12 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir tutku rehberi: Yazma Dersleri

Büyük tutkuların ardında nelerin saklı olduğu; edebiyatın, felsefenin, psikolojinin konusu olmuştur daima. Tutku denilen şeye yaşamdan alınacak payı eksilterek mi ulaşılır yoksa tam aksine yaşama sıkı sıkı yapışarak mı? Belki biri, belki her ikisi. Sözlükte “Bir şeye karşı duyulan aşırı düşkünlük, şiddetli arzu, iptilâ” karşılığını buluyor tutku. Yap(a)madığımız takdirde zamanımızı zehir edecek kadar etkiler bizi tutkumuz. Böyle düşündüğümüzde acaba bir alışkanlık mı yoksa bağımlılık mı sorusu da geliyor elbette. Bu kez belki biri, belki her ikisi diyemeyeceğim çünkü ikisi de değil. Tutku başka bir şey. Olmazsa olmaz, vazgeçilmez, her şeyin önüne geçen, herkesten daha çok kıymet verilen, uzletin de vuslatın da yegâne sahibi. Evet bir aşk kokusu geliyor sanki. Yaralarım aşktandır demiş şair, tutkularımız da.

Yazarların nasıl yazdıklarına, gün içindeki ritüellerine, okuma alışkanlıklarına, hayatlarıyla eserlerine arasındaki ilişkiye dair çok güzel çalışmalar yapıldı son dönemde. Mesela hemen, Sema Uğurcan’ın makalelerini bir araya getiren Biyografik Okumalar’ı ve editörlüğünü Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek’in yaptığı Yazanların Okuma Kültürü’nü söyleyebilirim. Fakat bir kitap daha var ki okumaya ve yazmaya hayatında apayrı bir yer ayıranların, yani bunları tutku hâline getirenlerin uzun bir süre başucunda kalmaya layık: Yazma Dersleri. Edebiyatımızın herkesçe sevilen, sayılan, eserleri döne döne okunan yazarlarının nasıl, hangi şartlarda, ne tür ruh durumları arasında yazdığını anlatan bir çalışmada Necip Tosun imzası var. Okur, pek çok merakının giderileceği, yine pek çok sorunun karşılığını bulabileceği bir kitapla baş başa artık: İnsandaki yaratma duygusunu en çok ne harekete geçirir? Bir şair en çok hangi duygusunun esiridir? Hiçbir şeyin yazılamadığı o kasvetli zamanla nasıl baş edilir? Hayatı boyunca maişet meselesi yakasını bir türlü bırakmamış bir yazar ne kadar üretken olabilir? Etkilenme endişesi yazma eylemi içinde nerede durur? Aşklar ve ayrılıklar üretime mâni midir?

Yazma Dersleri’nde Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a kadar edebiyatımızın köşelerini tutmuş yahut sık sık kendi sessizliğine çekilip oradan kendi kelimeleriyle gürültü çıkarmış nice yazar var. Birkaçını -başka türlü sevdiklerimize kıyak geçerek- zikredelim: Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Orhan Pamuk. Ve hemen sondan başlayalım yazarların dersleri arasında gezinmeye.

Orhan Pamuk, yaşadığı şehirle yazma eylemi arasında hüzünlü bağlar kurmuş bir yazar diye düşünüyorum. İçinde yalnızlığın, sıkıntının, türlü nefs oyunlarının, keşiflerin, hayal kırıklıklarının, aşkların ve terk edilmelerin olduğu bir hüzün bu. Hep bir adım geride durmayı bilerek ve dolayısıyla gözlem yeteneğini geliştirerek kendi sürecini kendi kurmuş bir yazma planı. Günün ilk ışıklarıyla uyanan şehrin temposuna ayak uydurmadan ama onun ayak seslerini işiterek. Çevreye katılmadan ama çevrenin yüklerini de omuzlama cüreti göstererek. İçedönük, çareyi evvela kendi gayretinde ve sükunetinde bulmaya çalışarak. Babamın Bavulu kitabında, kendisine “neden yazıyorsun?” diye sorup peş peşe sıraladıklarına bir bakalım Orhan Pamuk’un: İçimden geldiği için. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için. Herkese kızdığım için. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için. Unutulmaktan korktuğum için. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için. Yalnız kalmak için. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için. Böyle diyor. Elbette bunun bir ruh planı da var. Onu da Manzaradan Parçalar’da bulabiliyoruz. Pek çoğumuzun “İşte ben!” dediğini duyar gibiyim şimdiden: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakalemle bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.

Şimdi de Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” diye takdim ettiği yazarlardan birine gelelim. “İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir” diyerek aslında kendi yazma dürtüsünü aşikâr eden Ahmet Hamdi Tanpınar’a. “Büyük insan sevgisi, her olaya önyargısız bakışı, hürriyet aşkı; kuşatıcı Doğu-Batı bilgisi; hüzünle coşku arasından dünyayı yorumlayışı, geleceğe umutla sarılışı; geçmişe, birikime vefası; sanatçılık ve düşünce adamlığının aynı kişide toplanması; bilinç akışıyla masalın birleştiği bir anlatım tarzı; Dede Efendi ile Beethoven’a aynı derinlikte nüfuz edişi; boğulmaya çalışan bir sanatçı imgesi, tüm saldırılarda edebiyata sığınan eşikteki adam…” diyerek pek güzel takdim ediyor onu Necip Tosun. O her ne kadar şair olarak tanınmayı, bilinmeyi istese de yazar kimliğiyle hatırlandı daima. Şiirleri asla romanları, denemeleri kadar yer edemedi edebiyatımızda. Ama kim itiraz edebilir ki Huzur’un edebiyatımızın en büyülü şiirlerinden biri olduğuna? Kim mesela Beş Şehir’i öylesine bir şehir hatıratı olarak tanımlayabilir? Tanpınar, öyle kolay izah edilebilir mi? Yarım kalan aşklarıyla, ‘beş parasız’lığıyla, annesini aradığı rüyalarıyla, ihtiyarlardan işittiği masallarıyla, İstanbul’un kendini besleyen sokaklarıyla; müzik, resim, mimari gibi sanatın pek çok alanına derin dalışlarıyla, kendinden büyük bir estet çıkarmış bu kültür adamı nasıl yazardı acaba? Önce öncüleri tanıdı: Proust, Valery, Bergson, Freud, Jung, Bachelard, Yahya Kemal, Haşim. Sonra düşünce ortamlarına, arkadaş gruplarına dahil oldu. Edebiyat kavgalarının içine düştü. Sükût suikastı yaşadı. Çok sevdiği, çok tartıştığı dostluklar kurdu: Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar. Yazdı, daima yazdı. Ne siyaset, ne maişet, ne de yâren eksikliği gölgeledi onun yazıya olan aşkını. “Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır” diyen bu adam, “Her şey yerli yerinde” diyerek düzensizliğin içinde kendine ait bir hayat kurduğunu da anlatmaya çalıştı. Günlük tuttu, bir gün okunacağını bilerek. Hikayeler yazdı, edebiyat tarihleri çalıştı. 14 Eylül 1960’ta günlüğüne yazdıkları, onun hâlâ neden sıra dışı bir yerde durduğunun, neden daima ona dönüldüğünün bir izahı sanki: “Ben bir psikolojik halitayım, bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar... Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim. Bunların yanı başında keşiflerim, sezişlerim...

Yazarlık tecrübesinin ardında bir hayat tecrübesi var. Tecrübe nedir? Bazen yenilgilerimizin bazen de vazgeçemediğimiz şeylerin toplamı. Bu ikisi arasında yazar kendi mizacına uygun biricik bir yol inşa eder. Kendi gibi biricik. Adanmışlığı, sabrı, çileyi cem edip hayal gücünü, sezgilerini, kimi zaman rüyalarını katık eder. İlhama yanaştığı da olur yalnızca mesaiye inandığı da. Ama bir aşk ilişkisi yaşar kalemiyle daima. Aşkın hem iyileştirici hem de kahredici tarafını tanıdıkça yazarlık tecrübesi de zenginleşir. Necip Tosun’un Yazma Dersleri işte bu zenginliği teferruatıyla bize anlatıyor. Okumaya ve yazmaya olan tutkumuzu cilalıyor.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

"Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum"

Kitaplarla olan ilişkimizin sıra dışı tarafları var. Mesela yıllarca gittiğimiz o kitapçıda gözümüze çarpsa da hiçbir kitabının arka kapağına bile bakmadığımız o yazarlar. “Hiç duymadım” ya da “Birkaç kere gördüm ama hiç dikkatimi çekmedi” diyerek geçiştirdiklerimiz. Bu tip durumlarda yazarın ismi kadar kitaplarının ismi ve hatta kapakları da etkili oluyor. O günkü duygu durumumuz karar veriyor bazı şeylere. Neşemiz yerindeyse ‘solgun’ bir ifadeye uzak duruyoruz. Bir şeyleri unutmaya yönelmişken ‘tortu’larla uğraşmak istemiyoruz. Halbuki ‘güz gelmeden’ bir yerlere gitmenin, ‘kış yolculuğu’ yapmanın hayalini kurduğumuz da oluyor. Ama işte duygu durumumuz, heveslerimiz, meraklarımız; bazı yazarları çok sonralara bırakmamıza neden olabiliyor.

Güçlü adımlarla bir okuma serüveni kurmuş iyi okurların, başkalarının kitap tavsiyelerine ihtiyacı olmadığı söylense de bu biraz tartışılabilir bir durum. Benzer yollardan geçtiğimiz okurların önerileri mutlaka bizde bir karşılık buluyor. Hiçbir okur, “Bu tam sana göre bir kalem” ya da “tam senin ruhuna uygun bir yazar” sözlerine karşılıksız kalmaz. Hiç değilse aklına yazar, bir gün mutlaka okur. “Hiç okudun mu?” sorusuna muhatap olup içindeki merak fitilini ateşlemiş nice okur var, iyi ki de var. Başka yazarları, başka ruhları keşfetmenin, onların derin dünyasına nüfuz etmenin ilk adımı bu. Sonrası günlükler, hatıralar ve mektuplar.

15 yaşında günlük tutmaya başlamış Selçuk Baran. Henüz o yaşta "Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum" demiş. Bir defteri bitirip diğer deftere başlarken kendini soğan misali soymuş. Ne kadar şeffaf olabilirse o kadar, ne kadar acımasız olabilirse o kadar. Bu ikisi arasında daima gerçeği arayan bir insan görüyoruz. Fakat gerçeği ararken, aslında ne aradığımızı biliyor muyuz? Arayıp bulacağımız şeye gerçek demeye dünden mi hazırız? Hayatı, ödememiz gereken bedel ne olursa olsun kendi tercihlerimiz ve yürekliliğimizle mi yoksa toplumun, etrafın çizdiği sınırlar içinde mi yürüyeceğiz? Hep bu sorularla meşgul olmuş. Bu sorularla meşgul olanın içi/dışı dalgalı deniz olmasın da ne olsun. Ama o, tıpkı Jung’un meşhur sözünde olduğu gibi “dışarıya bakıp rüya görmektense içeriye bakıp uyanmak” derdine düşmüş. İbn Arabî’nin “kendine kendine seyir” olarak izah ettiği insanın tekâmül serüvenini çok erken yaşta, belki melankolisinin ve sık sık tercih ettiği yalnızlığının yardımıyla keşfetmiş. Bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen bir şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.

Baran’ın çok fazla kitabını okumadım aslında fakat Bir Solgun Adam ve Tortu'dan sonra kimi okuduğumu merak etmeye başladım. Neden her iki kitapta da -hatta diğer tüm kitaplarında da- güvenle huzursuzluk, korkuyla zevk arasında koşturuyordu? Yaşamdan neleri söküp attı, neleri kaderine dahil etti? Merak ettim. Derken günlüklerinin sahneye çıkması ve benim üç hafta süren okumam. Tek kelimeyle nefisti. Günlük okumanın en etkileyici taraflarından biri, tam ihtiyacınız olan anlarda ihtiyacınız olan cümlelerle karşılaşmak. Mesela şöyle: “Allah'tan bana görmek ve duymak istemediklerimi, görmemek ve duymamak hassasını vermesini niyaz ediyorum. Kendim temiz kaldığım gibi gözlerim ve kulaklarım da temiz kalsın.

Okuduğuna inanan, tesadüfe inanmaz. Bir taraftan Sandor Marai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası adlı romanını diğer taraftan Selçuk Baran’ın günlüklerini okumak nasıl desem, edebi bir şölendi. Yalnız edebi değil, felsefi bir coşku aynı zamanda. Kendini düşün, sonra insanları düşün. Yalnızlığa çekil, sonra kalabalığa karış. Bir şeyleri bırak, başka şeylere kavuş. Arzu, ıstırap, tatmin, can sıkıntısı. Bu satırları okurken aklınıza Andre Comte-Sponville’in o meşhur anlatımı geldi mi? Schopenhauer tarafından yazılmış cümleyi, felsefe tarihinin en üzücü -yani en gerçek- cümlesi olarak görüyor: Tüm hayatımız bir sarkaç gibi gidip gelir; sağdan sola, ıstıraptan sıkıntıya. Istırap? Çünkü insan kendisinde olmayan şeyi arzu eder. O şey yoksa ıstırap duyar. Sıkıntı? Çünkü insan arzu ettiği şeye kavuştuğu anda kademeli olarak bir boşluğa düşer. Daha önce arzunun doldurduğu o boşlukta artık sıkıntı vardır. Andre Comte-Sponville işsizin ıstırabıyla çalışanın sıkıntısını hatırlatıyor hemen. Bir yanda işsizin geçim ve gelecek kaygısı (ıstırap), diğer yanda çalışanın her gün aynı şeyi yapıyor olması (can sıkıntısı). Dinleyenler bu örnek karşısında şen şakrak, gülüyorlar. Sıra diğer örnekte. Bir yanda yitirdiği aşkın yasını tutan insan (ıstırap), diğer yanda bütün ilişkilerde kolaylıkla görülebilecek problemler (can sıkıntısı). Salona bir anda sessizlik hâkim oluyor. “Bu sizi daha az güldürdü” diyor Andre Comte-Sponville. İşte Selçuk Baran’ın günlüklerin içine sızan yaşamöyküsü de bütünüyle böyle. Belki ıstırap ve can sıkıntısı doğru tanımlamalar olmayabilir ama umuda aç olduğu kadar umutsuzluğa da muhtaç bir ruh o. Çünkü ikisinden de besleniyor. Gün geliyor; insanı sevmenin, her şeyi olan haliyle kabul etmedeki güzelliğin, kalbin ancak bir şeylerden heyecan duydukça akla üstün gelebileceğinin öneminden bahsediyor. Başka bir gün geliyor; “İçimdeki boşluğu dolduracak olan ilimdir. İleride karşıma çıkacak bir yığın münasebetsiz hadiseleri, müşkülleri bertaraf edecek yine ilimdir. Arkadaş, sırdaş hiçbir şey istemiyorum. Kitaplar bana en iyi dosttur. Sonra hepsinden mühim ve müessir Allah var.” diyor.

İnanç evet, Selçuk Baran’ın en büyük kavgalarından biri. 17 yaşında Sâmiha Ayverdi ile tanıştıktan sonra "Tasavvuf beni müthiş cezbediyor. Yavaş yavaş bu yola yöneldiğimi fark ediyorum. Evvelce ağladığım şeyler artık beni müteessir etmiyor. Kalbim büyük bir huzur içinde. Lakin beynim? O karmakarışık, durmadan değişiyor" diye yazmış günlüğüne. Ayverdi onu, kalbindeki tohumdan haberdar etmiş. Anlaşılan o ki Selçuk Baran için bir heyecan dalgasına kapılmak hevesle izah edilecek bir durum değil. Kalbiyle uyumlu olan, istediği, düşlediği bir şey onu bu heyecan dalgasının tam içine çekiyor. Beklediği gerçekleşiyor. Ama esas beklediğine ulaşabiliyor mu? Kalbi huzur içinde olmaya bile tahammül edemiyor. Hep bir yükseliş ve düşüş, hep haykırışlar ve susuşlar. Böyle bir hayat fotoğrafı var Baran’ın. Nihayet, birkaç yıl sonra şöyle yazıyor: "Allahım, sen bile artık eski yerinde değilsin, ellerimle sana sımsıkı yapışmaya uğraşıyorum, boşuna gayret, her gün biraz daha benden gidiyorsun. Hakikati, kurtuluş yolunu sende boşuna aradım, miskince bir teselliden başka bir şey bulamadım."

Günlüklerin tutulduğu son defterlere doğru ilerlerken Selçuk Baran’ın okuduğu yazarlarla karşılaşıyoruz. Laf aramızda, sırf şu bile ayrı yazı konusu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gidiyor, Kazancakis’in Zorba’sı geliyor. Bir köşeciğe Bektaşi nefesi not edilmiş, peşi sıra Andre Gide’in Günlükler'i, sonra sık sık atıf yaptığı Dünya Nimetleri. Okurun özgürlüğü: Selçuk Baran ve Andre Gide tanışsa neler olurdu? Yahut şöyle uzaktan mektuplaşsalar. Nurullah Ataç’ın “Kendini en iyi incelemiş olan adam” dediği Gide, kendi günlükleri için “Kendi kendisi olmak isteyen bir adamın çabaları” yorumunu yapmış. Selçuk Baran, bir kadının kendi kendisi olamayacağını söylese de ancak bir erkeğin gözlerinde kendisini görebileceğini, bir erkeğin sevgisinde kendisini bulabileceğini dile getiriyor. Sevmek yoksa, hayali gerçek gibi kabul etme illüzyonu gerçekleşir. Bu düşünce dalgalanmalarını hiç bırakmıyor Baran: "Erkeğin hayattan beklediğini kadın aşktan bekler, demiştim. Artık ayaklarımın dibine hiçbir şey serilmeyeceğini ve bana kimsenin özenle, çabayla, sevgiyle hiçbir şey sunmayacağını biliyorum.

Bir mevlit sesiyle duygulanan, inanç kapılarını kapatan ama sonra tekrar açan, ölüm korkusuyla Allah’a güvenmek arasındaki bağı sorgulayan, kaç kez önemsiz dese de sadece sevgiye inanan, arzuları ve tutkuları arasında bocalamaktan kaçınmayan, hasar gördüğünde bunu bir güçsüzlük olarak görmeyen, sırf yeni olduğu için değil kalbini harekete geçirdiği için anlamlı olanın peşine düşen, öfke yerine hüznü ve nefret yerine affı tercih eden (Tortu’dan: "Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır."), başkasını yargılamaktansa susmayı tercih eden (Bergman), 60 yaşına doğru yaşamdan sadece sessizlik dileyen bir yazarı okumak bize neler kazandırır? Bir şey kazanmak için okumuyorsak en başta dinginlik, doygunluk kazandırır. Onun yaşam boyu aradığı gibi.

Bir Solgun Adam’da “Bütün bunlar boş... En iyisi yeni bir kitaba başlamak.” diyen hangi karakterdi? Selçuk Baran’ın ta kendisiydi. 28 Temmuz 1965’te şöyle yazmış günlüğüne, öyle bitirelim: “Velhasıl bilmiyorum, insani ilişkiler üzerine bu kadar kafa yormaya değer mi? En iyisi okumak, okumak… Kafamı olumlu şeyler üzerinde işletmeliyim. Geriye fazla gürültü etmeden yaşamak ve sevmek kalmalı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Halil Cibran'da tutku

“Bu hayata sürgün olarak değil, fakat aşkın ve ebedi varlığa nasıl kulluk edileceğini öğrenmek ve bizim kendi içimizde hayatın güzelliğine ilişkin sırları keşfetmek için gelmiş, Tanrı’nın günahsız kullarıyız.”

Halil Cibran’ın Başkaldıran Ruhlar kitabı üç öyküden oluşuyor: Başkaldıran Ruhlar, Bayan Rose Hanıe ve Mezarların Çığlığı.

Kitabın adında dahi başkaldırma ibaresi geçmesi, öykülerin genel temasının da isyan, karşı çıkma olması başlığa tutku kelimesini koymama engel olmadı çünkü yazının başında alıntıladığım cümle Cibran’ın karakterlerinin başkaldırma nedenlerinin temelinde yer atıyor. Kullara karşı çıkarlarken amaçları Tanrı’ya ulaşmak olan insanlar bunlar, Tanrı’dan uzaklaşan kullara Tanrı’dan uzaklaştıkları için başkaldıran ve bu sayede Tanrı’ya yaklaşmaya çabalayan ve aslında Tanrı’ya zaten yaklaşmış olan insanlar. Onların isyanları şahsi menfaatlerinden dolayı değil ve din adamlarına dinleri uğruna karşı çıkarak asıl ulvi olana işaret etme gibi bir işlev görmekteler. Cibran’ın kitabının başlığında ruhlar kelimesinin olması da zannımca kasıtlı bir hareket; Tanrısal olan ruhtur çünkü. Beden dünyaya aittir ve dairdir, kendini dünyaya kaptırmış ve Tanrısal olanı unutmuş olan insanlar bedenlerinin arzuları doğrultusunda bu noktaya sapmışlardır ve onlara karşı çıkanlar bu haksızlıklar karşısında ruhları daralan, kendilerini azapta hisseden insanlardır. Ondandır, zindana atılsalar, bedenen işkence görseler de yollarından dönmemektedirler, çektikleri ruhsal azabın yanında bedenlerine uygulanan işkenceler daha çekilir gelmektedir.

Cibran’ı evrensel kılan da bu özelliğidir. O aforizmalarında da, felsefi düşüncelerinde de, öykülerinde de en temel insani durumları ve her zaman ilahi olanı ön plana çıkarır. Öykülerinde karakter sayısı azdır, olay örgüsü kısıtlıdır ama içerisinde işlenen tema, değinilen duygular ve dünyanın ahvali; dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi inanca mensup olursa olsun ve kaç yaşında olursa olsun okuyan herkese ayna işlevi görür, kendisinden ve zamanından muhakkak parça bulur. Cibran zamansızlığı yakalamış bir gözlemci ve düşünürdür.

Bu nedenle Cibran’ın öykülerinde edebi yönü kuvvetli olmakla birlikte asıl düşünürlüğü, felsefi yönü baskındır demek zor değildir.

Cibran’ın esas meselesi ilahi olana temas olduğundan o samimi her okuyucuya temas edebilmiş, kalbî rabıtayı kurabilmiştir. Onun okuyucuları öykülerini bitirdiğinde insani olana dokunur, kurmaca bir karakter okuduğunu düşünmez, dünyanın en merkezinde yer alan insanı artık tanıdığını düşünür.

Başkaldıran Ruhlar okurunu bekliyor: Bedeninden ziyade ruhunu arayan okurları.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

2 Mayıs 2025 Cuma

Tanpınar'ın kendine nasihatleri

Hayatı boyunca kendiyle didişmiş, kendini aramış, yer yer bulmuş, sonra kaybetmiş bu adam, nasıl oluyor da bize hâlâ kendini bu kadar açabiliyor? Israrla, devamla, yaşamın hem kaosu hem de zevkleri içinde, tıpkı kendi yaşadığı hayat gibi bize hâlâ kendini okutmasındaki esrar ne? Onu okumak hem büyük bir edebi keyif hem de sarsıcı bir yoklama. Bu yoklamada biz de tıpkı onun gibi kendimizi arıyoruz her seferinde. Bulunca ne yapıyoruz ya da buluyor muyuz, bunlar her okurun kendine ait cevapları. Belki de sırları.

İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından hazırlanan Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, neşredildikten hemen sonra farklı tepkiler görmüştü. Bizde dedikodu merakı hiç de gizlenebilir bir boyutta olmasa da büyük bir edebiyatçının en mahrem anlarını ve anılarını ortaya döken bu günlükler için “ne gerek vardı?” diyenler de olmuştu. Burada belki de okumanın, okuma gayesinin içi didiklenmeli. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlüklerinde uzun olmasa da dopdolu bir hayatın, her topluluktan insanın, siyasi gelişmelerin, edebi kavgaların, yoksulluğun ve yoksunluğun, yalnızlığın, umutların, karamsarlığın, dil zevkinin, estetik ve güzellik arayışının, varlık sancısının her türlüsü var. İçini açmak isteyen de araştırıp hedefine varmak isteyen de mutlaka bir şeyler buluyor bu günlüklerde, bulmalı. Çünkü o şöyle diyor: “Bu defteri seviyorum. Benden sonra okunacağını düşünüyorum. Hoşuma gidiyor. Geçen zamanım görülecek sanıyorum.

Bir oturuşta okumak belki güç bu günlükleri ama zaman zaman kitabın herhangi bir sayfasını açıp, o sayfada yazılanlar eşliğinde akıp gitmek de pek mümkün. İşte böylesi bir anda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendine nasihatleriyle karşılaştım. Her seferinde kendini arayan ve kendine rastlayan bu adam yine yapacağını yapmış, içten ve samimi nasihatlerini kendinden insanlığa taşımış, sunmuştu. Tanpınar’ın 21 Kasım 1960 tarihli nasihatleri “Kendi üzerime kâfi derecede kapabilsem belki bir şeyler yapabilirim. Fakat para meseleleri bırakmıyor yakamı” cümlesiyle başlıyor. Yani aslında sadece nasihat okumuyoruz. Yaşama bir sitem, kendine bir yakarış belki.

- Zaman azaldı; sermayeyi israf devri geçti.

- Sıhhatli bir iç âlem rejimi. Yeise kapılmamak lâzım. Her okuduğunu kendine çevrilmiş bir silah yapmaktan vazgeç! Yapabileceğini yap; azami gayretinle yap. Olura bağlama, çalış, güçlüğü atlama, ara, değiştir ve bul; fakat lüzumsuz yere kendini zehirleme.

- Hissi ihmal etme. Kendini bırakmamak, büsbütün teslim etmemek, çalışma için lazım olan intellectualite’ye ve seni kâinatla birleştirecek bir spritualite’yi muhafaza etmek şartıyla duygular daima mühimdir ve daima büyütücü ve derindir.

- Dua şiirin en yüksek merhalesidir. Ruh kâinatla duada birleşir. Bir kahramanın en büyük kudreti, her hissi ve düşünceyi âlemşümul dua hâline getirebilmesi, her his ve düşüncede bütün kâinatı kurabilmesidir.

- Güzel, geniş, hatta büyük vedaların çağına geldik.

- Akşamını yaşa, şuurla yaşanırsa akşam daima güzeldir.

- Genişlemeye çalış. Resim ve musikiden çıkarman kabil olanı çıkar. Resmi harcama, ne de heykeli.

- Ustalarını yeniden seç ve onlara yorulmadan dön. Dersini ara. Daima dikkatli ol. Musiki sana sonsuz imkânlar açabilir.

- Geç kaldım deme. Her eser bir bakıma tesadüftür. Hilkat bütün ahengiyle tesadüftür, yahut bir şanstır.

- Her şey başlangıcında aynen bizde, bizim derunî vaziyetimizdedir. Bunu daima hatırla. Gör, dinle.

- Her şey senin olsun! İçten gör veya hareket noktası, yahut netice yap.

- Yalnızlığını iyice yokla ve beyhude ile doldurma. Yalnızlığın seni asla götürür. Allah’a ve muadiline.

Çok yaşa Tanpınar, çünkü yaşıyorsun. Ve biz daima sana dönüyoruz…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Ortodoks-Heterodoks sarkacında Hacı Bektâş-ı Velî

Ahmet Yaşar Ocak’ın, “Bektaşîlik: Tarih, İnanç, Efsane” adını taşıyan yeni kitabı, Timaş Yayınları’ndan çıktı. Sonda yazacağımızı, başta söyleyelim: Ünlü tarihçi, neredeyse literatürde yaygınlaştırdığı ‘heterodoks’ nosyonunu, bir misyon olarak devam ettiriyor. Bu arada hacim olarak küçük çalışmasının merakla beklenmesinin kök nedeni, “Acaba, Ahmet Yaşar Ocak, tarih tezini şekillendirdiği çizgisi ile ilgili yeni bir şey söyleyecek mi?” sorusuydu. Yeri gelmişken hatırlatalım: Türkiye’de Heterodoks İslam kavramı, ilk kez Fuad Köprülü ile gündeme gelir. Rafizî kavramını, pejoratif anlamı sebebiyle tercih etmeyen Köprülü, İslam’ın Sünnilik dışındaki biçimleri için bu kavramı kullanır. Ancak ne Köprülü ne de Abdülbaki Gölpınarlı bu kavramın sosyolojik ve teolojik muhtevası üzerinde dururlar. Bu kavramın çerçevesini etraflıca tartışan Prof. Irene Melikoff’tur.

Zaten Ahmet Yaşar Ocak da 1974’ten beri, yani 29 yaşından bu yana Melikoff’la aynı yerde durduğunu şu sözlerle yeniliyor: “… daha nötr ve uygun gördüğüm ‘heterodoksi’ kavramını Bektaşîlik ve Alevîlik araştırmalarımda zaman zaman kullandım ve kullanmaya devam ediyorum. Şimdi bakıyorum da benim muhatap olduğum eleştiri benzeri eleştirilere muhatap olmamak için bazı genç Türk araştırıcılar bu terimi kullanmaktan olabildiğince kaçıyorlar. Ben de onların yazdıklarını tebessüm ederek okuyorum. Bu kaçışlarına rağmen bugün halihazırda onlardan eskiye yeni bir şey katmayıp yeni bir şey söylediklerini zannederek sadece ‘patinaj’ yapan bazı kibirli araştırmacıların dışında, ciddiye alınması gereken ilginç araştırmalar yayınlayanların olduğunu da söyleyeyim.

Elimizdeki kitap; Bektaşîlik-Kızılbaşlık-Alevilik: Benzerlikleri ve Farklılıkları, Hayatı ve Çerçevesiyle Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Sufi Kimliği: Meczup Bir Derviş ya da Âlim Bir Mutasavvıf, Hacı Bektaş-ı Veli Kitap Yazdı mı?, Tarikatın Gerçek Kurucusu: Balım Sultan, Bektaşîlik Tarihinde Kırılma Anları, Şamanizmden Budizme Hurufilikten Şiiliğe Bektaşî Teolojisi, Bektaşîliğin Ana Motivasyonu, Âyin ve Erkân: Dört Kapı, Kırk Makam, Pir Evinden Zaviyelere Teşkilat, Sosyal ve İktisadî Yapı: Zengin Vakıflar, Cömert Bağışçılar, Mısır’dan Balkanlara Coğrafî Dağılım, Yeniçeri Ocağı’ndan Millî Mücadele’ye Siyasetle İlişkisi, Şiirden Müziğe Yazıdan Resme Kültürel Yansımalar, Yerleşik Algılar ve Tarihsel Gerçekler Arasında Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşîlik başlıklarından müteşekkil. Ocak, bu kısa bölümlerde; uzunca anlattığı, meseleyi izah ettiği çalışmalarının konserve hâlini anlatıyor. Aleviliğin tarihsel dönemlerini sabitleyen Ocak Hoca, kronolojiyi esas tutarak, bilhassa Hazreti Peygamber’in torunu Hazreti Hüseyin’in Muaviye oğlu Yezid tarafından katledildiği (şehit edildiği?) Kerbela Hadisesi’nden sonraki teopolitik yansımaları derliyor.

Hiç kuşku yok ki tahminen 1271’de vefat etmiş ve Horasan’dan Küçük Asya’ya gelen Hacı Bektaş Veli, tıpkı Hazreti Ali gibi aslında bir yanıyla da mitolojik bir figür, ona inananların belki de muhayyilesinde yaratıp, gerçeğe yamadıkları bir imaj. İşte Ahmet Yaşar Ocak, bu imgenin arkeolojisini yapıyor ve bir nevi icat edilen Hacı Bektaş kültünün üstündeki tozları üflüyor. Yalnız burada, kendisinden ders görmüş talebesi olarak tereciye tere satmanın korkusu ve utangaçlığıyla kaydetmek isterim ki mesele sadece Hacı Bektaş değil, onun ‘ince Müslümanlık’ addedilen dervişlik libasında, mezhepler üstü bir ‘Alici damarı ve dahi muhalefeti’ barındırması, böylesi bir tavrın da illa Alevi ya da Sünni bir kalıba dâhil edilmemesi daha çıkar bir yol olsa gerek.

Çalışmaya dönersek; Ahmet Yaşar Ocak, bugün Hacı Bektaş çalışmalarının temelinde yer alan şu iki ihtimali yeniden kanatlandırıyor: “Birincisi, ya Nişabur’un üst düzey eğitim almış sultanzâde ve imamzâdesi Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmed-i Yesevî’nin halifesi olarak Anadolu’ya gelip, konar göçerler arasında İslam’ı yaymak için onların kabullenebileceği bir ‘misyoner derviş’ kimliğine bürünmüş olması ya da Hacı Bektaş-ı Veli kültünün 14. yüzyıldan itibaren Anadolu’da üstünlük kazanmasına paralel olarak, yükselen bu figürün yeni yeni başlayan Şiî propagandalara uyarlanarak onu daha da yüceltmek maksadıyla 15. yüzyılda Velayetnâme müellifi tarafından sonradan kurgulanmış bir hikâye olması.

Zaten pek muhtemel Ortodoks-Heterodoks pandülünün arasındaki kurgu da burada yatıyor. Keza Makalat üzerinde en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren İskenderpaşa Cemaati’nin müteveffa şeyhi Esad Coşan’ın yaptığı ‘muhteva tasviri’, Ocak’ın ‘tarihî tenkit’ eksikliği itirazında yanıt bekliyor. O hâlde son söz, Ahmet Yaşar Ocak’ın olsun: “İşte elinizdeki kitap da kendi çapında Hacı Bektaş ve Bektaşîliğe bu sağlıklı yaklaşım içinde bakmaya çalışan, ama hiçbir şekilde ‘mutlak doğru budur’ iddiası taşımayan, kendimize ait bir tarihçilik versiyonunun ürünüdür. Yorum hiç şüphesiz okuyucunundur.

Sevim Şentürk

29 Nisan 2025 Salı

Hicreti yeniden düşünmek

Hicret, kelime anlamı ayrılıktır. Hecr ve hicran kökünden gelir, Kuran’da yirmi yerde geçer. Bedenen ayrılmayı karşılar ilkin, kalben ayrılmayı da ifade eder. Dolayısıyla aynı bağlamda farklılaşmaya da gider.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret asıl önemini buradan alır. Onun hicreti ayrılıktan yeni ve kuvvetli bir başlangıcın tohumunu atmaktır. Önce Yesrib’i Medine yapar, ardından ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı tesis eder. Bu iki hamle, İslam medeniyetinin ve şehrinin nasıl olacağının göstergesidir, temelidir. Hicret ayrılıktır ama aynı hicret kardeşliği getirmiştir. Demek ki ayrılmanın nedeni mühimdir, ayrıldıktan sonra yerleşilen beldenin muhtevası mühimdir.

Bu yeni başlangıç mefhumu aynı zamanda yolculuğun da önemini gösterir bir yerde. Hadis-i şerif bize “Dünyada bir yolcu gibi ol” buyurur. Nereyedir yolculuk? Ve neredendir? Asıl yurttan asıl yurdadır elbet. Bu yolculuğun bir de manevi veçhesi vardır. Dünyaya bağlı olan kalbi, Rahman’a götürmektir bir yolculuk da. Sufiler buna süluk derler. Asıl önemli olan noktası “daha ulvi menzillere ulaşmak için” yapılır bu yolculuk. Tıpkı hicret gibi. Zulmün ve baskının dayanılmaz olduğu Mekke’den Medine’ye hicret edilmiş, oradan İslam’ın yayılması sağlanmış, din nice yerlere ulaşmış, kardeşlik tesis edilmiş ve nihayetinde çok daha büyük bir ordu ile Mekke hiç kan dökmeden fethedilmiştir.

Mekke’nin fethinde hiç kan dökülmemesi için Medine’ye gitmek gerekmiştir, hicret etmek, yolculuğa çıkmak, farklılaşmak. Aradan geçen zamanda sadece inananların sayısı artmamıştır, aynı zamanda din kalplere tamamıyla yerleşmiştir. Bu öyle bir zaman dilimidir ki makamlar aşılmıştır. Hz. Ebubekir Efendimiz bu zaman diliminde “Sıddık” olmuştur örneğin. “İnananlar kardeştir” düsturu bu zaman diliminde ancak hicret ile tesis edilmiş, gösterilmiştir.

O nedenle hicrete sadece yer değiştirme olarak bakmak meselenin özünü kavramaktan uzak tutacaktır insanı. Yer değiştirmek neden olmuştur, nasıl olmuştur, bu aşamada hangi tecellilere mazhar olunmuştur ve hangi noktaya ulaşılmıştır? Bu soruların cevabını bulabilmek için hicreti tüm yönleri ve ayrıntılarıyla öğrenmek, tefekkür etmek elzemdir.

Ketebe Yayınları tarafından yayınlanan Hicret kitabı tam da bu noktada büyük bir boşluğu doldurmuş. Hz. Peygamber’in İzinde (sav) - Sanat, Fotoğraf ve Akademik Perspektifler İle Kutlu Yolculuk Rotası alt başlığını taşıyan kitap, bu alt başlıktan da anlaşılacağı üzere çok geniş bir çerçeveden hicreti ele alıyor. Kolektif metinler, fotoğraflar ile hicretin tüm yönleri eksiksiz ele alınsın amaçlanıyor.

Örneğin, 86. Sayfada karşımıza bir fotoğraf çıkıyor: Menzil taşı fotoğrafı. Bu menzil taşı Harşa Geçidi (Seniyyâtu Harşa) boyunca bulunur ve doğusunda ve paralelinde Hicret rotasının ilerlediği ana göç yolunu işaret eder. Alkadi’nin deyişiyle bu menzil taşı “çağlar boyunca yolculara güven veren sessiz bir nöbetçi”dir.

Fotoğraf ve bu pasajdan ne anlamalıyız? Çoklarına küçük, çok da önemli olmayacak bir ayrıntı gelebilir. Hz. Peygamber’e dair hiçbir durum ayrıntıdan ibaret değildir oysa, olamaz. Hz. Peygamber’in amelleri, sözleri kadar manevi halleri de sünnetidir ve onlara ulaşmak için mutlak manada takipçisi olmak gerekir. Evet, ayrıntıların dahi peşinde olmak.

Çünkü ne kadar çok ayrıntı ile hemhal olunursa, zihin ve kalp de o kadar Hz. Peygamber’le hemhal olacaktır. Kişi düşündüğüne zamanla bürünmeye başlar, kalbin deri değiştirmesi bir yerde de bu şekilde gerçekleşir. Ayrıntılar, tefekkür kalesini güçlendirir. Tefekkür, kalbi dönüştürür. Zikir gibi ibadettir tefekkür de. İlim bir yerde biraz da o nedenle farzdır. Dünya yolculuğu da farzlarla, nafilelerle Allah’a doğru bir seyirdir nihayetinde.

Hicret, Müslümanlar olarak üzerinde daha fazla düşünmemiz, durmamız gereken bir kavram. Kavramı anlamak için de önce olguyu hakkıyla idrak etmek zorundayız.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

28 Nisan 2025 Pazartesi

“Allah sürprizdir, Rabbül âlemin”

Edebiyatımız çok güçlü bir şerh geleneğini içinde barındırıyor, yaşatıyor. Çünkü bu gelenek, bilhassa maneviyat meselelerine çok boyutluluk kazandırıyor. Şerh çalışmaları, yazılmış bir eseri daha geniş kitlelere ulaştırırken; bazen daha kolay anlaşılmasını bazen de o eserin üzerine daha derinlikli çalışmaların yapılmasına imkân sağlıyor. Şuradan başlayalım; şerh kelimesinin pek çok manası var. Bir şeyi açıp yaymak -ki fetih kelimesini çağrıştırıyor-, sözün kapalı taraflarını açmak, bir metni ya da kitabı ayrıntılarına inerek yorumlamak, izah etmek. Velhasıl, bilhassa şiirin penceresinden konuşursak, şerh etmek “şairler kadar cesur” olmayı gerektirir. Orada, şerh edenin hem zahiri hem de batıni ilmi ortaya çıkar. Tabiri caizse bir boy verme işidir. Bu durum akıllara, tasavvuf tarihimizde şiirleriyle de fevkalade bir yeri olan gönül hekimlerinden Lütfi Filiz’in şu dizelerini getirir: “Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım.

Tasavvufî eserlere dair yapılan şerhler, edebiyatımızda müstesna bir yeri oluşturur. Mesnevî ve Fusûsü’l-Hikem gibi mürşit kitaplara dair yazılmış şerhler dışında, bir dizenin peşinden giden irfan sahipleri de olmuştur. Mesela, Yunus Emre’mizin “Çıktım Erik Dalına” mısrasıyla başlayan şiiri/nefesi/nutku için sayısız şerh yazılmıştır. Niyazî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde gibi nice irfan sahibi, bazen böyle katmanlı şiirleri açmaya çalışmış, bazen de bir hikmetli sözü deşifre etmeye çalışmıştır. Şurası bir gerçek ki bilhassa tasavvufi eserleri şerh etmek için pek çok mecaza ve sembole hâkim olmak gerekir. İlahi sırlar, hiç beklenmedik yerlerden sürpriz yapmaya hazırdır. Öte yandan bizim şairlerimiz de sürpriz yapmaya pek hevesli, bu yönde pek maharetlidir. Tıpkı Ahmet Murat gibi. Ahmet Murat pek çok şapkaya sahip olmakla birlikte bunları gardırobunda saklamaya da meyilli, müstesna bir isimdir. Akl-ı selimin, kalb-i selimin ve zevk-i selimin bir terkibi olarak, okuyucunun sadrında üç saf açmıştır. İlki, akl-ı selimin yani denemenin safı: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Avarelik Görgüsü, Belki de Üzülmeliyiz, Taşı Taşırmak. İkincisi, kalb-i selimin, yani şiirin safı: Bir Şair Bisikletle, Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı, Şarkıyı Kes. Üçüncüsü, zevk-i selimin, yani hikmetin safı: İbn Atâullah El-İskenderî (Hayatı, Eserleri, Görüşleri) Hikayem Ne Tuhaftır – Ebu’l-Hasan Eş-Şüsterî’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı ve Sufilerin El Kitabı (İbn Acîbe).

Şerh geleneğinden hoşaf kaşığı bulaşığı kadar bahsedip şaire yanaştık. O hâlde “Âşinâ‐yı aşk olandan sor ledünniyâtını / âlem-i zevkin ne anlar sırrını ağyâr-ı aşk” deyu sözü köpürtüp cezbeden taşırmadan bir kitaba göz atalım, gözümüzü gönlümüzü açalım. Kalemiyle ve anlatıcılığıyla, geleneğin sorun çözen tüm taraflarını bugüne taşımaya gayret gösteren isimlerden biri de Yasin Taçar. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı kitaplarda arayışlarını, sorgulamalarını şeffaf biçimde dile getirmesi okur tarafında makul bir zemin buldu. Bu zeminde Taçar’ın metafiziğin rasyonalizasyonu olarak ifade edebileceğimiz bir güzellik de var. Nedir o? Bugünün mühim sorunlarına tasavvufla, azizlerin hayatından cevaplar araması. Bu cevapların günümüz şartlarına uyanlarını özenle seçmesi ve yine bugünün diliyle seslenmesi. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tüm Yakarışların Kapısında kitabında da bu meziyetinden vazgeçmeden cesur bir girişimde bulunuyor: Ahmet Murat’ın şiirlerine şerhler düşüyor. Sebeb-i telifi ise şöyle: “Ahmet Murat’ın şiirleri, sadece şiir değildir. Hakikatin, şiir görüntüsünde zuhur etmesidir.

Bir şair, tıpkı seyr ü süluk gören bir derviş gibidir. Zira Sadreddin Konevî’nin buyurduğu gibi yeryüzünde sülük görmeyen de yoktur. Karıncadan insana, taştan ağaca kadar bu böyle. Hepsinin sınavı farklı, hepsinin ihtiyacı da farklı. Şair, tüm bu cevelan içinde aklın, kalbin, nefsin, ruhun, canın farkında bir kalem savaşı verir. Yegâne yakınlığın kullukta saklı olduğunu bilir. Kulluğun bir acziyet, acziyetin de bir teslimiyet olduğunu bilir. Bu bilişlerin her biri, sanatçı fedakârlığıyla birleşince ortaya benlikten değil gönülden süzülen nağmeler çıkar. Yazılan her dize bir virde dönüşür. Kalbin de kelimelerin de birer yara olduğu düşünüldüğünde, bu nağmelerin her birinde yakarış vardır. Şairin yakarışlarını göğüste yumuşatarak karşılamak, her sadrın hüneri değildir. Bu da bir nasip meselesidir çünkü. Tıpkı iyi amellerin, hayırlı vazifelerin, güzellik peşinde olmanın da bir nasip meselesi olması gibi. Daima karşılıksız veren bir Mevlâ ve daima şükrü unutan bir insan görürüz işte bu cevelanda. Şair, “Kalenderiz, sesimiz çatal, suyumuz karanlık / karanlık ve acı mı? Acı da ne demek?” diye sorarken, şârih de şöyle cevap arar: “Modern hayatta bireycilik altında bencilliğin yeri vardır, kardeşliğin değil. Beşerî akıl merkezdedir, kalbî akıl değil. Dervişler ise beşerî aklı sadece araç olarak kullanır, kalbî akla ulaşmaya çalışır. Modern hayatın kulak verdiği ses, dervişin zikri değildir. Arif yerini aydına bırakmıştır. Günümüz öğretisi insanları narsist yapma odaklı işlemektedir, derviş ise benliğinden kurtulmaya çalışandır… Dervişin acısı, modern dünyanın onu daraltmasından ileri gelir.

Yasin Taçar, Ahmet Murat’ın şiirlerini şerh ederken insanın kaybettiği tınısına sıkça atıf yapıyor. Gürültü yerine ahengi arıyor. ‘Batanları sevmeme’nin bir fikir, bir nasihat değil yegâne hakikat olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de romantik bir bakış açısından uzak duruyor, şairin hikmetli gölgesinde sakin, ferah bir dil kuruyor: “İnsan, dünyada yolcudur. Yolcu, misafire denir. Misafir, gelip geçiciliği temsil eder. Böyle olunca da o bulunduğu yere ait olamaz. Tek sahip Allah ise, onun aitliği de Allah’a kalmıştır… Kişi Allah’ın inayetine muhtaçtır. Ve kavuşacağı da Allah’tır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf