7 Haziran 2018 Perşembe

Kuvvetli bir susuşun ardından gelen mucizevî uyanış

"Ey muhteşem doğa, eğer ben sana hayran olmasaydım bana bunu bir kadın öğretirdi, çünkü o varoluşun sultanıdır."
- Soren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana

Hayatına ve işine felsefeyi, edebiyatı katmış bir doktoru diğer doktorlardan ayırmak çok kolaydır. Hani Ercan Kesal, "Diyelim bir cerrah seçeceksiniz, Turgut Uyar okumuş bir cerrah seçin ya da Çehov okumuş bir doktora muayene olmaya çalışın, varsa öyle bir seçeneğiniz." diyor ya, işte o hesap. İşin ilginci Çehov da "Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim" demiş zamanında. Ortalıkta bu kadar 'hapçı' doktorun olduğu bir zamanda, söze gramlarla, aç karnına tok karnına öğütleriyle başlamayacak hekimlere ihtiyacımız var. İlla televizyona çıkmalarına, radyo programı yapmalarına da gerek yok. Ama bizden uzak olmasınlar, mesela kitap yazsınlar. Okuyalım, ihtiyaç duydukça bir kez daha okuyalım. İşte öyle bir kitap: Varoluşa Tutunmak.

Kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olarak ihtisasını tamamlamış, bilinçli hipnoz eğitimi aldıktan sonra klinik psikoloji yüksek lisansını tamamlamış bir hekimin, Vedat Aydın'ın kitabı. İlk ama son olmamasını dilediğimiz bir kitap, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Önsözde kadın hastalıkları ve doğum uzmanlığından psikolojiye, psikoterapiye nasıl yöneldiğini o kadar güzel anlatmış ki, en doğru konudan hem de: doğumdan. Varoluşun aslında başladığı değil, 'tamam' olduğu o zamandan. Bebeğin anneyle kurduğu bağ ve dolayısıyla varoluşa tutunması kitabın hem adına hem kapağına yansımış. Şöyle diyor Aydın: "Benim insanın psikolojisini öğrenmem ve ruhsal yapıyı anlamam için önce bu varoluş sahnesini tekrar tekrar yaşamam gerekiyordu. Daha önceleri bir hocamdan duyduğum gibi, gerçekten de 'Doğum bir mucize doğumhane bir ibadethane' idi."

Varoluşu felsefe, teoloji ve psikoloji yönleriyle araştıran Aydın'ı en çok sufi anlayışındaki varoluş etkilemiş. Kendisini en çok bu anlayışa yakın hissettiğinden bundan sonraki tüm gözlem ve çalışmalarını da bu anlayış üzerinden yapmış. Nihayetinde 'varlık bağı kuramı'na gelmiş. İçsel gelişimin çok sessiz ve sakin olduğunu, her insanın varoluşundaki biricikliğini ve tekliğini, yönünü kendi belirleyebilen kişilerin varoluşa daha doğal tutunabileceğini, insanın yönünün her zaman iyiye ve güzele doğru 'ayarlandığını' söyleyen bir kuram bu. Dileriz ki gelecek dönemde bu kurama dair teferruatlı bir kitap daha yayınlasın Aydın. Ne güzel yazmış: "Kötü şartlardan geçilse bile iyiye gidiş mutlaktır. Koşullar ne olursa olsun insanın hep yüzeye çıkmayı bekleyen sağlıklı bağlar kurma potansiyeli vardır. İnsan doğru rehberlik ve koşullarda daima iyiye yol alma eğilimindedir. Varoluşun temelinde hep gelişme vardır. Yeter ki insandaki öz tetiklensin."

Varoluşa Tutunmak adlı bu kitabın en şaşırtıcı yönü, Vedat Aydın'ın vakalar karşısındaki çözümlemelerini ve yöntemlerini samimi biçimde aktarması. Özellikle bir-iki vakadaki çözüm yöntemi beni o kadar çarptı ki hemen çalışma odamızın tahtasına yazıverdim muhakkak uygulamak üzere. İnsan her karşılaştığı önerinin faydalı olacağına inanmaz, gerçek bir inanç mutlaka harekete geçirir. Keza kitabın girişindeki avcı ve varoluş hikâyesi bile insanı derin derin düşündürüyor. Aydın; varoluşa tutunuş ve varlık bağları, varlık bağlarının tanımı, anksiyete ve onun yarattığı hastalıklar, cinsel kimlik ve bozuklukları, kişilik bozuklukları, klinik görüşme ve terapi teknikleri konularında açıklamalar yapıyor kitabın vakalar öncesindeki kısımlarında. Hastalıkların tanımları, belirtileri, tedavi edilmediği takdirde olası kötü gelişmeler de yer alıyor bu metinlerde. Sonrasında vakalar başlıyor. On iki vakaya nasıl yaklaştığını, hangi yöntemlerle danışanının üzerine gittiğini gözler önüne seriyor. Bu vakalar arasında şu tip sorunlar var: İçini bir yengecin kemirdiğini düşünmek, ölümcül derecede sigara içmek, uzaylarla ilgilenen bağımlı bir kişiliğe sahip olmak, aşkına ihanet etmek, sedef hastası olmak, cinsel isteksizlik yaşamak, yıllardır omuzdaki yoğun ağrının fizikî olduğunu zannetmek, babanın bıraktığı izin içinde kaybolmak, bağımlılıklarıyla ahlakî çizgiler arasında gidip gelmek, daha önceki deneyimlerinin olumsuz etkisinden çıkamamak, bir çatışmada kaybolan cinsel istek, küçük yaşta tanık olunan kusma eylemiyle kurulan olumsuz bağ.

Danışanların bazen ilk bazen de ikinci görüşmelerinde (seans) çok dikkatimi çeken bir şey oldu. Doktor çeşitli sorularla kişinin kopmuş veya sağlıksız gelişmiş bağlarını yakalamaya çalışıyor, yani kişinin bir doktora ihtiyaç duyma sebebini. Kişilerin, "neden buraya gelme ihtiyacı duydunuz?" sorusuna verdiği cevapların hiçbiri bu sebebi açıklamıyor. Sonra, daha sonra ortaya çıkıyor bu. Çeşitli tetikleyici (kaşıyıcı) sorular ve akabinde kısa ve kuvvetli bir soru. Ardından "uzun bir sessizlik ve gözyaşları..." ya da "derin bir sessizliğe gömülüp konuşmayı bıraktı..." geliyor. İşte ne çıkıyorsa ortaya bu sessizlik ve gözyaşlarından sonra çıkıyor. 

Mesela şöyle bir cevap çıkıyor kopuk bağı bulmaya çok yaklaştıracak nitelikte: "Benim göğsümde bir yengeç var ve her akşam beni içimden kemiriyor. Durması için yalvarıyorum ama durmuyor. Doymuyor, bıkmıyor, kemiriyor kemiriyor, beni yiyip bitiriyor. Biliyorum, sonunda beni öldürecek."

Bazen de şöyle: "Sıkılmış sivilce gibiyim. İçerisindeki irin çıkmış ama acıyan, şiş ve kan sızdıran yara gibi."

Doğum, varoluş için atılan ilk tohum. Çocukluk ise çiçeğin ilgiyi ve alakayı doğru biçimde, doğru oranda alması gereken bir zaman. Öyle bir zaman ki mezara kadar insanı etkiliyor. Yalnız insanı değil, çevresini, işini, hayallerini, rüyalarını. Varoluşa Tutunmak, çocukluktan itibaren insanın yakasına sinsince yapışan ve o yakayı bir ömür kolay kolay bırakmayan sorunları çözme doğrultusunda bazı yollar sunuyor. Güzel ve umutlu yollar...

Yağız Gönüler

6 Haziran 2018 Çarşamba

Baskıdan kurtulmak için yaşasın delilik

"Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz. O gördüğünüz şey sizi sonuca götürecek şey midir yoksa gerçekle aranıza giren bir engel midir? Bakış açımızı değiştireceğiz. Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız."
- Komiser Ferman, Av Mevsimi (2010)

Bir konuda, bu ister siyaset olsun ister spor, herhangi bir tarafı seçtiğimizde artık totalitarizme hizmet ettiğimizi açıkça söyleyebiliriz. Ağır bir başlangıç olabilir lakin biraz daha ağırlaştırmakta fayda var. Bir çocuğumuz olduktan sonra, buna gerçekten isteyerek ulaşıp ulaşmadığımızı sorabilir miyiz kendimize? Bir maymun iştahı ya da mahalle baskısı, neden olmasın? Bir derneğe, partiye, spor kulübüne hatta spor salonuna üye olduğumuzda, sahiden istediğimiz için mi gerçekleştiririz bu üyeliği yoksa aidiyet duygusuyla yanıp kavrulan ruhumuza şifa bulabilmek için mi? İkisi de değil, çünkü insan önce bir yere ait olur ondan sonra o yerin sözcüsü olmaya, bir karakteri olmaya çalışır. Olur da. Kırk yıllık üye rolüne bürünür hemen, yaptığının gerçekten bir seçim olmadığını bile bile.

Bir uzlaşma, aynı zamanda özgürlükten uzaklaşma değil midir? Uzlaşma, iki tarafın da karşılıklı ödünler vermesi anlamına gelir. Peki aşk, ödün vermeyi mi gerektirir de muhakkak bir sözleşme, ilan, sembol aranır tam ortasında? Yoksa yine yukarıda bahse konu ettiğimiz "aitlikle bürünülen yeni karakter" mi gerektirir bunları? Evlenilir, biz evliyiz diyebilmek için. Çocuk yapılır, çocuğum var diyebilmek için. Evlilik ne zaman, çocuk yok mu planda gibi sorular bu eylemlerin her birinde sanıldığından çok daha fazla etkilidir mesela. Tıpkı ne zaman ev-araba alıyorsun, ne zaman tatile çıkıyorsun gibi. İhtiyaçlarla şovlar birbirine karışmış vaziyette. Modernleşmenin hayatımıza attığı en büyük kazık, hepimizi "mış gibi" insanlar hâline getirmesi belki de. Gerçekten istemiyoruz hiçbir şeyi, gerçekten yaşamıyoruz hiçbir şeyi. Tutkunun, emeğin, beklemenin kıymetini bilmiyoruz. Bu yüzden belki de en hayırlısı, doğru zamanda susmak, suskunluk. Çünkü: "Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar - insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız."

Gündüz Vassaf yeni zamanların tüm numaralarını, hilelerini ortaya seriyor Cehenneme Övgü'de. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalanıldığında akla gelen bir 'şey' olduğunu anlatıyor uzun uzun. Her bölümünde, nasıl olur da yirmi yıl önceden bu acımasız gerçekleri görebildiği ve daha da ötesi bu farklı bakış açısıyla yazdığı konusunda şaşkına uğratıyor okuyucuyu. Bu gerçekçiliği kitaba yeni baskılar, yeni haklı yumruklar attırmaya da devam ediyor. Ocak 2018'de 34. baskısını yaptı Cehenneme Övgü. İletişim Yayınları'nın medarıiftiharlarından.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. İnsandaki gerilimi ölçen dil, kalıcı dildir. Kalan, başedendir. Sürüyle gitmeyi değil, tek başına yaşam denen o büyülü kavganın bekçiliğini yapandır, Vassaf'ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin ruh bulduğu insandır kalan: "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" onun işidir. O, yazmaktan yani kaydetmekten, paylaşmaktan yani hatırlatmaktan asla vazgeçmez: "Yazmak, kaydetmek ve yazdıklarımız üzerine düşünmek önemli. Bilgi ve haber selinin tutsaklığından ancak kendi haber ve düşüncelerimizi yazmakla, paylaşmakla kurtulabiliriz. Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır."

Adıyla, epigrafıyla, içindeki çizimlerle ve konularla ayrı ayrı şaşırtan bir kitap Cehenneme Övgü. "Papanın cennetine inanmayan Giordano Bruno'nun anısına" diyerek başlamış Vassaf. Bruno bize neyi hatırlatır? Ölüme giderken bile hakikati haykırmayı, çoğunluğun inandığı her şeyin doğru olmadığını, dik durmanın siyasi bir söylem değil aklın ve kalbin aynı anda atabilmesini hatırlatır. Bu yüzden de "Yaşamın amacı, kaderi anlayabilmektir; çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir." der. Vassaf da şöyle açıyor bu gerçeği: "Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız, ölüm unutkanlığı içinde geçiyor. Ölümü dışarıda bırakan tüm düşünce ve eylemler, yaşamı mülk edinme çabasına götürür insanı. Pek çok ilişki, bu olanaksızlık, bu yalan, yani yaşamın mülk edinilebildiği düşüncesi üzerine kurulmuştur. "Yaşamın amacı" denilen şeye ilişkin tüm misyonlar, insanın kendinden kaynaklanır. Yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir. Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır."

Kitap yirmi yıl önceden bugünlerdeki ruh hâlimizi anlatabilmesi açısından da psikolojik bir okuma sunuyor. Hem de psikolojiyi hırpalayarak. Hapı ve parayı araç edinmiş tüm bilimlerle gerektiğinde alay ederek. Çünkü bizim ruh krizimizin içindeki en büyük şey, sevdiğimiz birçok konuyu ve karakteri yüceleştirip onlara topyekûn teslim olmak. Hiçbir süzgeçten geçirmeden, hiçbir filtreyle bir kez daha, farklı bir bakış açısıyla bakmadan teslim olduğumuz her şeyin bizi ele geçirdiğini görmüyoruz. Anne-baba nasihatlerinden siyasilerin gözümüze gözümüze soktukları şovlarına kadar bu böyle. Cehenneme Övgü; saltanatı, gücü, makamı övmenin ve sahiplenmenin hiçbir inançla ilgisi olmadığını, bu 'sorun'un patolojik olduğunu da ortaya koyuyor. Bir insanı bu kadar kutsallaştırmaya, yüceleştirmeye ve bunları yaparken diğer her şeyi ezmeye götüren şey zaten, olsa olsa ruh krizidir.

Kişilik yani varlık sorunlarımızdan biri de arayışı nerede ve nasıl yapacağımızı pek bilemememiz. Sürekli bir şeylere muhtaç vaziyette, tam teslimiyet içinde yaşıyoruz. Herkes bir rehber arıyor kendini aramaktan önce. Kendi sorunlarını, çıkmazlarını bulmadan arıyor hem de. Midesi yanıyor ama kulak burun boğaza gidiyor, gibi. "Yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız" diyor Gündüz Vassaf. Ayrıca: "Kendimize inanmadıkça, bireyselliğimizi vurgulamaya gücümüz yetmedikçe, grubun ardı sıra sürükleniriz."

Sevgiyi 'akılcı' bir hâle getirdik. Vassaf tam da burada "insan çılgınca aşık olur, akıllıca değil" diyor. Sanatın tüketim malzemesine dönüştüğü bir toplumda elbette 'kahraman'lar ve 'tanrı'lar yaratmak da insanın elinde ona göre. "Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz." oysa. Laf anlatmak diye saçma bir tabir var, bunun sebebini de şöyle özetliyor: "Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır."

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf'ın alametifarikası. Hem bakış açımıza zenginlik katan hem de bilincimizi kuvvetlendiren nadir eserlerden biri. Vassaf "kendi kendini yazan kitabım" diyor, bu da şunu işaret ediyor: baskıya yazarak karşı çıkmak, varlığı anlamlandıran en samimi ve doğal güçlerden biri, belki de en güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2018 Salı

Bin Hüseyin nâm-ı diğer Battalname'ye dair bir deneme

"Gel imdi masalın sûretini dinle
Lakin dâneyi samandan ayır."

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin dizeleriyle başlayan romanın zengin içeriğine dair işaretler verilmiş olur. Türkçenin güzellikleriyle dolu henüz kullanılan zengin bir dil hâkimdir. “Leşker, âdem zade, nikap, nâme, yalıncak, buncağız, hâzirun” gibi henüz tedavülden kalkmamış kelimelerin yanısıra, “kani olmak, zınga zıng dolmak, tiryâk getirmek, kadem basmak, dizini kırmak, yüreğinin yağı erimek, meşveret etmek, münasip bulmak” gibi Türkçemizin nadide deyimlerine başvurulmuştur.

Masal türünde görüldüğü gibi abartılı ve gerçeküstü bir anlatıma başvurulmamıştır. Buradaki kahramanlar geçmişten bugüne süzülüp gelmiş gibidir. Yüzyılımızın arafta kalmış, günbegün yalnızlığa mahkûm edilmiş, hak ve hukuku gözetmede ihmalkârlığa düşmüş insanına bir hatırlatma babındadır.

Üçyüzelli yıllık, hayli yıpranmış, imzasız, elyazması bir eserden esinlenerek yazılan romanının giriş kısmında:

Bir yüzü gelecekti/ bir yüzü geçmiş/ kaşlarının arasında/ kıldan ince/ kılıçtan keskince/ sıratın izdüşümü bir çizgiydi/ şimdiki zaman” diyor Aycın Sâhipkıran'da: “biri geçmişten gören/ biri gelecekten bakan/ değirmi gözleri/ karaydı/ elâydı/ yeşildi/ maviydi” diye devam ediyor.

Bu dede ve amca yadigârı yorgun sarı sayfalar, gönüllü anlatıcıların elden ele, dilden dile, gönülden gönüle aktardığı metinlerdir. Biz bu metinleri çizer Hasan Aycın’ın “okumak bir yana dinlediğim” dediği, kendi “diline ve inancına” uygun anlattığı bir masal olarak görüyoruz. Bin Hüseyin adlı eserle, “yitirdiklerimiz, değerlerimiz, kimliğimiz” yani geleneğimiz yeniden yorumlanıyor ve günümüze izlerini düşürüyor. Görsel sahnelere açık, yani yeni anlatımlara ve okumalara imkân sağlayan bir eserin bize sunulduğunu gözlemliyoruz. Roman kısım kısımdır. Birbiriyle bağlantısı kendi içinde bir bütünlüğü vardır.

Romanda okurun muhayyilesini kısıtlamayan, aksine zengin çağrışımlara açık cümlelerle, akıcı bir üslubuyla, bildiğimiz, alışageldiğimiz tarihi romanlardan farklı bir yaklaşımla ele alınmış olduğunu fark ediyoruz. Geçmişle gelecek arasında kurulmuş sağlam, sık dokunmuş bir aktarımla karşı karşıyayız. Bin Hüseyin, Cafer Gazi’nin kâfirler arasındaki namıdır. Müslüman olduktan sonra: “O saatten sonra Ahmer’in adı Ahmed oldu, Cafer’in lâkabı da Battal kaldı; ama düşmanları ona hep Bin Hüseyin” dediler.” Cafer Gazi’nin oğlu Ali’ye nasihat ve vasiyeti okur için neredeyse bir reçete mahiyetindedir: “Zulüm, nerede olursa olsun ve kim yaparsa yapsın, zulümdür! Zulmü yapan da, rıza gösteren de zalimdir! Zinhar zalimlerden olmayın!” diye devam eden metinde öğretici, eğitici, yol gösteren bir kahramanla karşılaşırız. Çizer Hasan Aycın’ın, 1978’den bu yana Yenidevir, Milli Gazete, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde, Mavera, Yönelişler, Aylık Dergi, Yedi İklim, İslâm, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, Mavi Kuş, Inquiry, Kardelen, Kayıtlar, Kitap Postası ve Kudüs gibi birçok dergide çizgilerine rastlayabilirsiniz. Hece, Hece Öykü, Mostar, Genç Doku, Elif, Yedi İklim dergilerinde çizgileriyle var olmaya devam ediyor.

Bu özel çizgilerin özellikle kültür, edebiyat, sanat alanında yayımını sürdüren dergilere geniş bir perspektif sağladığını ve ayrı bir zenginlik kattığını önemle söyleyebiliriz.

Bocurgat, Gece Yürüyüşü, Asâ, Kulbar, Gözgü, Kırk Hadis, Kırk Çizgi, Ahzan, Nun, Zılal, Kudüs Ey Ey, Sayha, Üns; Hasan Aycın’ın çizgilerinin toplandığı başlıca albümleridir.

Alpembecik Gülpembecik” adlı masal kitabıysa, Timaş Yayınları'ndan; anı yazıları ve söyleşileri, Müşahedat, Hece Yayınları'ndan çıkmıştır. Esrarnâme ve Sâhipkırân adlı romanlarıysa İz Yayınları'ndan okuyucunun istifadesine sunulmuştur.

Çizerliğinin yanı sıra bir insanın çocuklarına, torunlarına bırakabileceği en zengin masallardan esinlenerek, yazılmamış, şifaî kültür örneklerini bizlerin dimağlarına sunan usta kalemin, bu son eserinin ısrarla okunması gerekliliğinin altını çiziyorum bir kez daha.

Okuyucuya yeni ve keşfedilmemiş bir vadinin kapılarını aralayan ve güzellikler sunan bu kitabın: “Allah büyüktür.” cümlesiyle bitmesi ise pek manidardır.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

31 Mayıs 2018 Perşembe

İşsiz bırakan teknoloji ve insansız gelecek: hazır mıyız?

"Dünyaları; akıllı, erdemli ve mutlu olmalarına izin vermiyordu..."
- Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya

2 Ocak 2010’da tarihli Washington Post gazetesinde, 21. yüzyılın ilk on yılında ortaya çıkan yeni iş sayısının sıfır olduğu yazıyordu. Endişe ve kaygı sadece sosyal medyada kendine yer bulabildi, o da üniversite öğrencileri ve yeni mezunlar arasında. Çünkü çalışan gençler, özellikle de 35 yaş ve altı her şeyin farkında. Onlar sadece kaçıyorlar, görmek istemiyorlar ve bu günü, bu ânı yaşamaktan vazgeçmiyorlar. Vazgeçerlerse gerçekle yüzleşecekler ve keyifleri kaçacak. Oysa gelişmeler ciddi biçimde keyif kaçıracak cinsten.

Makine bir araçtan çok üretici hâline geçmek üzere, birçok meslekte geçti bile. Birçok bilgisayar programı birçok işi aynı anda ve çok kısa bir zamanda yapabiliyor. İlk örnek her zaman tarım sektöründen veriliyor; makineler arttı çiftçilik bitti şeklinde. Bu, dijital dünyada da hız kazanan bir gelişme. En küçük örnek: eskiden tasarımcılar yeni bir internet sitesi yapabilmek için günlerce sabahlardı ve elbette ciddi bir manevi tatmin yaşarlardı. Uzun yıllardır hazır tasarımlar kullanılıyor ve böylece öğrenim kolaylaşırken tasarımcıya olan ihtiyaç da azalıyor. İş sahipleri birer tasarımcı oluverdi, kendi sosyal medya hesaplarını yöneten şirket sahiplerinin sayısı gittikçe artarken çığ gibi büyüyen 'sosyal medyacı'lar bir köşede sinmiş ve SEO, content marketing gibi alanlara kaymış durumda. Dünyanın en büyük şirketleri; Google ve Facebook devasa pazar değerlerine sahipken, bu değerin tam aksine az sayıda insan çalıştırarak evlerimize, ceplerimize girdi. Bu tip birçok şirketin boyutlarının ve etkilerinin yanında insan odaklı tarafları gittikçe küçülüyor. Yeni iş dünyasında insan nerede olacak? İşte bir büyük soru(n).

Martin Ford, Kronik Kitap tarafından dilimize kazandırılan Robotların Yükselişi kitabında şöyle diyor: "Ekonomiyi ve toplumu muazzam zorlayacak bir dönüşüme doğru ilerliyoruz. Çalışanlara ve işgücüne katılmaya hazırlanan öğrencilere verilen geleneksel tavsiyelerin büyük kısmı bu yeni koşullarda havada 17 kalıyor. Acı gerçek şu ki pek çok insan her şeyi doğru yapsa bile -en azından eğitim ve beceri edinme anlamında- yine de bu yeni ekonomide kendilerine yer bulamayacaklar.".

"Yapay zeka ve işsiz bir gelecek tehlikesi" alt başlığını taşıyan bir kitap elbette bize güzel bir dünya resmi çizmeyecektir, çizmemesi de gerekir. İş dünyası alanında yılın kitabı seçilen Robotların Yükselişi bu anlamda bölümleri arasında birçok konunun altını çiziyor: Otomasyon, bilgi teknolojisi, beyaz yakalı işler, yüksek öğrenim, sağlık sistemi, geleceğin teknolojileri ve endüstrileri, büyümenin sınırları ve kriz ihtimalleri, süper zeka, tekillik ve yeni ekonomik paradigma...

Bilgi teknolojisindeki amansız gelişmeyi inceleyen Ford, gelişme gibi görünen şeyin ardında çok ciddi bir tekelleşme olduğunun altını çiziyor. Bir kitap satış sitesinin zamanla, gerek reklam gerekse pazarlama stratejileri yoluyla tüm sektöre hakim olabileceğini, böylece diğer sitelerin çok cüzi gelirlerle idare etmek durumunda kalabileceğini belirtiyor. Öyle ki günümüzde bunun örnekleri bir hayli fazla. Kalemden tesbihe, protein tozundan araba tamponuna varıncaya dek her sektörün bir tekeli oluşmuş durumda. Üretici-kargo-tüketici üçgeni düşünüldüğünde birçok insanın çalışması gereken sektörlerde dijitalleşmeyle birlikte insana olan gereksinim bir hayli düşüyor: "Dijitalleşmeye müsait olan mal ve hizmetlerin pazarları kaçınılmaz olarak kazanan-hepsini-alır yapısına evrilir. Örneğin kitap ve müzik satışı, seri ilanlar ve film kiralama gibi işler, gittikçe daha az sayıda internet devi tarafından domine ediliyor. Bunun sonucunda gazeteciler ve perakende dükkan çalışanları gibi insanların işleri de yok oluyor."

Ülkelerin mali istikrarsızlığı ve olası tehditler sebebiyle birçok iş yeri yatırımlarını yurt dışına kaydırıyor. Öyle ki zamanla hizmetlerini de yurt dışına kaydırıp topyekûn ülkeyi terk eden şirketlerin sayısı artıyor. Ajanslar bunu çoktan devreye sokmuş durumdalar. Bu durum ciddi bir çalışma alanı eksikliği doğuruyor. Nüfusun fazla olduğu ülkelerde bu durum geri dönüşü olmayan bir krizi gündeme taşıyor: "2013’ün ortasında Çinli yetkililerin yaptığı bir açıklamaya göre, ülkenin o yıl yetiştirdiği üniversite mezunlarının anca yarısı iş bulabildi. Bir önceki yılın mezunlarınınsa %20’sinden fazlası hâlâ işsiz. Geçici ve serbest çalışanları, yüksek lisansa kaydolanları ve mecburi hizmettekileri de dahil edersek bu sayılar daha da artar."

Ekonomistler özellikle yeni mezunların durumuna odaklanıyor. Bir ülke için umut verici ya da kaygı verici rakamlar en çok bu yeni mezunlar üzerinden sunumlara dökülüyor. Özellikle 2000'lerden sonra yeni mezunların işsizlik oranı her geçen yıl artıyor. Türkiye gibi ülkelerde üniversiteden mezun olup, hem de ciddi bir alanda eğitim almış olup kahveci, kırtasiye dükkanı, spor salonu çalışanı olan birçok genç bulunuyor. Hatta kahveci açmak bir kariyer hedefine dönüşmüş durumda. Ürettikleri videolarla birçok ülke gerçeğine değinen 140journos "yeni salgın: kafe açmak" başlığıyla hayaller, gerçekler ve nasihatler üçgeni çizmişti. 140journos ayrıca 'seküler göç'ün nedenler'ini ve 'gittikten sonra'sını da tüm sarsıcılığıyla ortaya sermişti. Ford'un bu konudaki yorumları ise şöyle: "2013 tarihli Yeni Cennet filminde zenginler, Dünya’nın yörüngesindeki cennete benzer bir yapay dünyaya göç ediyorlardı. Film geleceğe dair bu distopik vizyonu güzel betimliyor. Hatta artık bu senaryodan endişe etmeye başlayan ekonomistler de var. Popüler ekonomi yazarı Noah Smith 2014’te yazdığı bir yazıda elitleri koruyan kapıların dışındaki “açlıktan ölmenin sınırına dayanmış, perişan, hınca hınç bir lümpen insan kitlesi” hayal ederken şu eklemeyi yapıyor: Stalin ve Mao’nun tiranlıklarından farklı olarak, robotların koruduğu yeni tiranlık, kamuoyunun fikirlerini önemsemeyecek. Ayak takımı istediğini düşünsün; silahlar Robot Efendilerde olacak. Hem de sonsuza dek... İç karartıcı öngörülerine alıştığımız ekonomi biliminin standartları için bile son derece kasvetli bir gelecek hayali."

Teknolojinin sürekli ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan işsizlik (teknolojik işsizlik) ve artık geri dönüşü olmayan bir yola giren çevre sorunları (kentleşme, iklim değişikliği, hava kirliliği vb.) birbirini besleyecek noktaya ulaştı Martin Ford'a göre. Her şeye rağmen teknolojinin sunduğu avantajlar unutulmadan ve insan hayatına katkı sağlayacak biçimde kullanılması sağlanırsa, istihdam ve gelir dağılımı hususunda ciddi düzenlemeler yapılırsa, bir nebze gelecek endişesi azaltılabilir. Ford, sanıldığının aksine çağımızdaki en zorlu mücadelenin iş-işsizlik arasında olacağını söylüyor. "Geniş çaplı güven ve refah sağlayacak bir gelecek inşa etmek" için teknolojinin tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Aksi takdirde kitabın sonuç bölümünde yazdığı şeylerle burun buruna gelebilirz ki çoğuyla geldik bile: "Gelişmiş ülkelerin dışında durum çok daha tehlikeli olabilir. Fabrika işleri bütün dünyada hızla tükeniyor. Emeğe dayalı imalat işlerinin kaybolması yetmezmiş gibi, gittikçe daha verimli hale gelen tarım teknikleri ırgatlık işlerini de insanların elinden alabilir. Bu ülkelerin bazılarında iklim değişikliğinin etkileri çok daha sert olacak ki zaten şimdiden çevresel bozulmayla karşı karşıyalar. En kötü senaryoda, ekonomik belirsizliğin, kıtlığın ve artan gıda fiyatlarının etkileri birleşerek sosyal ve siyasi istikrarsızlığa yol açabilir."

Robotların yükselişi sürerken insanın aklına dağbaşı, deniz kenarı, köy evi gibi şeyler geliyor. Kahveci mi açsak? Sahi onu da robotlar yapıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mayıs 2018 Çarşamba

İnsanın ruh ve anlam dünyasında ramazan ve oruç

Ramazan ayı ve oruç hakkında edebiyatımızın verimleri genellikle bu aya ait hatıralar etrafında toplanır. Ayrı bir bahis olarak, Osmanlı şiirinde Ramazan ayının gerek dini yönü gerekse kültürel ve folklorik tarafıyla ele alındığı Ramazaniyye'lerin yazılmış olduğunu görürüz. Modern zamanların kronik bir huyu olarak, sürüp gelmekte olan ''yeni''nin hep eskiyi aratması durumu, en çok Ramazan'a isabet eder. Bu sebeple modern zamanlarda Ramazan çevresinde yazılan yazılar çoğunlukla çocukluk çağına, eski Ramazan'lara dair özlemleri dile getirir.

Ramazan'a ait bambaşka bir hüzne ise Yahya Kemal'de rastlarız. Yahya Kemal, Atik Valde'den İnen Sokak'ta şiirinde bir Ramazan günü iftara yakın dakikalarda insanların iftara hazırlıklarını ve Ramazan maneviyatının tatlı bir bekleyişe çevirdiği sokakların sükunetini resmettikten sonra o dakikalarda bu manzaranın içinde yer alamayışını, ayrı düşüşünü ve böylelikle yaşadığı hüznü dile getirir:

"Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
''Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür.''

Şiirden hareketle söylemek gerekirse Yahya Kemal'in orucu idraki, fert olarak içinde bulunduğu oruçsuzluk haliyle yaşadığı yalnızlık ve hüznün yanı sıra millet, cemiyet, kültür ve aidiyet dikkati çevresinde geliştirdiği genel görüşüyle bağlı ve sınırlıdır.

Bana kalırsa Ramazan ayı, oruç ve bayramın anlamı, içeriği ve hikmeti üzerine edebiyatımızda en görkemli metinleri Sezai Karakoç yazmıştır. Samanyolunda Ziyafet adlı kitapta toplanan, yıllara sari olarak genellikle Ramazan aylarında kaleme alınmış bu yazılar, oruç ve Ramazan'ın insanın ruh ve anlam dünyasında nasıl bir farklılaşmaya, olgunlaşmaya kaynaklık edeceğini çok çarpıcı tespitlerle ortaya koyar. Orucun ne gibi hikmetleri sakladığını ve içerdiğini kollayan bu tefekkür toplamı, adeta Ramazan'a ve oruca ait ufuk çizgimizi daha ilerilere taşır. Onu özellikle bir kültür düzeyinden öteye idrak edemeyişten özgürleştirir.

İnsan hangi fiili işlerse işlesin, yaptığı o fiili hep daha iyi meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelin önündeki en büyük engel alışkanlıkların yatağında büyüyen bir durağanlık ve gaflettir. İşte Ramazan ayının gelmesiyle en basit alışkanlıklarımızda birdenbire bir değişmeyle başlayan daha karmaşık yanımız, ruhumuza doğru genişleyen bir başkalaşım belirir. Oruçla insan alışılmışın dışına çıkar. İlk olarak sürekli tükettiği gıdalar birden daha canlı ve koyu renkleriyle kendini belli eder. Ekmek, daha da ekmek, su daha da sudur artık.

''Oruç önce eşyayı diriltir. Elbet, eşyanın bu dirilişi, insan açısından bakılıncadır. (...) Sıcak bir yaz gününden sonra iftarda içtiğimiz bir bardak suyu, hiçbir gün farkına bile varmadan içtiğimiz bir bardak suyla değiştirir misiniz? İftar yemeği, dış ölçülerle, her günkü akşam yemeğimizden farklı olmadığı halde, neden o hiç unutulmaz, öbürleriyse hiç hatırlanmaz? Sabah kahvaltılarında her gün yediğimiz zeytinle, oruç açan zeytin taneleri arasındaki diriliş ve dirilik farkını açıklamak bile fazla.'' (sf. 72)

İhtiyacın şiddeti ihtiyaç duyulan şeyin özelliğini ve kıymetini daha bir olgunlukla düşünme fırsatını beraberinde taşır. Her gün tükettiğimiz gıdaların tek tek nasıl meydana geldiği, bunun yanında topyekun yeryüzünü, doğayı insan için adeta kurulmuş bir sofra oluşunu düşünebilmeye, böylelikle nimetin ve nimeti verenin kadrini bilebilmeye yepyeni bir imkan olarak gelir Ramazan.

İdrakin gelip çattığı, gafletin dağıldığı bir dimağın ve kalbin meyvesi yaratıcıyı bir misli daha bilmek ve şükretmek olur. Şükür ibadette tezahür eder. Oruç ayında ibadetlerin çoğalması buna bağlı olarak meydana geldiğinde apayrı bir anlam kazanır. Sezai Karakoç ''Betonları Kıran Oruç'' yazısında Ramazan ayının ibadetleri kendinde toplayıcı özelliğine şu satırlarla dikkat çeker:

''Oruç tek başına belli başlı ibadetlerden olduğu gibi bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur'an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran toplayan ve sunan bir yanı var. Şuuraltımızdaki bütün dindarlığı, ramazan, yaşama alanımıza, şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan şuuraltını dinamitleyerek gün ışığına çıkarıyor.'' (sf.7)

Şair oruç da acıkır, der. İnsanın acıkması tamam, peki ya orucun acıkması? Onun acıkmasını bir hayal etmeyi deneyin. Hemen oruca ışığını verecek olanın salih ameller olduğunu hatıra getirebilirsiniz.

''Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. (...) Orucun susadığı ve âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur'an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı giyindiği Allah adının yükseltilmesi, yani cihadtır.'' (sf. 50)

Oruç insanı her şeyi faydacı bir gözle görmekten alıkoyar. Anlayış ve algılarda bir açılma ve arınma meydan getirir. İhtiyacın şiddeti, Allah karşısında insanın kendi mutlak aczinin bilincine varması varoluşa, varlığa dair düşüncenin üzerindeki ölü toprağını atan, onu hareketlendiren bir şey olur.

''Şuur elastikliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular koğulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. (...) Oruç konuştuğumuz dili bile arıtır. Kelimelerden, hakkı olmadan koşup ileri geçen geriye çekilir. Dili boşu boşuna dolduran kelimeler daha çok göze batar ve kullanışları azaltılır. Dil muhteva kazanmakta orucu yardımcı bulur.'' (sf. 33)

Sezai Karakoç, oruç çevresinde çocuğun oruçla ilişkisi ve orucun çocuğun üzerindeki olumlu tarafları üzerinde son derece orijinal çıkarımlar yapar. Orucun olgunlaştırıcı yanının çocuğun özellikle çocukluktan çıkış ve gençliğe geçiş evresinde meydana gelebilecek muhtemel sarsıntıları nasıl önlediğini ''çocuk ve baba'' ilişkisi izdüşümünde şerh eder.

''Oruç ve namaz, buluğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde ''metafizik'' bir planda tutarak çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nevi küçük tanrıdır; zaten Hıristiyanlıkta tanrının baba oluşu ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihni bir vasat hazırlayacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir. Sonra buluğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu, tanrı 'baba'dan alelade babaya geçiş birdenbire olur. Bu sebepledir ki çocuk babasına adeta taparken genç inkar eder, reddeder. Batıda gençlik babadan aileden tam bir kopuştur. İslam toplumunda ise namaz ve oruçla çocuk, kendisinden de babasından da ölçülemeyecek kadar yüksekte her şeyin üstünde sonsuz bir gücün bulunduğunu babanın da kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar.'' der. Böylelikle gençliğe geçerken çocuğun bakış açısında meydana gelecek ''kritiğin zulmü yumuşar ve bütün insanlar kutsal bir kış dönemine böylece mutlakın aracılığıyla girer, dostça girer.'' (sf. 20-21)

Ramazan ayını önemli kılan en büyük özelliği Kur'an-ı Kerim'in bu ayda nazil olmaya başlamasıdır. Kur'an'ın nazil olmaya başladığı Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğu nakledilmekle beraber bu kesin değildir. Kadir gecesi Ramazan ayının içerisinde -özellikle son on gününde- saklı olduğu rivayet edilir. Kadir gecesini idrak etmek müminler için son derece önemlidir zira Allah katında bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. İşte, Kur'an-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesinin kesin ve belirli bir gün olmaktan öte saklı oluşunun hikmeti üzerinde ayrıca duran Sezai Karakoç harikulade çizdiği imajla, bir nimet olarak vaktin kıymetini de üst düzeyde bilebilme hünerinin anahtarını sunar:

''Bütün geceleri önüne dökmüş onların içinde Kadir gecesi arayan bir mümini düşününüz. Daha doğrusu Kadir gecesi olma imkanını taşıyan her geceyi bir Kadir gecesiymişcesine ağırlayan bir mümini düşününüz. Geceleri hiçliğe batıran bir dintanımazla bu inanan adam arasındaki zamanı değerlendirme, yemişlendirme farkını bir bakışta yakalayabilirsiniz.'' (sf. 25)

Ramazan sona erer ve nihayet yerini bayrama bırakır. ''Giydiğimiz bayramlık elbiseler gibi içimiz de yepyeni ve taptaze hale gelir.''. Sabah ilk iş olarak eda edilen bayram namazını bir nevi yaratıcıyla bayramlaşma imajıyla düşünen şair sonra aileyle akabinde şehirle bayramlaşmanın yanında mezarlıkları ziyaret ederek atalarla ve ölülerle bayramlaşmanın merceğinde, sevincin en şiddet kazandığı anda dahi ölümü ihmal etmeyişi vurgular.

Ve bayramlar içinde yaşadığımız zulmet çağında adeta bir teselli edici bir tarafı vardır.

''Hepimiz geceleri uykumuzu kaçıran ve rüyalarımız tekeli altına alna ''altın ülke'' idealinden uzakta, çok uzakta adeta bir yer altından notlar hayatı yaşarken, yine de bayramdan başka tesellimiz ne olabilir?'' (sf. 30)

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Topyekûn sürgünüz

“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği.”
- Sezai Karakoç, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine

Edward Said (1935-2003) Filistin’de doğmuş, İsrail sorunu sebebiyle Mısır’a giderek eğitim görmüş ve eğitiminin bir kısmı da dâhil akademik hayatına ABD’de devam etmiştir. Farklı coğrafya ve kültürlere ‘savruluşunu’ bir zenginlik olarak tanımlayan Said, yaşadıklarını/düşündüklerini Yersiz Yurtsuz adlı otobiyografik çalışmasında ele almıştır. Tarihin en hümanist entelektüellerinden birisi diyebileceğimiz Said için ‘yersiz yurtsuzluk’ paha biçilmez bir mertebedir. Onun hayatını okuduğunuzda çektiği çilenin fiziki olmaktan ziyade fikri olduğunu görürsünüz. Yaşadıklarının onu insanlık idealinden koparmaması belki de en dikkate değer yönüdür. Filistin tarafından İsrail tarafına taş fırlatışı gösterdiği soyut çabanın somutlaşmış hâlidir. Said’in, silahların gölgesinde fırlattığı taş haksızlığa, hukuksuzluğa, zalimliğedir. Yersiz yurtsuzluk biraz da budur; taraf gözetmeden tüm insanlık için iyiyi isterken kötülüğün karşısında durmaktır. Kübalı Guillermo Rosales’in (1946-1993) Felaketzedeler Evi adlı eserindeki “topyekûn sürgün” tanımı beni direkt Edward Said’e götürdü: “Siyasi sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde, sözgelimi Brezilya, İspanya, Venezüella ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.”. Fakat Rosales’in hayatına baktığımızda oldukça farklı bir mizacı olduğunu görüyoruz. Said yersiz yurtsuzluğunun müsebbibi olarak insanlığın anti-hümanist uygulamalarını görürken Rosales sürgünlüğünün kaynağının kendisi olduğunu düşünmektedir. Belki bu tutumu amaçsız-nihilist bir tavır olarak da tanımlayabiliriz. Buradaki değini Said-Rosales karşılaştırması değil kesinlikle. İlişkilendirmenin ‘sürgünlük’ ve ‘yersiz yurtsuzluk’ metaforlarının anlam örtüşüklüğü olduğunu söyleyebilirim. Her iki yazar kendisini bir yere ait görmüyor. Diğer taraftan Sezai Karakoç’tan yapılan alıntı belirli bir düşünsel aşamayı yakalayanlar için söz konusu anlam haznesinin evrensel bir değer taşıdığını gösteriyor. Sürgün kelimesinin anlam genişlemesini düşündüğümüzde; belki de insanın “dünyaya indirilişi” bu ‘sürgünün’ başlangıcıdır ve hayat her bireyle bir ‘sürgün’ vermektedir.

Jaguar Kitap etiketini taşıyan yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Gökhan Aksay’a ait. Çevreye dair realist gözlemler metni zenginleştirirken kurgu ve çevirinin başarılı oluşu okumayı kolaylaştırıyor. Felaketzedeler Evi’nin yazarı Guillermo Rosales ağır psikolojik bunalımlar yaşamış bir yazar. Hatta Rus doktorlar tarafından şizofreni tanısı konulduğu belirtiliyor. 1946 yılında Havana’da doğan Rosales, 1953’te başlayıp 1959’da başarıyla sonlanan Küba devriminin destekçileri arasında yer almıştır. Çok genç yaşta önemli görevler almasına rağmen yönetim içinde tutunamamıştır. Bu yaşadıklarında asi karakteri kadar psikolojik sorunlarının da etkisi vardır. Sık sık sinir krizleri geçirmektedir. Bu sinir krizleri yüzünden askerlikle ilişiği kesilmiştir. Yakın arkadaşları Rosales’in psikolojik sorunlarının yol açtığı davranışları onun şakalarından zannetmektedir. Zira o şakacı, şifreli konuşmayı seven, teatral yeteneğiyle insanları bunaltan takıntılı biridir. Ayrıca çok çalışkan ve üretken de biridir fakat psikolojik durumu yüzünden bir işte uzun süreli çalışamamaktadır. Sadece yazmayı istemektedir. Yazdıklarını ise hiç beğenmeyen ve hemen yok eden bir yapıya sahiptir. Küba’dan ayrılmayı ve başka bir yerde yazmayı sürdürmeyi düşünmektedir. Yönetimin muhalifler için yurtdışına çıkış izni vermesi üzerine önce Madrid’e ardından Kübalı göçmenlerin yoğun yaşadığı Miami’ye geçer. Burada zaten kötü olan psikolojisinin yanına işsizlik ve parasızlık da eklenir. Kısa süre sonra hastalığından dolayı bir rehabilitasyon merkezine yatırılır. Bu işletmelerin koşulları çok kötüdür. Rosales uzun süre psikolojik tedavi görür fakat iyileşecek derecede iyi bir netice alınamaz. 1993 yılına gelindiğinde yaşadığı bunalımlar ağır gelir ve daha fazla direnemeyerek intihar eder.

Felaketzedeler Evi oldukça ilginç bir metin. Guillermo Rosales’in yaşadıklarıyla ilintileyerek kurguladığı roman sosyolojik, siyasi, ekonomik, tarihi ve en önemlisi psikolojik/psikanalitik yönleri olan bir eser. Bu yüzden farklı açılardan değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Küba’dan Miami’ye gelen psikoloji rahatsızlığı olan William Figueras halası tarafından bir bakımevine yerleştiriliyor. Rosales bir yazar olduğunu söylediği karakterini kendisiyle özdeşleştiriyor ve yaşadığı hayal kırıklığını kahramanının ağzından aktarıyor. “Bir gün, ülke değiştirerek deliliği de alt edebileceğimi düşündüm; bu koca ülkeye, Amerika’ya attım kapağı.”. Onun için hiçbir şey değişmemiş hatta daha kötüye gitmiştir. Yerleştirildiği bakımevinin şartları içler acısıdır. Figueras orada yaşayan zihinsel engelli ve psikolojik açıdan sorunlu bu insanları “kaçıklar” olarak tanımlıyor. Ayrıca fiziksel engelli ve yaşlı insanların da olduğu bir yerdir burası. Yöneticinin sadece parasal mevzularla ilgilendiği bakımevinde psikopat denilebilecek bir de sorumlu bulunmaktadır. Bu adam “kaçıklara” ve diğer mağdurlara son derece kötü davranmakta, işlerini gördürmekte, kadınlardan faydalanmaktadır. İğrenç kokuların yayıldığı ve pislik içinde olan bakımevinde temizlik neredeyse hiç yapılmamakta, beslenme üstünkörü yapılan yemeklerle geçiştirilmektedir. Yazarın bakımevinde yaşayan kişileri tasvir eden cümleleri insanın içini buruyor. Gerek bakımevi yöneticisinin gerekse sorumlu kişinin buradaki insanlar üzerindeki istismarı tahammül sınırlarını zorluyor. William Figueras’ın da zaman zaman bu acımasız ve boş vermiş tavrı takındığına tanık oluyoruz. Rosales o kadar güçlü yazıyor ki hikâyeye çaresiz bir öfke eşlik ediyor. Yaşananlara rağmen kimse buradan gidemiyor diyor Figueras çünkü “Bakımevindeki herkes kimsesizdir.”. Dışarı çıktıklarında daha kötü bir hayat onları beklemektedir. Bu gerçeğin farkında olan ve burjuva hayatı yaşayan bakımevi yöneticisi devletten kişi başına aldığı paranın peşindedir. Kârını büyütmek için de bakımevi giderlerini olabildiğince kısmaktadır.

Küba’ya dair haberleri arada ziyaretine gelen bir dostu aracılığıyla alan William Figueras sık sık Fidel Castro’yu rüyasında görüyor. Eskiden itibarı olan ama şimdi bakımevinde kalan birkaç kişi ve arada dışarıda karşılaştığı insanlar üzerinden Küba’ya ilgili nostaljik detaylar veriyor yazar. Gerek Figueras’ın rüyaları gerekse Küba üzerine yapılan değinilerle komünizm (ya da devrim) üstü kapalı da olsa vaat ettiklerini yapamamakla itham ediliyor. Metinde Fidel Castro’ya içten içe bilenen takıntılı bir anlatım var diyebiliriz. Eser bu bağlamda aşkın bir okumaya tabi tutulduğunda bir komünizm ya da Küba devrimi eleştirisi olarak okunabilir. Diğer yandan hayatta popüler kültürün etkin olduğunu belirtmeden geçmiyor Rosales. Toplumu heyecanlandırdığını söylediği bir sanatçı için şöyle diyor: “İşte huzurlarınızda El Puma! Joyce’un kim olduğunu bile bilmez. Bu, umurunda da değildir. Colaridge’i asla okumayacak buna hiçbir zaman ihtiyaç duymayacak. Karl Marx’ın 18 Brumaire’sini asla çalışmayacak. Hiçbir zaman çılgınca, her şeyi göze alarak bir ideolojiye bağlanmayacak; hiçbir zaman onun ihanetine uğradığını hissetmeyecek. Arzuyla, sıkı sıkıya bağlandığı bir düşünce asla kalbini paramparça edemeyecek.../… Bir devrimin üyesi olma sevincini ve onun tarafından yok edilmesini ıstırabını hiçbir zaman yaşamayacak. Sistemin ne mene şey olduğunu, nasıl işlediğini asla bilmeyecek.”. Rosales bu sözleriyle bir zamanlar kendisinin de komünizm destekçisi olduğunu ama devrimin ihanetine uğradığını Figueras’a söyletiyor gibidir.

Felaketzedeler Evi’nde Latin Amerika’ya ait kitapların neredeyse tümünde görülen karamsarlığın ve kederin eksiği yok fazlası var. William Figueras şehrin sokaklarına çıktığında duyduğu her sesi kendi üzerine almakla kalmayıp illa olumsuz şekilde yorumlayan bir ruh haline sahip. Hastalıklı oluşunu hastalık haline getirdiği görülüyor. Bu hâliyle her an tetikte kötü bir şeylerin olacağı hissini okuyucuya da aktarıyor. Sokağa çıkışını “Kazananların mekânına, caddeye atıyorum kendimi” diyerek kendisi gibileri zımnen kaybedenler olarak tanımlıyor Figueras. Sabahları sütle geçiştirdiği kahvaltı sonrası televizyonu açıp vaaz dinliyor. Televizyondaki rahibin söylediklerinin hayatta bir karşılığının olmadığını gösteren önemli bir detay olarak değerlendirilebilir. Hayatın akışı içinde o vaaz anında sadece bakımevinde yaşananlar bile insan için dinin işlevsizliğini anlatmaya yetiyor. Din, vaaz ya da iyilik denilen şey görsellik, sanallık ya da yanılsamadan ibaret.

William Figueras bir süre sonra bakımevine yeni getirilen bir kadından hoşlanıyor. Kadın da kendisi gibi eski bir devrim destekçisi olan Küba göçmeni. Her ikisi de -Guillermo Rosales gibi- okuma yazma seferberliğinde bulunmuş. Ortak noktaları olduğunu gören Figueras onunla birlikte bir hayat kurabileceklerini düşünüyor. Birlikte bu planı gerçekleştirmeye karar veriyorlar. Figueras bulduğu kiralık evin ödemesini yapabilmesi için bakımevi yöneticisinden her ay adlarına tahsis edilen çeki istiyor güç bela alıyor. Aynı şeyi kadın da yapınca yönetici çeki vermek istemiyor. Kadının çekini yöneticinin elinden kapan Figueras kadınla birlikte kaçmaya çalışırken polis tarafından yakalanıyor. Bir akıl hastanesine yatırılan Figueras hastanedeki bir doktorun yardımıyla bakımevine döndüğünde kadının ailesinin onu götürdüğü söyleniyor. Bakımevi yöneticisi isterse orada kalmaya devam edebileceğini belirtiyor. O an hayatın adeta Figueras’ın damarlarından çekildiğini hissettiriyor yazar. Küçücük bir kurtuluş işareti oldukça karamsar bir metnin içinden muazzam bir ümit çıkarıyor ortaya fakat yazarın hayatının genel seyri ve karakteri bu ümidi bir çırpıda yok ediyor. Tıpkı yazdıktan sonra yok ettiği eserleri gibi. Romanın başında görülen nihilist ruh bakımevine gelen kadın ile amacı olan bir hayata dönüşüyor fakat sonlara doğru yine aslına, Rosales’in karakterine bürünüyor. Yazarın “topyekûn sürgün” oluşunun kanıtı oluyor.

Kitabın sonunda yazara dair yapılan değerlendirmede Guillermo Rosales “entelektüel öfke” olarak tanımlanıyor. Rosales’in hayatından da kesitlerin verildiği bu kısım tanımlamanın ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor. Entelektüel öfke metaforunun bir göstergesi olan Felaketzedeler Evi’nin çok katmanlı ve zor bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın kendi hayatından kesitleri huzursuz edici bir muğlaklıkla kaleme aldığı görülüyor. Her şeyden öte psikolojik bir roman olan Felaketzedeler Evi’nde olayların farkında olmasına rağmen kahramanın tepkisizliği, zaman zaman ortaya koyduğu hissizlik, sadist yönelimli cinsellik, geçmişle üstü kapalı yapılan hesaplaşma ve roman boyunca okuyucuya eşlik eden öfkeli karamsarlık yazarın ruh halini ortaya koyuyor. Latin Amerika Edebiyatı meraklılarının ilgiyle okuyacağı bir eser.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

24 Mayıs 2018 Perşembe

Aidiyetin, geleneğin, inancın paramparça edildiği zamanlarda yeniden Âkif Emre okumak

23 Mayıs 2017'de, 60 yaşındayken kalp krizi neticesinde vefat etmişti Âkif Emre. Bir fotoğraf paylaşılmıştı çalışma masasından; çay ve poğaça. Tıpkı yaşamı ve duruşu gibi. Sade, yalın, gerçek. O fotoğrafı hiç unutamıyorum ve o fotoğrafın yaşadığım şu hayatta nerede durduğunu çoğu zaman unutuyorum. Yeni bir ülkede yaşıyoruz sahi, yeni düşünceler, yeni duruşlar ve eskiye dair her şeyin unutuluşu. Eskiyle olan bütün irtibatın koparılışı, yok edilişi ve bir daha hatırlanmaması için her şeyin yapılması. Sürekli yeni şeyler söyleme ve yeni şeyler bekleme telaşı. Şöyle der Âkif Emre: "Yeni bir şey söylemek eski/meyen değerler üzerinden mümkündür."

Büyüyenay Yayınları, Emre'nin 'İz'ler ve Çizgisiz Defter kitaplarını neşretmişti 2015 ve 2016'da. Vefatından sonraysa Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, ondan geriye kalan diğer metinleri de okuyabilmemize imkân sağladı. Alt başlığı, içeriğini oldukça güzel ifade ediyor: Gölgeli kelimeler, ödünç alınmış hayaller. Şimdilerde Göstergeler yeniden neşredildi, 21 yıl aradan sonra gazete yazılarıyla yeniden aramızda. Yeni Şafak’ta yayınlanan ilk yazısı "Ne okuyorsan 'o'sun" başlığını taşıyordu. Yani ilk paragrafta bahsetmeye çalıştığım 'unutma' hâlini topyekûn bir reddediş. Rahmet olsun her daim.

Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, şu bölümlere sahip: Bir Teklif Bir İtiraz, Nîm-demokrat Devrin Muhasebesi, Bir Yeryüzü Tasarımı, Sekülerleşme Sınavı, Muhafazakar Neyi Muhafaza Eder?, Etnisite, Muhasebe. Peşinden eksiksiz bir dizin, 312 sayfa. Doya doya okumak, notlar almak. Bilhassa son dönemlerimiz üzerindeki perdeleri elden geldiğince aralayan, söküp atan yazılar. Şöyle en yakın zamanlarımıza yönelik bir yorumu hemen okuyalım: "Bir Müslüman'ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, adalet ve ahlâklı olması sebebiyle faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı gerektirir."

Âkif Emre'nin yalnız Türkiye'yi değil dünyayı yorumladığı pencere, İslamcılık penceresi. Günümüzde 'aynı' İslamcılığı kavramış, özümsemiz ve savunmuş insan sayısı ise belki bir elin parmağını geçmiyordur aydınlar arasında. Çünkü günümüzde İslamcılık, Muhafazakârlığa dönüşmüş ve dolayısıyla Amerikan menfaatleri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi gerektirecek bir hâl almış durumda. Epey oluyor. Artık her bir köşe yazarı otoriteye dönüşmüş, 'büyük oyun'u göre göre gözleri şaşı olduğundan televizyon ve belediye kapılarında proje kapmaya yönelmiş, sırtına mehter marşını yükleyip "Ortadoğu bizim!" diye haykıran birer sanal komando olmuş durumda. 6 Şubat 2016'da "Türk tipi oryantalist esatir" başlıklı yazısında “Ortadoğu'nun tapusu bizde, retoriğine sığınan muhafazakâr kesim, ne bu tapuyu okuyacak belgelere sahiptir ne de bunları elde edecek çalışma ciddiyetine ve azmine" demişti. Gerçek Hayat'ın internet sitesinde 16 Haziran 2016 tarihinde görünen bir yazı ise "Ortadoğu’nun tapusu bizde" diyordu okuyucuya. Tam da Âkif Emre'nin tarif ettiği aydın(!) tipi ve onun düşüncesi(?) bu. Gelinen son nokta, Müstağrip Aydınlar Yüzyılı'nda şöyle yer buluyor: "Türkiye'de yaşanan dönüşümle hesaplaşmadan modern, ılımlı, küresel kapitalizmle uyumlu bir modeli ihraç etmenin ve bunun sonuçlarını görmenin dayanılmaz hazzını yaşamak... Muhafazakar entelijansiyanın halet-i ruhiyesi bununla açıklanabilir. Buna 'tarihi derinlik' sosu ve 'neo-Osmanlı' perspektifi eklediğinizde entelektüel iştihanız daha da kabaracaktır."

Son dönemin hikâyesini aidiyetin, geleneğin, inancın parça parça departmanlaştığı seküler muhafazakarlık hali olarak tanımlıyor Emre. Bu hikayede kaybedenleri, mazlumları, darda ve zorda kalmışları hatırlamayan, kendinden başkasını yok sayan, olanı biteni sorgulamayan ve en büyük derdi pastadan kendine düşecek pay olan kitle için "bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır." diyor. Bir takım insanların inançlarından dolayı kendilerini üstün tutmasının, gücü ve iktidarı elinde barındırmayı hak olarak görmesinin neticesinde kibir, öfke ve nefrete bir davranış biçimi hâline geldi ve toplumsal hayatımızın her yanı siyasetin kirli yüzüne (temiz yüzü var mı?) bulandı. Gösteriş ve görgüsüzlük, nasibin ve nimetin karşılığı oluverdi. Başörtülü bir kadının beşyüz bin Türk lirasını aşan tutarlarda ciplere, araçlara binmesi eleştirildiğinde, kıskançlık ve haset söz konusu edildi. Devir rozet ve danışmanlık devri. Statükonun ve servetin dostluğu görenleri şaşkına çeviriyor: "İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin, değişimden çok yozlaşma işareti olduğu söylenebilir... İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış biçimlerini sergileyerek. İşte bu hal toplumsal değişim değil bir ahlâki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla, erdemin, ahlâkın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir."

Âkif Emre, kendi pusulasınca baktı dünyaya. Bu da tehlikeleri, tehditleri, tarzları ve tavırları öngörülebilir hâle getirdi çoğu zaman. Yalnız İslâm dünyasının dertlerini değil, tıpkı İslâm'ın buyur ettiği bütün insanlığın iyiliği ve güzelliği için düşündü, yazdı. Kötülüğe müdahale eden, foyayı meydana çıkaran, çakallığı ve hokkabazlığı affetmeyen tavrı ve yazıları, vefatına dek istikametine en ufak halel getirmedi. Sorularını sorarken günceli sorguladı ama geleceğin de yakasını bırakmadı. Hatta öyle sorular sordu ki bu sorular herkesin endişenmesi ve sabah-akşam düşünmesi gereken sorular oldu, tıpkı "Müslümanlık bu topraklar için ne ifade ediyor? sorusu, tüm bu hengâme içinde 'gelecek nesillere nasıl bir Müslümanlık algısı şekillendiriyoruz?' sorusundan bağımsız değil. Her şey olup bittikten sonra 'kayıp kazanç aritmetiğine hapsedilmiş bir Müslümanlık mı' yoksa 'yarınlara İslâm adına ne söylüyoruz' kaygısı mı Müslümanca sorumluluğumuzun ölçüsü olacak?" gibi.

Vefat sene-i devriyesinde Büyüyenay Yayınları'nın sosyal medya hesaplarından çok kısa bir metin yayınlandı. "Evet tam bir yıl oldu. Ardından dönen fırıldakları ve arabesk ağızları görse ne derdi diye düşünürüm hep. Şunu dediğini duyar gibi olurum: "O Zarf" işte. Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine ve dostlara da sabırlar." yazılmıştı. Metindeki 'O Zarf'ı anlamak için Hece dergisinin Nisan 2014 sayısına bakılmalı. Bulamayanlar, Mustafa Kirenci'nin Mimar ve Mühendis dergisinin 99. sayısındaki (Ocak-Şubat 2018) yazısına bakabilirler, şuradan. Kısaca: 1990'lı yılların başında bir gazete ortamına lüks kâğıda basılı bir davetiye gelir. Her şey o davetiyeden sonra kademe kademe değişiverir. Mesela: "Sarı saman kâğıdından mamul, mürekkep kokan dergilerin gözden ırak bir köşesine ismini yazdırmaktan ürkenler reklam afişlerinde boy göstermeye çabuk alışacaklardı. Matbaadan paket paket dergi taşıyan kalem erbabı, artık reklam ajansı yönetmeye başlamıştı. Son sayıya bir yazı yetiştirmek için âdeta doğum sancısı çeken, çayhane köşelerinde vatan kurtaranlar, deniz manzaralı ofislerde reklam sloganı bulmak için geniş salonları arşınlarken bulacaklardı kendilerini..."

Her şey bittiğinde (siyasal kavgalar, kamplaşmalar ve hatta savaşlar) geriye kalan insanların hayatla olan bağlantılarının ne durumda olacağını merak edecek kadar büyük bir yüreği vardı Âkif Emre'nin. Yazdıkları bu sebeple hâlâ nefes aldırıyor, ilham veriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf