmalar var. Bireyler yok, dinleyiciler var. Gerçekler yok, reklamlar var. Vizyonlar yok, televizyonlar var. Bir çiçeği övmek için 'plastik gibi' deniyor."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Mart 2021 Çarşamba

Adaletin peşinde koşan kadınlar

"Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana. Öldüyse hepsi benim suçum mu?"
- Çilem Karabulut'un mahkeme savunmasından

Muktedir olanın itaat edene -ya da itaat etmek zorunda bırakılana- gösterdiği şiddete her gün bir şekilde şahit oluyoruz. Sadece kadın kimlikleri nedeniyle farkında olarak ya da olmayarak ailelerinde, iş yerlerinde, okudukları okullarda, sokakta ve daha pek çok toplumsal alanda sosyoekonomik durumları fark etmeksizin birçok kadın bu şiddetin kendisine maruz kalıyor. Özgecan Aslan, Şule Çet, Münevver Karabulut, Emine Bulut ve daha nicesi… Adını bilmediğimiz, bilsek de artık hatırlamakta güçlük çektiğimiz kadar çok kadın sistematik bir şekilde katlediliyor. Hem de “Anne, lütfen ölme!” diyen evlatlarının önünde. Bir de Çilem Karabulut gibi hayatını kurtarabilmiş kadınlar var kocasının sakladığı silahı dayak yerken düştüğü yatakta eli yastığın altına giderek tesadüfen bulduğu için. Öldürmeseydi, ölecekti. Sizce bu davalarda suçlu -gerçek suçlu- kim? Öldüren mi yoksa ölen mi? Peki, cezasızlığın bir kültür halini aldığı toplumlarda adalet nasıl ve kim aracılığıyla sağlanabilir?

Gazeteci Elçin Poyrazlar, Doğan Kitap’tan Şubat 2021’de çıkan Ecel Çiçekleri kitabında tam olarak bu akıl tutulmasına işaret ediyor. Okurun ahlaki bakışını teste tabi tutuyor, vicdanını sınıyor. Haklının yanında mı yoksa güçlünün yanında mı yer alacağınıza karar vermenizi istiyor. Öldürmek, mutlak bir suç mudur? Ya da adalet, “suç” tanımının yere, zamana ve şartlara göre biçim değiştirebilmesi midir, bunun üzerinde düşünmenizi istiyor. Kitabın kapağında polisiye gerilim yazıyor ancak bu kitabı sadece polisiye bir tür olarak nitelendirmek yetersiz kalıyor. Bir tarafıyla roman olmasından ötürü kurguya yaslanırken öte yandan içinde isim ve soy isimleri değiştirilmiş olsa da gerçek kadın cinayetlerine de yer veriliyor. Polisiye türün eril tahakkümüne karşı yazarı ve kahramanlarıyla beraber, merkezine tümüyle kadınları alan bir roman Ecel Çiçekleri.

Anlatı, iki farklı dünya üzerinden başka başka kadınları merkeze alarak iki katmanlı olarak ilerliyor. Başrolü üstlenen üç karakter de çok güçlü ve hepsi de kadın. Erkeklerse aslında suç mahalli, cinayetler, teşkilat onların sahası gibi görünse de bu anlatıda yan karakter rolünü üstleniyorlar.

Birinci katmanda Ebru ve Burcu adında travmatik bir geçmişleri olan, kaçak olarak yaşayan, iki dolandırıcı kadın karakter var. Bu travmanın nerede ve nasıl başladığı ve neleri beraberinde getirdiği sonlara doğru çözüm bölümünde açık ediliyor. Yaptıkları dolandırıcılık işi, aslında erkekleri -seçilmiş, zayıf noktaları kadın olan erkekleri- bir şekilde kandırarak paralarını çalmak. Ancak öyle vicdanlı dolandırıcılar ki aldıkları paranın bir kısmını dolandırdıkları bir adamın terk ettiği karısına ve çocuklarına verebiliyorlar. Aslında yine bir şekilde kadın, kadının yanında yer almaya, onu koruyup kollamaya çalışıyor. Erkekleri tavlama işini Burcu üstleniyor, tabir-i caizse fizibilite çalışmalarını da Ebru yapıyor. Buradaki rol dağılımında bile erkeklerin kalıplaşmış beklentilerine bir gönderme yapıyor anlatıcı. Çünkü Burcu’nun yuvarlak hatları var, Ebru dümdüz erkeksi bir yapıya sahip. Burcu güzel, Ebru erkeklere göre çekici bir kadın değil. Öte yandan güzel ya da değil, zeki ya da aptal, zayıf ya da güçlü bu iki kadın dalga dalga yayılacak bir isyanın başlangıcını pimi çekilmiş bir bomba gibi atıveriyorlar toplumun üstüne. Yazar, adalet sorgulamasını önce onlar üzerinden yaptırıyor okuyucuya. Başlarda bu iki kadın üzerindeki duygular çok da net olmasa da çözüm bölümüne geldiğinde okuyucu, onlarla daha kolay empati yapabilir hale geliyor. Haliyle yaptıkları eylemler bir suç mu yoksa bir nevi adaleti tesis etmek mi, kafalar karışıyor.

Bir diğer katmanda ise İstanbul’daki seri cinayetlerin peşinde nefes nefese koşan Suat Komiser karakteri var. Maktullerin ve mesai arkadaşlarının hep erkek olduğu bir davada çalışıyor. Suat Komiser karakteri üzerinden kadınlık ve adaletle ilgili çok fazla gönderme ve mesaj var.

İsmi Suat olmasına rağmen, o bir kadın. Birçok ailede yaşanan bir erkek çocuk beklentisi ile adı, daha o doğmadan bu şekilde konuyor. Anne ve polis olan babasını bebeklik döneminde kaybedince, emekli polis olan dedesi tarafından büyütülüyor. Etrafında kadın rol model olarak alabileceği tek bir insan bile yok. Seçtiği meslekten ötürü de kadınlığını baskılıyor. Bu baskının büyüklüğü, Suat’ın regl olamadığını anlattığı iç seslerinde ve bu durumu tanımlarken kullandığı ifadelerde aşikar oluyor.

Öte yandan iş dünyasında, Suat erkek mesai arkadaşlarının harcadığından çok daha fazla emek veriyor işine. Okullarından hep birincilikle mezun oluyor. Soruşturma üzerinde hep daha çok çalışma performansı sergiliyor. Çünkü Suat, eril hakimiyetin olduğu bir iş sahasında kadın kimliğini ikinci plana atarak “Ben buradayım ve sizden çok daha başarılıyım.” mesajını vermek istiyor. Buna rağmen zaman zaman kendisiyle alay ediliyor, küçümseniyor ama o ipleri elinden hiç bırakmıyor, direniyor. Birlikte çalıştığı iki komiser de kendisini bir kadın olarak çekici buluyor ve onunla özel anlar yakalamaya çalışıyor. Suat’ın da komiserlerden biri ile bir ilişki yaşadığını görsek de bir şey onu arkasından hep çekiyor, engelliyor. Sanki kadın kimliği ile var olduğunda, böyle bir birliktelik yaşadığında mesleğine zarar verecekmiş gibi hissediyor.

Suat’ın kadın rolü yanında kendisine bir de polis kimliği ekleniyor anlatıda. Cinayetlerin peşinde koştururken ve bunların kadın katliamlarına dayandığını öğrenirken sorguladığı bir kimlik halini alıyor polislik. Öyle ki sivil bir kadını koruyabilmek adına, özellikle kadın göstericilere şiddet uygulamaktan haz alan, kadınsılığını yok edebilmek adına testosteron hormonu aldığı söylenen başka bir polis kadına silah çekebilecek hale geliyor. Öldürülen erkeklerin, kadın şiddetiyle olan bağlarını gördükçe yaptığı işi de bu işin adalete olan katkısını da sürekli sorgular hale geliyor.

Ecel Çiçekleri, seri cinayetlerle öldürülen erkeklerin, kadınlarla ilgili şiddet suçu işlemelerine rağmen hiçbir ceza almamış olmalarını merkeze alarak, yani cezasızlık kültürünü odağına yerleştirerek bir dünya yaratıyor. Öyle bir dünya ki aslında hiçbir suç cezasız kalmıyor, bu seri cinayetler zulüm görenin zulmedene başkaldırmasının fitilini ateşliyor. Polisiye bir tür olarak, sonunu tahmin etmenin kolay olmasının tek eksiği olduğu Ecel Çiçekleri, okuyucuya “Katil kim?” diye sordurmaktansa biraz da güncel üzerinden, kurgusal bir yapıya yaslanarak “Doğru hangisi? Adalet nerede başlıyor, nerede bitiyor?” gibi soruların cevabını düşündürmeyi amaç ediniyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Ruhun kayıplarını otel adalarında aramak

İnsan neden bir otel odasına sığınmak ister? Neyden kaçıyor yahut neleri bulmayı umuyordur? Nihan Eren, Şubat 2020’de yayımladığı uzun öyküsü Hayal Otel’de, okurları ruhlar aleminin ortasına çekiyor. Okurla buluşması küresel pandemi günlerine denk gelen öykü, insan ruhunun labirentlerine kapı aralıyor. Hayal Otel, birbiriyle bağlı 14 öyküden teşekkül edip kasabada kadın olmak üzerine kurgulanıyor.

12 bölümden oluşan uzun öykü Hayal Otel’de; öyküler içinde büyük resmi tamamlama görevi okuyucuya düşüyor. Her bölüm, başka bir gizemi ortaya koyduğu küçük öykülerden oluşuyor diyebiliriz.

Öyküler, geçmişiyle hesaplaşma içinde olan insanların benliklerinden kaçmak için çıktıkları yeni yolda, yaşadıkları dilemmalarla çıkmaza girdikleri anları sunar. Sorularla dolu zihinlerinin, umuda dört elle tutunmaları ise şiddetli ve kudretli bir fırtınayı aynı çatı altında -Hayal Otel’de- birlikte atlatmalarıyla temsil edilir.

Hayal Otel, Feryal ve İsmet isimli karı kocanın, İstanbul’u kaçarcasına terk edip geldikleri bir sahil kasabasında açmak için çabaladıkları, tadilatı süregelen bir otel. 12 odadan oluşan bu otelde her odaya farklı bir bitkinin ismi verilir. Otele konuk olan bireyler, hayattaki seçimleri ya da içinde bulundukları psikolojilerine göre farklı bir odada farklı bir bitkinin özellikleriyle bağı kurularak tanıtılır. Hikayenin zamanı mart ayıdır. Tesadüf olmadığı belli olan bu seçimde mart ayının hesap edilemeyen sürprizleri, kışı ve baharı aynı zaman zarfında yaşatmaya kapı aralayan bir ay olması etkilidir. Fırtınanın eksilmediği, doğanın sersemlemiş bir halde yaz aylarına evrilmeye çalışması, bu ayın melankolik ve kararsız bir ruha sahip olduğunun detaylarını verir. Öyküdeki şahıslar da mart ayı gibidir, belirsizliği ruhlarında taşır.

Kitapta bölümlere verilen isimler, kişilerin iç dünyalarıyla doğrudan paralellik gösterir. Hepsi yol ayrımında olan ve aykırı tercihlerde bulunan bu insanlar tek tek mercek altına alınsa da bütün bölümler, esas kişi Feryal’i tanımamızı sağlar. Yazar, bütün kişileri endişelerinden sıyrılmış, hayatın dinginliği içinde korkularına alışmış bir sona uğurlarken Feryal’i geçmişin gölgesine mahkum eder. Bölümlere yakından bakacak olursak;

● İsmet ve Feryal’in kim olduklarına dair bilgi veren bölümün adı ‘Kaktüs’tür. İsmet ve Feryal’in müşterek mazilerinin kaktüs odasında anlatılması, karı-koca ilişkisinin kaktüs ile özdeşleşmesi, bilinçaltının en tenha yerine itmeye çalıştıkları yaşanmışlığın vicdanlarına diken olup batmasına göndermedir. İlişkilerinde hep bir tedirginlik, huzursuzluk vardır. Otel odalarına verilen çiçek/ağaç isimleri arasında anlaşmazlık yaşanan oda, kaktüs odadır. Feryal, odaya bu ismin verilmesini istemez ancak İsmet inat ederek bu adı, odaya verir. Feryal’in unutmak istediği, yüzleşmekten çekindiği bir mesele olduğunu bu bölümde sezeriz. Ortaklarının balık avı sırasında çıkan fırtınada boğulup kendileri kurtulmayı başarırken onun çırpınmasına seyirci kalmalarını hatırlamanın verdiği huzursuzluk, bölüm boyunca hissedilir.

● Ardıç adlı ikinci bölümde, eşi Gülnur’la ilişkisi neredeyse bitme noktasına gelmiş, eşinin ebeveyn olma isteğinden kaçan ve dahası evlilikte beklediğini bulamayan, eşinin tüm çabası ve fedakarlığını kendi kimliğini başkalaşıma zorlama olarak algılayan, eşine zarar veren Doruk’un hikayesi anlatılır. Ardıç ağacının rakımı yüksek alanlarda yetişmesi, karaktere verilen isim, Doruk’un kendisini yazar olarak tanıtması; kibir göstergesi olarak okunmaya müsaittir.

● Üçüncü bölüm Begonvil’de, Feryal’in kişiliğindeki değişimi hem eşi İsmet’in hem de kendi gözünden okuruz. Feryal’in İsmet’e duyduğu öfkeyle ona ihanet etmeye giden süreç, begonvillerin rüzgarda açmasıyla benzerlik içinde verilir.

● Kızılağaç bölümünde, üniversitede öğretim üyesi görevinden ihraç edilen ve vatandaşlıktan atılan Ahmet ve Meryem’in, kendilerini evli olarak tanıtıp, isimlerini değiştirerek iş bulmak amacıyla otele başvurmaları anlatılır. Bölüm sonunda haberlerde işine son verilen ve arabası yanmış halde bulunan Deniz Yılmaz isimli birinden bahsedildiğinde, Ahmet’in gerçek kimliğini öğrenmiş oluruz.

● Beşinci bölüm Şimşir’de Leyla ve Deniz isimli iki kadın öyküye dahil olur. Leyla bir anne ve eşini terk etmiş, hemcinsi Deniz’le yaşadığı ilişki konusunda kararlılık göstermiştir. Bu kararlılığı karşısında ise çocuğundan ayrı düşme bedelini öder. Ahmet’in bahçıvan olarak bahçedeki şimşirleri derinden budaması, Leyla ve Deniz gibi aşklarını cesurca yaşamak isteyen, yaşadıkları ilişki, cinsel yönelimleri sebebiyle yargılanan insanların toplum tarafından bastırılmasına göndermedir.

● Lavanta adını alan beşinci bölümde Meryem’ in Ahmet’e bağlılığı, kimliğini saklama çabasıyla yaşadığı tutukluk ve Feryal’in Meryem’in tedirginliğinden bir sırra sahip olduğunu fark etmesi anlatılır. Hayatın olağan akışı içinde başa gelen şeylere karşı kimi insanlar güçlü dururken kimilerinin zayıf kalması, bitkiler içinde de lavantanın hassas oluşu Meryem’le benzerliği kurularak verilir.

● Menekşe bölümü, Nilüfer isimli kadının beraberinde getirdiği oğlanla olan bağ anlatır. Yetim ve öksüz bir çocuğun ilgiye olan muhtaçlığı, korunmasız oluşu, Nilüfer’in menekşe gibi hassas olan bu çocuğa şefkatli yaklaşımının anlatıldığı bölümdür.

● Sekizinci bölüm Funda’da, zayıf ama tüm zorluklara bir şekilde karşı koymaya hazır, başkalarından güç alarak hayata tutunan insanlar, Hayal Otel’deki müşterilerin fundayla bağı kurularak anlatılır. Fundalar zayıf ama sık aralıklarla yetiştiğinden fırtına karşısında toprağa tutunmaları kolaylaşır.

● Çınar bölümü üzerinden otel sakinlerinin köksüzlüğüne vurgu yapılır. Güçlü köklere sahip çınar ağacı öyküdeki köklerinden kopmuş ve kök salmaktan korkarak yaşayan insanların sahip olmak istediği gücü simgeler. Fırtına sırasında güven duygusuyla birbirine yaklaşan insanların güç almak için yakınlaşmaları biz insanların kök salma isteği içinde olduğunu gösterir.

● Limon’da Nilüfer’in geçmişi ve sahiplendiği çocukla bağı açığa çıkar. Nilüfer, sevdiği adamla evlenemese de beraberliğini sürdürmeye devam etmiş; Sevdiği bu adamdan geriye kalan tek değerli şeyi, oğlunu, yaşayamadığı annelik duygusuyla sarıp sarmalamıştır.

● Okaliptüs’te Feryal, Nilüfer ve Leyla üzerinde durulur. Üç kadın da farklı bir aldatma hikayesinin kahramanıdır. Bunun ötesinde Feryal’in İsmet’le arasına giren geçmiş, ilişkilerini çıkmaza sokar. Bu geçmiş Feryal için bir bataklıktır. Okaliptüslerin bataklıkları kuruttuğu göz önüne alınırsa, Feyal’in derinlerinde yatan kaygının onu nasıl günden güne kuruttuğu ve yaşam enerjisini sömürdüğü göze çarpar.

● Son bölüm Papatya, baharın gelişini müjdelemesi gibi oteldeki herkesin değişiminin müjdelendiği bölümdür. Nasıl ki kış bitip yerine bahar geliyorsa kaygı ve korku yerini serinlik ve güven duygusuna bırakmıştır. Bir tek Feryal bunu başaramaz. Geçmişe dair rahatsızlık hissetmeye devam eder ve otelden ayrılmaya koyulur.

Hayal Otel, bilinçaltındaki yitik mazisini arayanların mekanıdır. Yitirilmişlik hissiyle kahramanlar kendilerini, ıssız ve tamamlanmamış bu otele getirirler. Otelin henüz tamamlanmamış oluşu da bir rastlantı değildir. Zira kahramanların tümünde geçmişi tamir etmeye yönelik girişim başlamış ancak bu çaba henüz sonuca ulaşamamıştır. Hayal Otel’in tabelasının asıldığı gün kahramanların, geçmiş ve geleceklerine dair hesaplaşmalarının son bulması da bunu destekler niteliktedir.

Nihan Eren, düşsel kurgusu, bilinçaltı yansıtmadaki gerçekçiliği, ikilemliği ve tezatlığı tek bir temaya yedirmesiyle oldukça usta bir kurgusal düzlem oluşturmuştur. Varoluşsal sancılar çeken karakterlerin edebiyat dünyasını esir aldığı bugünlerde sır perdesini öyküye yedirerek okur üzerinde merak güdüsünün diri kalmasını sağlamayı başarmıştır.

Merve Kambur
twitter.com/MerveKambur2
*Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 7. sayısında neşredilmiştir.

27 Şubat 2021 Cumartesi

"Cool" ve "delete" arasında insan ilişkileri

"Şurası kesin, Eros ölmedi... Artık her yerde ona rastlanıyor, ama o hiçbir yerde barınmıyor."

Bugün yeni olan, aynı gün içinde eskiyebiliyor. İnsan ilişkileri de bundan nasibini alıyor. "Sonsuza dek" sözü artık pırlanta markalarının reklam sloganı... Akışkan Aşk'ta Zygmunt Bauman, modern çağ insanındaki güven eksikliğini, kaygı problemini, sürekli bir şeylere yetişme derdini, sadakat ve ihanet arasındaki savrulmaları masaya yatırıyor. İnsanların arasını okuyucuyla birlikte bulmaya çalışıyor.

Bauman'ın 'insan dünyası'nda diyalog ve iletişim, en mühim mesele. Ona göre modern zamanların yeni insanı için bir ilişkide yenilgi varsa, bu bir iletişim yenilgisidir. Hız, gün geçtikçe felakete dönüştü ve ortaya yepyeni bir üretim/tüketim insanı çıktı. Aylaklık, can sıkıntısı ve bekleyiş gibi durumlar ortadan kalktı. Oysa "yıldırım aşkında bile, soru ile cevap arasında, teklif ile kabul arasında belli bir zamanın az da olsa geçmesi gerekir" diyor Bauman. Bu sabırsızlık hâli yalnız insan ilişkilerinde değil, makinelerin insanlığa olan tahakkümünde de zirvede. Sosyal medya dediğimiz 'yeni mekan'da bilgi önümüze hiç beklemeden, hiçbir şey sormadan (izin almadan) geliyor. Oysa bir veriyi silerken bilgisayarlarımız ve cep telefonlarımız bize muhakkak emin olup olmadığımızı soruyor. Yalnız hard diskler değil, zihinler de bu veri karmaşıklığı içinde birer çöplüğe dönüşüyor. Haliyle bir çöplüğün içinden gerekli/önemli ve hatırlanması gereken verileri yeniden elde etmek gittikçe güçleşiyor.

İnsanlar arasındaki ilişki problemlerine bakıldığında, sanki herkes 'sıcak' bir ilişkiye hasretmiş gibi konuşuyor. Herkes sıcak, samimi, gerçek bir ilişki arıyor. Peki kim ne kadar kendini ortaya koyuyor? Kim gerçekten 'ben tüm hatalarımla işte böyleyim, buyum' diyebiliyor? Herkes, ilişkisinin tam ortasına kocaman ve görünmez bir duvar örmüyor mu henüz başlarken? Örüyor. Çünkü korku, tüm ilişkilerin kurucu unsuru. En 'özgür ruh'larda bile korku var. Eşelenme korkusu, didiklenme korkusu. Bugün bir ürünü de bir insanı da beğendiğimizde neredeyse aynı duyguları ve kelimeleri 'kullan'ıyoruz. Bauman bu durumu şöyle açıklıyor: "Beğendikleri bir şey konusunda gençler, 'çok kıyak!' ('it is cool') derler. Kelime gayet iyi seçilmiştir: İnsan eylemleri ve etkileşimleri başka hangi özellikte olursa olsun, karşılıklı ilişkinin ısınmasına ve özellikle de sıcak kalmasına asla izin verilmemelidir; insanlar arasındaki ilişki cool kaldıkça OK’dir, cool olmak OK olmak anlamına gelir.>"

"Akışkan" kavramını sosyal bilimlere kazandıran Bauman için ilişkiler "ölüm bizi ayırana kadar"dan "bakalım her şey yolunda gidecek mi?" gibi soru(n)lara doğru genişledi. Bunun sebepleri arasında hiç kuşku yok ki güvensizlik, hayatın müşterekliği konusundaki umursamazlık, kamusal alandaki paylaşım eksikliği, kapitalizmin yok ediciliği gibi hususlar var. Tüm bunlar toplandığında aile kurmak, çocuk, çocuğun bakımı, eğitimi, güvenliği gibi meseleler de akışkan toplumun en büyük açmazları arasında yer alıyor. Bu açmazlar nihayet evlilikten ve hatta diyalogdan korkan insanlardan bir topluluk oluşturuyor. Yeni ve oldukça akışkan bir toplum. "Ne kadar tamamlanmış ve kendi kendine yeterli olsa da, her insan varlığını bir başkasıyla birleştirmediği sürece eksik ve yetersiz kalır" diyor Bauman. İnsan sesine ses ister, sözüne söz, adımına adım. İşte bu ahenk eksikliği de herkesin her şeyden haberdar olduğu ama kimsenin en ufak bir fikrinin olmadığı toplumun, akışkan toplumun, geri dönüşü olmayan en ciddi kaybı.

Mesafelerin öneminin kalmaması farklı sorunları insanın gündemine taşıyor. Lakin insanlık bunu pek umursamıyor. "Yakınlık artık fiziksel komşuluğu gerektirmemektedir; ama bu fiziksel komşuluk da artık yakınlığı belirlememektedir" derken Bauman, insanların ve ailelerin önem verdiği şeyleri şöyle sıralıyor: güvenlik, kariyer, mülkiyet. Çocuk üzerinden bir örneklendirme: Ev/bakıcı/kreş daima güvenli olmalı, okul/şirket daima "en iyileri yaratan" olmalı, konut/araba daima "en iyisi" olmalı. Halbuki bu tablonun neye hedef olduğu Bauman için sadece bir cümlelik: "İnsanlık, tüketim pazarının kurbanıdır."

Yalnızca kendi hilelerine güvenen, diğerlerinden daha kurnaz görünmek için çırpınan ve birbirini yok etmek adına her şeyi göze alan bireyler dünyası... Kitabın sonunda Bauman'ın röportajlarına sığ(a)mayan, kritik yorumlarda bulunduğu mültecilik ve dolayısıyla 'insan dayanışmasının sonu' yer alıyor. Nereye giderse gitsin birer "istenmeyen" olan mülteciler, ateş hattındaki kıymetlerini(!) koruyor: "Onlar yer değiştiriyor değildir, yeryüzündeki yerlerini yitiriyorlar. Hiçbir yere, yersiz bir yere, kendi kendine var olan, kendi içine kapalı ve aynı zamanda denizin sonsuzluğuna adanmış bir yere fırlatılıp atılıyorlar; ya da bir çöle, hınç dolu ve insanların ender ziyaret ettikleri, oturulmayan toprağa yollanıyorlar."

Günümüzde özellikle sosyal medyada en sık rastladığımız şey insan dayanışması. Herhangi bir konuda topluluk oluşturmak ve sesi yükseltmek mümkün. Bu, hayatta neleri değiştirir orası ayrı bir muamma. Bauman'a göre tüketim pazarı öyle bir zafer elde etti ki bu zaferin ilk kurbanı da insan dayanışması oldu. Çünkü aralarında sahici bağlar kuramamış insanlar kablosuz ağlar yoluyla bağlanıyorlar birbirlerine. Görüyorlar, beğeniyorlar ve cevap veriyorlar. Bu kadar. Üstelik 'delete' tuşuna basmak çok kolay. Dayanışmalar, dostluklar ve aşklar oldukça hassas dinamiklere sahip artık.

Boş, coşkusuz ve hissiz bir yaşam var çünkü boş, coşkusuz ve hissiz insanlar var. Akıp giden her şeye müptela olanlar, her şeyin akıp giden bir şey olduğunu düşünüyorlar. Kalıcılık müzelere mahsus, yıllanmışlık mobilyalara. Anlam, ciddiyet ve gerçek artık tuhaf birer kelime...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Şubat 2021 Perşembe

Osmanlı ulemasına şükran nişanesi

Osmanlı ilmiyesi ve müessesleri alanında neredeyse yarım asırdır sarf-ı mesai eden Prof. Dr. Mehmet İpşirli’nin kaleme aldığı makaleler, Osmanlı İlmiyesi adıyla Kronik Kitap tarafından okuyucuya sunuldu. Bir kaynak eser hüviyetine sahip bu eser, İpşirli’nin başta Diyanet İslam Ansiklopedisi olmak üzere, çeşitli ilmî dergiler ve sempozyumlar için hazırladığı Osmanlı ilmiyesine dair muhtelif makalelerinin yeniden gözden geçirilerek derli toplu bir şekilde ilim dünyasının istifade etmesini amaçlamaktadır.

İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri Kürsüsü’nden emekliye ayrıldıktan sonra ders vermeyi hiçbir zaman bırakmayan Mehmet İpşirli, aynı zamanda 1983 yılından itibaren çıkarılmaya başlayan Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin kuruluşundan bugüne kadar gelmesine büyük emek harcadı.

40 cildi aşkın bu hacimli ansiklopedide en çok makale yazan kişilerden olan Mehmet İpşirli’nin, söz konusu eserde 192 maddesi bulunmaktadır.

Osmanlı İlmiyesi başlığıyla yayınlanan kitapta, bu maddelerden bir kısmı da güncel halleriyle yer almaktadır. Kitapta kendine yer bulun “Kanunî Devrinde İlim ve Fikir Hayatı” başlıklı makale ise ilk defa yayınlanmaktadır. Bu makalede dikkat çeken en önemli husus, Kanunî devrinde Osmanlı coğrafyasında inşa edilen yetmiş altı medresenin banisi ve bulunduğu yerle birlikte zikredildiği bir listenin de yer almasıdır.

Tarihçilerin yakinen bildiği üzere Osmanlı Devleti’nin ilmiye teşkilatı hakkında yapılan çalışmalarda İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ilk defa 1965’de yayımladığı Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı kitabı bir dönüm noktası olmuştur. 1970’lerden itibaren de Osmanlı medresesi ve şeyhülislamları üzerine yurtiçi ve yurtdışında akademik düzeyde çeşitli ilmi çalışmalar yapıldığı; kitaplar, makaleler ve tezler kaleme alınmaya başlandığı görülmektedir. Son yıllarda ise özellikle Şeriyye Sicilleri kullanılarak Osmanlı ilmiyesi hakkında son derece kıymetli eserler neşredilmektedir.

Osmanlı dünyasında ulema; eğitim, hukuk, fetva, diyanet ve bürokraside sorumluluk üstlendiği gibi bazen de resmi görev almadan kendisini hususi olarak toplum hizmetine adayan ilim erbabı için ortak bir isim olarak kullanılmıştır. Şeyhülislam ve kazaskerlerin riyasetinde temsil edilen ilmiye sınıfı, gelenek ve imtiyazlarını genellikle iyi koruyan temsil ettiği hukuki ve dini konumundan dolayı toplumun her kesiminde etkili olan bir zümre olmuştur.

17. yüzyıla kadar daima yükselen ve nüfuzunu koruyan ulema, bu yüzyıl ile birlikte genellikle kendisi dışında zaman zaman kendi bünyesi içinde meydan gelen olaylar ve gelişmeler ile bir yıpranma döneminde girerek bir anda gündelik siyaset ve yıpratıcı tartışma ortamının içinde kalmıştır. Bu durumun ulemayı fevkalade yıprattığını gören aydınların ikazıyla resmi makamlar yeni düzenlemeler getirerek ulema sınıfının ıslahı için çaba sarf etmiştir. Yenilik teşebbüslerinin gündemde olduğu 18. yüzyılda ulema da yenilikler için taraftar olmuştur. 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlı’da eğitim ve hukuk sistemi, ulemanın kontrolünden alınarak başka mahfillere verilmesiyle ulemanın yetki ve istihdamında bir daralma meydana gelmiştir. Ancak ilmi donanıma sahip, yaşadığı dönemin önceliklerine vâkıf olan ulemaya Tanzimat devrinde teşkil edilen eğitim ve yargı kurumlarında önemli görevler verilmiştir.

Mehmet İpşirli’nin seçme makalelerinden oluşan Osmanlı İlmiyesi kitabı, esas itibariyle iki bölümden meydan geliyor. Birinci kısımda Osmanlı bürokrasisinde ulema, şeyhülislamlık, kazaskerlik ve İstanbul kadılığı gibi ulemanın yetki ve sorumluluk sahibi olduğu başlıca kurumların yapısı ile işleyişini konu alan makaleler yer alıyor. Bu kısımda ayrıca kuruluş ve yükseliş devri sultanlarının döneminde ulemanın konumu ve ilim hayat ayrıntılı olarak ele alınıyor. Yine birinci bölümde ıslahat ve reform çağının iki önemli padişahı III. Selim ve II. Mahmud devrinde ulemanın rolü, ulema ve ıslahat başlığı altında değerlendiriliyor. Yine aynı başlıkta ilmiye mensuplarının imza ve tasdik formüllerin örnekleriyle ele alındığı bir bahis bulunmaktadır.

İkinci kısımda ise Osmanlı medresesi, Evliya Çelebi seyahatnamesinde Ezher ve Kahire medreseleri, medresetü’l-kudât (şer’i mahkemelere hâkim yetiştiren hukuk medresesi), Mehmet Halife, Abdurrahman Abdi Paşa, Ali Ufkî ve Evliya Çelebi’nin gözünden Enderun dünyası, huzur dersleri, Galata Sarayı ve ilmi muhitler ile ders halkaları üzerine çeşitli makalelere yer veriliyor. Eserin sonunda günümüzdeki Osmanlı ilmiye çalışmaları hakkında genel bir değerlendirme ile ilmiyeye dair terimlerin açıklandığı bir lügat ve indeks yer almaktadır.

Eserde dikkat çekici makalelerden birisi, ulemanın imza ve tasdik formüllerinin ele alındığı bahistir. Bu bahiste şeyhüslislam, kadıasker, kadı, nakibüleşraf, naip ve müderrislerin fetva, vakfiye, hüccet, ilam ve vasiyet gibi çeşitli vesikalarda yer alan imzaları, ilmiye salnamelerinden ve çeşitli vesikalardan alınan örneklerle anlatılmaktadır. Bu örneklerde yer aldığı üzere kimi zaman şeyhülislamların fetvalarda imza yerine mühür kullandıkları da görülmektedir.

Bu çalışma, Osmanlı ilmiyesine dair bazı konuları muhtasar olarak ele almasının yanı sıra derinlikli ve detaylı makalelere de yer vermesi açısından önem arz etmektedir. Kitabın müellifi Mehmet İpşirli, yarım asır emek verdiği eserini ilmiye mensuplarına şu sözlerle ithaf etmiştir: “Bu çalışmayı Osmanlı toplumunu yüzyıllarca sırat-ı müstakim üzere tutmak için büyük gayret sarf edip bu konuda önemli ölçüde başarılı olan Osmanlı ulemasına şükran nişanesi olarak ithaf ediyorum.”. Dileriz ki Mehmet İpşirli’nin diğer ilmi çalışmaları da iki kapak arasına getirilerek okuyucunun kolaylıkla ulaşabileceği kitaplara dönüşür.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
(Bu yazı daha önce Yenişafak Kitap ekinde yayınlanmıştır.)