İnsanı tanımaya, onun davranışlarını ve düşüncelerini açıklamaya, duygularının arka planında nelerin yatabileceğini ortaya koymaya adanmış her ömür sıra dışıdır. Jung, insanla ilgilenirken onu sadece bir beden, akıl, zihin sahibi olarak görmeyi kendince kabul etmedi, bunu çok yetersiz buldu. Bu yüzden zamanın tüm kalıplarını yıkmak ve dışlanmak pahasına insanın her şeyden önce bir ruh sahibi olduğuna işaret etti. Hemen hemen tüm çalışmalarında ruh ön plana çıktı. Böylece yaklaşımları sebebiyle bilim çevrelerinin sert tepkilerine maruz kaldı ve hatta uzun bir dönem bilim insanı olarak görülmedi. O, hayal dünyasına gömülüp çoğu zaman buhranlara kapılan ve fantastik yönü ağır bastığı için söyledikleri üzerinde çok fazla düşünülmemesi gereken biriydi kimilerine göre. Oysa ufuk açıcı arketip kuramı ve kolektif bilinçdışı tezi günümüze ışık tutmaya, birçok bilim insanına ve sanatçıya ilham vermeyi sürdürüyor.
Taşlarını
Freud'un dizdiği psikanaliz yolundan ayrılan Jung'un din ile felsefe arasında kurduğu güzergâh, bilhassa bugünün insanı için çok şey söylüyor. Zira bugünün insanı, kendinden kopmuş bir hâlde yaşıyor. Bu kopuş; insanın bir ruha sahip olduğunu unutması, tabiattan uzaklaşması, tüketime hapsolması ve geleneğe dair hiçbir merak duymayışıyla varlığın anlam kazanması bahsinde bir krize neden oluyor. Jung, çalışmalarında psişenin üzerinde durarak aslında bu krizi çok önceden görmüştü ve insanı yorumlarken bilincin, bilinç dışının, zihnin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünmüştü. Bu anlamda Platonculuktan etkilenmiş, gölge kavramı üzerine özellikle eğilmiştir. İnsan denen varlık sadece cismiyle değerlendirilemez çünkü o aslında gölgeden ibarettir Platonculuğa göre. Jung için gölge, insanın karanlık tarafını temsil eder. Onunla birlikte yürür, ona şekil verir ve aslında insan olma zenginliğinin tüm malzemesi işte o karanlık tarafta yer alır. Çünkü insan en 'ilkel' yanlarını gizlemeye çalışır, farkında olmadan o özellikleri bir gölge hâline getirir. Asla kaçamayacağını ise hiç fark edemez.
Jung, tıpkı
Hermann Hesse gibi benim en çok ilgilendiğim isimlerden. Çünkü onların çabalarında yalnızca insan davranışları ve duyguları değil, uzaklardan, hem de çok uzaklardan gelen bir ses var. O ses bize çok tanıdık, çok kalbi. Hesse'nin sadece
Demian romanına baktığımızda bile onun Jung'dan ne kadar etkilendiğini görebiliriz. Bu etkileniş, varlığın dairevi bir hareket içinde yer almasından -
hermetik çember- insanın içindeki iyi ve kötü tarafı bir bütün hâlinde temsil eden
Abraxas'a, sözcüklerin çoğu zaman hakiki duyguları ve düşünceleri gizleyen birer maske oluşundan doğayla kurulan güçlü bir ilişkinin hakikati fısıldamasına dek sürer. "
Hepimiz Bütün'ün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma; kendimizi yüce akışa bırakmalıyız" der Hesse. "
Tüm düşüncelerimin güneşin etrafındaki gezegenler gibi Tanrı'nın etrafında döndüğünü ve karşı konulmaz bir şekilde O'na çekildiğini hissediyorum" der Jung. Kutsalın gücü, berrak zihinleri ele geçirmekte hiç zorlanmaz. Onlar zaten teslim olmuşlardır, buna bir anlam vermişlerdir fakat izah etmekte güçlük çekerler. Bunu yaparken de tarih boyunca olduğu gibi dışlanırlar, duyulmazlar. Nihayet bu durum da bize tasavvuftaki "
Bilen söylemez, söyleyen bilmez" sözünü hatırlatır.
Runik Kitap'tan çok titiz çevirilerle çok güzel kitaplar çıkıyor peş peşe. Özellikle bu "
Nasıl Okumalıyız?" dizisine dikkat etmeli. Freud'un ve Jung'un yanı sıra,
Lacan,
Heidegger,
Nietzsche,
Shakespeare,
Kierkegaard ve daha bir çok efsaneyi daha iyi anlayabilmek için yol boyunca ışık tutan kitaplar yer alıyor bu dizide. Söz buraya gelmişken, dilimize birçok kitabı çevrilmiş 'zehir zihin'lerden
Simon Critchley'nin bu dizinin editörü olduğunu da söylemek isterim. Öte yandan bu dizideki kitapların çağa uyak uydurma gayretiyle ortaya serpiştirilen "adım adım" ya da "yeni başlayanlar için" kitaplarından olmadığını da belirteyim. Dizinin amacı gayet açık: irdelenen kişinin kullandığı kavramlara yeni bir gözle bakmak, yaşadığımız çağ itibariyle onun çalışmalarını daha anlamlı bir yere koymak ve önceliğimizi hangi eserine vermemiz gerektiği konusunda bir kılavuza sahip olmak.
"
Jung'u Nasıl Okumalıyız?", her şeyden önce çok iyi bir çeviriyle hazırlanmış.
Ersun Çıplak'ı tebrik etmemiz gerek. Neticede Jung gibi anlaşılması pek kolay olmayan isimlerin bir de çevirisine katlanmak, bunu başarıyla yerine getirmek, takdire şayan bir emek. Peki kitapta Jung'un hangi kavramları ve düşünceleri yeniden yorumlanıyor? Rüyalar, simgeler, ikinci benlik, mit, bilinç, yaşamın evreleri, insanlardaki ve uluslardaki karanlık taraf, toplumsal cinsiyet, arketip, nevrozlar, terapiler, bireyleşme, ruhsal iyileşme, seküler toplumlarda ruhun karşı karşıya olduğu tehlikeler, 'şimdi'den geleceğe yönelik bir tasarım.
"
Jung yalnızca insanın kişiliğiyle ilgili yeni bilgilere ulaşmaya çalışmıyordu, aynı zamanda genellikle bilginin bir kenara bırakıldığı bir bilgelik düzeyine ulaşma sorumluluğu duyuyordu" diyor David Tacey. Bu sorumlulukla beraber Jung hep şu soruların peşinden gitti: Sonsuzla ilişki hâlinde miyiz? Duyu ötesi güçler bedenimizi, zihnimizi ve davranışlarımızı etkiliyor mu? Anlam, varoluşun bir sonucu mudur yoksa insan mı anlamı bulur? Tanılar gerçek midir yoksa onları insan mı icat etmiştir? Sınırların ötesindeki gerçekliğe ulaşmak mümkün mü? Freud'un id, ego, süperego modeli insan ruhunu ne kadar izah edebiliyor? Kişilik üzerinde insanın geçmişi mi daha etkili yoksa şimdiden sonrası mı? Bu sorular, çağdaşlarının nezdinde garip birer meraktan ibaret olan, bilim dışı sorulardı. Oysa Tacey'nin de belirttiği gibi bu sorular, kadim sorulardır. Felsefenin sorularıdır. Hakikati arayan insanların sorularıdır. Ne zaman ki Jung'un eserlerinde bu sorular belirgin bir yer kaplamaya başlar, artık Freud'un halefi olmadığını da ortaya koymuş olur. Zaten Freud da başlarda memnuniyetle karşıladığı Jung'u, bu psişe odaklı soruların peşinden gitmesi, onun bazı tezlerini hiçe sayması ve kendi bildiğini okur hâle gelmesi sebebiyle dışlar. Hatta kendi talebelerinin de onu dışlamasını ister. İşin magazin boyutu bir kenara bırakılırsa, Tacey'nin "
Birçok yönden Jung, ideal bir soyut biçimler (görünmez metafizik yapılar) alanının varlığını öne süren Platon'un entelektüel torunudur. Freud ise, dünyayı akıl ve mantık yoluyla anlamaya çalışan Aristoteles'in varisidir." sözleri, ayrılığı açıklama noktasında önemli. Basit bir hayal kırıklığı değil bu ayrılık elbette. İki insanın, birbirlerine besledikleri 'entelektüel beklenti'yi sıfırlayan ve dolayısıyla bir bilim içinde farklı yolları kuran, o bilimi zenginleştiren bir ayrılık. Jung, Freud'un muhakkak ruhsal bir açlık yaşayacağını düşünür. Freud ise Jung'un 'dini saplantılar'dan kurtulacağını düşünür. Her iki beklenti de bir sonuç vermez. Herkes, kendi beklentisi doğrultusunda ilerler.
Jung, özellikle altmışlı yaşlarından sonra batının içinde bulunduğu anlam ve hakikat açmazının üzerine fazlasıyla eğilmiştir. Nitekim, Hristiyanlığın -protestan geleneğin değil de daha zengin ve simgesel olduğunu düşündüğü Roma katolikliğinin- yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Başka bir bakış açısıyla, yaşamın merkezinde konumlanan bir inanç ağı, batıyı iyileştirecekti ona göre. Bu düşünceler eşliğinde yazdıkları sebebiyle bazı önemli Katolikleri sadık topluluğa geri döndürdüğü için Papa XII. Pius'tan iltifat bile görmüştü. Jung'a göre insanların içine doğdukları inançla iyileşebileceğini düşünüyordu ve bu yüzden doğu ya da farklı kültürlerdeki ezoterik, mistik yaklaşımlardan ziyade evvele insanların kendi geleneklerine dönmeleri gerektiğini söylüyordu.
Freud'un Oidipus kompleksini ve cinselliği merkeze alan rüya yorumculuğu, Jung'ta bambaşka bir seyir izler. Jung'a göre rüyalar, büyük karanlıkta insanların gerçek rehberidir. "
Dinin ışığı, güneşin parlak ve ışığı olarak tasavvur edilebilirse, rüyaların ve sezgilerin ışığı da yıldızlı gök kubbe olarak tasvir edilebilir" ona göre. Bir Cizvit papazının rüyaları 'batıl inanç' olarak değerlendirip, kilisenin lütfunun her zaman daha üstün olması gerektiğini ifade edişine şöyle karşılık vermiştir: "
Haklısın, senin rüyalara ihtiyacın yok. Ama ben lütufta bulunamam, buna hakkım yok, bağışlayamam da; sadece insanların rüyalarını dinleyebilirim. Ben bir ilkelim; sense uygar bir insansın. Ben aziz olamam, sadece çok ilkel olabilirim, hatta bir adım daha öteye geçip batıl inançlara çok önem verebilirim."
Kendisine Tanrı'ya inancına dair soru sorulduğunda "
inanmaya, imana karşı bir ilgim yok; sadece biliyorum" demiştir Jung. Onun bildiği, kutsalın yegane iyileştirici güç olduğudur. Bu kutsalın elbette bir kaynağı vardır ve o kaynak bütün insanlık için bitmeyecek, tükenmeyecek, dayanılacak tek güçtür: "
Cennet bizim için fizikçilerin kozmik uzayı hâline geldi ve tanrısal gök kubbe, bir zamanlar var olmuş şeylerin berrak anısına dönüştü. Ama kalp parlıyor ve varlığımızın kökünü sinsi bir huzursuzluk kemiriyor. Bana öyle geliyor ki, dinsel yaşamdan uzaklaşmayla eş zamanlı olarak nevrozlar da gözle görülür şekilde artıyor. İnkar edilemez şekilde huzursuz, sinirlerimizi geren, kafamızı karıştıran ve görüşümüzü bulanıklaştıran bir dönemde yaşıyoruz."
21. yüzyılda Jung'un nasıl okunması gerektiğine, onun kavramlarının yaşamımızda hangi karşılıkları bulabileceğine ve anlam-hakikat-insan krizinde Jung'un konumuna dair güçlü bir öz kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf