“Hayatın anlamı nedir?”
Mustafa Kutlu’nun deneme yazılarının bir kısmını topladığı Kalbin Sesi bu soru ile başlıyor. Kutlu, elbette yepyeni bir anlam yüklemiyor hayata. Tam tersine kadim bir anlamın izini sürmeyi deniyor. Hz. Adem’den beri insana tekrar tekrar hatırlatılan bir anlamı okumaya çalışıyor yazdıklarıyla. Kutlu, böylece enformasyon bombardımanında duyulmaz hale gelmiş kabin sesini tekrar duyulur hale getirmeyi amaçlıyor.
Kitabı okudukça anlıyorum. Mustafa Kutlu, Kalbin Sesi’nin alt başlığı olarak “Bir Hicret Risalesi”ni boşuna seçmemiş. Kitap gerçekten de bir hicret teklifi üzerine kurulmuş. Peki, Mustafa Kutlu okurunu nereye hicret etmesini teklif ediyor? Öncelikle hududullaha… Yani Allah’ın kanununa. Tüketimde sınır tanımayan günümüz insanı için “hududullah” tabiri elbette çok yabancı gelecektir. Arabası olan ama ruhu olmayan insanın çiğneyip geçtiği hududullah, aynı zamanda insanın insanlıktan, dünyanın dünyalıktan çıkması esnasında geçtiği huduttur. Kutlu, günümüz çevrecilerinin söylediklerini, kadim hikmetten bakarak söylerken onlardan farklı olarak hudullaha dönüşü teklif eden bir kitaba imza atmış oluyor Kalbin Sesi’nde…
Yeni olanın sırf yeni olması sebebiyle rağbet gördüğü ve hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Hızlı tüketim çarkları daha hızlı çevriyor ve çarklar daha hızla döndükçe yeni olan da hızla eskiyip yerini daha yeniye bırakıyor. Kutlu ise yeni olanın sorgusuz, sualsiz tüketilmesinin bedelini ağır bir şekilde ödediğimizi ve daha da ağır bedelleri de ödemenin arifesinde olduğumuzu hatırlatarak bize “kanaat ekonomisini” öneriyor. “Başarı”nın, bahası ve bedeli ne olursa olsun amaç haline getirildiği bir zamanda “kanaat”ten bahsetmek konuların en zorunu seçmek anlamına geliyor. Kutlu bu anlamda “uzun yolu” ve “dar kapıyı” tercih ve tavsiye ediyor. Bulmakla değil aramakla, zaferle değil seferle sorumlu olduğumuz bir kültürün çocuklarıyız. Geriye dönüp bakarsak şunu net bir şekilde görebiliyoruz. Zaferlerimizi, sefere niyet edenler kazanmış. Zira odak noktasında sefer değil de zafer yerleşirse bir “ahlak nizamı” üzerinden hareket etmek gereksiz bir lükse dönüşür. Zafer için her yolun mübah olduğu bir dünya zaten içinde yaşadığımız ve olumsuz sonuçlarını her geçen gün daha yoğun bir şekilde hissedebiliyoruz/görebiliyoruz. Aynı odağa, düşünme biçimine talip olduğumuz sürece çözümün değil sorunun bir parçasıyız demektir. Sorunun bir parçası olmak ise meselenin çıkmazlarından kâr elde edenlerin kurduğu sistemi tahkim etmekten öteye geçemez.
Kalbin Sesi için coğrafya atlaslarında bulmayacağımız bir beldeye hicret etmemizi öneren bir risale diyebiliriz. Bir anlamda hayatın anlamına hicret etme risalesi. Kutlu’nun Huzursuz Bacak'tan beri değinegeldiği bir kavramsallaştırma bu kitap ile biraz daha billurlaşıyor. Kapitalizmin Soğuk Savaş sonrası kendini mutlaklaştırdığı bir zamanda farklı bir ses oluyor kanaat ekonomisi.
Kanaat ekonomisi bütün insanlık için gerekli bir kavram esasen. Neden mi böyle diyorum. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haberden bahsetmem gerekiyor bu noktada. Haberde Global Footprint Network adlı bir kurumun, 29 Temmuz’u Dünya Limit Aşım Günü olarak ilan ettiğinden bahsediyordu. Peki ne olacak bundan sonra? Yıl sonuna kadar tüketeceğimiz bütün doğal kaynaklar, 2020’nin “kotasından” düşecek. Hep “gelecekten” tüketen ve her sene o yılın hakkını daha erken tüketen “israf ekonomisi”nin yoluna karşı kanaat ekonomisi üzerinden yoldan çıkmayı öneriyor Kutlu, Kalbin Sesi”nde... O sözünü yoldan çıkmaya, daha doğrusu mevcut yanlış yolun dışında bir yol arayanlara söylüyor: “Yoldan çık kışkırtıcı bir söz. Tam sırası. Tüm dünyanın yürüdüğü yoldan çıkıp “Sırat-ı müstakim”e varalım. Az konuşup, az uyuyup, az yiyerek kanaat toplumunu kuralım. Yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verelim. Sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan sulh cephesinin maden işçileri, gerçek akıncılardan olalım.”.
Yazıyı bitirmeden önce kanaat ekonomisi çerçevesinde düşmem gereken bir not daha var. Kanaat ekonomisi sadece Mustafa Kutlu’nun kalem mesaisiyle kurulabilecek bir yapı değil elbette. Bu konuyu ayağı yere basan, sistemli bir çözüm olarak inşa etmek için herkesin kendi bildiğince ve yapabildiğince elini taşın altına koyması lazım.
Kalbin Sesi bir davet kitabı. İnşallah sadece okuyanı değil icabet edeni de çok olur. Mustafa Kutlu ise söz bu konuya gelince biraz iç burkucu bir noktadan bakıyor: “Bana soracak olursan duvardan ses gelecek ama kimse konuşmayacak. Ne gam! Ben türküler söylemeye devam edeceğim.”
Not: Mustafa Kutlu’dan bir türkü tavsiyesi var kitapta. Onu buraya aktarmakta fayda var. Turan Engin’in yorumuyla “Gafil gezme şaşkın.”. Türkü Kalbin Sesi'nin özeti gibi… "Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün / dünya kadar malın olsa ne fayda / söyleyen dillerin söylemez olur / bülbül gibi dilin olsa ne fayda.”
Suavi Kemal Yazgıç
4 Eylül 2019 Çarşamba
3 Eylül 2019 Salı
Hayaller idealizm, hayatlar oportünizm
“Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.”
- Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Militan Kahvesi’nin sayfalarında ilerlerken kaynağını çıkaramadığım bir ‘yorum’ zihnimde belirdi. Bir yerden mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum hatırlayamadığım bu ‘yoruma’ göre 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden en öne çıkartılanı olan sağ-sol çatışmalarında İslami kesimin sokağa inmemesi dinî kanaat önderlerinin ve muhafazakâr siyasetçilerin bir başarısıydı. Açıkçası meselenin bu kadar sarih olmadığını düşünüyorum. Bana göre Emevî sultasından beri pasifliği din olarak kanıksamış bir toplumun itiraz eksenli hareket etmesini sağlayabilmek bir başarı olabilir(di). Zaten süreci derinlemesine incelediğimizde çok kısıtlı bir kitlenin, üstelik başka saikleri de işin içine katarak aktif yöntem seçtiğini görürüz. Bu coğrafyadaki genel eğilim ‘yöneticiye itaat’ üzerinedir. Zira bu düstur (gelenekte) akidevî bir ilkedir! Yeri gelmişken, aktif yöntemden şiddet eylemlerinin kast edilmediğini not düşmek elzem sanıyorum. Militan Kahvesi okuru bu tedirgin notun sebebini daha iyi anlayacaktır.
Konuyu dağıtmadan Militan Kahvesi’ne dönelim. Pruva Yayınları’ndan çıkan iki yüz yetmiş üç sayfalık kitap Yunus Develi tarafından kaleme alınmış. Yazar hakkında kitapta yer alan küçük bilgilendirmeden anlaşıldığına göre Develi’nin hayatı romanın başkahramanının (Aydın) hayatıyla benzeşiyor. İmam hatiplilik, Adanalılık, yüksek İslam enstitüsü öğrenciliği gibi benzerlikler metnin gerçek hayattan kurgulanarak oluşturulduğunu gösteriyor. Hem olaylardaki realiteye uygunluk hem de gerçek kişilere yer verilmesi bu durumu doğruluyor. Yalnız, romanda bundan da fazlası var. Gerçeklik payı yüksek olmakla birlikte kurgu boyutu da hafife alınmayacak türden. Zira yazar bir yerden sonra roman içinde roman oluşturmayı deniyor veya ilerleyen sayfalarda okurun durduk yere bir başkahramanı daha oluyor. Yunus Develi yazar-kahraman paslaşması şeklinde anlattığı olayların yeterince karmaşık olmadığını düşündüğünden olsa gerek, hikâyeyi matruşkaya çeviriyor. Roman kahramanlığından beklediği sonucu alamayacağını ‘düşünen’ Aydın adeta mitoz bölünerek ikiye ayrılıyor ve kendisi şahsi işlerine koyulurken yeni karakteri yerine romanın başkahramanı olarak atıyor. Ama ondan önce epey bir süre Aydın’ın hikâyesiyle hemhâl olmak gerekiyor.
Roman 1970’lerin ikinci yarısında (1976-1980) İstanbul’da geçiyor. Aydın imam hatip lisesi mezunudur. Her ne kadar başka planları olsa da “kader” onun yolunu yüksek İslam enstitüsüne çıkarmıştır. İslam enstitüleri devletin diyanet ve milli eğitim kurumlarında görevlendireceği memurları yetiştirmek için yapılandırdığı yüksek okullardır. Romandan anlaşıldığına göre bu okullar liseden hâllice ama üniversite seviyesinde de değildir. Sıra olarak törenle derse girmeler, zil ile teneffüse çıkmalar, elleri sopalı hocalar gibi ayrıntılar üniversite görünümünden çok uzak. Aydın’ın kayıt yaptırdığı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü bu okulların ilklerindendir. 1959 yılında açılan enstitü 12 Eylül darbesinden sonra Marmara Üniversitesi’ne bağlanarak ilahiyat fakültesine dönüştürülmüştür (1982).
Aslında Aydın ilahiyattan ziyade edebiyat okumak istemektedir. Diğer yandan onun gönlünde bir başka aslan daha yatmaktadır. Edebiyat okumanın yanında saplantı denilebilecek derecede militan olmayı arzulamaktadır. Bu eğilimin konjonktürel bir karşılığının olduğu muhakkak. Etkisi dünyanın tümüne yayılan ‘muhalif’ hareketlerin Türkiye’yi es geçmesi düşünülemez. Fakat küresel anlamdaki muhalif hareket sol söylemi içerdiğinden imam hatipli bir gencin militarist tutkularının boşlukta kalması kaçınılmazdır. Esasen hassas bir karaktere sahip olan Aydın psikolojik açıdan kavga edemeyecek fıtratta olduğu görülüyor. Korkak değilse bile haddinden fazla tedirgin, aşırı kontrollü ve özgüveni yetersiz biridir. Örneğin ölesiye militan olmak istememesine rağmen şişe dibi gözlüklerinin buna müsaade etmeyeceği düşüncesinden sıyrılamamaktadır. Ona göre en iyi ihtimalle geri hizmette yer alabilecektir. Oysa en önde, yumruk yumruğa mücadelenin tam ortasında olma isteği içini yakıp kavurmaktadır. Ama aynı şevkle edebiyat okumayı da istemektedir. Bu savruk düşüncelerle kayıt yaptırdığı enstitüye yakın bir yurtta kalmaya başlamıştır. Yurttaki öğrencilerin büyük çoğunluğunu oluşturan Selametçiler arasındadır. Selametçiler, adından da anlaşılacağı üzere Necmettin Erbakan liderliğindeki Mili Selamet Partisi’nin (MSP) destekçileridir. Burada dönemi anlamak açısından bir not düşmek gerekiyor sanıyorum. Yunus Develi hikâyenin geçtiği dönemdeki kolektif oluşumları birebir karşılıklarıyla almış romana. Selametçiler, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Akıncılar, Nurcular, Ülkücüler bunlardan bazıları. Ayrışma sadece siyasi oluşumlarla sınırlı değildir. Tarikatlar da bölünmeye katkı sunmaktadır. Aydın buradaki ayrışmayı anlamlandıramamakta ve tüm bu oluşumların aynı dinin mensupları olarak aynı amaca hizmet etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Doğru ve mantıklı olan başta sol olmak üzere din düşmanlarına karşı güç birliği yapmaktır. O hâlde buradaki ayrışmanın başka anlamı olmalıdır. Geçen zaman bu ‘başka’ anlamları açığa çıkaracaktır. Birbiriyle mücadele eden İslami grupların dışında romandaki akışı etki etmeyen bir anlatımla Metin Yüksel, Salih Mirzabeyoğlu gibi eylemsel muhaliflikte bireysel ağırlıkları olan karakterleri de ihmal etmemiş Yunus Develi. Ayrıca romanda yer alan isimler bunlarla sınırlı değil. Necip Fazıl Kısakürek’ten Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’den Cemil Meriç’e kadar birçok bilindik isme düşünsel etkileriyle yer vermiş. Sayılan isim ve eğilimler dönemin İslami anlayışına, hareket biçimine ve hayatı okuyuşuna dair bilgi sunuyor. Müslümanların ne teorikte ne de pratikte gerektiği gibi örgütlenemediği ve organize olamadığı görülüyor. Yapılan çalışmalar gereken ciddiyet ve disiplinden uzak, plansız, programsız ve el yordamıyla günü kurtarmaya yönelik ‘amatörce’ gerişimlerdir. İyi niyetli çabalar elbette vardır lakin Müslümanları bilinçlendirme ve harekete geçirme noktasında etkisizdir.
Aydın bir taraftan bu ortamdan faydalanmaya çalışırken bir tarafan da iç dünyasından kopup gelen idealizme karşılık bulmayı amaçlamaktadır. Ona göre idealin gerçekleşmesi için Müslümanlar İslami ilkelere dayalı bir devlet kurmak zorundadır. Devletin varlığı sadece zulüm altındaki Müslümanlar için değil tüm insanlık için bir zorunluluktur ve kurulması için de canla başla çalışılmalıdır. Kavgaysa kavga, militanlıksa militanlık, savaşsa savaş. Yalnız savaşta ön sıralarda yer alamayacağı düşüncesi Aydın’ı yeni arayışlara itmektedir. Ona göre savaş, militanlık, kavga sadece fiziki eylemle sınırlı değildir ve eğer başarılı olunacaksa hareketin teorik yönü de oluşturulmalıdır. Aydın’ın üzerinde durduğu teorik militanlık düşüncesi buradan ortaya çıkıyor. Tam bu noktada psikolojik açıdan baskı altında olan Aydın militanlığın mı roman kahramanlığının mı ideale hizmet edeceğini kestiremiyor.
Aydın’ın düşünce dünyasında bunlar yaşanırken dışarıda da kayda değer gelişmeler olmaktadır. Okul devam etmektedir fakat hocaların büyük kısmı hem İslami açıdan yeterli donanıma sahip değildir hem de tutum ve davranışları davaya hizmet etme bilincinden uzaktır. Kaybetmemek için Ülkücülerle kavga ettikleri yurttaki öğrencilerin büyük kısmı kendi derdindedir. Çok azı hariç her türlü olaydan uzak duran bu tiplerin mezun olup görev almaktan başka düşünceleri yoktur. Diğer yandan savaştıkları Ülkücüler yetmezmiş gibi bir de İslami gruplar yurdu ele geçirmek istemektedir. Bu grupların güçlenmek için her şeyi yapabileceklerini görmüştür Aydın. Dinin salık verdiği Tevhid ve adalet odaklı evrensel anlayış lafızdan ibarettir. “Çok tuhaf olan hayat” Aydın’ın düşündüğü gibi değildir. Hayal ettiği gibi de olmayacaktır.
Romanın satır aralarının hayal kırıklıklarıyla dolu olduğu görülüyor. Aslında burada Aydın’dan ziyade Yunus Develi’nin ruh dünyasıyla karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma bize psikanalitik açıdan çok şey söylüyor. Aydın’ın içinde olduğu kurgu, yazarın genç ve idealist bir öğrenciyken hayata geçirmek istediği hayallerinin yok olmasıyla içine düştüğü gerçekliğin bir yansıması oluyor. Dolayısıyla yazarın yaşadıklarını, düşündüklerini ve hissettiklerin romanın başkahramanı üzerinden anlattığı söylenebilir. Kitabın alt metni, din algısı, eğitim anlayışı, İslami oluşumların iç yapısı ve işleyişi, devlet olgusuna bakış gibi konularda içinde yaşadığımız toplumun düşünsel kodlarını açığa çıkarıyor. Tasvip etmediği devleti kutsal görebilen ve itaat edebilen ya da ideallerden bahsederken mevzu çıkar olunca oportünistçe davranmaktan beis görmeyen veya ilkeleri ilk fırsatta kendine göre eğip bükebilen bir toplumun paranoyak tutumunu önümüze seriyor.
Militan Kahvesi’nin dilinin basit olduğu söylenemez. Çok fazla gönderme, alıntı, atıf yer alıyor. Okur roman boyunca onlarca leitmotif örneği ve kelime oyunuyla karşılaşıyor. Yunus Develi özellikle ‘kader’ ve ‘yurt’ kelimelerinin üzerinde durarak çoklu anlam oluşturuyor. Metinde yer yer bilinçakışı tekniğinin kullanıldığı görülüyor. Anlamı savruk hâle sokan bu yöntem sanki yazarın da olayları o an kahraman yaşarken okurla birlikte öğrendiği izlenimini veriyor. Diğer yandan aynı anda gözlemci yazar anlatıcı ve kısmen tanrısal bakış açısının da kullanılması metne anlamsal bir kaosa sürüklüyor. Tüm bunların yanında yazar sadece kendisi ve kahramı aracılığıyla konuşmuyor. Ayrıca okuru da kurgusal diyaloglarla ve farazi zihin okuma girişimleriyle metne dahil ediyor. Hatta daha da ileri giderek birçok yerde okurla adeta münakaşa ediyor, okura ‘atarlanıyor’, ‘ayar çekiyor’. Bütün bu saçaklı müdahaleler alt metnin anlamsal uzamını karmaşaya dönüştürse üst metinde Aydın’ın ‘basit’ hikâyesi akmaya devam ediyor.
Militan Kahvesi hızlı ilerlemiyor çünkü ağırlıkları olan bir metin. Örneğin Aydın’ın yanlışlıkla yurda gelen bir mektubun -açıp okuması ayrı fecaat- peşinden Ankara’ya kadar giderek ‘kardeş’ yerine koyacağı bir kızla tanışması romana hiçbir şey katmıyor. Hayır, yazar mesaj veriyor desek mesajlık bir durum yok. Aksine başkasının mahremine saygısızlık var. Bu örnek gibi irili ufaklı bir düzine kamburu var metnin. Yazarın bir çok yerde anlatımı sündürdüğünü düşünüyorum. Özelikle Aydın’ın iç diyalogları yorucu hâle gelebiliyor. Bu durum sadece okuru yormuyor, romanı da epey yormuş. Üstelik yazar da bunun farkında ve böyle düşünen okura nazire ettiği notlar bırakıyor. Ama ben o okurlardan biri olarak yazarla polemiğe girme niyetinde değilim.
Yunus Develi, Militan Kahvesi’nde Türkiye’deki İslami kesimin geçmişinde yer alan kısa bir dönemine ayna tutuyor. Her ne kadar kitabın tanıtım yazısında aksi söylense de entelektüel zeminde pek yer edinemeyen dinî düşüncenin siyasal yorumları heyecanlı bir üniversite öğrencisinin gözüyle aktarılıyor. Aydın’la birlikte Üsküdar-Eminönü vapurunun müdavimi olan olan okur kah Beyazıt Meydanı çevresinde kah Bağlarbaşı semtinin sokak aralarında geziniyor. Dönemin havasını koklayıp, suyunu içiyor. En önemlisi, belki de bugün en çok lâzım olan şeyle, Aydın’ın özeleştirisiyle karşılaşıyor. Alıp bugüne getirmesi temennisiyle.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Militan Kahvesi’nin sayfalarında ilerlerken kaynağını çıkaramadığım bir ‘yorum’ zihnimde belirdi. Bir yerden mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum hatırlayamadığım bu ‘yoruma’ göre 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden en öne çıkartılanı olan sağ-sol çatışmalarında İslami kesimin sokağa inmemesi dinî kanaat önderlerinin ve muhafazakâr siyasetçilerin bir başarısıydı. Açıkçası meselenin bu kadar sarih olmadığını düşünüyorum. Bana göre Emevî sultasından beri pasifliği din olarak kanıksamış bir toplumun itiraz eksenli hareket etmesini sağlayabilmek bir başarı olabilir(di). Zaten süreci derinlemesine incelediğimizde çok kısıtlı bir kitlenin, üstelik başka saikleri de işin içine katarak aktif yöntem seçtiğini görürüz. Bu coğrafyadaki genel eğilim ‘yöneticiye itaat’ üzerinedir. Zira bu düstur (gelenekte) akidevî bir ilkedir! Yeri gelmişken, aktif yöntemden şiddet eylemlerinin kast edilmediğini not düşmek elzem sanıyorum. Militan Kahvesi okuru bu tedirgin notun sebebini daha iyi anlayacaktır.
Konuyu dağıtmadan Militan Kahvesi’ne dönelim. Pruva Yayınları’ndan çıkan iki yüz yetmiş üç sayfalık kitap Yunus Develi tarafından kaleme alınmış. Yazar hakkında kitapta yer alan küçük bilgilendirmeden anlaşıldığına göre Develi’nin hayatı romanın başkahramanının (Aydın) hayatıyla benzeşiyor. İmam hatiplilik, Adanalılık, yüksek İslam enstitüsü öğrenciliği gibi benzerlikler metnin gerçek hayattan kurgulanarak oluşturulduğunu gösteriyor. Hem olaylardaki realiteye uygunluk hem de gerçek kişilere yer verilmesi bu durumu doğruluyor. Yalnız, romanda bundan da fazlası var. Gerçeklik payı yüksek olmakla birlikte kurgu boyutu da hafife alınmayacak türden. Zira yazar bir yerden sonra roman içinde roman oluşturmayı deniyor veya ilerleyen sayfalarda okurun durduk yere bir başkahramanı daha oluyor. Yunus Develi yazar-kahraman paslaşması şeklinde anlattığı olayların yeterince karmaşık olmadığını düşündüğünden olsa gerek, hikâyeyi matruşkaya çeviriyor. Roman kahramanlığından beklediği sonucu alamayacağını ‘düşünen’ Aydın adeta mitoz bölünerek ikiye ayrılıyor ve kendisi şahsi işlerine koyulurken yeni karakteri yerine romanın başkahramanı olarak atıyor. Ama ondan önce epey bir süre Aydın’ın hikâyesiyle hemhâl olmak gerekiyor.
Roman 1970’lerin ikinci yarısında (1976-1980) İstanbul’da geçiyor. Aydın imam hatip lisesi mezunudur. Her ne kadar başka planları olsa da “kader” onun yolunu yüksek İslam enstitüsüne çıkarmıştır. İslam enstitüleri devletin diyanet ve milli eğitim kurumlarında görevlendireceği memurları yetiştirmek için yapılandırdığı yüksek okullardır. Romandan anlaşıldığına göre bu okullar liseden hâllice ama üniversite seviyesinde de değildir. Sıra olarak törenle derse girmeler, zil ile teneffüse çıkmalar, elleri sopalı hocalar gibi ayrıntılar üniversite görünümünden çok uzak. Aydın’ın kayıt yaptırdığı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü bu okulların ilklerindendir. 1959 yılında açılan enstitü 12 Eylül darbesinden sonra Marmara Üniversitesi’ne bağlanarak ilahiyat fakültesine dönüştürülmüştür (1982).
Aslında Aydın ilahiyattan ziyade edebiyat okumak istemektedir. Diğer yandan onun gönlünde bir başka aslan daha yatmaktadır. Edebiyat okumanın yanında saplantı denilebilecek derecede militan olmayı arzulamaktadır. Bu eğilimin konjonktürel bir karşılığının olduğu muhakkak. Etkisi dünyanın tümüne yayılan ‘muhalif’ hareketlerin Türkiye’yi es geçmesi düşünülemez. Fakat küresel anlamdaki muhalif hareket sol söylemi içerdiğinden imam hatipli bir gencin militarist tutkularının boşlukta kalması kaçınılmazdır. Esasen hassas bir karaktere sahip olan Aydın psikolojik açıdan kavga edemeyecek fıtratta olduğu görülüyor. Korkak değilse bile haddinden fazla tedirgin, aşırı kontrollü ve özgüveni yetersiz biridir. Örneğin ölesiye militan olmak istememesine rağmen şişe dibi gözlüklerinin buna müsaade etmeyeceği düşüncesinden sıyrılamamaktadır. Ona göre en iyi ihtimalle geri hizmette yer alabilecektir. Oysa en önde, yumruk yumruğa mücadelenin tam ortasında olma isteği içini yakıp kavurmaktadır. Ama aynı şevkle edebiyat okumayı da istemektedir. Bu savruk düşüncelerle kayıt yaptırdığı enstitüye yakın bir yurtta kalmaya başlamıştır. Yurttaki öğrencilerin büyük çoğunluğunu oluşturan Selametçiler arasındadır. Selametçiler, adından da anlaşılacağı üzere Necmettin Erbakan liderliğindeki Mili Selamet Partisi’nin (MSP) destekçileridir. Burada dönemi anlamak açısından bir not düşmek gerekiyor sanıyorum. Yunus Develi hikâyenin geçtiği dönemdeki kolektif oluşumları birebir karşılıklarıyla almış romana. Selametçiler, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Akıncılar, Nurcular, Ülkücüler bunlardan bazıları. Ayrışma sadece siyasi oluşumlarla sınırlı değildir. Tarikatlar da bölünmeye katkı sunmaktadır. Aydın buradaki ayrışmayı anlamlandıramamakta ve tüm bu oluşumların aynı dinin mensupları olarak aynı amaca hizmet etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Doğru ve mantıklı olan başta sol olmak üzere din düşmanlarına karşı güç birliği yapmaktır. O hâlde buradaki ayrışmanın başka anlamı olmalıdır. Geçen zaman bu ‘başka’ anlamları açığa çıkaracaktır. Birbiriyle mücadele eden İslami grupların dışında romandaki akışı etki etmeyen bir anlatımla Metin Yüksel, Salih Mirzabeyoğlu gibi eylemsel muhaliflikte bireysel ağırlıkları olan karakterleri de ihmal etmemiş Yunus Develi. Ayrıca romanda yer alan isimler bunlarla sınırlı değil. Necip Fazıl Kısakürek’ten Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’den Cemil Meriç’e kadar birçok bilindik isme düşünsel etkileriyle yer vermiş. Sayılan isim ve eğilimler dönemin İslami anlayışına, hareket biçimine ve hayatı okuyuşuna dair bilgi sunuyor. Müslümanların ne teorikte ne de pratikte gerektiği gibi örgütlenemediği ve organize olamadığı görülüyor. Yapılan çalışmalar gereken ciddiyet ve disiplinden uzak, plansız, programsız ve el yordamıyla günü kurtarmaya yönelik ‘amatörce’ gerişimlerdir. İyi niyetli çabalar elbette vardır lakin Müslümanları bilinçlendirme ve harekete geçirme noktasında etkisizdir.
Aydın bir taraftan bu ortamdan faydalanmaya çalışırken bir tarafan da iç dünyasından kopup gelen idealizme karşılık bulmayı amaçlamaktadır. Ona göre idealin gerçekleşmesi için Müslümanlar İslami ilkelere dayalı bir devlet kurmak zorundadır. Devletin varlığı sadece zulüm altındaki Müslümanlar için değil tüm insanlık için bir zorunluluktur ve kurulması için de canla başla çalışılmalıdır. Kavgaysa kavga, militanlıksa militanlık, savaşsa savaş. Yalnız savaşta ön sıralarda yer alamayacağı düşüncesi Aydın’ı yeni arayışlara itmektedir. Ona göre savaş, militanlık, kavga sadece fiziki eylemle sınırlı değildir ve eğer başarılı olunacaksa hareketin teorik yönü de oluşturulmalıdır. Aydın’ın üzerinde durduğu teorik militanlık düşüncesi buradan ortaya çıkıyor. Tam bu noktada psikolojik açıdan baskı altında olan Aydın militanlığın mı roman kahramanlığının mı ideale hizmet edeceğini kestiremiyor.
Aydın’ın düşünce dünyasında bunlar yaşanırken dışarıda da kayda değer gelişmeler olmaktadır. Okul devam etmektedir fakat hocaların büyük kısmı hem İslami açıdan yeterli donanıma sahip değildir hem de tutum ve davranışları davaya hizmet etme bilincinden uzaktır. Kaybetmemek için Ülkücülerle kavga ettikleri yurttaki öğrencilerin büyük kısmı kendi derdindedir. Çok azı hariç her türlü olaydan uzak duran bu tiplerin mezun olup görev almaktan başka düşünceleri yoktur. Diğer yandan savaştıkları Ülkücüler yetmezmiş gibi bir de İslami gruplar yurdu ele geçirmek istemektedir. Bu grupların güçlenmek için her şeyi yapabileceklerini görmüştür Aydın. Dinin salık verdiği Tevhid ve adalet odaklı evrensel anlayış lafızdan ibarettir. “Çok tuhaf olan hayat” Aydın’ın düşündüğü gibi değildir. Hayal ettiği gibi de olmayacaktır.
Romanın satır aralarının hayal kırıklıklarıyla dolu olduğu görülüyor. Aslında burada Aydın’dan ziyade Yunus Develi’nin ruh dünyasıyla karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma bize psikanalitik açıdan çok şey söylüyor. Aydın’ın içinde olduğu kurgu, yazarın genç ve idealist bir öğrenciyken hayata geçirmek istediği hayallerinin yok olmasıyla içine düştüğü gerçekliğin bir yansıması oluyor. Dolayısıyla yazarın yaşadıklarını, düşündüklerini ve hissettiklerin romanın başkahramanı üzerinden anlattığı söylenebilir. Kitabın alt metni, din algısı, eğitim anlayışı, İslami oluşumların iç yapısı ve işleyişi, devlet olgusuna bakış gibi konularda içinde yaşadığımız toplumun düşünsel kodlarını açığa çıkarıyor. Tasvip etmediği devleti kutsal görebilen ve itaat edebilen ya da ideallerden bahsederken mevzu çıkar olunca oportünistçe davranmaktan beis görmeyen veya ilkeleri ilk fırsatta kendine göre eğip bükebilen bir toplumun paranoyak tutumunu önümüze seriyor.
Militan Kahvesi’nin dilinin basit olduğu söylenemez. Çok fazla gönderme, alıntı, atıf yer alıyor. Okur roman boyunca onlarca leitmotif örneği ve kelime oyunuyla karşılaşıyor. Yunus Develi özellikle ‘kader’ ve ‘yurt’ kelimelerinin üzerinde durarak çoklu anlam oluşturuyor. Metinde yer yer bilinçakışı tekniğinin kullanıldığı görülüyor. Anlamı savruk hâle sokan bu yöntem sanki yazarın da olayları o an kahraman yaşarken okurla birlikte öğrendiği izlenimini veriyor. Diğer yandan aynı anda gözlemci yazar anlatıcı ve kısmen tanrısal bakış açısının da kullanılması metne anlamsal bir kaosa sürüklüyor. Tüm bunların yanında yazar sadece kendisi ve kahramı aracılığıyla konuşmuyor. Ayrıca okuru da kurgusal diyaloglarla ve farazi zihin okuma girişimleriyle metne dahil ediyor. Hatta daha da ileri giderek birçok yerde okurla adeta münakaşa ediyor, okura ‘atarlanıyor’, ‘ayar çekiyor’. Bütün bu saçaklı müdahaleler alt metnin anlamsal uzamını karmaşaya dönüştürse üst metinde Aydın’ın ‘basit’ hikâyesi akmaya devam ediyor.
Militan Kahvesi hızlı ilerlemiyor çünkü ağırlıkları olan bir metin. Örneğin Aydın’ın yanlışlıkla yurda gelen bir mektubun -açıp okuması ayrı fecaat- peşinden Ankara’ya kadar giderek ‘kardeş’ yerine koyacağı bir kızla tanışması romana hiçbir şey katmıyor. Hayır, yazar mesaj veriyor desek mesajlık bir durum yok. Aksine başkasının mahremine saygısızlık var. Bu örnek gibi irili ufaklı bir düzine kamburu var metnin. Yazarın bir çok yerde anlatımı sündürdüğünü düşünüyorum. Özelikle Aydın’ın iç diyalogları yorucu hâle gelebiliyor. Bu durum sadece okuru yormuyor, romanı da epey yormuş. Üstelik yazar da bunun farkında ve böyle düşünen okura nazire ettiği notlar bırakıyor. Ama ben o okurlardan biri olarak yazarla polemiğe girme niyetinde değilim.
Yunus Develi, Militan Kahvesi’nde Türkiye’deki İslami kesimin geçmişinde yer alan kısa bir dönemine ayna tutuyor. Her ne kadar kitabın tanıtım yazısında aksi söylense de entelektüel zeminde pek yer edinemeyen dinî düşüncenin siyasal yorumları heyecanlı bir üniversite öğrencisinin gözüyle aktarılıyor. Aydın’la birlikte Üsküdar-Eminönü vapurunun müdavimi olan olan okur kah Beyazıt Meydanı çevresinde kah Bağlarbaşı semtinin sokak aralarında geziniyor. Dönemin havasını koklayıp, suyunu içiyor. En önemlisi, belki de bugün en çok lâzım olan şeyle, Aydın’ın özeleştirisiyle karşılaşıyor. Alıp bugüne getirmesi temennisiyle.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
2 Eylül 2019 Pazartesi
Savaşın kederine düşmeden kaderin nabzını tutmak
"Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde" demişti K24'teki yazısında Mehmet Fatih Uslu. Elbet haklıydı. Dediği gibiydi çünkü bizdeki Saraybosna meselesi: Tercüme, düşünce ve araştırma bolluğu yok, onun yerine sadece belirli günlerde bol miktarda ağlama, sızlama var. Gayret etmeden şikayet etmek, romantizmin bir gereğidir. Sorulduğu zaman Balkan edebiyatını çok seviyoruz ama Ivo Andriç'in Drina Köprüsü ve Meşa Selimoviç'in Derviş ve Ölüm'ünden başka ne okuduk, ne biliyoruz?
Savaşa dair bildiklerimiz, senenin bazı günlerinde ekranlara konan ve sosyal medyada dönen görsellerden, belgesellerden, alıntılardan ibaret. Uslu'nun gayet yerinde hatırlattığı gibi, Faruk Sehic'in Una'sını memleketimizde çevirecek Boşnakça bilen biri yok mu? Hadi bunu geçtik, bu kadar Boşnak vatandaşımızla birlikte yaşıyoruz, içlerinde hiç mi edebiyata meraklı, tercümeye hevesli biri yok? Savaşın gerçekleri sempozyumlarda tekrarlananalardan ibaret olarak mı kalmalı? Uslu, şu soruları sormakla, daha doğrusu hatırlatmakla çok iyi ediyor: "Ne kadar gerçekten merak ediyor, anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?"
Milenko Yergoviç imzalı Saraybosna Marlborosu neden çok önemli bir kitap? Buradan başlayalım. Yergoviç bir şair. Bosna Savaşı döneminde bir yerlere gitmek yerine Müslümanlarla beraber olmak istemiş. Dolayısıyla savaşı her yönüyle görmüş, yaşamış. Sonra bu yaşadıklarını yeniden gözden geçirmiş ve iyi okumuş olacak ki ortaya çok kıymetli bir öykü kitabı çıkarmış. Türkiye'de ilk defa Beliz Coşar çevirisiyle 2001 yılında İletişim Yayınları neşretmişti Saraybosna Marlborosu'nu. Aradan 18 sene geçti, nerede okuduk kitaba dair ciddi bir eleştiri yahut değerlendirme yazısı? Bir elin parmağını geçmez. İşte bu 18 sene sonunda güzel bir gelişme olarak Özge Deniz çevirisiyle Kutu Yayınları yeniden neşretti kitabı. Temmuz 2019'da raflarda yer bulan kitap kısa sürede üç baskı yaptı. İnsan bir taraftan merak etmiyor değil hani bu ilgiyi, alakayı ama bir gerçek var ki Saraybosna'da yaşananları 'satmadan' anlatan tüm metinlere kavuşma ihtiyacımız var, bu çok açık.
Yergoviç ilk öyküden son öyküye anlatımını 'sıradan' tutuyor. Zaten okuyanı da en çok etkileyen bu. Neşeden hüzne dek duyguların hiçbirini pazarlamıyor. Olanı biteni, gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini en insanî noktadan aktarıyor okuyucuya. Savaşın insanlığı en zorlayan anlarında dahi bu disiplininden vazgeçmiyor. Bir yandan da okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor, hatırlamak bir daha yaralanmak değil de nedir? Bir yıkımı hatırlamak yeniden yıkmaz mı? Şüphesiz yaralar ve yıkar. Bir şairin yeniden yaralamayı ve yıkmayı göze almasında tek bir maksat olabilir: yeniden sarmak ve yeniden ayağa kaldırmak. Çünkü: "Hayat yalnızca yaşadığını bildiğinde kıymetlenir. Ölüm seni her zaman hazırlıksız yakalar, yaşadığını bile fark etmediğin bir anda, kendine ve başkalarına iyi davranamadan."
Saraybosna Marlborosu'nda bir keskin nişancı konuşmuyor, merminin isabet ettiği kimsenin çığlığı, delinen duvarlar da anlatılmıyor. Kelime denen o hem yara açan hem de şifa veren silahı meselenin kalbine doğrultuyor, mermiyi duygular âlemine gönderiyor Yergoviç. "İnsanın kalbi, yalnızca doğru yere hafifçe vurduğunuzda yumuşarmış" derken bunu anlatıyor olsa gerek. Mekanlar, rütbeler ve suçlular aranmıyor öykülerde. Kitapların acıyla biriktirilmiş anılara dönüşecek gereksiz şeyleri biriktirdiğini kendisi de söylüyor aslında. Onun öyküleriyle yaptığı şey, travmalara sebep olan olayları içindeki insan tarafıyla anlatmak. Sadece insana odaklanmak. Nefreti, kibri, masumiyeti, hüznü herhangi bir sosa bulamadan, olabildiğince tarafsız biçimde aktarmak. Komünist adlı öyküde İvo T.'nin oğluna söyledikleri, öykülerinin özelliğini gözler önüne seriyor bir nevi:
"Evlat, bunu bize kötü insanlar yaptı. Bizim durumumuzun suçlusu ne senin ne de benim arkadaşlarım, garajının önüne park ettiğim için lastiklerimi patlatan sarhoş Avdo da değil, cemaate Katoliklerle tokalaşmamaları ve hatta öpüşmemeleri gerektiğini söyleyen hoca da değil bizim suçlumuz. Bizim durumumuzun suçlusu yalnızca kötü insanlardır. Sakın ha, birinden nefret ettiğini duymayayım, Tanrı bana başımıza gelenler yüzünden başkalarına küfrettiğini duymayı nasip etmesin. Çünkü böyle yaparsan bacaklarını kırarım. Ne olursa olsun, sana söylediklerimi hatırla. Sarf ettiğin her kötü söz sana, tıpkı bir taş gibi, en hassas olduğun anda geri döner. Benden bu kadar, iyi çalış, ne zaman fırsatın olursa haber yolla ama sakın çok harcama, sakın çok içme, geceleri geç saatte ortalıkta dolaşma ve kız arkadaşına göz kulak ol. Benden bu kadar oğlum, baban seni çok seviyor."
Boşnak Güveci adlı öyküde, ışık hızının ne olduğunu bilen ama karanlığının hızının ne olduğunu bilmeyen insanlar var bir de. Onların her biri, insanların karanlıkta değiştiğinin ve belki de değişmek zorunda olduğunun ispatı. Her çöküşün tembellikle geldiğini gösterirken, helak oldukça daha çok hayal kurulduğunu da insanı ürperten biçimde anlatıyor Yergoviç. Canlarının sağlığından başka bir şey düşünmüyordu insanlar, kısa bir zaman içinde canlarına ne olacağını bilmemelerine rağmen. Tüm bu hengamede aşk neydi? Şuydu: "Aşk; hayal etme, plan yapma, düşlere dalma hakkından kimseyi mahrum bırakmamaktı."
Saraybosna coğrafyasından bahsederken müzikten bahsetmemek mümkün mü? Bir nefesli enstrümandan mesela. Saksafondan. Onlar ne yapmışlardı savaşta? Nereye kaybolmuştu bunca müzisyen? Hani gemiyi en son onlar terk ederdi? Hani ne olursa olsun onlardan gelen sesler insanları ayakta tutardı? Yergoviç nefis özetliyor meseleyi yine en insani tarafından: "Saksafoncular tarih yazmaz, onlar müzik yapar. Telaffuz edilmemiş kelimeler narin bir sessizlik oluşturur, savaşlardan ve tartışmalardan iyisiyle kötüsüyle kurtulmuş herkes huzurla uyur."
Kütüphane, kitabın son öyküsü. İnsanın kitapla kurduğu ilişki ve savaşın bu ilişkiyi hangi ölçüde etkilediği en berrak biçimde ortaya seriliyor. "Saraybosna'da yanıp gitmiş tüm kütüphaneleri tek tek saymak, onları hatırlamak imkansızdır" diyor Yergoviç. Mesela, 'Bosna'nın hafızası' olarak bilinen ve 25 Ağustos 1992'de Sırp Çetniklerin açtığı top ateşi sonucu yok olan, belediye binasındaki kütüphane. 155 bini el yazması olmak üzere 2 milyondan fazla kitabın yok olduğu söyleniyor Viyeçnitsa Kütüphanesi'yle birlikte. Bu öyküde bile gerçeği acımasızca, hem de çok acımasızca vuruyor yüzümüze yazar: "Kitaplarını şefkatle okşa ey yabancı! Ve hatırla, onların tozdan ibaret olduklarını."
Saraybosna Marlborosu ile birlikte savaşa dair edebi metinlerle daha çok karşılaşmak ihtiyacı belirginleşecek diye düşünüyorum. En başta da Faruk Sehic'in Una'sı merakla beklenecek şüphesiz. Hâlâ merak ediyoruz, etmek zorundayız çünkü insanız. Yergoviç de öyle söylüyor zaten, "İnsanoğlunu merak hayatta tutar" diyor. Saraybosna'da yaşananları merak etmek insanlığı hayatta tutmaya yeter de artar bile...
Saraybosna Marlborosu'nda bir keskin nişancı konuşmuyor, merminin isabet ettiği kimsenin çığlığı, delinen duvarlar da anlatılmıyor. Kelime denen o hem yara açan hem de şifa veren silahı meselenin kalbine doğrultuyor, mermiyi duygular âlemine gönderiyor Yergoviç. "İnsanın kalbi, yalnızca doğru yere hafifçe vurduğunuzda yumuşarmış" derken bunu anlatıyor olsa gerek. Mekanlar, rütbeler ve suçlular aranmıyor öykülerde. Kitapların acıyla biriktirilmiş anılara dönüşecek gereksiz şeyleri biriktirdiğini kendisi de söylüyor aslında. Onun öyküleriyle yaptığı şey, travmalara sebep olan olayları içindeki insan tarafıyla anlatmak. Sadece insana odaklanmak. Nefreti, kibri, masumiyeti, hüznü herhangi bir sosa bulamadan, olabildiğince tarafsız biçimde aktarmak. Komünist adlı öyküde İvo T.'nin oğluna söyledikleri, öykülerinin özelliğini gözler önüne seriyor bir nevi:
"Evlat, bunu bize kötü insanlar yaptı. Bizim durumumuzun suçlusu ne senin ne de benim arkadaşlarım, garajının önüne park ettiğim için lastiklerimi patlatan sarhoş Avdo da değil, cemaate Katoliklerle tokalaşmamaları ve hatta öpüşmemeleri gerektiğini söyleyen hoca da değil bizim suçlumuz. Bizim durumumuzun suçlusu yalnızca kötü insanlardır. Sakın ha, birinden nefret ettiğini duymayayım, Tanrı bana başımıza gelenler yüzünden başkalarına küfrettiğini duymayı nasip etmesin. Çünkü böyle yaparsan bacaklarını kırarım. Ne olursa olsun, sana söylediklerimi hatırla. Sarf ettiğin her kötü söz sana, tıpkı bir taş gibi, en hassas olduğun anda geri döner. Benden bu kadar, iyi çalış, ne zaman fırsatın olursa haber yolla ama sakın çok harcama, sakın çok içme, geceleri geç saatte ortalıkta dolaşma ve kız arkadaşına göz kulak ol. Benden bu kadar oğlum, baban seni çok seviyor."
Boşnak Güveci adlı öyküde, ışık hızının ne olduğunu bilen ama karanlığının hızının ne olduğunu bilmeyen insanlar var bir de. Onların her biri, insanların karanlıkta değiştiğinin ve belki de değişmek zorunda olduğunun ispatı. Her çöküşün tembellikle geldiğini gösterirken, helak oldukça daha çok hayal kurulduğunu da insanı ürperten biçimde anlatıyor Yergoviç. Canlarının sağlığından başka bir şey düşünmüyordu insanlar, kısa bir zaman içinde canlarına ne olacağını bilmemelerine rağmen. Tüm bu hengamede aşk neydi? Şuydu: "Aşk; hayal etme, plan yapma, düşlere dalma hakkından kimseyi mahrum bırakmamaktı."
Saraybosna coğrafyasından bahsederken müzikten bahsetmemek mümkün mü? Bir nefesli enstrümandan mesela. Saksafondan. Onlar ne yapmışlardı savaşta? Nereye kaybolmuştu bunca müzisyen? Hani gemiyi en son onlar terk ederdi? Hani ne olursa olsun onlardan gelen sesler insanları ayakta tutardı? Yergoviç nefis özetliyor meseleyi yine en insani tarafından: "Saksafoncular tarih yazmaz, onlar müzik yapar. Telaffuz edilmemiş kelimeler narin bir sessizlik oluşturur, savaşlardan ve tartışmalardan iyisiyle kötüsüyle kurtulmuş herkes huzurla uyur."
Kütüphane, kitabın son öyküsü. İnsanın kitapla kurduğu ilişki ve savaşın bu ilişkiyi hangi ölçüde etkilediği en berrak biçimde ortaya seriliyor. "Saraybosna'da yanıp gitmiş tüm kütüphaneleri tek tek saymak, onları hatırlamak imkansızdır" diyor Yergoviç. Mesela, 'Bosna'nın hafızası' olarak bilinen ve 25 Ağustos 1992'de Sırp Çetniklerin açtığı top ateşi sonucu yok olan, belediye binasındaki kütüphane. 155 bini el yazması olmak üzere 2 milyondan fazla kitabın yok olduğu söyleniyor Viyeçnitsa Kütüphanesi'yle birlikte. Bu öyküde bile gerçeği acımasızca, hem de çok acımasızca vuruyor yüzümüze yazar: "Kitaplarını şefkatle okşa ey yabancı! Ve hatırla, onların tozdan ibaret olduklarını."
Saraybosna Marlborosu ile birlikte savaşa dair edebi metinlerle daha çok karşılaşmak ihtiyacı belirginleşecek diye düşünüyorum. En başta da Faruk Sehic'in Una'sı merakla beklenecek şüphesiz. Hâlâ merak ediyoruz, etmek zorundayız çünkü insanız. Yergoviç de öyle söylüyor zaten, "İnsanoğlunu merak hayatta tutar" diyor. Saraybosna'da yaşananları merak etmek insanlığı hayatta tutmaya yeter de artar bile...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
twitter.com/ekmekvemushaf
27 Ağustos 2019 Salı
Tarihi farklı okumak
“Kaybedenlerin tarihi yoktur.
Tarihi kazananlar yazar.”
- Napoleon Bonaparte (1769-1821)
Tarihçi değilim ve tarihçilerin affına sığınarak belirteyim ki, tarihin bilimden ziyade bir disiplin olduğunu düşünenlerdenim. Tamamen bilim dışı demiyorum elbette. Zira disiplin olması metodolojik çalışmaya elveriyor ve eldeki veriler ışığında sebep-sonuç ilikisi kurularak kısmen bilimsellik katılmış oluyor. Ama bu bir yere kadar olabiliyor. Tarihi su katılmamış gerçek gibi okumak sadece düşünceyi dondurmak anlamına gelmiyor. Bilimi ve bilimsel metodolojiyi de yok saymak oluyor.
Modern düşüncenin, bilimsel anlayışın gevşemesi ve bir nebze rahatlamasını sağlayan yanlışlanabilirlik ilkesinin verdiği yetkinin tarih için yeterli olmadığı kanaatindeyim. Varyasyonun çokluğundan çok tek merkezciliği bu düşünceye itiyor beni. Önümüze konulan gerçek değil, birilerinin gerçekliği ya da en fazla yine o birilerinin farklılaştırılmış gerçeklikleri oluyor. Yani birilerinin öğrenmemizi, kabul etmemizi istediği şeyler tarih olup bizim gerçekliğimize dönüşüyor. Resmi tarih ‘kurgusu’ bu yüzden rahatsız ediyor beni ve tarihe farklı açılardan bakılabilir mi sorusu takılıyor zihnime. Sahi, hamasete bulaşmadan, rövanşist duygularla hareket etmeden, ideolojik saplantıların tuzağına düşmeden ve elitist-uzman fetişizmine kapılmadan tutarlı alternatifler oluşturulabilir mi? Teorik olarak mümkün gibi gözüken bu bakış açısının kazanılması hâlinde tarihin spekülatif yönü nötrlenemese bile anlatılanlar gerçeğe yaklaştırılabilir diye düşünüyorum.
İçeriğinde tarihi malumat barındıran kitaplarda yukarıdaki bakış açısını arıyor ve resmi söylemin dışına çıkabilen bir anlayışla değerlendirmeye çalışıyorum. Çoğunda bu anlayışı yakalayamasam da arada ‘cins’ kafalar çıkıp resmi tarihin dışına götürüyor mevzuyu. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen Beytü’l Hikme tarihe alışılmışın dışında yaklaşmayı deniyor. Yüksel Kanar’ın kaleminden çıkan eser yüz on iki sayfadan oluşuyor. “Abbasi Devrimi”, “Bağdat” ve “Beytü’l Hikme” başlıklı üç bölümden oluşan kitapta İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Abbasi Devleti’nin kıyıda köşede bırakılan detaylarına değiniliyor. Abbasiler konu edilirken ruh ikizi Emeviler de es geçilmiyor elbette. Öncelikle Yüksel Kanar’ın, Emevi Devleti’ne son veren hareketin Abbasi Devleti’ni kurmasını ve o hayallerimizi süsleyen ilmi atılımın oluşumunu ‘devrim’ olarak nitelemesini oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu minvalde kitabın tam isminin Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme olduğunu belirteyim. Devrim kısmına gelmeden önce hazırlık yapıyor Yüksel Kanar ve koşulları oluşturan gelişmelere değiniyor. Zira devrimin ayak sesleri Emeviler Dönemi’nden duyulmaktadır.
Müslümanların devlet kurarak yayıldığı ilk birkaç yüzyıldaki pek dikkat etmediğimiz detayların önemli olduğu kanaatindeyim. Örneğin, aşina olduğumuz anlatımda Hz. Muhammed (SAV) sonrasında neredeyse kurumsallaşmış bir devlet oluşturulmuştur. Dönemin şartlarına göre düşündüğümüzde siyasi olarak bunun pek mümkün olmadığı rahatlıkla söylenebilir. O dönemin Arapları, geçelim kurumsallaşmış bir devleti şehir devleti bile oluşturacak anlayıştan uzaktır. Siyaseten faal olarak asabiyet yani kabilecilik vardır. Aslında, bu bir eksiklikten ziyade Arapların geçmişinde siyasi yönüyle birlikte ne coğrafik ne demografik ne de kültürel olarak var olan bir devlet anlayışının bulunmayışı ile açıklanabilir. Kısacası böyle bir oluşumda sıfırdan devletleşme mümkün gözükmemektedir. Hele ki birkaç yüzyıl içinde Afganistan’dan İspanya’ya kadar genişleyebilecek bir devlet kurmaları normal şartlarda imkansızdır. Yüksel Kanar meselleyi tam da bu noktadan alarak irdelemeye başlıyor. Devlet yönetiminde ilk kurumsallaşma örneğinin Hz. Ömer dönemine kadar götüren Kanar, halktan toplanan malların dağıtımı sırasında Emîrü’l-Mü’minîn’e sunulan ‘defter kaydı tutma’ önerisini makul bularak uygulamaya koyuyor. ‘Divan’ olarak adlandırılan bu defterlerde kime neyin ne kadar verildiği kaydedilerek gelir-gider ve dağıtım şekli disiplinize ediliyor. Burada en dikkat çeken nokta divan uygulamasının Perslere ait oluşu. Kitaptaki tarihsel referanslara göre öneriyi sunanlar bu uygulamayı İran’da gördüklerini belirtiyor.
Yazının burasında kitabın tezini hatırlatmakta fayda var. Kanar’a göre kabilecilik anlayışından gelen ve hızla yayılan bu yeni oluşumda sıfırdan devlet kurma ve tüm kurumlarıyla organize olma gibi bir gelişme oluşmayacaktır. O hâlde, eğer ilahi bir dizayn yoksa(!) devlet organizasyonu için mevcut anlayışlardan faydalanma yoluna gidilmesi en akli olanıdır. Meselenin mistik tarafında olanlar tevil yapa’dursun’; kutsamak en doğal hakları. Tutarlı cevap bulmak ve ders çıkarmak için aklı devreye sokanlar ise irdelemeye devam edebilir. Zaten Yüksel Kanar’ın anlattıkları da akli yöntemin iddialarını onaylar nitelikte. Örneğin Muaviye’nin devletin yönetimini ele geçirmesinin ardından başkenti Şam’a taşıması çok önemli bir detay. Meselenin sadece Muaviye karşıtlarının Mekke, Medine ve Kufe gibi Arap beldelerinde örgütlenmesi gibi basit bir yönü bulunmuyor. Bilindiği üzere Muaviye Hz. Ömer döneminden beri Şam valisidir. Yani o bölge hakkında bilgi sahibi olduğu muhakkak. Diğer yandan Şam her ne kadar Bizans İmparatorluğu’nun kontrolünden çıkmış olsa bile hâlen (dolaylı) etkisi altındadır. Özellikle bölgede yaşayan Hıristiyan halk bunun başlıca sebebidir. Bununla birlikte Bizans’ta Roma’dan beri süregelen bir yönetim anlayışı/kültürü hâkimdir. Dolayısıyla eski bir Bizans kenti olan Şam bundan ari değildir. Muaviye’nin eliyle kurulan Emevi Devleti bu kaynaktan yararlanma yoluna giderek yetişmiş eleman açığını bölge insanıyla (gayrimüslimlerden) karşılamıştır. Bir diğer ilginç detay burada devreye giriyor. Yüksel Kanar, Emevi Devleti’nde ilk dönemlerinden itibaren uzunca bir süre resmi dil olarak Yunancanın kullanıldığını belirtiyor. Söz konusu uygulama Arapçanın yetersizliğinden olmayıp Arapların siyasi ve toplumsal kültürünün bölgesel bir devlet kurmak için yetersiz oluşundan olduğu anlaşılıyor. Yunancanın resmi dil olarak kullanılması sebebiyle bürokrasiye Ortodoks Hıristiyan görevliler istihdam edilmiştir. Katip adıyla görevlendirilen bu kişiler sahip oldukları hem devlet kültürünü hem de uzmanlıklarını kullanarak oldukça etkili olmuşlardır. Hatta ilerleyen dönemlerde sadece bu işi yapan yani katiplikle geçinen, makam, mevki elde eden hanedanlıklar oluşmuştur.
Anlatılanlar gösteriyor ki, Araplar o dönemde kurumsallaşmış devlet anlayışına sahip değillerdir. Kuruluşundan bir süre sonra Emevi Devleti’nin artık kurumsal bir güç hâline geldiğini düşünen yöneticiler bürokrasiyi Araplaştırmayı amaçlayarak öncelikle Arapçayı resmi dil yapmış ve para bastırmıştır. Yeni oluşum karşısında güç kaybettiğini gören eğitimli Hıristiyan kesim uzmanlıklarını konuşturarak alternatifsiz bir alanın kapılarını açmıştır. Daha sonraları Çeviri Hareketi olarak adlandırılan bu faaliyet Antik Yunan felsefesinin çevirilerine yöneliktir. Önce Süryaniceye sonra da Arapçaya çevrilen eserler İslam dünyasındaki entelektüel değişimin başlangıcı olmuştur. Kanar’a göre buradaki bir diğer önemli detay, entelektüel haraketin elitist kalmayışıdır. Bu devasa hareket birkaç ilgili yönetici ve ilim insanının gayretiyle açıklanamaz. Evvela iktidar ve kısmen halk bu hareketten faydalanmaktadır. Bu bağlamda Çeviri Hareketi varlığı ve devamlılığı çeviri kaynağının rezervi kadar devletin ve halkın ihtiyaçlarına odaklıdır diyebiliriz. Tersinden söylersek, Antik Yunan felsefesinden işe yarar çevrilecek kaynağın tükenmesi bir yana, devlet ve halk artık entelektüel üretime ihtiyaç duymamaya başladığında Çeviri Hareketi de atıl hâle gelmiş ve arkası kesilmiştir. Yani kaynak gibi talep de tükenmiştir. İslam tarihine baktığımızda bu entelektüel hareketlenmenin ‘üretim’ olarak birkaç asır daha devam ettiğini ve sonra neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu görürüz.
Burada belirtmek gerekiyor ki, Emeviler dönemindeki çeviri faaliyetleri Yüksel Kanar’ın bahsettiği devrim için yeterli değildir. Büyük dönüşüm için Abbasiler döneminin gelmesi gerekmektedir. Abbasi dönemine geçmeden önce önemli bulduğum iki detayı belirtmek isterim. Asabiyetçi anlayışın temsilcisi olan Emevi yönetimi Arap olmayan Müslümanları (mevali) devlet kademelerinden uzak tutarken, Müslüman olmayan ama uygun gördükleri kişileri devlette istihdam etmişlerdir. Diğer yandan asabiyetçi olan Emevilerin, hem Arap hem de Müslüman olmayan bir toplumun felsefe ve kültürüne maruz kalmayı sorun addetmemeleri ilginçtir. Oysa bize tarih olarak anlatılanlar bundan biraz farklı. Örneğin Emeviler’e göre mevali toplumlar dinin formunu bozduğu için özellikle siyasi arenadan uzak tutulmuşlardır. Bu küçük örnek gösteriyor ki, İslam tarihindeki ayrışmaların temel ve tek dinamiği siyasettir. Akidevi ayrışma meselesi politik ayrışmayı desteklemeye yönelik güç devşirmek amacıyla üretilmiş ve köpürtülmüş bir yanılsamadır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Meselenin ilk bölümünü anlatan Kanar kitaba da ismini veren kısma geçiyor. Bu aşamada bir asırdan biraz fazla süren Emevi-Şam etkisi bir şekilde lağvedilerek yerine yeni bir oluşum geldiği görülüyor. Artık rüzgar Abbasi-Bağdat yönünden esmeye başlamıştır. İlginç olan, Emeviler devletin kurumsallaşması adına ne yaptıysa Abbasiler’in de aynısı yapmasıdır. Aradaki fark, Bizans/Yunanca yerine Pers/Farsça ve Emeviler’e göre daha organize olmuş bir yapının varlığıdır. Yalnız, daha güçlü bir yönetim olarak Abbasi iktidarının ortaya çıkışında Emevi deneyimini de unutmamak gerekir. Abbasiler onların da birikiminden faydalanmıştır.
Abbasi Devleti’nin kuruluşunda başkentin Bağdat olması bazı köklü değişimlere sebep olacaktır. Emeviler dönemindeki Bizans-Yunanca etkisi yerine artık Pers-Farsça etkisini bırakmıştır. Bu değişim yönetim anlayışında da bazı farkılıkların ortaya çıkmasına neden olduğundan Emevilerin yaşadığı sıkıntıların benzerini Abbasiler de yaşamıştır. Örneğin bürokrasideki Rum tesiri Farisi kontrolüne geçmiştir. Yetişmiş Arap bürokrat bulunmadığından mevcutta bulunan Perslerden faydalanılmıştır. Ayrıca devlet organizasyonunda kadim İran kültürünün yansımaları görülmeye başlamıştır. Özellikle ‘divan’ ve ‘vezir’ uygulamaları bunun en net göstergesidir. Bu uygulamalar sonraki yıllarda Müslümanların kurduğu devletlerinin bir geleneği hâline gelecektir. Bu bilgiler İran/Şia ve Sünnilik ekseninde düşünüldüğünde ilginç bağlantılar ortaya çıkıyor. Görebilene.
Yüksel Kanar’ın sözünü ettiği devrimin nişanesi olan ve Abbasiler tarafından kurulan Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) bir yandan Antik Yunan kaynaklarından faydalanmaya devam ederken bir yandan da İran uygarlığının yazılı kaynaklarının tercümesi başlamıştır. Mevcut bilimler bu iki uygarlık ve dil üzerinden Müslümanların kullanımına açılmıştır. Bu durum Pers kültürünün etkileşimde bulunduğu diğer uygarlıkların da devreye girdiğini gösteriyor. Zerdüştlük kadar Hint uygarlığının/mistisizminin de etkisi tartışılmazdır. İslami adı altında faaliyet gösteren tasavvufi ekollerin uygulamalarına bakıldığında söz konusu etkinin gücünü/boyutunu bugün bile görebiliyoruz.
Tüm bu etkileşimler bir anlamda Doğu ve Batı uygarlıklarının sentezlendiği üst bir anlayış gelişmiştir denilebilir. Yüksel Kanar’ın devrim dediği şey de bu gelişmiş yapı oluyor. Müslümanlar askeri ve siyasi yapılanmalarını bilimsel/entelektüel olarak da en üst seviyeye çıkarmışlardır. Bu dönüşümde Beytü’l Hikme’nin rolü çok büyüktür. Yüksel Kanar Beytü’l Hikme’nin özelliklerini sayarken bildiğimiz birtakım eksikliklere de dikkat çekiyor. Örneğin mevcut tarih anlatımında bir ‘üniversite’ olarak değerlendirilen bu mekân Kanar’a göre çok daha ötesi anlamına geliyor. Sadece çeviri ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yer değil aynı zamanda siyasete ve toplumsal yapıya yön verilen, felsefe ve edebiyatla iç içe kompleks bir yapıdır Beytü’l Hikme.
Yazar kitapta yaklaşık iki asır süren Çeviri Hareketi’nin sebep olduğu büyük değişimi açıklamaya çalışıyor. Bu bağlamda İslam tarihi açısından Bizans-Yunanca ve Pers-Farsça etkisinin izlerini göstermeyi deniyor. Bu etki evvela siyasi bir etki olarak devlet organizasyonunun kurumsallaşmasıyla başlamıştır. Hemen arkasından kültürel bir dönüşümle devam ederek toplumsal değişime neden olmuştur. Bu dönüşüm ve değişimde Çeviri Hareketi’nin etkisi büyüktür zira bugün kabul edilmektedir ki, çeviride sadece metin değil kültür de aktarılmaktadır. Hareketin odak noktasında ise Beytü’l Hikme vardır. Yazar Beytü’l Hikme’nin önemini anlatırken işlevini; isminin etimolojik analizini; tarih, bilim ve toplum nezdindeki anlamsal karşılığını detaylarıyla aktarmaya çalışıyor.
Kitapta üç noktaya dikkat çekildiğini düşünüyorum. Bunlardan ikisi tarihsel bir hakikati açığa çıkarmayı amaçlarken üçüncüsü çok daha teknik ve evrensel bir ölçüyü ortaya koymaya yönelik. İlk olarak Müslümanların gayrimüslimlerle karşılaşması sonucu siyasi anlayış ve uygulamalarındaki değişim gösterilmeye çalışılıyor. İkinci olarak, Yunanca ve Farsça aracılığıyla oluşan kültürel değişime işaret ediliyor. Üçüncü ve en önemlisi ise evrensel tarih yazımındaki sorunlu anlayış ve daha hakikatli bir tarih yazımı üretme kaygısı olarak göze çarpıyor. Bu kaygının bilgiyi ve hakikati önemseyenler için değerli bir açılım sunduğu kanaatindeyim. Tarihin doğrusal/çizgisel (linear) bir ‘düz’lük içinde akmadığı gerçeğinin görülmesi ve Batı-merkezci tarih anlayışına karşı alternatif tarih yazımının güçlenmesi gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Tarihi kazananlar yazar.”
- Napoleon Bonaparte (1769-1821)
Tarihçi değilim ve tarihçilerin affına sığınarak belirteyim ki, tarihin bilimden ziyade bir disiplin olduğunu düşünenlerdenim. Tamamen bilim dışı demiyorum elbette. Zira disiplin olması metodolojik çalışmaya elveriyor ve eldeki veriler ışığında sebep-sonuç ilikisi kurularak kısmen bilimsellik katılmış oluyor. Ama bu bir yere kadar olabiliyor. Tarihi su katılmamış gerçek gibi okumak sadece düşünceyi dondurmak anlamına gelmiyor. Bilimi ve bilimsel metodolojiyi de yok saymak oluyor.
Modern düşüncenin, bilimsel anlayışın gevşemesi ve bir nebze rahatlamasını sağlayan yanlışlanabilirlik ilkesinin verdiği yetkinin tarih için yeterli olmadığı kanaatindeyim. Varyasyonun çokluğundan çok tek merkezciliği bu düşünceye itiyor beni. Önümüze konulan gerçek değil, birilerinin gerçekliği ya da en fazla yine o birilerinin farklılaştırılmış gerçeklikleri oluyor. Yani birilerinin öğrenmemizi, kabul etmemizi istediği şeyler tarih olup bizim gerçekliğimize dönüşüyor. Resmi tarih ‘kurgusu’ bu yüzden rahatsız ediyor beni ve tarihe farklı açılardan bakılabilir mi sorusu takılıyor zihnime. Sahi, hamasete bulaşmadan, rövanşist duygularla hareket etmeden, ideolojik saplantıların tuzağına düşmeden ve elitist-uzman fetişizmine kapılmadan tutarlı alternatifler oluşturulabilir mi? Teorik olarak mümkün gibi gözüken bu bakış açısının kazanılması hâlinde tarihin spekülatif yönü nötrlenemese bile anlatılanlar gerçeğe yaklaştırılabilir diye düşünüyorum.
İçeriğinde tarihi malumat barındıran kitaplarda yukarıdaki bakış açısını arıyor ve resmi söylemin dışına çıkabilen bir anlayışla değerlendirmeye çalışıyorum. Çoğunda bu anlayışı yakalayamasam da arada ‘cins’ kafalar çıkıp resmi tarihin dışına götürüyor mevzuyu. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen Beytü’l Hikme tarihe alışılmışın dışında yaklaşmayı deniyor. Yüksel Kanar’ın kaleminden çıkan eser yüz on iki sayfadan oluşuyor. “Abbasi Devrimi”, “Bağdat” ve “Beytü’l Hikme” başlıklı üç bölümden oluşan kitapta İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Abbasi Devleti’nin kıyıda köşede bırakılan detaylarına değiniliyor. Abbasiler konu edilirken ruh ikizi Emeviler de es geçilmiyor elbette. Öncelikle Yüksel Kanar’ın, Emevi Devleti’ne son veren hareketin Abbasi Devleti’ni kurmasını ve o hayallerimizi süsleyen ilmi atılımın oluşumunu ‘devrim’ olarak nitelemesini oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu minvalde kitabın tam isminin Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme olduğunu belirteyim. Devrim kısmına gelmeden önce hazırlık yapıyor Yüksel Kanar ve koşulları oluşturan gelişmelere değiniyor. Zira devrimin ayak sesleri Emeviler Dönemi’nden duyulmaktadır.
Müslümanların devlet kurarak yayıldığı ilk birkaç yüzyıldaki pek dikkat etmediğimiz detayların önemli olduğu kanaatindeyim. Örneğin, aşina olduğumuz anlatımda Hz. Muhammed (SAV) sonrasında neredeyse kurumsallaşmış bir devlet oluşturulmuştur. Dönemin şartlarına göre düşündüğümüzde siyasi olarak bunun pek mümkün olmadığı rahatlıkla söylenebilir. O dönemin Arapları, geçelim kurumsallaşmış bir devleti şehir devleti bile oluşturacak anlayıştan uzaktır. Siyaseten faal olarak asabiyet yani kabilecilik vardır. Aslında, bu bir eksiklikten ziyade Arapların geçmişinde siyasi yönüyle birlikte ne coğrafik ne demografik ne de kültürel olarak var olan bir devlet anlayışının bulunmayışı ile açıklanabilir. Kısacası böyle bir oluşumda sıfırdan devletleşme mümkün gözükmemektedir. Hele ki birkaç yüzyıl içinde Afganistan’dan İspanya’ya kadar genişleyebilecek bir devlet kurmaları normal şartlarda imkansızdır. Yüksel Kanar meselleyi tam da bu noktadan alarak irdelemeye başlıyor. Devlet yönetiminde ilk kurumsallaşma örneğinin Hz. Ömer dönemine kadar götüren Kanar, halktan toplanan malların dağıtımı sırasında Emîrü’l-Mü’minîn’e sunulan ‘defter kaydı tutma’ önerisini makul bularak uygulamaya koyuyor. ‘Divan’ olarak adlandırılan bu defterlerde kime neyin ne kadar verildiği kaydedilerek gelir-gider ve dağıtım şekli disiplinize ediliyor. Burada en dikkat çeken nokta divan uygulamasının Perslere ait oluşu. Kitaptaki tarihsel referanslara göre öneriyi sunanlar bu uygulamayı İran’da gördüklerini belirtiyor.
Yazının burasında kitabın tezini hatırlatmakta fayda var. Kanar’a göre kabilecilik anlayışından gelen ve hızla yayılan bu yeni oluşumda sıfırdan devlet kurma ve tüm kurumlarıyla organize olma gibi bir gelişme oluşmayacaktır. O hâlde, eğer ilahi bir dizayn yoksa(!) devlet organizasyonu için mevcut anlayışlardan faydalanma yoluna gidilmesi en akli olanıdır. Meselenin mistik tarafında olanlar tevil yapa’dursun’; kutsamak en doğal hakları. Tutarlı cevap bulmak ve ders çıkarmak için aklı devreye sokanlar ise irdelemeye devam edebilir. Zaten Yüksel Kanar’ın anlattıkları da akli yöntemin iddialarını onaylar nitelikte. Örneğin Muaviye’nin devletin yönetimini ele geçirmesinin ardından başkenti Şam’a taşıması çok önemli bir detay. Meselenin sadece Muaviye karşıtlarının Mekke, Medine ve Kufe gibi Arap beldelerinde örgütlenmesi gibi basit bir yönü bulunmuyor. Bilindiği üzere Muaviye Hz. Ömer döneminden beri Şam valisidir. Yani o bölge hakkında bilgi sahibi olduğu muhakkak. Diğer yandan Şam her ne kadar Bizans İmparatorluğu’nun kontrolünden çıkmış olsa bile hâlen (dolaylı) etkisi altındadır. Özellikle bölgede yaşayan Hıristiyan halk bunun başlıca sebebidir. Bununla birlikte Bizans’ta Roma’dan beri süregelen bir yönetim anlayışı/kültürü hâkimdir. Dolayısıyla eski bir Bizans kenti olan Şam bundan ari değildir. Muaviye’nin eliyle kurulan Emevi Devleti bu kaynaktan yararlanma yoluna giderek yetişmiş eleman açığını bölge insanıyla (gayrimüslimlerden) karşılamıştır. Bir diğer ilginç detay burada devreye giriyor. Yüksel Kanar, Emevi Devleti’nde ilk dönemlerinden itibaren uzunca bir süre resmi dil olarak Yunancanın kullanıldığını belirtiyor. Söz konusu uygulama Arapçanın yetersizliğinden olmayıp Arapların siyasi ve toplumsal kültürünün bölgesel bir devlet kurmak için yetersiz oluşundan olduğu anlaşılıyor. Yunancanın resmi dil olarak kullanılması sebebiyle bürokrasiye Ortodoks Hıristiyan görevliler istihdam edilmiştir. Katip adıyla görevlendirilen bu kişiler sahip oldukları hem devlet kültürünü hem de uzmanlıklarını kullanarak oldukça etkili olmuşlardır. Hatta ilerleyen dönemlerde sadece bu işi yapan yani katiplikle geçinen, makam, mevki elde eden hanedanlıklar oluşmuştur.
Anlatılanlar gösteriyor ki, Araplar o dönemde kurumsallaşmış devlet anlayışına sahip değillerdir. Kuruluşundan bir süre sonra Emevi Devleti’nin artık kurumsal bir güç hâline geldiğini düşünen yöneticiler bürokrasiyi Araplaştırmayı amaçlayarak öncelikle Arapçayı resmi dil yapmış ve para bastırmıştır. Yeni oluşum karşısında güç kaybettiğini gören eğitimli Hıristiyan kesim uzmanlıklarını konuşturarak alternatifsiz bir alanın kapılarını açmıştır. Daha sonraları Çeviri Hareketi olarak adlandırılan bu faaliyet Antik Yunan felsefesinin çevirilerine yöneliktir. Önce Süryaniceye sonra da Arapçaya çevrilen eserler İslam dünyasındaki entelektüel değişimin başlangıcı olmuştur. Kanar’a göre buradaki bir diğer önemli detay, entelektüel haraketin elitist kalmayışıdır. Bu devasa hareket birkaç ilgili yönetici ve ilim insanının gayretiyle açıklanamaz. Evvela iktidar ve kısmen halk bu hareketten faydalanmaktadır. Bu bağlamda Çeviri Hareketi varlığı ve devamlılığı çeviri kaynağının rezervi kadar devletin ve halkın ihtiyaçlarına odaklıdır diyebiliriz. Tersinden söylersek, Antik Yunan felsefesinden işe yarar çevrilecek kaynağın tükenmesi bir yana, devlet ve halk artık entelektüel üretime ihtiyaç duymamaya başladığında Çeviri Hareketi de atıl hâle gelmiş ve arkası kesilmiştir. Yani kaynak gibi talep de tükenmiştir. İslam tarihine baktığımızda bu entelektüel hareketlenmenin ‘üretim’ olarak birkaç asır daha devam ettiğini ve sonra neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu görürüz.
Burada belirtmek gerekiyor ki, Emeviler dönemindeki çeviri faaliyetleri Yüksel Kanar’ın bahsettiği devrim için yeterli değildir. Büyük dönüşüm için Abbasiler döneminin gelmesi gerekmektedir. Abbasi dönemine geçmeden önce önemli bulduğum iki detayı belirtmek isterim. Asabiyetçi anlayışın temsilcisi olan Emevi yönetimi Arap olmayan Müslümanları (mevali) devlet kademelerinden uzak tutarken, Müslüman olmayan ama uygun gördükleri kişileri devlette istihdam etmişlerdir. Diğer yandan asabiyetçi olan Emevilerin, hem Arap hem de Müslüman olmayan bir toplumun felsefe ve kültürüne maruz kalmayı sorun addetmemeleri ilginçtir. Oysa bize tarih olarak anlatılanlar bundan biraz farklı. Örneğin Emeviler’e göre mevali toplumlar dinin formunu bozduğu için özellikle siyasi arenadan uzak tutulmuşlardır. Bu küçük örnek gösteriyor ki, İslam tarihindeki ayrışmaların temel ve tek dinamiği siyasettir. Akidevi ayrışma meselesi politik ayrışmayı desteklemeye yönelik güç devşirmek amacıyla üretilmiş ve köpürtülmüş bir yanılsamadır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Meselenin ilk bölümünü anlatan Kanar kitaba da ismini veren kısma geçiyor. Bu aşamada bir asırdan biraz fazla süren Emevi-Şam etkisi bir şekilde lağvedilerek yerine yeni bir oluşum geldiği görülüyor. Artık rüzgar Abbasi-Bağdat yönünden esmeye başlamıştır. İlginç olan, Emeviler devletin kurumsallaşması adına ne yaptıysa Abbasiler’in de aynısı yapmasıdır. Aradaki fark, Bizans/Yunanca yerine Pers/Farsça ve Emeviler’e göre daha organize olmuş bir yapının varlığıdır. Yalnız, daha güçlü bir yönetim olarak Abbasi iktidarının ortaya çıkışında Emevi deneyimini de unutmamak gerekir. Abbasiler onların da birikiminden faydalanmıştır.
Abbasi Devleti’nin kuruluşunda başkentin Bağdat olması bazı köklü değişimlere sebep olacaktır. Emeviler dönemindeki Bizans-Yunanca etkisi yerine artık Pers-Farsça etkisini bırakmıştır. Bu değişim yönetim anlayışında da bazı farkılıkların ortaya çıkmasına neden olduğundan Emevilerin yaşadığı sıkıntıların benzerini Abbasiler de yaşamıştır. Örneğin bürokrasideki Rum tesiri Farisi kontrolüne geçmiştir. Yetişmiş Arap bürokrat bulunmadığından mevcutta bulunan Perslerden faydalanılmıştır. Ayrıca devlet organizasyonunda kadim İran kültürünün yansımaları görülmeye başlamıştır. Özellikle ‘divan’ ve ‘vezir’ uygulamaları bunun en net göstergesidir. Bu uygulamalar sonraki yıllarda Müslümanların kurduğu devletlerinin bir geleneği hâline gelecektir. Bu bilgiler İran/Şia ve Sünnilik ekseninde düşünüldüğünde ilginç bağlantılar ortaya çıkıyor. Görebilene.
Yüksel Kanar’ın sözünü ettiği devrimin nişanesi olan ve Abbasiler tarafından kurulan Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) bir yandan Antik Yunan kaynaklarından faydalanmaya devam ederken bir yandan da İran uygarlığının yazılı kaynaklarının tercümesi başlamıştır. Mevcut bilimler bu iki uygarlık ve dil üzerinden Müslümanların kullanımına açılmıştır. Bu durum Pers kültürünün etkileşimde bulunduğu diğer uygarlıkların da devreye girdiğini gösteriyor. Zerdüştlük kadar Hint uygarlığının/mistisizminin de etkisi tartışılmazdır. İslami adı altında faaliyet gösteren tasavvufi ekollerin uygulamalarına bakıldığında söz konusu etkinin gücünü/boyutunu bugün bile görebiliyoruz.
Tüm bu etkileşimler bir anlamda Doğu ve Batı uygarlıklarının sentezlendiği üst bir anlayış gelişmiştir denilebilir. Yüksel Kanar’ın devrim dediği şey de bu gelişmiş yapı oluyor. Müslümanlar askeri ve siyasi yapılanmalarını bilimsel/entelektüel olarak da en üst seviyeye çıkarmışlardır. Bu dönüşümde Beytü’l Hikme’nin rolü çok büyüktür. Yüksel Kanar Beytü’l Hikme’nin özelliklerini sayarken bildiğimiz birtakım eksikliklere de dikkat çekiyor. Örneğin mevcut tarih anlatımında bir ‘üniversite’ olarak değerlendirilen bu mekân Kanar’a göre çok daha ötesi anlamına geliyor. Sadece çeviri ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yer değil aynı zamanda siyasete ve toplumsal yapıya yön verilen, felsefe ve edebiyatla iç içe kompleks bir yapıdır Beytü’l Hikme.
Yazar kitapta yaklaşık iki asır süren Çeviri Hareketi’nin sebep olduğu büyük değişimi açıklamaya çalışıyor. Bu bağlamda İslam tarihi açısından Bizans-Yunanca ve Pers-Farsça etkisinin izlerini göstermeyi deniyor. Bu etki evvela siyasi bir etki olarak devlet organizasyonunun kurumsallaşmasıyla başlamıştır. Hemen arkasından kültürel bir dönüşümle devam ederek toplumsal değişime neden olmuştur. Bu dönüşüm ve değişimde Çeviri Hareketi’nin etkisi büyüktür zira bugün kabul edilmektedir ki, çeviride sadece metin değil kültür de aktarılmaktadır. Hareketin odak noktasında ise Beytü’l Hikme vardır. Yazar Beytü’l Hikme’nin önemini anlatırken işlevini; isminin etimolojik analizini; tarih, bilim ve toplum nezdindeki anlamsal karşılığını detaylarıyla aktarmaya çalışıyor.
Kitapta üç noktaya dikkat çekildiğini düşünüyorum. Bunlardan ikisi tarihsel bir hakikati açığa çıkarmayı amaçlarken üçüncüsü çok daha teknik ve evrensel bir ölçüyü ortaya koymaya yönelik. İlk olarak Müslümanların gayrimüslimlerle karşılaşması sonucu siyasi anlayış ve uygulamalarındaki değişim gösterilmeye çalışılıyor. İkinci olarak, Yunanca ve Farsça aracılığıyla oluşan kültürel değişime işaret ediliyor. Üçüncü ve en önemlisi ise evrensel tarih yazımındaki sorunlu anlayış ve daha hakikatli bir tarih yazımı üretme kaygısı olarak göze çarpıyor. Bu kaygının bilgiyi ve hakikati önemseyenler için değerli bir açılım sunduğu kanaatindeyim. Tarihin doğrusal/çizgisel (linear) bir ‘düz’lük içinde akmadığı gerçeğinin görülmesi ve Batı-merkezci tarih anlayışına karşı alternatif tarih yazımının güçlenmesi gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sıra dışı bir Adolf Hitler portresi
"Sadece bir şeyden anlarım:
dövmek, dövmek ve yine dövmek."
- Adolf Hitler, 30 Ocak 1945
"Sadece güçle sahibi olduğunuz hiçbir şeyin gerçekten sahibi olamazsınız!"
- Oliver Cromwell (1599-1658)
Bir Alman'ın Hikâyesi'yle 1914-1933 yılları arasındaki hatırladıklarına götürmüştü bizi Sebastian Haffner. Nazilerin 'aslında' ne kadar göstere göstere geldiklerini ama bunun ne derece sinsi operasyonlarla gerçekleştiğini tüm doğallığıyla anlatmıştı. Neresinden bakılırsa bakılsın ortada bir karmaşıklık vardı ve bu karmaşıklık faşizme yarıyordu. Şiddet ve nefret halk tarafında da karşılığını bulmuştu üstelik. Neticede zorla değil, seçimle gelmişlerdi başa. Hem de halkın yoğun arzusuyla. "Yetti artık" dedirterek.
Siyasî ve tarihî hadiseleri anlatmak için ustaca bir bakış gerekiyor elbette ancak doğallık kadar insanı etkileyeni de yok hiç şüphesiz. Bu yalnız üslupla ve kolay okunabilirlikle ölçülebilen bir şey de değil. Anlatılanın, anlatılma sırasındaki abartısızlığı -hele ki anlatılan dünyanın en sarsıcı zamanlarına dairse- okuyucu tarafında sonradan uyanan bir yankı bırakıyor. Mesela okuyucu kitabı kapattığında "ya hu o kadar tarih kitabı okursun şuncacık kitabın tadını bırakmaz" diyebiliyor. "Yok ya hu olur mu öyle şey?" diye düşünmeye başlayacakken Avrupa'nn kanına girer faşizm. Hitler Üzerine Notlar'da Haffner bu kez yorum gücünü de gösteriyor.
Hitler'in nasıl bir hayatı vardı, hangi icraatları gerçekleştirdi, başarıları arasında gösterilecek neler yaptı, hangi konularda yanıldı, hatalı ve suçlu olduğu meseleler nelerdi, hıyanet denebilecek hangi eylemleri emretmişti... Tüm bu konuları soru sormadan, bunca yıldır kafalarda -zaten- cevap bekleyen soruları düşünerek ilerleyen ve sanıldığının aksine biyografik olmayan bir kitap Hitler Üzerine Notlar. Üçüncü Reich ve Nasyonal Sosyalizm dönemlerine dair özgün eserler üretmiş, dünyanın birçok yerinde konferanslar düzenlemiş olan Guido Knopp, Haffner Üzerine Notlar başlıklı önsözünde kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bu kitap asrın teması Hitler’le benim kişisel ilişkim açısından da belirleyici bir öneme sahiptir. 1978’de, büyüdüğüm şehir Aschaffenburg’da benim çağrımla toplanan “Bugünden bakınca Hitler” kongresinin ilham kaynağıdır. Haffner, yetkin Hitler araştırmacıları ve yazarlarını davet ettiğim bu uluslararası katılımlı söz yarışının kapanışındaki televizyon tartışmasında parıltısıyla kendini göstermişti. İşte bu yüzden Hitler Üzerine Notlar’ın hemen bu programın ardından çok satan bir eser haline gelmesinden biraz da gurur duyuyorum. Kongrenin kapanış toplantısında bir Hitler dalgasının söz konusu olmadığını söylemişti Haffner: “Benim kitabım da arzu ettiğim gibi satılmıyor.” İki hafta sonra kitap, çok satanlar listesinin zirvesine yerleşmişti."
Hitler'in başarıları arasında neler sayılabilir? Haffner bilhassa iç ve dış siyasetteki başarılı hamlelerinin yanı sıra askerî alanda da gayet önemli bir komutan olduğundan bahsediyor Hitler'in. Komutanlığın ne olduğunu bildiğini söylüyor. Churchill, Roosevelt ve Stalin'le karşılaştırıldığında askerî alanda çıkardığı işler hiç de fena sayılamayacak işlerdi. Bir şansı da çevresindeki generallerin zeki olmasıydı. Mesela, panzerlerden bağımsız bir silah olarak faydalanma fikri Heinz Guderian'a, Fransa saldırısının stratejik planı Erich von Manstein'a aitti. Haffner, "Hitler olmasaydı ne Guderian ne de Manstein ordunun kendilerinden çok daha kıdemli, geleneklere adeta kutsiyet atfedercesine bağlı ve burnu havada subaylarına fikirlerini kabul ettiremezlerdi" diyor. Bu durumda Hitler'in, kendinden başka kimsenin fikirlerine önem vermeme hallerinin her zaman olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü generallerin sunduğu planların ve fikirlerin tasdik edicisi Hitler'di. Diğer yandan onun emirleri, asla sorgulanamazdı. Eva Braun'un eniştesi Fegelein sığınak sakinlerinden biriydi ve Hitler'in intihar etmesinden iki gün önce (28 Nisan 1945) kaçmaya kalkıştığında derhal bulunup geri getirilmesi, ardından da kurşuna dizilmesi emredilmişti. Bu emir sorgusuz sualsiz, derhal yerine getirildi. Şu detaya da Haffner dikkatleri çekiyor: "Savaşın son dört senesinin başarısız Hitler'i, önceki senelerin başarılı Hitler'inden farklı değildir; Führer'in ilaç kullandığı, uyku sorunları yaşadığı ve zaman zaman kolunun titrediği doğrudur, ama bunların hiçbiri onun düşündüklerini hayata geçirme iradesini ve gücünü bir nebze olsun etkilememiştir. Hitler'in savaşın son yıllarında sadece eski hâlinin bir gölgesinden ibaret, acınası bir insan hurdası olduğu tamamen abartılıdır. Hitler'in, öncesindeki on iki senelik muazzam başarı döneminin ardından gelen, 1941-1945 yılları arasındaki feci başarısızlığı ne bedenî ne de ruhî çöküşle açıklanabilir."
Haffner'e göre Hitler'in yanılgıları arasında en önemlisi, Yahudilerin dini bir cemaat olmadıkları görüşüydü. Konuşmalarında neredeyse alışkanlık hâline getirecek kadar "mukadderat" ve "her şeye Kadir Tanrı" kelimelerini kullanması onun inançsız olmadığı gösteriyordu. Ama bu kelimelerden ne anladığı kocaman bir muammaydı. Onun Yahudi komplosunu sadece bir yanılgı olarak görmüyor yazar elbette, "paranoyak bir cinnet" şeklinde değerlendiriyor. Yahudilerin büyük bir kısmı aşağı yukarı yüz senedir asimilasyonlarla, din değiştirmelerle, izdivaçlarla kimliklerinden bilinçli olarak vazgeçmelerine rağmen yaşadıkları ülkenin bir parçası oluyorlardı ve bunu yaparken başka hiçbir ülkede Almanya'daki kadar inançlı, tutkulu, sadık değillerdi: "Yahudiler gerçekte cemaat olarak tam bir krizdeydiler, bundan önce hiç olmadığı kadar zayıf düşmüşlerdi ve kısmen artık çözülme aşamasındaydılar ki korkunç darbeyle sarsıldılar. Bilindiği gibi kasabın bıçağını yalayan koyunlar gibi gittiler mezbahalarına ve sözüm ona ejderha avcısı, kendisini savunmaktan aciz kurbanlarını öldürdü."
Mağlup ve dolayısıyla barışa hazır Fransa'ya karşı elde ettiği zaferi kullanamamıştı Hitler. Barışa hiç hazır olmayan İngiltere'ye götürdüğü teklif de büyük bir siyasi hataydı. "Hitler literatüründe bu korkunç hatanın üzerinde bugün dahi yeterince durulmaması gerçekten çok tuhaftır" diyor Haffner. Ona göre Hitler'in eline geçen şansları heba ettiği 1940 yılı, onun güçlü yanlarını ve zafiyetlerini doğru şekilde değerlendirmek için en önemli sene. "Yıldırım hızıyla" ve "gözünü kırpmadan" gibi deyimleri çok seven Führer, ziyan ettiği imkânlara rağmen toparlanabiliyordu. Haffner'e göre bunun sebebi siyasi ve askeri yeteneklerin az bulunur biçimde Hitler'de toplanmasıydı. Zaafları ise apaçıktı: umulmayan programları, öngörülmeyen tehlikeleri sezemiyordu. Gaddarlık konusunda yarışabileceği Stalin'den bu yönüyle ayrılıyordu çünkü "Stalin etrafındaki gerçekliği her zaman son derece uyanık bakışlarla izlerdi, halbuki Hitler dağları devirebileceğine inanıyordu."
1945'te, yani 'rüyanın bittiği' senede Almanya'da ayakta kalmış her şeyi havaya uçurma ve Almanların elinden her türlü hayatta kalma imkânını alma emrini vermiş bir karakter Hitler. Kendi hatalarından ve gaddarlığından kendi ulusunu sorumlu tutan, en radikal kararlar alma özelliğini halka ansızın döndüren, ismini tarihe yazdırma formülü olarak en korkunç eylemleri tercih eden bir tip. Haffner, Hitler'in hep iki hedefi olduğunu söylüyor: Almanya'nın Avrupa üzerinde kusursuz bir hâkimiyet kurması ve Yahudilerin özellikle Almanlara yakın her yerden yok edilmesi. İlk hedefi tutmayınca 'yıldırım hızıyla' ikincisine yönelmişti ve "Yahudi sorununun nihai çözümü"ne dair emrini 'gözünü kırpmadan' vermişti: Alman ordusu oyalama savaşını sürdürürken insan yüklü trenler her gün yok etme kamplarına varacaktı. Siyasi ve askeri alanda dünyaya nefes aldırmayan bu cani, şimdi de kendi ürettiği 'ceza'larla nefesini kesecekti insanlığın: "Hitler kimseye zararı olmayan sayısız insanı öldürmüştü, askeri ya da siyasi bir amaçla değil sadece kişisel tatmini için. Bu yüzden İskender ve Napolyon'la aynı kefeye konamaz, o kadın katili Kürten ve erkek çocukları öldürüp cesetlerini parçalayan seri katil Haarmann'la aynı kategoride telakki edilmelidir, tek fark bu canilerin el emeğiyle gerçekleştirdiği cürümleri Hitler'in fabrika düzeni içerisinde işlemesiydi, bu yüzden onun kurbanları düzinelerle ya da yüzlerle değil ancak milyonlarla sayılabiliyordu. Hitler de basbayağı bir seri katildi."
Almanya'daki hastaların kitleler halinde öldürülmesi ve dolayısıyla iki yıl içinde 100.000 Alman 'faydasız yiyici' resmi yollardan yok edilmesi, aynı yıl (1939) Almanya'daki 25.000 çingeneden sadece 5000'inin hayatta kalması, Polonya'daki muharebelerin sonunda üçüncü kitlesel katliam olarak Polonya'nın aydınlarının ve yöneticilerinin beş sene oyunca katledilmesi, iki ila üç sene boyunca işgal altında tutulmuş Rus topraklarında uygulanan Alman politikası (lider tabanın tasfiyesi, geri kalan kitlenin elinden bütün haklarının alınması ve bu insanların köleleştirilmesi), Yahudi soykırımı, Hitler'in suçları arasında yer alıyor.
Haffner, Hitler'in hıyanetini anlatmaya çok ilginç bir detayla başlıyor. Onun dört ila altı milyon Yahudi'nin canına mal olan yok etme denemesi hayatta kalanlara bir devlet kurmak için gerekli olan enerjiyi vermişti. "Yahudiler neredeyse iki bin senedir ilk kez, Hitler'den beri, tekrar kendi devletlerine sahipler - gururlu ve saygın bir devlet. Hitler olmasaydı İsrail de olmazdı" diyor. Hitler'in Almanya'yı sevip sevmediğini sorgularken, onun Almanya'yı kendisi için bir enstrüman olarak kullandığını söylüyor. Almanlar, Hitler için seçilmiş bir ulustu hiç şüphesiz. "Almanlar Hitler'i sadece bir iktidar olarak ilgilendirdi" söylemi bu anlamda kuşkusuz doğru. Bu hırslı ve tutkulu ulus Hitler'in ihtiraslarıyla lanetli bir toprağa dönüştü. "Hitler, Derby'i kazanmayı beceremediği için en iyi atının ölene kadar dövülmesini emreden, hayal kırıklığına uğramış ve hiddetli bir eküri sahibi gibi hareket etti" diyor Haffner. Peki son hedefi neydi Hitler'in? Almanya'nın yok edilmesi. Ortada hiçbir şeyin kalmaması. Çünkü başarısız olduğunu kabul etmek Hitler için namussuzlukla, şerefsizlikle aynı kapıya çıkıyordu.
İyi olan, Hitler'in intiharından yıllar sonra Almanya'da kimsenin onu kendine referans göstermemesi ve onun çizgisini devam ettirmemesi. Haffner'in dediği gibi bunu yapacak olanın en ufak bir şansı dahi olmayacaktır dünya siyaset sahnesinde. "Kötü olansa" diyor yazar, "birçok Almanın Hitler'den sonra vatansever olmaya cesaret edemiyor olmasıdır. Çünkü Alman tarihi Hitler'le bitmemiştir. Bunun aksine inanan ve bu nedenle sevinç duyanlar ise bu şekilde Hitler'in son arzusuna ne kadar uygun davrandıklarını bilmiyorlar."
Adolf Hitler'e dair sayısız kitap yazıldı. Tüm teferruatıyla anlatan da var, hep yazılanları tekrar eden de. Ama bu kısa portre, şimdiye dek okuduklarım arasında en sıra dışı olanıydı. Haffner'in düşünce biçimi ve üslubu bunun başlıca sebebi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
dövmek, dövmek ve yine dövmek."
- Adolf Hitler, 30 Ocak 1945
"Sadece güçle sahibi olduğunuz hiçbir şeyin gerçekten sahibi olamazsınız!"
- Oliver Cromwell (1599-1658)
Bir Alman'ın Hikâyesi'yle 1914-1933 yılları arasındaki hatırladıklarına götürmüştü bizi Sebastian Haffner. Nazilerin 'aslında' ne kadar göstere göstere geldiklerini ama bunun ne derece sinsi operasyonlarla gerçekleştiğini tüm doğallığıyla anlatmıştı. Neresinden bakılırsa bakılsın ortada bir karmaşıklık vardı ve bu karmaşıklık faşizme yarıyordu. Şiddet ve nefret halk tarafında da karşılığını bulmuştu üstelik. Neticede zorla değil, seçimle gelmişlerdi başa. Hem de halkın yoğun arzusuyla. "Yetti artık" dedirterek.
Siyasî ve tarihî hadiseleri anlatmak için ustaca bir bakış gerekiyor elbette ancak doğallık kadar insanı etkileyeni de yok hiç şüphesiz. Bu yalnız üslupla ve kolay okunabilirlikle ölçülebilen bir şey de değil. Anlatılanın, anlatılma sırasındaki abartısızlığı -hele ki anlatılan dünyanın en sarsıcı zamanlarına dairse- okuyucu tarafında sonradan uyanan bir yankı bırakıyor. Mesela okuyucu kitabı kapattığında "ya hu o kadar tarih kitabı okursun şuncacık kitabın tadını bırakmaz" diyebiliyor. "Yok ya hu olur mu öyle şey?" diye düşünmeye başlayacakken Avrupa'nn kanına girer faşizm. Hitler Üzerine Notlar'da Haffner bu kez yorum gücünü de gösteriyor.
Hitler'in nasıl bir hayatı vardı, hangi icraatları gerçekleştirdi, başarıları arasında gösterilecek neler yaptı, hangi konularda yanıldı, hatalı ve suçlu olduğu meseleler nelerdi, hıyanet denebilecek hangi eylemleri emretmişti... Tüm bu konuları soru sormadan, bunca yıldır kafalarda -zaten- cevap bekleyen soruları düşünerek ilerleyen ve sanıldığının aksine biyografik olmayan bir kitap Hitler Üzerine Notlar. Üçüncü Reich ve Nasyonal Sosyalizm dönemlerine dair özgün eserler üretmiş, dünyanın birçok yerinde konferanslar düzenlemiş olan Guido Knopp, Haffner Üzerine Notlar başlıklı önsözünde kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bu kitap asrın teması Hitler’le benim kişisel ilişkim açısından da belirleyici bir öneme sahiptir. 1978’de, büyüdüğüm şehir Aschaffenburg’da benim çağrımla toplanan “Bugünden bakınca Hitler” kongresinin ilham kaynağıdır. Haffner, yetkin Hitler araştırmacıları ve yazarlarını davet ettiğim bu uluslararası katılımlı söz yarışının kapanışındaki televizyon tartışmasında parıltısıyla kendini göstermişti. İşte bu yüzden Hitler Üzerine Notlar’ın hemen bu programın ardından çok satan bir eser haline gelmesinden biraz da gurur duyuyorum. Kongrenin kapanış toplantısında bir Hitler dalgasının söz konusu olmadığını söylemişti Haffner: “Benim kitabım da arzu ettiğim gibi satılmıyor.” İki hafta sonra kitap, çok satanlar listesinin zirvesine yerleşmişti."
Hitler'in başarıları arasında neler sayılabilir? Haffner bilhassa iç ve dış siyasetteki başarılı hamlelerinin yanı sıra askerî alanda da gayet önemli bir komutan olduğundan bahsediyor Hitler'in. Komutanlığın ne olduğunu bildiğini söylüyor. Churchill, Roosevelt ve Stalin'le karşılaştırıldığında askerî alanda çıkardığı işler hiç de fena sayılamayacak işlerdi. Bir şansı da çevresindeki generallerin zeki olmasıydı. Mesela, panzerlerden bağımsız bir silah olarak faydalanma fikri Heinz Guderian'a, Fransa saldırısının stratejik planı Erich von Manstein'a aitti. Haffner, "Hitler olmasaydı ne Guderian ne de Manstein ordunun kendilerinden çok daha kıdemli, geleneklere adeta kutsiyet atfedercesine bağlı ve burnu havada subaylarına fikirlerini kabul ettiremezlerdi" diyor. Bu durumda Hitler'in, kendinden başka kimsenin fikirlerine önem vermeme hallerinin her zaman olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü generallerin sunduğu planların ve fikirlerin tasdik edicisi Hitler'di. Diğer yandan onun emirleri, asla sorgulanamazdı. Eva Braun'un eniştesi Fegelein sığınak sakinlerinden biriydi ve Hitler'in intihar etmesinden iki gün önce (28 Nisan 1945) kaçmaya kalkıştığında derhal bulunup geri getirilmesi, ardından da kurşuna dizilmesi emredilmişti. Bu emir sorgusuz sualsiz, derhal yerine getirildi. Şu detaya da Haffner dikkatleri çekiyor: "Savaşın son dört senesinin başarısız Hitler'i, önceki senelerin başarılı Hitler'inden farklı değildir; Führer'in ilaç kullandığı, uyku sorunları yaşadığı ve zaman zaman kolunun titrediği doğrudur, ama bunların hiçbiri onun düşündüklerini hayata geçirme iradesini ve gücünü bir nebze olsun etkilememiştir. Hitler'in savaşın son yıllarında sadece eski hâlinin bir gölgesinden ibaret, acınası bir insan hurdası olduğu tamamen abartılıdır. Hitler'in, öncesindeki on iki senelik muazzam başarı döneminin ardından gelen, 1941-1945 yılları arasındaki feci başarısızlığı ne bedenî ne de ruhî çöküşle açıklanabilir."
Haffner'e göre Hitler'in yanılgıları arasında en önemlisi, Yahudilerin dini bir cemaat olmadıkları görüşüydü. Konuşmalarında neredeyse alışkanlık hâline getirecek kadar "mukadderat" ve "her şeye Kadir Tanrı" kelimelerini kullanması onun inançsız olmadığı gösteriyordu. Ama bu kelimelerden ne anladığı kocaman bir muammaydı. Onun Yahudi komplosunu sadece bir yanılgı olarak görmüyor yazar elbette, "paranoyak bir cinnet" şeklinde değerlendiriyor. Yahudilerin büyük bir kısmı aşağı yukarı yüz senedir asimilasyonlarla, din değiştirmelerle, izdivaçlarla kimliklerinden bilinçli olarak vazgeçmelerine rağmen yaşadıkları ülkenin bir parçası oluyorlardı ve bunu yaparken başka hiçbir ülkede Almanya'daki kadar inançlı, tutkulu, sadık değillerdi: "Yahudiler gerçekte cemaat olarak tam bir krizdeydiler, bundan önce hiç olmadığı kadar zayıf düşmüşlerdi ve kısmen artık çözülme aşamasındaydılar ki korkunç darbeyle sarsıldılar. Bilindiği gibi kasabın bıçağını yalayan koyunlar gibi gittiler mezbahalarına ve sözüm ona ejderha avcısı, kendisini savunmaktan aciz kurbanlarını öldürdü."
Mağlup ve dolayısıyla barışa hazır Fransa'ya karşı elde ettiği zaferi kullanamamıştı Hitler. Barışa hiç hazır olmayan İngiltere'ye götürdüğü teklif de büyük bir siyasi hataydı. "Hitler literatüründe bu korkunç hatanın üzerinde bugün dahi yeterince durulmaması gerçekten çok tuhaftır" diyor Haffner. Ona göre Hitler'in eline geçen şansları heba ettiği 1940 yılı, onun güçlü yanlarını ve zafiyetlerini doğru şekilde değerlendirmek için en önemli sene. "Yıldırım hızıyla" ve "gözünü kırpmadan" gibi deyimleri çok seven Führer, ziyan ettiği imkânlara rağmen toparlanabiliyordu. Haffner'e göre bunun sebebi siyasi ve askeri yeteneklerin az bulunur biçimde Hitler'de toplanmasıydı. Zaafları ise apaçıktı: umulmayan programları, öngörülmeyen tehlikeleri sezemiyordu. Gaddarlık konusunda yarışabileceği Stalin'den bu yönüyle ayrılıyordu çünkü "Stalin etrafındaki gerçekliği her zaman son derece uyanık bakışlarla izlerdi, halbuki Hitler dağları devirebileceğine inanıyordu."
1945'te, yani 'rüyanın bittiği' senede Almanya'da ayakta kalmış her şeyi havaya uçurma ve Almanların elinden her türlü hayatta kalma imkânını alma emrini vermiş bir karakter Hitler. Kendi hatalarından ve gaddarlığından kendi ulusunu sorumlu tutan, en radikal kararlar alma özelliğini halka ansızın döndüren, ismini tarihe yazdırma formülü olarak en korkunç eylemleri tercih eden bir tip. Haffner, Hitler'in hep iki hedefi olduğunu söylüyor: Almanya'nın Avrupa üzerinde kusursuz bir hâkimiyet kurması ve Yahudilerin özellikle Almanlara yakın her yerden yok edilmesi. İlk hedefi tutmayınca 'yıldırım hızıyla' ikincisine yönelmişti ve "Yahudi sorununun nihai çözümü"ne dair emrini 'gözünü kırpmadan' vermişti: Alman ordusu oyalama savaşını sürdürürken insan yüklü trenler her gün yok etme kamplarına varacaktı. Siyasi ve askeri alanda dünyaya nefes aldırmayan bu cani, şimdi de kendi ürettiği 'ceza'larla nefesini kesecekti insanlığın: "Hitler kimseye zararı olmayan sayısız insanı öldürmüştü, askeri ya da siyasi bir amaçla değil sadece kişisel tatmini için. Bu yüzden İskender ve Napolyon'la aynı kefeye konamaz, o kadın katili Kürten ve erkek çocukları öldürüp cesetlerini parçalayan seri katil Haarmann'la aynı kategoride telakki edilmelidir, tek fark bu canilerin el emeğiyle gerçekleştirdiği cürümleri Hitler'in fabrika düzeni içerisinde işlemesiydi, bu yüzden onun kurbanları düzinelerle ya da yüzlerle değil ancak milyonlarla sayılabiliyordu. Hitler de basbayağı bir seri katildi."
Almanya'daki hastaların kitleler halinde öldürülmesi ve dolayısıyla iki yıl içinde 100.000 Alman 'faydasız yiyici' resmi yollardan yok edilmesi, aynı yıl (1939) Almanya'daki 25.000 çingeneden sadece 5000'inin hayatta kalması, Polonya'daki muharebelerin sonunda üçüncü kitlesel katliam olarak Polonya'nın aydınlarının ve yöneticilerinin beş sene oyunca katledilmesi, iki ila üç sene boyunca işgal altında tutulmuş Rus topraklarında uygulanan Alman politikası (lider tabanın tasfiyesi, geri kalan kitlenin elinden bütün haklarının alınması ve bu insanların köleleştirilmesi), Yahudi soykırımı, Hitler'in suçları arasında yer alıyor.
Haffner, Hitler'in hıyanetini anlatmaya çok ilginç bir detayla başlıyor. Onun dört ila altı milyon Yahudi'nin canına mal olan yok etme denemesi hayatta kalanlara bir devlet kurmak için gerekli olan enerjiyi vermişti. "Yahudiler neredeyse iki bin senedir ilk kez, Hitler'den beri, tekrar kendi devletlerine sahipler - gururlu ve saygın bir devlet. Hitler olmasaydı İsrail de olmazdı" diyor. Hitler'in Almanya'yı sevip sevmediğini sorgularken, onun Almanya'yı kendisi için bir enstrüman olarak kullandığını söylüyor. Almanlar, Hitler için seçilmiş bir ulustu hiç şüphesiz. "Almanlar Hitler'i sadece bir iktidar olarak ilgilendirdi" söylemi bu anlamda kuşkusuz doğru. Bu hırslı ve tutkulu ulus Hitler'in ihtiraslarıyla lanetli bir toprağa dönüştü. "Hitler, Derby'i kazanmayı beceremediği için en iyi atının ölene kadar dövülmesini emreden, hayal kırıklığına uğramış ve hiddetli bir eküri sahibi gibi hareket etti" diyor Haffner. Peki son hedefi neydi Hitler'in? Almanya'nın yok edilmesi. Ortada hiçbir şeyin kalmaması. Çünkü başarısız olduğunu kabul etmek Hitler için namussuzlukla, şerefsizlikle aynı kapıya çıkıyordu.
İyi olan, Hitler'in intiharından yıllar sonra Almanya'da kimsenin onu kendine referans göstermemesi ve onun çizgisini devam ettirmemesi. Haffner'in dediği gibi bunu yapacak olanın en ufak bir şansı dahi olmayacaktır dünya siyaset sahnesinde. "Kötü olansa" diyor yazar, "birçok Almanın Hitler'den sonra vatansever olmaya cesaret edemiyor olmasıdır. Çünkü Alman tarihi Hitler'le bitmemiştir. Bunun aksine inanan ve bu nedenle sevinç duyanlar ise bu şekilde Hitler'in son arzusuna ne kadar uygun davrandıklarını bilmiyorlar."
Adolf Hitler'e dair sayısız kitap yazıldı. Tüm teferruatıyla anlatan da var, hep yazılanları tekrar eden de. Ama bu kısa portre, şimdiye dek okuduklarım arasında en sıra dışı olanıydı. Haffner'in düşünce biçimi ve üslubu bunun başlıca sebebi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Ağustos 2019 Perşembe
Utanç, insan iradesinin koruyucusudur
Ahmet Sarı’nın “Edebiyat Ve Utanç; Franz Kafka’nın “Dava”sından Hareketle Edebiyatta Utancın Arkeolojisi” isimli eseri tüm egzistansiyalist edebiyatseverlerine, varoluşcu kaygılar ile beslenen kalemler ile kendi kaygılarını edinen veya yenenlere seslenmiş. Kafka’nın düşünce adamı olduğu kadar kaygılarını itiraf edebilmesi yönünden ayrılan gerçekliğine kanaat eden okura, vurucu bir başlık vermiş. Kendisi bir felsefe problemi ortaya koymuş diyemesek de Derrida gibi, en baba felsefeciler tarafından birçok kez irdelenmiş Kafka’yı, “utanç” üzerinden genişleten ve Ketebe tarafından yayınlanmayı bekleyen eser, fikri itibarı ile dahi saygıyı peşinen haketmektedir.
Yazar, “Dava” kitabının “utanç” ekseninde seyretmesine sebep olan hikaye ile başlar. İki kez nişanlanan ve ayrılan Kafka ile Felice arasını bulmak ve evliliğe doğru evrilen inişli çıkışlı ilişkilerinde onları sakinleştirmek isteyen Grete Bloch, Kafka’ya aşık olur. Mektuplaşırlar. Kafka’nın yazma arzusunu da besleyen bu ilişki, kadın agresifliğinin ve aşk mektuplarını Felice’ye gönderilmesiyle son bulur. Kafka, Berlin’de bir otelde uzun süren bir yargılama ile mektuplarının mahiyetini Felice’ye açıkladığı anı, otelin bir yargı mekânına döndüğü ve ömründe başka zamanda böylesi bir büyük utanç daha yaşamadığınını belirterek anlatır.
Yahudi karalığına, kepçe kulaklarına, babasının her cemiyette onu aşağılamasına duyduğu utanca yönelik yazdığı mektuplara kadar birçok konuda “utanç” ile edebiyatını besleyen Kafka, Felice karşısında da duyduğu utanç ardından, vejeteryan olmasına rağmen kanlı bir biftek yer. “Einverleiben” yöntemi ile aşkını bedenine gömer ve Dava’yı yazmaya başlar: “Bir köpek gibi, dedi; sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.”
Ahmet sarı buradan, utanç kvramını, suç ve masumiyet ile kesiştirdiği noktaya, “Yasa Kapısı” meselinde taşır. Taşradan yasa kapısına gelen ve yasada işini halletmeye çalışan Josef K. isimli çiftcinin kapı önünde bekleyişi ve aralıklı kapıdan içeri girememesine değinir. Kapıcı ikna edilemediği için ömrünü bir bekleyişle geçiren çiftcinin yasa kapısında bekleyen ve hiç yaşlanmayan kapıcının adeta uysal bir köpeği olması, köpekleşmesi, utancın yanına taşımıştır ittati. Uysallaşma köpekleşmedir! Masumiyete işlemediği suçu kabul ettiren bir utanç mekanizması da köpekliktir. Bu kesişme kitabın ışığının en keskin hali olur. Büyüler.
Bir diğer büyüleyici kesişme anı, kişinin toplumsal normda aşamadığı bir utanç var ise Tanrı’dan yardım aldığı yerde başlar. Gerek Kafka’nın Dava’sında gerek Peter Weier’in Truman Show’unda… Jim Carrey’nin veya Josef K.’nın taşocağında veya bir bilgisayar odasında, başka bir alemin kapısını zorlaması aynı arketiptir. Orada tanrı vardır. Cennet tasavvuru kişinin en darboğaz mekanından, dibi gördüğü yerden doğar. Utanç evrilip tövbe ile tamamlanacaktır. Kitap devamında, Adem’in utancını tövbe ile onarması ile de derinleşir. Firavun ve Ebu Leheb metaforları bir parça zorlama olsa da “utanç” ve günah arasındaki “tövbe” bağı her daim geçerli bir savunma mekanizması olmuştur filhakika.
Yazar bir başka güzel aralık da “Uyumsuz Adam” (“The Bothersome Man”) adlı filmde yakalamış. Jens Lien’in aynı kafkaesk öğeyi kullandığını, sevmediği bir yere getirilen birinin rutin hayatlarından, makineleşmiş yaşantılarından, insanların birbirine yabancı oldukları, hayatının bir anlamının olmadığı yerde, bir bodrum katından tıpkı taş ocağı gibi başka bir cennetsi dünya tahayyülüne, kırlara, orada keklerin yapıldığı, çocuk seslerinin, ağlamaların işitildiği yere doğru tünel kazar. Andreas, yakalanır ama kekin tadını bilmektedir artık. Bu hatırlatma okuyucuya, bu filmden sonra daha çok sevmeye başlayacağı tarçınlı kekin “Dava” bakışı ile lezzetini tattırır. Okurun, egzistansiyalist eserlerden kaybolup bulnunmuşluğu var ise hele, bu kitap yüzüne şapşal ve keyifli bir gülümseme ve sayfa sayfa varılan aydınlanmalar iliştirecektir.
Hülasa, Kafka ile yasanın mı Josef K.’nın üzerine gittiği, Josef K.’nın mı yasayı yokladığı tartışması suçun mu önce, mahkemenin mi önce olduğu tartışmasına eşlik ederken içi titremeyene; egzistansiyalist edebiyat, felsefe hatta sanattan bihaber olana karmaşık gelecek, haberi olana ise tadından yenmeyecek bir eser olmuş. Özde “kendi kendini yargılama” ahlakında birleşmiş olsa da bunu bir çok ünlü yazarın “utanç” görüşünden de beslemiş:
Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün “Şöyle der gören kişi, utanç, utanç, utanç. İnsanın tarihi budur.” demesi… Marx’a utanç ile devrim gerçekleşmez denildiğinde; “utancın kendisi bir devrimdir” demesi… Ayyaş’ın Küçük Prens'e utancını unutmak için içtiğini söylemesi… Patrick Süskind’in Koku’sunda ölü balıklar eşiliğinde doğan Grenouille’nin, pis kokusundan utanç ile işlediği suç… Ahmet Sarı, tüm bu nokta utançlar ile varoluş kaygısını beslemesini anlatırken, kendi ifadesiyle “Güzel bir utanç, kurtuluşumuz olabilir mi?” sorusuyla uzun süre uykusuzluk çektiğini belirtir ki bu çok hissedilmektedir. Zira Kafka’yı tıpkı Derrida gibi filozofca bir bakış ile butik bir problem bağlamında böylesi değerlendirebilmek varoluşun sancısını çekmekten ve çokca itiraftan geçmektedir.
Ki itirafın en afillisi de Milena’ya yapılandır: “Ben kirliyim Milena, son derece kirli, bu yüzden saflık hakkında bu kadar bağırıyorum. Kimse cehennemin en dibinde olanlar kadar saf şarkılar söyleyemez, meleklerin sandığımız şarkılar, aslında onlarındır.”
Neden mi bir insan böylesi bir itirafda bulunur: Çünkü; “Scham ist die Hüterin der menschlichen Würde” (Utanç, insan iradesinin koruyucusudur.).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Yazar, “Dava” kitabının “utanç” ekseninde seyretmesine sebep olan hikaye ile başlar. İki kez nişanlanan ve ayrılan Kafka ile Felice arasını bulmak ve evliliğe doğru evrilen inişli çıkışlı ilişkilerinde onları sakinleştirmek isteyen Grete Bloch, Kafka’ya aşık olur. Mektuplaşırlar. Kafka’nın yazma arzusunu da besleyen bu ilişki, kadın agresifliğinin ve aşk mektuplarını Felice’ye gönderilmesiyle son bulur. Kafka, Berlin’de bir otelde uzun süren bir yargılama ile mektuplarının mahiyetini Felice’ye açıkladığı anı, otelin bir yargı mekânına döndüğü ve ömründe başka zamanda böylesi bir büyük utanç daha yaşamadığınını belirterek anlatır.
Yahudi karalığına, kepçe kulaklarına, babasının her cemiyette onu aşağılamasına duyduğu utanca yönelik yazdığı mektuplara kadar birçok konuda “utanç” ile edebiyatını besleyen Kafka, Felice karşısında da duyduğu utanç ardından, vejeteryan olmasına rağmen kanlı bir biftek yer. “Einverleiben” yöntemi ile aşkını bedenine gömer ve Dava’yı yazmaya başlar: “Bir köpek gibi, dedi; sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.”
Ahmet sarı buradan, utanç kvramını, suç ve masumiyet ile kesiştirdiği noktaya, “Yasa Kapısı” meselinde taşır. Taşradan yasa kapısına gelen ve yasada işini halletmeye çalışan Josef K. isimli çiftcinin kapı önünde bekleyişi ve aralıklı kapıdan içeri girememesine değinir. Kapıcı ikna edilemediği için ömrünü bir bekleyişle geçiren çiftcinin yasa kapısında bekleyen ve hiç yaşlanmayan kapıcının adeta uysal bir köpeği olması, köpekleşmesi, utancın yanına taşımıştır ittati. Uysallaşma köpekleşmedir! Masumiyete işlemediği suçu kabul ettiren bir utanç mekanizması da köpekliktir. Bu kesişme kitabın ışığının en keskin hali olur. Büyüler.
Bir diğer büyüleyici kesişme anı, kişinin toplumsal normda aşamadığı bir utanç var ise Tanrı’dan yardım aldığı yerde başlar. Gerek Kafka’nın Dava’sında gerek Peter Weier’in Truman Show’unda… Jim Carrey’nin veya Josef K.’nın taşocağında veya bir bilgisayar odasında, başka bir alemin kapısını zorlaması aynı arketiptir. Orada tanrı vardır. Cennet tasavvuru kişinin en darboğaz mekanından, dibi gördüğü yerden doğar. Utanç evrilip tövbe ile tamamlanacaktır. Kitap devamında, Adem’in utancını tövbe ile onarması ile de derinleşir. Firavun ve Ebu Leheb metaforları bir parça zorlama olsa da “utanç” ve günah arasındaki “tövbe” bağı her daim geçerli bir savunma mekanizması olmuştur filhakika.
Yazar bir başka güzel aralık da “Uyumsuz Adam” (“The Bothersome Man”) adlı filmde yakalamış. Jens Lien’in aynı kafkaesk öğeyi kullandığını, sevmediği bir yere getirilen birinin rutin hayatlarından, makineleşmiş yaşantılarından, insanların birbirine yabancı oldukları, hayatının bir anlamının olmadığı yerde, bir bodrum katından tıpkı taş ocağı gibi başka bir cennetsi dünya tahayyülüne, kırlara, orada keklerin yapıldığı, çocuk seslerinin, ağlamaların işitildiği yere doğru tünel kazar. Andreas, yakalanır ama kekin tadını bilmektedir artık. Bu hatırlatma okuyucuya, bu filmden sonra daha çok sevmeye başlayacağı tarçınlı kekin “Dava” bakışı ile lezzetini tattırır. Okurun, egzistansiyalist eserlerden kaybolup bulnunmuşluğu var ise hele, bu kitap yüzüne şapşal ve keyifli bir gülümseme ve sayfa sayfa varılan aydınlanmalar iliştirecektir.
Hülasa, Kafka ile yasanın mı Josef K.’nın üzerine gittiği, Josef K.’nın mı yasayı yokladığı tartışması suçun mu önce, mahkemenin mi önce olduğu tartışmasına eşlik ederken içi titremeyene; egzistansiyalist edebiyat, felsefe hatta sanattan bihaber olana karmaşık gelecek, haberi olana ise tadından yenmeyecek bir eser olmuş. Özde “kendi kendini yargılama” ahlakında birleşmiş olsa da bunu bir çok ünlü yazarın “utanç” görüşünden de beslemiş:
Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün “Şöyle der gören kişi, utanç, utanç, utanç. İnsanın tarihi budur.” demesi… Marx’a utanç ile devrim gerçekleşmez denildiğinde; “utancın kendisi bir devrimdir” demesi… Ayyaş’ın Küçük Prens'e utancını unutmak için içtiğini söylemesi… Patrick Süskind’in Koku’sunda ölü balıklar eşiliğinde doğan Grenouille’nin, pis kokusundan utanç ile işlediği suç… Ahmet Sarı, tüm bu nokta utançlar ile varoluş kaygısını beslemesini anlatırken, kendi ifadesiyle “Güzel bir utanç, kurtuluşumuz olabilir mi?” sorusuyla uzun süre uykusuzluk çektiğini belirtir ki bu çok hissedilmektedir. Zira Kafka’yı tıpkı Derrida gibi filozofca bir bakış ile butik bir problem bağlamında böylesi değerlendirebilmek varoluşun sancısını çekmekten ve çokca itiraftan geçmektedir.
Ki itirafın en afillisi de Milena’ya yapılandır: “Ben kirliyim Milena, son derece kirli, bu yüzden saflık hakkında bu kadar bağırıyorum. Kimse cehennemin en dibinde olanlar kadar saf şarkılar söyleyemez, meleklerin sandığımız şarkılar, aslında onlarındır.”
Neden mi bir insan böylesi bir itirafda bulunur: Çünkü; “Scham ist die Hüterin der menschlichen Würde” (Utanç, insan iradesinin koruyucusudur.).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
17 Ağustos 2019 Cumartesi
Düşüncede devamlılık sorunu (II)
“Düşünmek evvela düşünceleri düşünmek, sonra da onların tesirinden kurtulmaktır.”
- Cemil Meriç, Kırk Ambar, Cilt 2, Lehçe-t-ül Hakayık
Bu blogda Fuad Sezgin’in Buhârî’nin Kaynakları adlı eserine dair bir yazım bulunuyor. Orada kronik bir sorunumuzdan bahsetmiştim: Düşüncede devamlılık sorunu… O yazıda düşüncede devamsızlığı, süreksizliği meleke hâline getirişimizden; düşünen ve üreten insanı da etkisizleştirmeyi görev telakki edişimizden dem vurmuştum. Bu yazı da aynı istikamette olacak. Devamlılık sağlasın diye!
Bizim iyi yetişmiş insanla sorunumuz var. Üstelik tek değil çift yönlü. Öncelikli sorunumuz yetiştirme noktasında. Donanımlı birey yetiştirmiyoruz. Öyle bir amacımız yok. Zira başka ‘hayati’ önceliklerimiz var. İkincisi, hasbelkader kendini yetiştirmiş insanla sorunluyuz. Yetiştirmeye katkı sunmamak yetmiyor bize. Biz müdahale edemeden yetişene müdahil oluyoruz. Önce dikkate almıyoruz, görmezden geliyoruz, önüne taş koyuyoruz. Baktık olmuyor bir yolunu bulup aşağı çekiyoruz. Çünkü, nasıl ki iyi insan yetiştirme gibi bir amacımız yoksa, iyi yetişmiş insana da ihtiyacımız yok. Sonuç? İnsanlığı kurtarmayı amaçlayan bir dinin, öğretinin, medeniyetin müntesipleri olarak insan(lığ)a faydası dokunacak hiçbir alanda sürekliliği oluşturamıyor, devamlılığı sağlayamıyoruz. Oysa felsefe, bilim ve sanatta yol devamlılıkla alınır. Sonrakiler öncekilerin ürettiklerinin üzerine koyarak sürekliliği sağlar ve aşama kaydedilir. Bütün mesele halef-selef ilişkisine bağlıdır. Bizde azıcık sivrilen; işe yarar bir şey düşünen, konuşan, üreten kim varsa yalnızlığa mahkum edilir. Bin bir emekle ürettiğiyse atıl hâle gelir. Çünkü kadük kalmanın müptelasıyız.
Cemil Meriç (1916-1987) kendini yetiştirmiş bir “entelektüel” olarak sorun yaşadığımız kişilerden. Ölümüyle birlikte üretimi son bulan ve devamı gelmeyen bir ‘ekol’ o. Onunla sorunumuz öyle böyle değil; sağlı sollu yaşıyoruz. Dindarımız da laikimiz de vebadan kaçar gibi uzak duruyor. Arada, arafta bırakıyoruz. Bunda kendisinin de payı var fakat düşünceyi ötelemek düşünmeyi ötelemek anlamına geliyor. Bu yüzden anlamak, anlatmak ve en önemlisi özgün bir medeniyet fikri içinde anlamlandırmak bir türlü mümkün olmuyor. Düşünce evrenimizi kısıtlayan bu zincir yakın gelecekte de kırılacak gibi görünmüyor.
Cemil Meriç’in “Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım, hiç değilse.” sözünden mülhem, artık hayatta olmayan birini tanımak için başvurulacak en iyi yöntem mevcuttaki eserlerine bakmak olacaktır herhâlde. O hâlde Cemil Meriç’i tanımak için bakılacak yer doğal olarak onun külliyatı olmalıdır. Yalnız, daha öncesinde, o kişi hakkında elde edilecek malumat konuyu anlamayı kolaylaştıracak bir yöntem olabilir.
Bir Yayıncılık’tan çıkan Cemil Meriç: Bir Fikir Arkeoloğu adlı eser bu yönde değerlendirilecek bir kitap. Akademisyen Adem İnce tarafından hazırlanan çalışma iki yüz sayfadan oluşuyor. Kitap, geçtiğimiz yüzyılda bu topraklarda yetişen ve fakat bu toprakların düşüncesiyle çatışmayan kişileri konu alan bir serinin parçası. Bu biyografik seri üstünkörü değerlendirdiğimiz entelektüel dimağları genç nesiller başta olmak üzere meraklısına tanıtmayı amaçlıyor. Kitaptaki üslup ve ve konuyu ele alış disiplini hazırlayıcısının bir akademisyen olduğunu belli ediyor. Bununla birlikte eserdeki dilin akademik bir çalışma gibi ağır olmadığını söylemeliyim. Kitabın en beğenmediğim yanı kapak (resmi) diyebilirim. Sanırım standartı yakalamak adına tüm serininin kapakları aynı şekilde hazırlanmış. Açıkçası böyle bir çalışmanın görselleştirilmesinin daha ‘orijinal’ olmasını beklerdim. Bir okuyucu olarak asıl önemli olanan mazruf olduğunu düşünsem de zarfı da önemsiyorum.
Kitap, “Cemil Meriç’in Hayat Hikayesi ve Düşünce Dünyası”, “Efkâr Denizinde İnci Çıkaran Adam”, “Tefekkür Balosunda Sîretler ve Sûretler” ve “Fildişi Kulenin Düşünce Tezgâhından: Cemil Meriç’in Telif Eserleri” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları içerik hakkında bilgi veriyor diye düşünüyorum. Bu arada her bölüm kendi içinde farklı başlıklara ayrılarak Meriç hakkında malumat aktarıyor. Müellif, Cemil Meriç gibi çok çalışkan ve üretken birininin böylesi kısıtlı bir çalışmada anlatmanın mümkün olmadığını ve fakat onun düşünce dünyasını özetleyerek ilgilisine fayda sağlamayı amaçladığını belirtiyor. Adem İnce’nin Cemil Meriç’i olduğu gibi aktarmaya ve çok fazla abartmadan değerlendirmeye özen gösterdiğini bir detay olarak söylemeliyim.
Bir Fikir Arkeoloğu Cemil Meriç, Meriç’in doğumundan itibaren yaşam mücadelesini ve düşünsel oluşumunu eşsüremli olarak anlatıyor. Doğduğu zaman ve mekânın yanında onun düşüncelerinin oluşumunda geçmişinin ve konjonktürel durumun etkileri göze çarpıyor. Meriç’in doğduğu yer olan Hatay, Türkiye’nin kuruluşuyla birlikte Fransa’nın güdümündeki bölge içinde kalmıştır. Bu durum Cemil Meriç’in Fransızca öğrenmesine ve Fransız kültürü etkisinde kalmasına neden olmuştur. Diğer yandan babası eski bir Osmanlı yargıcı olan Meriç’in ailesi Rumeli göçmenidir. Kısacası o, farklı kültürlerin aynı bünyede buluşmasıdır. Bununla birlikte babası ve annesiyle sıcak ilişkiler kuramayarak büyümüştür. Gergin bir aile ortamı içinde yalnız kalarak -kendi deyimiyle- “kitaplara kaçmıştır”. Cemil Meriç’in yaşamında daha çocukken girdiği bu yolun etkileri sonrasında açığa çıkıyor. Gerek hayatına gerekse eserlerine bakıldığında özellikle kitaplarla kapattığı yalnızlığının bir alışkanlık hâline geldiği ve ömrü boyunca sürdüğü görülüyor. Kitapta Cemil Meriç’in sırasıyla Türk milliyetçiliğinin, Marksizm’in, Hint mistisizminin ve nihayet Osmanlılık düşüncesinin etkisi altına girdiğini görüyoruz. Batı’nın tesiriyle başlayan düşünsel serüven Doğu’nun (Hint mistisizminin) keşfinin ardından özüne, doğduğu topraklara (Osmanlı’ya) dönerek hitama eriyor. Cemil Meriç’in telif eserlerine içeriklerine dair kısa notlarla birlikte kronolojik olarak yer verilmiş. Eserlerin içeriğine kronolojik olarak bakıldığında yukarıda belirtilen serüvenin izleğini görmek mümkün.
Cemil Meriç’in en belirgin özelliği sanırım okumaktır. Bu yolda gözlerini kaybetmesine rağmen durmamıştır. Ayırt etmeksizin her düşünceyi okumayı görev addetmiştir adeta. Kendi deyimiyle “her düşünceye saygı” ilkesiyle hareket eden Cemil Meriç’in eserlerinde bazı tarihi şahsiyetleri biraz daha öne çıkardığı görülür. Adem İnce çalışmasında Cemil Meriç’in düşünce dünyasına etki eden bu isimlere değinmekle kalmamış küçük de olsa müstakil bir bölüm hazırlamış. İbn Haldun, Tunuslu Hayreddin Paşa, Âli Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Honore de Balzac, Karl Marx bunlardan öne çıkanlar. İsimlere bakıldığında sosyolojiden dine, ekonomiden edebiyata kadar geniş bir düşünsel yelpaze dikkat çekiyor. Örneğin Karl Marx’ın Cemil Meriç’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Meriç kendisini (bağnaz olmayan) bir Marksist ve dolayısıyla sosyalist olarak tanımlıyor. Bu anlamda Marksizm hayatı boyunca bir referans noktası olmuştur. İbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ve keşfedilmemiş bir hazine, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Avrupa’yı ve İslam coğrafyasını çok iyi bilen bir devlet adamı olarak değerlendiriyor. Cemil Meriç’in Kemal Tahir’le ortak noktası Marksizm’e yelken açtıktan bir süre sonra Osmanlı’nın sularına demir atmalarıdır. İlgili bölümde ele alınan diğer isimlerin Meriç’in düşünce dünyasındaki yansımalara değinmiş Adem İnce.
Cemil Meriç çok yönlü bir ‘entelektüel’. Öğretici kimliğinin yanında mütercim ve münekkit kimliğinden de bahsetmek gerekiyor. Özellikle dil konusundaki hassasiyeti ve titizliği takdire şayan hasletlerinden ikisi diyebiliriz. Kitabı okurken yazım üslubuna karakterinin yansıdığını anlıyoruz. Aceleci, sert, bilgiç tavırları yazılarında açığa çıkıyor. Aydın ve entelektüel kavramlarıyla ilgili hırçın üslubu, dil ve çeviri konularındaki hakarete varan söylemleri bunu açıkça gösteriyor. Yalnız kitabın satır aralarındaki detaylar Cemil Meriç’in yüz yüze ilişkilerindeki üslubunun yazı üslubunundaki kader sert olmadığını söylüyor.
Okur, kitabın son sayfalarına geldiğinde Cemil Meriç’in düşünce dünyasının omurgası hakkında bilgi sahibi oluyor. Bu omurgayı oluşturan kavramsal çerçevenin içinde Batıcılık, Doğu düşüncesi, İslam, çağdaşlaşma, medeniyet, uygarlık, ümran, irfan, kültür, aydın, entelektüel gibi kavramlar yer alıyor. Müellifin “özet” çalışmasını oldukça başarılı hazırladığından olsa gerek, Cemil Meriç’in hangi kavramı nereye ve neden yerleştirdiği konusunda az çok bilgi sahibi olunuyor. Ayrıca evrensel karşılıklarıyla hiçbir alakası olmayan Türkiye’deki sağ-sol çatışmasının nasıl bir dogmatizmle sürdürüldüğüne ve Doğu-Batı tartışmasının sömürgeci-oryantalist söylem içerisinde gerçekleştiğine dikkat çekiliyor.
Cemil Meriç kendisini bir yere ait görmüyordu. Evvela okumayı sonra düşünmeyi ve yazmayı hayatı hâline getirmişti. Ardından bıraktıkları da bu düşünceye hizmet edecek nitelikte zaten. Bizler, bırakalım onun gibi okumayı, onun okuyup damıtarak elde ettiği eserlerini okumaktan beriyiz. Adem İnce, Cemil Meriç’e dair bazı özel gayretler olsa da dişe dokunur bir biyografik çalışma dahi olmadığını belirtiyor. Farkında bile değiliz. Çok okumamız gerekiyor, daha çok.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Cemil Meriç, Kırk Ambar, Cilt 2, Lehçe-t-ül Hakayık
Bu blogda Fuad Sezgin’in Buhârî’nin Kaynakları adlı eserine dair bir yazım bulunuyor. Orada kronik bir sorunumuzdan bahsetmiştim: Düşüncede devamlılık sorunu… O yazıda düşüncede devamsızlığı, süreksizliği meleke hâline getirişimizden; düşünen ve üreten insanı da etkisizleştirmeyi görev telakki edişimizden dem vurmuştum. Bu yazı da aynı istikamette olacak. Devamlılık sağlasın diye!
Bizim iyi yetişmiş insanla sorunumuz var. Üstelik tek değil çift yönlü. Öncelikli sorunumuz yetiştirme noktasında. Donanımlı birey yetiştirmiyoruz. Öyle bir amacımız yok. Zira başka ‘hayati’ önceliklerimiz var. İkincisi, hasbelkader kendini yetiştirmiş insanla sorunluyuz. Yetiştirmeye katkı sunmamak yetmiyor bize. Biz müdahale edemeden yetişene müdahil oluyoruz. Önce dikkate almıyoruz, görmezden geliyoruz, önüne taş koyuyoruz. Baktık olmuyor bir yolunu bulup aşağı çekiyoruz. Çünkü, nasıl ki iyi insan yetiştirme gibi bir amacımız yoksa, iyi yetişmiş insana da ihtiyacımız yok. Sonuç? İnsanlığı kurtarmayı amaçlayan bir dinin, öğretinin, medeniyetin müntesipleri olarak insan(lığ)a faydası dokunacak hiçbir alanda sürekliliği oluşturamıyor, devamlılığı sağlayamıyoruz. Oysa felsefe, bilim ve sanatta yol devamlılıkla alınır. Sonrakiler öncekilerin ürettiklerinin üzerine koyarak sürekliliği sağlar ve aşama kaydedilir. Bütün mesele halef-selef ilişkisine bağlıdır. Bizde azıcık sivrilen; işe yarar bir şey düşünen, konuşan, üreten kim varsa yalnızlığa mahkum edilir. Bin bir emekle ürettiğiyse atıl hâle gelir. Çünkü kadük kalmanın müptelasıyız.
Cemil Meriç (1916-1987) kendini yetiştirmiş bir “entelektüel” olarak sorun yaşadığımız kişilerden. Ölümüyle birlikte üretimi son bulan ve devamı gelmeyen bir ‘ekol’ o. Onunla sorunumuz öyle böyle değil; sağlı sollu yaşıyoruz. Dindarımız da laikimiz de vebadan kaçar gibi uzak duruyor. Arada, arafta bırakıyoruz. Bunda kendisinin de payı var fakat düşünceyi ötelemek düşünmeyi ötelemek anlamına geliyor. Bu yüzden anlamak, anlatmak ve en önemlisi özgün bir medeniyet fikri içinde anlamlandırmak bir türlü mümkün olmuyor. Düşünce evrenimizi kısıtlayan bu zincir yakın gelecekte de kırılacak gibi görünmüyor.
Cemil Meriç’in “Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım, hiç değilse.” sözünden mülhem, artık hayatta olmayan birini tanımak için başvurulacak en iyi yöntem mevcuttaki eserlerine bakmak olacaktır herhâlde. O hâlde Cemil Meriç’i tanımak için bakılacak yer doğal olarak onun külliyatı olmalıdır. Yalnız, daha öncesinde, o kişi hakkında elde edilecek malumat konuyu anlamayı kolaylaştıracak bir yöntem olabilir.
Bir Yayıncılık’tan çıkan Cemil Meriç: Bir Fikir Arkeoloğu adlı eser bu yönde değerlendirilecek bir kitap. Akademisyen Adem İnce tarafından hazırlanan çalışma iki yüz sayfadan oluşuyor. Kitap, geçtiğimiz yüzyılda bu topraklarda yetişen ve fakat bu toprakların düşüncesiyle çatışmayan kişileri konu alan bir serinin parçası. Bu biyografik seri üstünkörü değerlendirdiğimiz entelektüel dimağları genç nesiller başta olmak üzere meraklısına tanıtmayı amaçlıyor. Kitaptaki üslup ve ve konuyu ele alış disiplini hazırlayıcısının bir akademisyen olduğunu belli ediyor. Bununla birlikte eserdeki dilin akademik bir çalışma gibi ağır olmadığını söylemeliyim. Kitabın en beğenmediğim yanı kapak (resmi) diyebilirim. Sanırım standartı yakalamak adına tüm serininin kapakları aynı şekilde hazırlanmış. Açıkçası böyle bir çalışmanın görselleştirilmesinin daha ‘orijinal’ olmasını beklerdim. Bir okuyucu olarak asıl önemli olanan mazruf olduğunu düşünsem de zarfı da önemsiyorum.
Kitap, “Cemil Meriç’in Hayat Hikayesi ve Düşünce Dünyası”, “Efkâr Denizinde İnci Çıkaran Adam”, “Tefekkür Balosunda Sîretler ve Sûretler” ve “Fildişi Kulenin Düşünce Tezgâhından: Cemil Meriç’in Telif Eserleri” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları içerik hakkında bilgi veriyor diye düşünüyorum. Bu arada her bölüm kendi içinde farklı başlıklara ayrılarak Meriç hakkında malumat aktarıyor. Müellif, Cemil Meriç gibi çok çalışkan ve üretken birininin böylesi kısıtlı bir çalışmada anlatmanın mümkün olmadığını ve fakat onun düşünce dünyasını özetleyerek ilgilisine fayda sağlamayı amaçladığını belirtiyor. Adem İnce’nin Cemil Meriç’i olduğu gibi aktarmaya ve çok fazla abartmadan değerlendirmeye özen gösterdiğini bir detay olarak söylemeliyim.
Bir Fikir Arkeoloğu Cemil Meriç, Meriç’in doğumundan itibaren yaşam mücadelesini ve düşünsel oluşumunu eşsüremli olarak anlatıyor. Doğduğu zaman ve mekânın yanında onun düşüncelerinin oluşumunda geçmişinin ve konjonktürel durumun etkileri göze çarpıyor. Meriç’in doğduğu yer olan Hatay, Türkiye’nin kuruluşuyla birlikte Fransa’nın güdümündeki bölge içinde kalmıştır. Bu durum Cemil Meriç’in Fransızca öğrenmesine ve Fransız kültürü etkisinde kalmasına neden olmuştur. Diğer yandan babası eski bir Osmanlı yargıcı olan Meriç’in ailesi Rumeli göçmenidir. Kısacası o, farklı kültürlerin aynı bünyede buluşmasıdır. Bununla birlikte babası ve annesiyle sıcak ilişkiler kuramayarak büyümüştür. Gergin bir aile ortamı içinde yalnız kalarak -kendi deyimiyle- “kitaplara kaçmıştır”. Cemil Meriç’in yaşamında daha çocukken girdiği bu yolun etkileri sonrasında açığa çıkıyor. Gerek hayatına gerekse eserlerine bakıldığında özellikle kitaplarla kapattığı yalnızlığının bir alışkanlık hâline geldiği ve ömrü boyunca sürdüğü görülüyor. Kitapta Cemil Meriç’in sırasıyla Türk milliyetçiliğinin, Marksizm’in, Hint mistisizminin ve nihayet Osmanlılık düşüncesinin etkisi altına girdiğini görüyoruz. Batı’nın tesiriyle başlayan düşünsel serüven Doğu’nun (Hint mistisizminin) keşfinin ardından özüne, doğduğu topraklara (Osmanlı’ya) dönerek hitama eriyor. Cemil Meriç’in telif eserlerine içeriklerine dair kısa notlarla birlikte kronolojik olarak yer verilmiş. Eserlerin içeriğine kronolojik olarak bakıldığında yukarıda belirtilen serüvenin izleğini görmek mümkün.
Cemil Meriç’in en belirgin özelliği sanırım okumaktır. Bu yolda gözlerini kaybetmesine rağmen durmamıştır. Ayırt etmeksizin her düşünceyi okumayı görev addetmiştir adeta. Kendi deyimiyle “her düşünceye saygı” ilkesiyle hareket eden Cemil Meriç’in eserlerinde bazı tarihi şahsiyetleri biraz daha öne çıkardığı görülür. Adem İnce çalışmasında Cemil Meriç’in düşünce dünyasına etki eden bu isimlere değinmekle kalmamış küçük de olsa müstakil bir bölüm hazırlamış. İbn Haldun, Tunuslu Hayreddin Paşa, Âli Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Honore de Balzac, Karl Marx bunlardan öne çıkanlar. İsimlere bakıldığında sosyolojiden dine, ekonomiden edebiyata kadar geniş bir düşünsel yelpaze dikkat çekiyor. Örneğin Karl Marx’ın Cemil Meriç’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Meriç kendisini (bağnaz olmayan) bir Marksist ve dolayısıyla sosyalist olarak tanımlıyor. Bu anlamda Marksizm hayatı boyunca bir referans noktası olmuştur. İbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ve keşfedilmemiş bir hazine, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Avrupa’yı ve İslam coğrafyasını çok iyi bilen bir devlet adamı olarak değerlendiriyor. Cemil Meriç’in Kemal Tahir’le ortak noktası Marksizm’e yelken açtıktan bir süre sonra Osmanlı’nın sularına demir atmalarıdır. İlgili bölümde ele alınan diğer isimlerin Meriç’in düşünce dünyasındaki yansımalara değinmiş Adem İnce.
Cemil Meriç çok yönlü bir ‘entelektüel’. Öğretici kimliğinin yanında mütercim ve münekkit kimliğinden de bahsetmek gerekiyor. Özellikle dil konusundaki hassasiyeti ve titizliği takdire şayan hasletlerinden ikisi diyebiliriz. Kitabı okurken yazım üslubuna karakterinin yansıdığını anlıyoruz. Aceleci, sert, bilgiç tavırları yazılarında açığa çıkıyor. Aydın ve entelektüel kavramlarıyla ilgili hırçın üslubu, dil ve çeviri konularındaki hakarete varan söylemleri bunu açıkça gösteriyor. Yalnız kitabın satır aralarındaki detaylar Cemil Meriç’in yüz yüze ilişkilerindeki üslubunun yazı üslubunundaki kader sert olmadığını söylüyor.
Okur, kitabın son sayfalarına geldiğinde Cemil Meriç’in düşünce dünyasının omurgası hakkında bilgi sahibi oluyor. Bu omurgayı oluşturan kavramsal çerçevenin içinde Batıcılık, Doğu düşüncesi, İslam, çağdaşlaşma, medeniyet, uygarlık, ümran, irfan, kültür, aydın, entelektüel gibi kavramlar yer alıyor. Müellifin “özet” çalışmasını oldukça başarılı hazırladığından olsa gerek, Cemil Meriç’in hangi kavramı nereye ve neden yerleştirdiği konusunda az çok bilgi sahibi olunuyor. Ayrıca evrensel karşılıklarıyla hiçbir alakası olmayan Türkiye’deki sağ-sol çatışmasının nasıl bir dogmatizmle sürdürüldüğüne ve Doğu-Batı tartışmasının sömürgeci-oryantalist söylem içerisinde gerçekleştiğine dikkat çekiliyor.
Cemil Meriç kendisini bir yere ait görmüyordu. Evvela okumayı sonra düşünmeyi ve yazmayı hayatı hâline getirmişti. Ardından bıraktıkları da bu düşünceye hizmet edecek nitelikte zaten. Bizler, bırakalım onun gibi okumayı, onun okuyup damıtarak elde ettiği eserlerini okumaktan beriyiz. Adem İnce, Cemil Meriç’e dair bazı özel gayretler olsa da dişe dokunur bir biyografik çalışma dahi olmadığını belirtiyor. Farkında bile değiliz. Çok okumamız gerekiyor, daha çok.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)