6 Ağustos 2021 Cuma

Prestijli bilim şemsiyesi ve Müslüman psikologlar

1970'ler, Müslüman coğrafyasında doktorlardan öğrencilere kadar hem tıpta hem de eğitimde önemli gelişmelere sahne olduğu bir dönem. Amerika Birleşik Devletleri ve Kana Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği (AMSS) içinde İslami Psikoloji dalının oluşturulması, ABD'de İslam ve Psikoloji üzerine ilk sempozyumun düzenlenmesi, er-Reşat Enstitüsü'nün kurulması, Riyad Üniversitesi'nde Psikoloji ve İslam üzerine ilk kez uluslararası bir sempozyum düzenlenmesi bu döneme rastlar. İşte Malik Bedri de bahse konu edeceğimiz ve sonradan kitaba dönüşen tebliğini 1975 yılındaki AMSS kongresinde sunar. Başlığı da şöyledir: Kertenkele Deliğindeki Müslüman Psikologlar.

Bedri, bu başlıktaki 'kertenkele deliği'ni, Peygamberimizin (sav) bir hadisinden alır. Resûl-i Ekrem, bazı Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların özelliklerini taklit etmeyi âdet hâline getirmesi konusunda şu uyarıyı yapar: "Onlar bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onları takip edeceksiniz." [Sahihi Müslim, Kitabu'l-İlm, Bâb Etbau's-Sünen, Hadis no: 2669]

Müslüman psikologların özellikle dünyanın farklı coğrafyalarında psikoloji eğitimi gördükten sonra dinlerini arka plana atıp prestijli bir yaşam uğruna batı kavramlarına körü körüne bağlanması karşısında Bedri bu tebliği hazırlar. 'Prestijli bilim şemsiyesi' özellikle kendi ülkelerine döndüklerinde Müslüman psikologların afallamasına sebep olur çünkü gerçek, batının dikte ettiği ve mutlak gerçek olarak sunduğu bilgilerden, pratiklerden çok daha ötede bir yerdedir. Söz konusu tıp olduğunda doktorların alanları, aldıkları eğitimin kendi coğrafyalarında uygulanması konusunda zıtlık teşkil edebilmektedir. Örneğin İngiltere'de cerrahi eğitimi gören bir Pakistanlı ülkesine döndüğünde hiç adaptasyon sorunu yaşamaz. Ancak Almanya'da psikoloji eğitimi gören bir İranlı ülkesinde kollarını sıvadığında büyük bir çukurun içine düştüğünü hissedecektir. Bedri bu noktada tıpkı Freud'un öğrencisi olmasına rağmen farklı bir ekol inşa eden Jung ya da Karen Horney ve Erich Fromm gibi düşünür: Kültürel değişiklikler kitlelerin psikolojisini ciddi biçimde etkilemektedir.

Batı, ruhu devre dışı bıraktığından beri onun psikolojisi de ruhsuz bir ruhbilim hâline dönüşmüştür Malik Bedri'ye göre. Dolayısıyla pekiştirme, edimsel koşullanma, yansıtma, nefret ettirme, duyarsızlaştırma gibi pratiklerle başta Oedipus kompleksi olmak üzere Freudyen kuramlar üzerine çalışırken Müslüman psikologlara çok önemli bir hatırlatma yapar: "Müslüman davranış bilimcileri kendi ideoloji ve inançları hususunda mahcubiyet duymamalıdırlar."

Mahya Yayıncılık tarafından Nisan 2018'de neşredilen Müslüman Psikologların Çıkmazı (1. Baskı, İstanbul 1984, İnsan Yayınları) Müslüman hassasiyetlerini ve dini emirleri hatırlatarak nasıl psikologluk yapılabileceğini bazen yumuşak bazen de çok sert tonlarla anlatıyor. Prof. Malik Bedri, sosyal bilimlerin İslamlaştırılması hareketinin öncülerine ithaf ediyor kitabını: Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Meryem Cemile... İrem Nur Kaya'nın dilimize kazandırdığı eser 112 sayfa. Sunuş yazısını Selçuk Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin hazırlamış. Şahin bu kitabı okuduktan sonra cerrahi uzmanı olmaktan vazgeçip psikiyatrist olmak üzere Ayhan Songar hocanın yanında eğitim almayı düşündüğünü belirtiyor. Sonunda yine cerrah olsa da kitabın şu uyarısını öğrenciler(in)e sık sık iletiyor: "Batılı değerlere göre yetişmiş sosyal bilimcilere toplumu teslim ettiğimiz zaman sorunlar yaşamaktayız. Çünkü inanç ve değer yargılarımızla örtüşmeyen uygulamalar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sizler, bu toplumun değerlerine sahip çıkacak sosyal bilimciler olmalısınız ve geçmişimize uygun bir geleceği sizler kurmalısınız."

Günümüzde Freudyen yaklaşımları tek gerçek olarak kabul eden psikologların birçok çocuğun geleneklerinden uzak ve dolayısıyla çatışmacı büyümesine, ailelerin birkaç sorunun akabinde hemen boşanmaya karar vermesine sebep olduğundan yakınıyor Bedri. Ona göre insanın manevi yönünü dışlayan kriterler, özellikle maddecilikle körleştirilmiş ya da körleştirilen toplumlarda çok çabuk etki edebiliyor. Orta doğu toplumlarında bu anlamda büyük problemler ortaya çıkabiliyor. Bedri burada Kur'an ayetleriyle hadisleri önemsemeyen bir Müslüman psikologlar zümresinden bahsediyor ve bu zümrenin gittikçe genişlemesini oldukça tehlikeli buluyor. "Çocuk her zaman haklıdır", "çocuk olağandışı bir hareket yaparsa görme, bir şey söyleme", "çocuk hiçbir konuda sıkılmamalı" gibi Freudyen telkinlerin özellikle Müslüman ailelerde büyük arızalara yol açtığını çeşitli örneklerle aktaran Bedri karma eğitimin batıda bile sorgulandığını çünkü bu eğitimin geleneksel metodun aksine faydadan çok zarar verdiğini söylüyor. Bu anlamda sadece batıda yayınlanan kitaplarla yol alan psikologların gerçekten kertenkele deliğine girdiğini ve bu deliği gittikçe derinleştirdiklerini ifade ediyor.

Zannedilmesin ki Malik Bedri tüm kitabında ve fikirlerinde Freud ile temsilcilerini eleştiriyor. Aksine bu çığır açan isimlerden elbette yararlanılması gerektiğini fakat önce gelenek ve inanç filtresinin kullanılmasının şart olduğunu belirtiyor. "Freudyen Kuyunun Zifiri Karanlığı" başlıklı bölüm dikkatle ve tekrar tekrar okunması gerekiyor. Freud'un dini gelişimle ilgili ateist teorisinin karşısına bir Müslüman psikoloğun mutlaka İslami bir perspektif geliştirmesi gerektiğini izah ediyor: "Freud, çocuğun babasına karşı olan duygularını Oedipus kompleksini geliştirmek için kullanıyor. Bir Müslüman ise aynı bilgiyi (çocuğun babasına karşı olan duygularını) kullanarak, fıtrat üzerine bir teori geliştirmek için kullanabilir. Kısacası, aynı veriyi gözlemleyip kayıt altına alarak, hem İslami hem de gayri İslami bir teori geliştirilebilir. İslam'ın tasvir ettiği şekliyle fıtratı, Allah'ın bizi dünyaya göndermeden evvel ruhlarımızla yaptığı anlaşma [Araf, 7/12] olarak özetleyebiliriz. Dolayısıyla, Allah'a 'kulluk' bizim psişemize ve ruhumuza işlenmiş, sistemimize kodlanmıştır. Eğer bu dünyada Allah'a kul olunmazsa, doğuşumuzla beraber getirdiğimiz bu kulluk fıtratı bizi başka şeylere kul olmaya sevk eder. Çocuğun anne babasını ve esrarengiz güçleri yüceltmesi, onları bir tanrı gibi görmesi, bu doğal duygunun yani kulluk duygusunun sistemimizde köklü olarak yerleşik olduğunun kanıtıdır."

Batı'da Freud'un tahtından indirilmesi konusunda önemli bilgileren aktaran Bedri'ye göre onun nevrozu anlama ve tedavi etme teorisinin başarılı olduğuna dair kendi iddialarından başka bir dayanağı yoktur. Kimi psikologlara göreyse Freud teorilerini öyle bir şekilde hazırlıyor ki bunların reddedilmesi mümkün olmuyor. Bedri şu örneği veriyor: Terapist size bir duyguya sahip olduğunuzu söylediğinde kabul ederseniz bu durumda o zaten haklıdır. Kabul etmezseniz "bu duygular sizin bilinçaltınızdadır ve siz bir ego savunması mekanizması olan karşıt tepkiyle bilinçaltındaki bu duygularınızı bilinçli bir şekilde inkâr etmektesiniz" der ve yine haklı olur. Hans Jurgen Eysenck'e psikanaliz hakkında "Bu teorilerde doğru olanların hiçbiri yeni değil, yeni olan her ne varsa, onlar da doğru değildir" dedirten durum tamamen budur.

Müslüman toplumlarda "kâfir Batı psikolojisine ihtiyacımız yoktur" bahanesiyle Batı yöntemlerini tamamen reddetmenin tehlikelerine de işaret eden Malik Bedri, İslam'ın hizmetinde psikoterapi yapmanın nasıl mümkün olabileceğine dair çözümlemeler de sunuyor kitabında. Hatta bu anlamda bazı psikologları ve psikoterapistleri de hususiyetle işaret ediyor. Özellikle hümanist ve varoluşçu modeli benimsemiş isimlerin çalışmalarının çok değerli olduğunu söylüyor: Carl Gustav Jung, Gordon Allport, Abraham Maslow, Carl Rogers, Viktor Frankl...

Kitabın son bölümü "Delikten çıkmalarına nasıl yardım edebiliriz?" başlığını taşıyor. Burada üç evre var. İlki heyecanlık evresi: Öğrenci büyük isimlerin pratiklerini öğrenip çevresinde küçük çapta da olsa uygulamaya başlar. Sonuç aldıkça büyülenir ve bu isimleri hayatında başrole koyarken dini yaşamını arka plana atar. Özellikle çevresindeki insanlardan takdir gördükçe heyecanı daha da artar ve hem Freudyen hem de Müslüman kişilikten oluşan bir çift kişilikle kertenkele deliğine girer. Burada kurtarıcı olan ikinci evredir, uzlaşma evresi: "İslam'la Jung'un teorileri arasında ciddi hiçbir çatışmanın olmadığını memnuniyetle ifade edebilirler veya kişilik yapısının 'id-ego-süper ego' bileşenlerinden meydana geldiği şeklindeki Freudyen teoriyi Kur'an'ın desteklediğini bile ileri sürebilirler. Görüşlerini kanıtlamak için 'nefs' (benlik veya ruh) 'nefs-i emmare' (kötü şeyler yapmayı emreden nefs) ve 'nefs-i levvame' (pişmanlık içinde kendini suçlayan nefs) gibi kavramlardan bahseden Kur'an ayetlerini örnek olarak gösterebilirler."

Üçüncü evre kertenkele deliğinden çıkmayı sağlar, özgürleşme evresi: Modern psikoloji ile İslam'ın yüzeysel benzerlikler gösterse de temelinde tamamen farklı kavramlara ve yapıya sahip olduğunun farkına varmakla başlar. İnanç yeniden psikolojinin üstüne çıkar. "Bu evrede, öncelikle Müslüman, sonra psikolog olduklarının farkına varmalıdırlar" diyor Bedri ve şöyle devam ediyor: "Her şeyi bildikleri, insan zihninin 'uzmanı' oldukları iddiasını bırakıp, alçak gönüllülükle Müslümanlara yardım etmelidirler. İslam hakkındaki yanlış görüşlerini düzeltmek için daha pek çok şey yapmaları ve bu konuda yüceler yücesi Allah'a güvenmeleri gerekir."

Her şeye rağmen, özellikle yaşlı Müslüman psikologların kertenkele deliğinden çıkmak için hiçbir şey yapmayacaklarını, çünkü dini kimliklerini yüksek statü kazanmaları karşısında bir engel olarak gördüklerini söylüyor Bedri. Kendilerini, Freudyen kuramları ve unvanlarını İslam'dan daha fazla seven bu kitle için "onları kendilerine layık gördükleri rahmetsiz mezar çukurlarında bırakmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur" diyor ve şu ayet-i kerimeyi hatırlatıyor: "Ölülerle diriler de eşit olmaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirirse de sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin." [Fatır, 35/22]

Müslüman Psikologların Çıkmazı, bu toprakların psikologlarına da gayet makul ve haklı bir tonla "dininizi ve dindar danışanlarınızı gözetiniz" uyarısı yapıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşk tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar

İnisiyatik geleneğin modern zamanlarda en saf ve katışıksız adlarından biri merhume Sâmiha Ayverdi'dir. O geleneğin günümüzde gürbüz ve bereketli bir damarına mensubiyeti olduğu gibi, ömrü boyunca elinden düşmeyen kalemiyle onlarca esere de imza atmış ve eserlerinin çoğunda tasavvufi neşve dile gelmiştir. O'nun oldukça zengin manevi ve zihinsel yaşamı içerisinde Yusufcuk'un ayrı bir değeri vardır. Yusufcuk, modern Türk Edebiyatı'nda dili ve dünyası bakımından yekta bir eserdir. İlk basımı 1946 yılında yapılmış olan Yusufcuk'ta, yazarın 'mesel' olarak niteleyebileceğimiz kısa öyküleri yer almaktadır.

Ayverdi, Kenan Rıfai'ye intisaplı ve O'ndan sonra da bir nevi postnişin olarak cemaatin 'anne'si olmuş, roman, hikaye, deneme, araştırma, sohbet, geziyazısı ve günce türlerinden pek çok kitap yazmış velut bir sanatkar. Rıfailiğin bir kolu olan bu geleneğin her ne kadar Ahmed-i Rufai hazretleriyle silsile bağı varsa da, Kenan Rıfai hazretleri aralarında Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî de olmak üzere bütün bir irfan geleneğinden beslenmiştir. Yusufcuk, günümüzde tasavvufi neşveyle yazılmış, mecaz ve mazmun dünyasıyla, diliyle, kurgusuyla, tarz-ı beyanıyla sufiyane denilebilecek bir metinler toplamıdır. Kısa, açıkuçlu, trajiği olmayan, dramatik bir kurguyla ilgisi bulunmayan bu mesellerin ilkine Ayverdi, Feta'nın ilk olarak karşısına 'kainat kitabı'nı çıkardığını, açtığını ve 'Oku!' dediğini söyleyerek girer. Kitaptaki meseller boyunca, yazar kainat kitabının sayfalarını okumaktadır. Her kıssa, bu kitaptan bir sayfa, bir cümle, bir kelime gibidir.

İlahi aşkın sarhoşluğu içinde yazılmış olan Yusufcuk, kainat kitabının okunması için öncelikle insanın kendi kitabını okuması gerektiğini bize hatırlatır. Sanki kitap bu uyarı çevresinde döner. Bu, nefsini bilen Rabbini bilir hakikatinin ifadesidir. Nefsini bilmek, insanın kendisinde tecelli eden İlahi Esmanın tecelli düzeyince gerçekleşir. Nefsini bilmekten muradın bu olduğunu söyler arifler. İnsan İlahi isimlerin hangisinin ne zaman tedbiri altındaysa ve tecelli ne düzeydeyse o yetkinlik düzeyince bilebilir Rabbini. Ayverdi, 'tepsisinin içine nisan yağmuru toplayan bir çocuk gibi, bu akıp giden selin altına çanağını' niçin koyduğunu sorup durur. Bu soruda bile sufi mazmunlarından birkaçını bulmak mümkündür. Yağmur rahmeti simgeler. Allah Rahman sıfatıyla arşı kuşatmıştır. Dünyada bu sıfatla, ahirette Rahim ismiyle mütecellidir. Rahman'da kayıt yoktur. Çanak, feyze kabil hale gelme durumunu ifade eder. Kulun yapabileceği şey hazırlanmaktır. Ki buna talep, edene de talip tabir edilir. Müritle eşanlamlı olan bu kelimeden anlarız ki, insan sadece ister ama asıl murad eden Allah'tır. İnsan diler fakat gerçekleşen murad-ı İlahi'dir. Nisan yağmuru da evrensel sembollerdendir. Sedef bedendir, inci kalptir. Nisan yağmuru inhisar kabul etmeyen kalbin kökenini simgeler. Kalp, insandaki İlahi merkezdir. Namaz ve hac arzın merkezi olan Kabe'ye yönelinerek eda edilir. Zikirde ise insan kendindeki İlahi merkeze yani kalbe doğru bükülür. Kalp, beytullahtır. Bir kutsi hadiste, 'yer ve gökler Beni kuşatamadı, ancak inanmış kulumun kalbi kuşattı' buyrulmuştur.

Ayverdi, sorular sorar ama ardından tecahül-i arif yaparak, 'biliyorum ama yine de soruyorum' der. Yusufcuk'un bir başka metni şöyle açılır: 'Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim.' Bu cümle yalnız başına bize sufiliğin hal dilini ele verir niteliktedir. İnsanla İlahi hakikat arasındaki en büyük engel insanın kendisidir. İnsan kendisinden tümüyle kurtulmaksızın İlahi feyze kabil hale gelemez. İbn Arabi, secdede Efendimiz'in sürekli yaptığı duayı hatırlatır: 'Allah'ım beni nur kıl' O'na göre Efendimiz burada, 'Allahım beni Sen kıl' demektedir. en-Nur, Allah'ın isimlerindendir ve 'beni nur kıl' diyen, gerçekte, 'beni benden al, Kendi sonsuz ve mutlak varlığında yok et' demek istemektedir. Secde madem en yakın olduğumuz yerdir, o halde kendimizi tümüyle aradan kaldırmamız gerekecektir. Ayverdi'nin, 'sade Sana yenilmek için geldim'ini de böyle okumak mümkündür. Bir başka metinde şöyle der: 'Adını sordular. Söyledim. "Tanımıyoruz, kimmiş o?" dediler. Az kaldı perdeyi çekip seni onlara gösterecektim; fakat ihtiyatkar olmayı yine Senden öğrendiğim için vazgeçtim ve düşündüm ki, gösterseydim de göremeyeceklerdi; zira perdelerin kalktığı ezel gününde onlar Seni görmüşlerden olsalardı, şimdi burada, "Tanımıyoruz" demezler ve demir asa demir çarık, bu kainatın tek görülecek görülmemişini arar ve bulurlardı." Yusufcuk'un bu metninde Samiha Ayverdi muazzam bir hakikati tek cümlede tasvir eder. Ezel bilişikliği dediği bu temaya kitapta sık sık döner: "Ezel gününün divane yolcusunun parmağına dünyaya gelirken bir yüzük takmış, sonra da, 'bunu hırsızlar çalacaktır; sen gene onu ara bul" demiştin. İlk sözün pek çabuk çıktı. Gözümü bu aleme açar açmaz, onun parmağımdan çalınmış olduğunu gördüm. Çaldıran da ben, arayıp bulacak olan da bendim." Burada tevhit hakikati dile gelir. İkilik aradan kalkar.

Mutlak tekliğin ifadesi olan başka bir meselinde Ayverdi, 'henüz zaman yaratılmamışken insan sözü edilmeye değmez bir varlıktı' mealindeki haberle, 'başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu' hakikatini birleştirir: "Dünya şekilsiz bir yığınken, ne toprak, ne su, ne ateş birbirinden seçilmeden ve mükevvenat henüz tasavvur ve yaratılış teknesinde yoğurulmadan Sen vardın." Mutlak tekliğin hayret makamındaki seyircisi ve aşk yolcusu olarak da insanı anar: "Ve ben hep başım kapının eşiğinde, Senin hayranın olarak aşk rüyalarımı görürdüm." Ayverdi'nin bu metinlerinin çoğu naz makamında kaleme alınmıştır. Yazar nazdan niyaza niyazdan naza gider gelir. "Bugün Sensizliğe tahammülüm yok" der, "beni kendimden geçir, sarhoş et." Bu dileğe erişinceye kadarki serencamını ise kozmik bir hikaye olarak anlatır: "Ruhum bir kalıbın esiri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyareleri, semavatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir aleme getirerek : 'İşte misafir olacağın yer...burası dünyadır' dedi. Böylece kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtılı aleme ben de katıldım." Bu, insanın İlahi varlıktan kesret alemine inişinin hikayesidir. İnsan ebedi sessizlikten gürültülü bir arza inmiştir. Ve su ile sarhoş olacak düzeye gelinceye kadar bu hengame içerisinde yuvarlanacaktır.

Her metninde ayrı bir hikmetin dile geldiği Yusufcuk'tan şimdi de istiğna makamında yazılmış bir meseli analım: "karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki yüzünü görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi kavrulup döküldü. Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin? Ben dua mahalli değil, aşk ocağıyım demedin?" Rabiatü'l-Adeviyye bir gün hastalanır. Acılar içindeyken Bayezid çıkagelir. 'Niçin Rabbinden şifa dilemiyor, bu acıyı çekiyorsun?' diye sorar. Rabia, 'O'nun muradı bu iken niçin aksini isteyeyim, bu ayıp değil mi?'diye cevap verir. Dua, Şeyh el-Alevi'ye göre Allah ile kalben aracısız haberleşen kamil veliler için gereksizdir. Ayverdi'nin bu metni gerçekten de üstün bir yetkinlik düzeyinden yazılmıştır. Buna arifler Zat meşrebi derler. Zaten ins anın manevi seyrinde gezinin zirvesi Zatiyyet düzeyidir. Bu bölüme fark-ı evvel tabir edilir. Mahlukiyetten Zatiyyet hakikatine uruc eden veliler oradan tekrar nüzul ederler ki bu da fark-ı sani olarak isimlendirilir. Seyr-i sülukunu tamamlamış kamil veliler ümmiyyun, safiiyyun ve zatiyyundur. Ümmiyun, sanıldığının aksine cahil anlamına gelmez, okur yazar olmayan manasını içermez, ümmiyyundan kasıt, insanın kensi kişisel algısını ortadan kaldırmasıdır. İlahi Hakikat'e açık ve hazır hale gelmek için bu şarttır. Safiyyun ise kalbin ve hafızanın saflığından kinayedir. Neşati'nin, 'ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati / ayine-yi pür-tab-ı mücellada nihanız' ifadesindeki 'mücella' mazmunu bunu ima etmektedir. Ayna saf ve cilalı olmaksızın İlahi Hakikat'i kusursuz biçimde yansıtamaz, aktaramaz. Zatiyyun olmak ise, yerden semaya, beşeri gerçeklikten semavi hakikat'e doğru bir gezinin gerçekleştirilmesini işaret eder. İnsan arza nüzul etmiş, inmiştir. Kudsi Kelam da arza tenezzül etmiştir. İnsan hayattayken bu inişin simetrik bir gezisini gerçekleştirmek durumundadır. Bu geziyi gerçekleştirenlere zatiyyun denir. Zatiyyun olan kimse artık merhume Ayverdi'nin yukarıda andığım metninde ifade ettiği hale ulaşmıştır. Sürekli Rabbinin müşahadesiyle meşgul hale gelmiş ve O'nunla arasındaki haberleşme kanalları tümüyle açılmıştır. Rabbinin müşahadesine mahzar olan kimse için O, artık bir dua makamı değil, bir aşk ocağıdır. Bu, makama muhabbetullah tabir edilir. Muhabbetullah marifetullahı netice verir. Tam da burada muhabbet, aşk ve şevk merdivenlerinden söz etmek yerinde olacaktır. Muhabbet, kuşun uçmaya çalışmasıdır. Aşk kendi kanatlarıyla uçabilmesidir. Şevk ise en üstün düzeydir ki, bu, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya gayret edişidir. Çünki bu düzeye erişen kişi bilir ki, kendisi Rabbine kendi kanatlarıyla ulaşamaz, ancak Rabbi, el-Karib adıyla kendisine yakınlaştırabilir. Bu makamda ise ancak insan aşkla dolar.

Yusufcuk'taki bir metin bize bu hakikati olağanüstü bir saflık ve açıklıkta anlatır: "Küçük kız! Mektebe başladığın gün, hocan ilk iş olarak sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ve ibare oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün, mektep bitti. Şimdi yeni bir dersaneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma. İşte yavrum bunlar, aşk kitabının ilk harfleridir.". Ayverdi, burada hem hakikatin zahiri ve Batıni boyutlarından söz açmakta hem de aşm mesleğinin mahiyetinden konuşmaktadır. Zahir, batının dış boyutudur. İbn Arabi hazretleri, Fütuhat'ta şöyle der: Şeriat, Hakikat'in örtüsü veya perdesi değildir, bizatihi kendisidir. Hakikate geçmek için, bizzat şeriata nüfuz etmek gerekir.' Bu bize, zahirin batından ayrı bir olgu olmadığını, onun bir boyutu, bir yönü olduğunu gösterir. Demek ki batına geçmek esastır ve bunun yolu da zahirden geçmektedir. Zahirde kalmayıp batına nüfuz etmek gerekir. Batın aşktır. Aşk yolunda ise insanı ıstırap karşılar. Ayverdi şöyle der: "Istırap denen bir harf vardır ki, bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zira onu ihtiva etmeden mana kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur." Bu, bize aşk şarabıyla sermets olanların en üstünü ve bir aşk şehidi olan Hallac-ı Mansur hazretlerini hatırlatır. Ölümünden birkaç gün önce, zindanda kendisini ziyarete gelen Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine şöyle der: "Yarından sonra beni öldürdüklerinde, sen medresene dön ve üzerindeki sufilik hırkasını çıkararak müderrislik cübbesini giy. Çünkü aşk yolunda, şehitlik kaçınılmazdır. Bu meslekte insanın kendi kanıyla alacağı abdestle kılacağı iki rekat namaz üzerine farzdır." Istırap sözcüğü, aşk yolundaki şehitliği ima etmektedir. Bu mazmun, 'ölmeden evvel ölünüz' hadisinden kaynaklanır. Ayverdi, meselinde küçük kıza son olarak şöyle seslenir: "Eğer ıstıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma; 'bunun aşk kitabında yeri yok' diye haykır."

Buna 'bela' da tabir edilir. Bela da inisiyatik bir mazmundur. Nitekim Hallac-ı Mansur hazretleri şöyle demiştir: 'Sultanlar, bir iklimi (mülkü, vatanı) fethettiklerinde, yeni bir iklimin, vatanın fethinin arzusuyla yanıp tutuşurlar. Biz ise, yıllardır Senden gelecek bir belanın umuduyla yanıp yakılmaktayız.' Bela'yı hem Rabbin bir ilahi lütfu, bir bağışı olarak okumak hem de 'beli/evet' manasına yormak mümkündür. Bu ise, 'rıza'yı taleb etmektir. Rıza makamı, sadece Allah'ın kuldan değil, kulun da Allah'tan razı olmasını içerir. Bu makam, yetkinlik düzeylerin üst basamaklarındandır. Pir Sultan Abdal hazretleri, bir nefesinde, "güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi / bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?" demek suretiyle, 'rıza'nın ne denli ulaşılması güç bir makam olduğunu belirtmiştir.

Rıza, kulun her şeyden razı olması, Rabbinin her tecellisini bir lütuf olarak kabullenmesidir. Musibetler, yokluklar, yoksulluklar, yalnızlıklar, acılar, ayrılıklar, ölümler, her türlü maddi ve manevi sıkıntıları can ve başla benimsemesi ve şükr makamında bulunmasıdır. Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk'taki bir anlatısında bunun batınına doğru sızarak şöyle der: 'Gidenin yerine benzerini getirmek gayreti, işte insanların tesellisi. Ama o bazen daha cesur, daha pervasız davranarak, insanoğlunun bu körü körüne sarıldığı, başını göğsünde dinlendirdiği, ya da hizmetine çağırdığı 'teselli' adlı cariyeyi, ezel künyesinde rastladığı ismiyle çağırır: 'gaflet'.' Bu metnin alt okunması yapıldığında 'teselli'nin Batıni hakikatinin rıza, 'gaflet'in ise 'tevekkül' olduğu anlaşılacaktır. Razı olmak teselli bulmak değildir. Rıza, 'artık öyle olur ki Ben kulumdan kulum Benden razı olur' hakikatinin sırrıdır. Ya da 'ey nefs, artık Razı olmuş bir halde Rabbine dön' nidasındaki sırdır. Nefs, dünyaya inerken yaşadığı irtifa kaybını, simetrik bir geziyle, yani manevi bir miracla taçlandırdıktan sonra rıza makamına uruc eder. Bu halde Rabbine dönen nefs artık 'safiyye' olmuştur. Gaflet ise, kulun Rabbinden nisyanıdır. Sufiler 'ben'lik duygusundan bir zerre kalmış ise kulun gafletten kurtulamamış olduğunu ifade ederler. Gafil olan tevekkül makamına erişemez. Tevekkül, insanın aradan çekilmesidir. Zira insanla Rabbi arasındaki engel kendisidir. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine Seriyü Sakati hazretlerinin söylediği şu söz bunu ifade eder: 'Senin varlığından daha büyük bir günah yoktur.' Ayverdi, metinde, 'Teselli'yi bir cariyeye benzetmek suretiyle hem teşhis sanatı yapmakta hem de tesellinin baştançıkarıcılık niteliğine atıfta bulunmaktadır.

Yine 'aşk'a ilişkin bir başka metinde, onun belirleyici işleviyle ilgili bir vurgu yer alır. Bunu Ayverdi, 'müstebit' kelimesiyle ifade eder. Aşk gerçekten de tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Bu onun kozmik niteliğidir. Ayverdi şöyle der:

"Konuşuyorduk. İçimizden biri sordu:
-Tarihin kaydettiği en müstebit hükümdar kimdir?
Her ağızdan bir isim çıkmaya başladı. Saydılar, söylediler. Fakat sorgu sahibi bunların hiçbiriyle tatmin olmuyordu. Bir ara göz göze geldik. Bana,
-Niçin sesin çıkmıyor? Sen de bir şey söylesene, dedi.
Zaten ben de söylemeye hazırlanıyordum. Yavaşça,
-Aşk! Dedim.
"

Ayverdi bu hakikati ifade ederken, aşkın ezelden ebede tahtında tek rakibi olmaksızın saltanat sürüp buyruk yürüttüğünden bahs açmaktadır. Zaten sonunda, 'bunu, bu aşikar zaferi koyup uzaklara gitmek ne reva' diyerek, 'aşk imiş her ne var alemde' gerçeğini tahkim etmektedir.

Varlığın mayası aşktır. Varoluşun sırrı aşktır. Evren aşktan doğmuştur. Varlığın merkezinde hakikat-ı Muhammediye bulunur. Bütün muhabbetler muhabbet-i Muhammediyedendir. 'Muhammetten hasıl oldu muhabbet / Muhammetsiz muhabbetten ne hasıl' diyen şair bu sırdan konuşmaktadır. Yusufcuk'un bir metninde Sâmiha Ayverdi, insanı balçıktan yoğuran ve ona nefesinden üfleyen Yüce Rahman'ın soluğunun rüzgarı oluşumuzdan söz eder: "Sana soruyorum dostum, beni bu dünyaya kim davet etti? Anamla babam mı? Haşa. Onlar, ezel tasarrufunun zavallı bir aletinden başka nedir? Sahibim bir mucize göstermek istedi; gitti bir dağ başından bir avuç toprak alıp yoğurdu ve ona kendi nefesini üfleyerek dünyaya fırlattı. Bu çamur, dünyada bir ananın babanın çocuğu oldu. Adına da adımı verdiler. Yalan söylemiyorum; ben, onun nefesinin bir rüzgarıyım ve beni bu dünyaya, uğrunda binbir alemi terk ettiğim bu ses, bu nefes sahibi çağırdı.". Bu anlatıda insanın zuhurundan söz açılmaktadır. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Muhammed'in Zuhuru adlı eserinde bu ezeli hikayeyi anlatır. Sufilerin çokça rağbet ettiği bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim. Bu sırla mahlukatı yarattım.' Mahlukatın eşrefi olan insan varlık aleminde en son zuhur edendir. Çünkü insan meyvedir. Varlığın özüdür, özetidir. Kainatın kalbidir. Allah'ın yeryüzünde halifesidir. Allah insana soluğundan üflemiştir. Rahman'ın nefesi insanın ruhudur. Gerisi kemiktir, kıldır. Sufiler ruhun bedene tenezzül edişinden söz açarlar. Ruh, ten kafesinde mahpustur. Bu sıkışma, ruhun ölmeden evvel ölme isteğiyle yanıp tutuşma, özgürleşme arzusunu da beraberinde getirmiştir. Adamah kelimesi ibranicede kırmızı toprak anlamına gelir. Adem yani insan kızıl topraktan karılmıştır. Rahman, insanın çamurunu bir rivayette dörtbin sene yoğurmuştur. O'nun katındaki bir gün bizim katımızdaki bin yıl gibidir. Allah Adem'in çamurunu iki eliyle yoğurmuştur. Yani Celal ve Cemal yönüyle. Allah'ın iki eli de sağ elidir. Yani, Allah'ta baskın olan Cemal boyutudur. Çünkü Allah gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra Rahman sıfatıyla arşı istiva etmiştir. O'nun rahmaniyeti dışında hiçbir varlık kalamaz. Bundan kinaye, İbn Arabi hazretleri, Allah'ın iki eli de sağ elidir buyurur. Ayverdi, metnin devamında, yere nüzul eden çamura üflenen soluğun Sahibi'ne seslenerek şöyle der: "Ben de ne ham ne toy bir adamım. Onun uğrunda binbir alemi bağışlamak da nedir? Bu ses beni yerimden, yurdumdan, saltanat ve daratımdan koparmışsa çok bir şey mi? Bu davete karşı ben kim oluyorum? O dile, tarife gelmeyen ferman sahibi, kolumdan tutup dünyaya sürüklerken, elini elimden koparmaya kıyamayarak, kendi de beraber geldi. Daha ne isterim, söyleyin ben ne isterim daha?"

Bu isteğin sonuçlarından olmak üzere bir başka Yusufcuk kıssasında Sâmiha Ayverdi, 'secde'den bahseder. Secde kulun Rabbi'yle buluştuğu yerdir. Buna menzil denir. Alak suresindeki 'secde et, yakınlaş' buyruğuna uyan kul, Rabbine doğru iner. Rabbi de kuluna doğru tenezzül buyurur. Ve bir yarıyol karşılaşması gerçekleşir. Buna nüzuldan, inişten kinaye menzil denir. Ayverdi şöyle der: "Rabbim, sanırlar mı ki, ben secde ederken, taşa, toprağa baş koyarım? Hayır, eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarına karışır."

Bu cümle gerçekten de zengin bir atıf alanına sahiptir ve okuma imkanlarına açıktır.

Secde ubudiyeti simgeler. Secdeye varmak üzere kulun eğilmesi Rahman'ın gecenin üçte birinde dünya semasına inişini simgeler. Bir rivayette Allah gecenin üçte birinde dünya göğüne değin tenezzül buyurarak, 'yok mu Benden bir şey dileyen, vereyim' şeklinde nida eder. Namaz kul ile Rabbi arasında ortak bir münacattır. Yine bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Ben, namazı kulumla aramda ortak bir münacat kıldım. Onun yarısı Bana yarısı kuluma aittir.' İbn Arabi hazretleri bundan hareketle, mesela Fatiha'nın namazda vacip kılınmasının hikmetinden de söz ederek, surenin ilk üç ayetinin Allah'a diğer dört ayetinin ise kula ait olduğunu söyler. Zira 'sadece Sana ibadet eder sadece Senden yardım dileriz' ifadesi kula aittir ve Rabbine racidir. Kıyam, Rububiyeti simgeler. Rüku, ubudiyeti sembolize eden secde ile Rububiyeti simgeleyen kıyam arasında berzahtır. Secdede insan kendi benliğinin sınırlarını tümüyle terk ederek Rabbinde müstağrak olmaya çalışmaktadır. Bu istiğrak halini Sâmiha Ayverdi, 'İlahi aşkın yumuşak dalgaları'nda kaybolmak şeklinde ifade etmektedir.

Bu kayboluş nasiptir. Bunu bir başka metninde Ayverdi şöyle dile döker: "İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse çıkarmak da boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel gibi akar. Ama nerede o sadef ki, ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye tebdil etsin. Her hadise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki, bu dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.". Bu uyarı bize, muhasebe günü gelmeden nefsimizi hesaba çekmemiz gerektiğini de hatırlatır. Her olayın içinde hissesi olan bir kıssa olması bir ayetin anlam denizindendir. Varlıklar Allah'ın birer delili, birer ayetidirler. Her şey bize O'nu söylemektedir. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu ham ile tesbih etmesin. O halde kainat kitabının birer kelimesi olan varlıklar ve olaylar bizim için birer hakikat habercisidir. Yusufcuk'un bir meselinde Ayverdi bizi adeta tüm perdeleri kaldırarak yokluk hakikatiyle yüzyüze getirir:

"Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el vardır. Ona,
-Kimsin, ne istiyorsun? Derim.
Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemeyen, mala, rızka tamah etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim. O belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma, belki de gafilliğime küsen, fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen sesiyle,
-Yokluk! Der.
"

Yokluk, inisiyatik sözlükte 'fena'yla karşılanır. Acz, fakr, kusur vb. ıstılahlar da bu kavramın anlam dünyasına aittir. Bu tarik, yani acz ve fakr yolu, Allah'a ulaşmada en etkin, en kısa ve tehlikesiz yoldur. Beka fenadan geçer. Varlığa yoklukla ulaşılır. İnsan yok olmadan Rabb belirmez. İnsan azaldıkça ve yok oldukça Rabbine yakınlaşır, Rabbi katında değeri artar.

Bu metnin yüzeyinde maddi varlık-yokluk muhasebesi görünse de gerçekte fakrın hakikati anlatılmaktadır. Sonunda Ayverdi, 'varlık anında verilen, yokluk olmaz ki vereyim... Yokluk anında varlık bulunmaz ki, 'gel al' diyeyim' diyerek varlığın yokluktan geçtiğini bildirmektedir.

Hikmetin dili sembol ve sükuttur. Yusufcuk'ta bu hakikat de bizi karşılar: "Bana, 'söyle' deme. Bugün susmak istiyorum. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır."

Sükut da bir haldir ve veli seyri sülukun bir yerinde buna uğrar. Halvet zaten sessizliğin yurdudur. Orada beşeri olan susar, İlahi olan konuşmaya başlar. İnsandaki ilahi merkez olan kalbin konuşması sükuttur. Hallac-ı Mansur hazretleri bir kezinde şöyle demiştir: "Dillerin konuşması, kalplerin helakindendir."

Metnin devamında Sâmiha Ayverdi, kalbe doğmayan bir hakikatin dile gelmemesi gerektiğini hatırlatır: "Bana, 'söyle' deme. Sen söyle, sen haber ver ki ben neyim? Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?". Bu aynı zamanda, 'ya hayır söyle veya sus' uyarısının da tevili gibi görünmektedir.

Büyükler, 'dert ağlatır, aşk söyletir' demişlerdir. Muhabbet olmaksızın söz kemale ermez. Kemale ermeyen söz hayrı taşımaz. Ayverdi bu hakikati şöyle dillendirir: "Rabbim, senin takat getirilemeyen ateşinle kavrulup yanarken, söyleniyor, haykırıyor, inliyor, feryad ediyorum. Beni divane diye, biçare diye de olsa dinleyenler var. Rabbim, senin ateşinle kavrulup da yanmamak, yanıp da haykırmamak, inlememek olur mu? Ama bu ateş içine düşeni kendisine benzettiği, varlık tezahürleri içinde bir avuç kül olduğu, sözü, feryadı, şikayet ve şekvayı, bilinmez bir rüzgar, bilinmez nerelere sürüp götürdüğü zaman, söyleyememek ıstırabı ile ben ne yapayım? Söyle bana o kıyamet lahzasının lisanını olsun öğret!"

Yusufcuk'un hemen tüm metinleri inisiyasyon sözlüğünün ıstılah ve manalarıyla doludur. Modern zamanlarda yaşamış veli bir yazarın kaleminden dökülen bu eserin tekke-tasavvuf edebiyatı geleneği içinden okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Şerhi gerektiren bu metinler toplamı, bize yitiğimiz olanı, hikmeti aktarmayı deniyor. Sözü ona bırakıyorum:

"Bana tarif edilmeyeni et' dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkan tarağıyla tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgarına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

Acaba tarif edilmeyeni et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin? Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kainat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan, durup dinlenmeden, eskiyip yenilenir. Ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirilen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zeka ve idrak hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, her zorluğu yenen, her müşkili başaran insanoğlu bir aşık gönlünün o kendini ve kainatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her zamanki gibi derin derin susayım.
"

Sadık Yalsızuçanlar

Hayallerle ve hakikatlerin çatıştığı, sızılı bir hikâye

Mai bir gecenin ışığında başlayan hayaller, siyah bir gecenin karanlığına nasıl dönüşür?

Halit Ziya Uşaklıgil, 1866 yılında İstanbul’un Eyüpsultan semtinde doğmuştur. Babası halı tüccarı Halil Efendi, annesi Behiye Hanım’dır. Eğitimini ilk olarak Fatih Askeri Rüştiyesinde devam eden Halit Ziya Uşaklıgil, daha sonraları arkadaşı Tevfik Nevzat ile birlikte Hizmet gazetesi çıkarmıştır. İlk eserlerinden Nemide (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekası (1894) Hizmet’te tefrika edilmiş duygusal, kısa romanlardır. Mai ve Siyah ise hayallerle, gerçeklerin çatıştığı, toplumun sosyokültürel durumunu gözler önüne seren bir romandır. Ayrıca İstanbul’da kaleme aldığı ilk eseridir.

Kitabın konusuna gelecek olursam: Ahmet Cemil, kendi iç dünyasında yaşayan, en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’yı seven, hayalperest bir gençtir. Kurduğu hayallerle bir gün mutlaka meşhur bir şair olacağını, Lamia’ya ile evleneceğini ve matbaa sahibi olacağını düşünür. Fakat bu hülyalı başlangıç babasının vefatıyla birlikte değişime uğrar. Ahmet Cemil, ister istemez hakikatlerle yüzleşir. Geçimlerini sağlamak için ilk önce kitap çevirileri yapar daha sonra bir öğrenciye ders vererek, gazetelere yazılar yazar. Hayatı çalışmakla geçen Ahmet Cemil’in bir zaman sonra uğradığı tek yer arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin konağı olur. Konakta geçirdiği her an için mutlu olurken kendisinin de bir gün böyle bir yaşantıya sahip olacağını hep ümit eder. Hüseyin Nazmi ise Ahmet Cemil’den çok farklı bir hayat yaşayan genç bir adamdır. Öyle ki kardeşi ile konakta Batı tarzı bir yaşam sürerken bir gün Lamia’dan piyano çalmasını ister. Lamia, Ahmet Cemil’den bir süre çekinip, utansa da ağabeyinin ısrarıyla bu teklifi kabul eder ve onlara kısa bir resital verir. Ahmet Cemil, bu andan sonra o mai gecede Lamia’ya bir kez daha aşık olurken kapkara geçen günleri tekrar ışık bulur. Gönlü neşe içinde dolup taşar. Fakat bir zaman sonra çalıştığı matbaa müdürünün oğlu için kardeşi İkbal, söylenince duyguları tekrar alt üst olur ve bu durum onu günlerce bocalatır.

Nitekim babası öldükten sonra ailesinin başına geçmesi ve annesiyle, kız kardeşini kimseye muhtaç etmeden yaşamalarını sağlaması ona babalık vasfı verir. Bu sebeple kız kardeşine sadece bir kardeş gözüyle değil aynı zamanda bir babanın kızına baktığı gibi bakmaya ve düşünmeye başlar. Geçen günlerin ardından ise İkbal izdivaç için olumlu cevap verir. Ahmet Cemil’de kardeşinin bu cevabından sonra evliliğe razı olur ve matbaa müdürünün oğlu Vehbi ile İkbal evlenir... Düzen ise hane içinde bir kez daha değişir.

Fakat bu değişiklik ilk başlarda kabul görülse de Vehbi Bey’in içki içmesi, patavatsız konuşması hem Ahmet Cemil’i hem de annesini çok rahatsız eder. Özellikle Ahmet Cemil, kız kardeşinin mutsuzluğunu gözlerinde görünce bu izdivaca vesile olduğu için kahrolur. Kendini hep suçlu hisseder.

Bir zaman sonra eve geç uğramaya başlar ve kardeşiyle yüz yüze gelmeye çekinir. Günlerinin çoğunu ise ağırlıklı olarak matbaada çalışarak geçirmeye devam eder. Fakat bu süreç içinde hiç beklenmedik bir olay meydana gelir ve matbaa müdürü hayatını kaybeder. Vehbi Bey ise matbaanın başına geçer, evde egemenlik kurmak ister.

Bu duruma ne İkbal ne de Ahmet Cemil razı olur. Üstelik hane içinde edilen son kavga bardağı taşıran su misali gibi evin tamamen dağılmasına ve İkbal’in çocuğunu düşürerek ölmesine sebebiyet verir. Ahmet Cemil bu acı ölümün ardından artık yaşamaya güç bulmasa da hazan mevsiminde ağaçlardan dökülen sarı yapraklar gibi kaderinin hüzünlü rüzgarında savrulur... Nereye gideceğini ve ne yapacağını hiç bilmeden hayatın acımasızca yokuşlarını çıkmaya devam eder.

Bir ümitle çok sevdiği Lamia’ya kavuşmanın hayali ile yaşamaya çalışsa da arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin son sözleri kalbindeki tüm kalelerini tekrar yıkmaya sebep olur ve artık kendine hüzünden başka hatıra bırakmayan yurdunu bahtından daha siyah bir gecede terk eder.

Romanın sonunda ise sevgili annesinin müşfik sesiyle kapkara, soğuk sulardan kurtularak gönüllü olarak seçtiği sürgün hayatına yavaş yavaş yol alır.

Okuması çok hüzün veren, son sayfasına kadar mutlulukların belki yaşanacağını düşündüren ama en nihayetinde yaşaran gözlerimle kapattığım ölümsüz bir eserdi. Size de mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İnsanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, ne kadar ihtiyar olurlarsa olsunlar yine bazı dakikalar vardır ki annelerine sokularak çocuk olmak isterler."

"Dünyada hiçbir kimse tasavvur edemezsin ki hayatından hiç olmazsa bir büyük matem geçmiş olmasın."

"Her şeyden evvel okumak, duygularını terbiye etmek lazım olacağını anladılar."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?

"Yüzleri dışarıya dönmeye görsün, insanlar kendilerini görmez olurlar. En büyük eksiğimiz budur işte. Kendimizi göremediğimizden, kafamızda canlandırırız. Herkes başkalarının karşısında kendini düşlediği için, yüzünün ardında yalnız kalır."
- Rene Daumal

David Le Breton;  Ten ve İz, Acının Antropolojisi adlı kitaplarında insanın kendini bilinçli olarak nasıl yaraladığı ve yine neden inceleme konusu yaptığını işlemiş; Dünyanın Tadı, Bedene Veda, Sessizlik Üstüne ve Yürümeye Övgü gibi nadide eserleriyle insanı kendi ile karşılaştırmayı başarmış Fransız antropolog.

Breton, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme’de sonsuz çeşitlilik içindeki biricik insanın en insani bu yüzden en kutsal bölgesini; yüzünü derinine inceleme konusu yapıyor. Kitap, insanın kendisiyle düşman, aynalar ve dijital ekranla dost olduğu bu çağda okunmaya değer.

Yüz maskelediği kadar açığa vurur.” diyerek başlıyor söze Breton, çünkü kıvrımları, zaman içinde kaygı ile derinleşmiş hatları, sevincin ışıtıp hüznün soldurduğu bakışları ile insan yüzü kendi serüveninin sahnelendiği bir alandır aynı zamanda. Yüz, başka bir anlamda konuşan dildir. Dilce sussa da, yüz, bakışlar, ima ile konuşur her insan. Bu anlamda insan, kendi yüzünde kendisiyle baş başa ve yalnız değildir, her kıvrıma dilsiz bir şekilde yerleşmiş bir öteki, her yüz ifadesine yansımış toplumsal bir hafıza vardır.

İnsandan öte olan Tanrı yüzden de ötedir.” Tanrı, bu göze çarpmayan, göze gelmeyen haliyle en güzeldir. Tanrı bu yüce güzelliğinden dolayı aşılamaz. Her sanat eseri de kaçınılmaz şekilde bir sırrı, bir bilinmeyeni temsil eder. Aleni bir şekilde görülen her şey bayağılaşır. Belli ki bu sebepten “Sis her şeye büyülü bir güzellik katar.” diyor Oscar Wilde, Dorian Gray’ın Portresi’nde.

Yüzümüz her ne kadar kimliğimizse de seksapalitemiz gibi mahremiyetimize dahil edilmiştir. Çünkü yüzümüz herkesin görmesini istemeyeceğimiz özel kıvrımları ve bu kıvrımlara ait anlamları barındırır. Bu sebepten edebiyatta sevgilinin yüzü “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” diyecek kadar bir başkasının nazarından kıskanılır, sakınılır ve kutsanır. Muhatabının yüzünde kendi yansımasını değil, ruhunun yakın olduğu hakikatin izlerini arar her insan. Sevilenin yüzü seven için, kendi kusurlarının üstesinden gelmek için çalışılacak semboller ve gizlerle dolu bir kitaptır.

Tabiatımız güzele meyilli, çünkü insan ruhu güzel karşısında güzel şeyler ortaya koymaya yönelmekte. Fakat güzele konu olan nesne, şey hepimize göre değişiyor. Hegel’e göre güzel, kendisinden her türlü tüketim geri çekildiğinde arda kalan hakikat ve özgürlüğün estetiğidir. Aritoteles için güzel, estettik duygulanımın ötesine geçmekken, adil ve güzel anlamlarına gelen ing. fair ve alm. parlaklaştırmak anlamında kullanılan fagar kelimelerinden yola çıkmış görünen Platon adaleti en güzel şey olarak görüyor. Bir Platoncu olan Heidegger güzeli estetik olanda değil ontolojik olanda konumlandırıyor. Ona göre güzel sadece hazza nisbetle var olmayan, bizim dünyaya bakışımızı, ona yönelik tavrımızı değiştiren hakikatin ortaya çıkışına ait bir kavram. Öyle ki güzellik, yalnızca ontolojik kutsanmaya verilmiş bir armağan ki Platon için güzelin kendisidir ebedi olan. Bir görünüp ardından kaybolan akşam kızıllığıdır güzellik ve bu çekingenliktir bir şeyi güzel kılan. Byun Chul Han, güzel olanın öteki insanı eğlendirmeye ve sahipliğe yönelik reklama nesne olamayacağını ifade ediyor. Güzel, insanı yalnızca düşünceye davet eden bir sanat gibidir ve bu anlamda kapitalist bir ruhta sanat anlamını kaybederken, sanatın yani güzelin kapitalizmle işi olmaz. Güzel yüzlerimizin de. Öyle ki, “Güzel, ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi” diyen Karacaoğlan aynı hakikate işaret ediyor görünüyor. Yüzümüzün güzelliği kadar güzel yüzümüze değen bakış ve algı da birbirinden faklı anlamlar ihtiva ederken, güzellik ve çirkinliklerimiz toplumsal kabulümüzde belirleyici bir faktör olmaya devam ediyor. Güzellik ruhsal bir vasıf olmaktan çıkarken, kadınlar seksapelliklerinden dolayı güzel bulunuyor ve tüketimin nesnesi oluyor. Oysa güzel yüzümüz derinlikli bir bakış için ruhumuzdaki korkuyu, üzüntüyü, nefreti, hayal kırıklığını ve çirkinliği dahi yansıtacak kadar saydam bir ayna:

Çirkin bir adamın öyküsünü anlatırlar. Bu adam o kadar çirkinmiş ki insanları korkutmamak için maske takmak zorunda kalırmış. Taktığı maske de ışıl ışıl bir güzelliği olan genç bir azizin maskesiymiş. Adam yaşamını da o yüzün vaat ettiklerine uydurmaya çalışırmış. Yalın ve başkalarına adanmış bir ömür sürermiş. Bir gün, öğrencilerinden biri ustasının yüzünün bir maske ardına gizlendiğini fark edip, birden maskeyi çıkarıvermiş. Perişan olan aziz öğrencisinin yüzüne bakamamış. Ama öğrencisi “Efendim, neden tıpatıp kendi yüzünüze benzeyen bir maske takıyorsunuz?” demiş.

İğrenç toplum bir olup bir Narkissos gibi metal üstündeki bayağı görüntüsüne bakmak için koşturup duruyor” diyen Baudelaire’ı öfkesinde haklı çıkaracak kadar çirkin olan insan, varoluşsal kıymetini kendisine değen bakışların sayısından alıyor. Bütün suratların en moda surete büründüğü çağda kendini tanımaktan, yani kendisiyle yüzleşmekten kaçınan insan, başka başka maskelerin ardında başkalaşıyor ve bu kendinin bilmez haliyle içindeki uçsuz bucaksız çölü daha da büyütüyor. Oysa kapılar aralanmalı, perdeler sıyrılmalı. Aynalar kırılmamalı. Kırılmamalı insana kendini gösterenler. Yüzleşmeli yüzsüzleşmeden. Kendi yüzüyle. Hiç olmayan kendiyle. Hiç kalmayan yüzüyle.

Ingmar Bergman’ın meşhur sinemasıdır “Persona”. Terim ismini ünlü psikanalist Jung’dan alır. Jung, hayatın ve toplumun isteklerinden, dayatmalarından kendimizi korumak için yarattığımız sosyal maskeleri tanımlamak için persona terimini kullanır. Terim, Latince “maske” anlamına gelir ve Jung’un teorisinde ruhtan ayrılan dış kişilik olarak betimlenir. Daima içimizde taşıdığımız halde yüzleşmekten kaçındığımız, hoş karşılanmayacağı için toplumdan gizlediğimiz arzu ve fikirlerimize; karanlık yanımız olan öteki benimize rağmen, dış dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin bir parçası olan maskelerimiz değiller mi? Bu anlamda makyajı da bir tür “persona” olarak düşünebilir miyiz? Toplum tarafından tepki görmemek ve çıkarlarımızı güvence altına almak için bir yanımızı maskeler ardına gizler ardından kendimize yabancılaşırız. Çünkü yüzleşmek can acıtır, biliriz. Fakat hakiki yüzüne erişinceye değin yüzündeki personaları soymaya cesaret edemeyen insan, kendisine asla ulaşamaz. Kendisi ile yüzü arasında bir uçurum olarak kalır sahip olduğu her persona. Bunca maskesinin ardında sahici bir yüz ararız da, yüzler mi, maskeler mi gerçek kimliğimizin bir parçası, bilemeyiz. Fakat hiçbir şey sahibinde can çekişen maskelerle dolu bir insan yüzü kadar yanıltıcı değildir, biliriz. Belki de gerçekliğin tek biçimi sessizliktir, fakat sessizlikte bir tür maskedir. Öyle ya sessizlik maskesiyle özdeşleşince, rol yapmamak ve yalan söylememek için maskesinin ardına gizlenir insan.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

Şükür makamında bir bilge: Doğan Cüceloğlu

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar.

Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor. Evet, şimdiye kadar hocaya dair geçmiş zaman kalıbı kullanmadığımın farkındayım. Bazı insanlar ölmüyor, göçüyor. Buna iman etmişiz.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten…

16 Şubat 2021. Marketteyim. Süt, yumurta, yoğurt. Hiçbiri köy kokmayan ama üzerinde organik yazan birkaç ürün alıp çıkıyorum. Eve girerken eşim kapıda, “kötü bir haberim var” bakışını fırlatıyor önce üzerime. Sözünü bitirmeden telefonum çalıyor. Yekta Kopan. “Başımız sağ olsun” diyor. Öyle bir diyor ki salonun orta yerine çöküyorum. Neredeyse yirmi senedir ne yazsa ne söylese takip ettiğim bir güzel insan, ansızın göçüveriyor bu diyardan. 2021’in başından itibaren kendisine dair epey mesaim olmuştu üstelik. Evvela, “Var Mısın?” kitabına bir arka kapak metni yazmıştım. Akabinde, editörlüğünü yaptığım Yekta Kopan ile Yazar Söyleşileri programı için yoğun bir mesaiyle daha evvel okuduğum kitaplarını gözden geçirip sorular hazırlamıştım. Sorulardan birini hazırlarken, hocanın “şükür makamında” olduğunu düşünmüştüm. Öyle bir yaşıyordu ki her yönüyle lezzetli. İnsan insana. Ve daima şükür hâlindeydi. Bu kadar insanın yüreğine dokunmak, bunca kitap, seminer… Yekta Kopan, soruyu kendisine yönelttiğinde bir şey dikkatimi çekti. Doğan hoca, sorudaki “şükür makamı” sözünü duyar duymaz bir kenara not etti ve bu tabirin çok hoşuna gittiğini söyledi. Yekta Kopan, büyük bir hakkaniyet göstererek bu tabirin fakire ait olduğunu belirtti. Hoca tebessüm etti. O tebessümde şu sözlerini görmüştüm sanki: “Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum.

Yaşamında gönül kelimesine özel yer ayıran insanlar tanıdım. Hepsinin ortak özelliği, hiçbir koşulda kendilerini düşünmemeleriydi. Gönlün tek başına bir şey edemeyeceğini biliyorlardı. Bir başkasını mutlu etmek ve kenara çekilmek. Teşekkür dahi istememek. Buydu onların hakikati. Bir insan düşünün ki en büyük isteği tüm insanların "gönlünün muradını" keşfetmesi. Doğan Cüceloğlu hoca yeryüzünün her yerinde bunun için çalıştı. Kimse ömrünün sonuna geldiğinde "Ben boşa yaşamışım, hep başkaları için çalışmışım, kendimi unutmuşum" demesin diye. Ne büyük gönül… Hocanın hayatındaki bazı noktaları Damdan Düşen Psikolog adlı nefis nehir söyleşisi eşliğinde düşünürken, şu acizane yazıyla onu Söğüt’te ağırlamanın çok yerinde olacağını düşündüm.

Silifke’nin Mukaddem Mahallesi’nde doğmuş Doğan hoca. Babası Sami Cüceloğlu, delidolu bir adam. Rüştiye Mektebi’ne gitmiş. Velisi kim olmuş dersiniz? Enver Paşa. Birisi onun hakkında “akıllı çocuk, mutlaka okumalı” deyince Enver Paşa, Adana’daki bir okula mektup yazmış, “ilgi gösterilsin” diye. Okulun yemekhanesinden hep sarımsaklı yemekler çıkınca baba Sami giymiş şalvarını, çarşafını, kaçmış. Okuma yazma bildiği için Birinci Dünya Savaşı’nda çavuş olmuş: Sami Çavuş. İstiklâl Harbi’nde Silifke Erdemli civarında Karakol Komutanlığı yapmış. Toplam 9 yıl süren bir askerlik. Ardından manifatura dükkânı. Hiçbir zaman başarılı bir esnaf olamamış, şair mizaçlıymış. Bir süre CHP İlçe Başkanlığı yapmış. Çok güzel Kur’an ve ezan okurmuş. İyi derecede keman, ud ve saz çalarmış. Velhasıl, ihtiyarlık dönemlerine dek delidolu imiş. Ta ki hürmet ettiği bir komşusundan etkilenerek Nakşibendi yoluna bağlanana kadar. Sonra meşk meclislerini bırakmış, aile efradına dini telkinlerini artırmış, müziği hayatından çıkarmış. Doğan hoca, anne tarafından da Yörük. 10 yaşındayken annesi Zehra Cüceloğlu vefat ediyor. Altı ay sonra Sami Cüceloğlu eve bir kadın getiriyor. O da Yörük. Geniş ev halkı ‘yeni gelen’i kabul etmiyor tabi. Yaramazlık gırla. Fakat burada bir hadise var. Doğan Cüceloğlu'nun "annen yok kimsen yok" anısı çok yakıcı. Ama bir de "analığım" dediği Yörük Ayşe'nin ona bir öğüdü var ki hayatına yön vermiş. Cüceloğlu, "bannak gibi güpgüççük" bir kuşu sapanla vururken şöyle demiş Ayşe Teyze: "Vurma yavrum, günah. Canın küçüğü olur mu?"… Canın küçüğü büyüğü olur mu? Müthiş bir tohum aslında bu soru. Ayşe Teyze’nin attığı tohumu, kırklı yaşlarının sonuna doğru fark ediyor Doğan hoca. “Ya hu, Yunus’un ‘bir ben vardır bende, benden içeru’ dediği bu işte. Bizim bakmamız gereken her şey tasavvufta var.” diyor.

Doğan Cüceloğlu’nun eğitim hayatında bugün hepimizin saygıyla ve sevgiyle andığı birçok büyük isim var. Hepsi de Söğüt’ü mayalayan kaynaklar. Mesela, Ankara Atatürk Lisesi'ndeyken Cüceloğlu’nun edebiyat ve kompozisyon öğretmeni Cahit Okurer. Bir gün hocasına ona ne olmak istediğini soruyor, mühendis olmak istediğini duyunca, “bilim adamı olmak istemez misin?” diye tekrar soruyor. Okurer’in onu etkileyen diğer sözleri de çok önemli: “Bu ülkenin sorunlarının temelinde eğitim sisteminin bozukluğu var. Eğitim sistemini de düzeltecek olan Türk psikologlar olacak. Senin bir Türk psikoloğu olman gerekir.

Okurer zaten İstanbul’a bir mektup göndermiş bile o vakitlerde, Mümtaz Turhan’a. “Sana bir talebemi gönderiyorum, eti senin kemiği benim” kabilinden. Cüceloğlu nihayet, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümüne kaydoluyor. Mümtaz Turhan, çok çekinilen bir isim. Okurer gibi sıcak bir yapısı yok, daha haşin. Onunla diyalog geliştirirken asistanı Yılmaz Özakpınar da ağabeylik yapıyor Cüceloğlu’na. Öte yandan, hukuk fakültesi öğrencisiyken Fethi Gemuhluoğlu’nun tavsiyesiyle bölümünü değiştiren ve edebiyat fakültesine, felsefe bölümüne geçen Erol Güngör de Cüceloğlu’nun hayatında çok önemli bir yere sahip. 4 yıl boyunca aynı odayı paylaşmışlar. Kasım 2018’de, doğumunun 80. yıl dönümünde Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda gerçekleştirilen bir toplantıyla anılmıştı Erol Güngör. Orada merhum Mehmet Genç hocayla birlikte konuşma yaptı Cüceloğlu. Şu güzel sözleri söylemişti Güngör için: “Rahmetli dedesi İmam Hafız Osman Efendi, çok küçükken Güngör'ün yeteneğinin farkına varıp, mayalamaya başlamış, öyle görüyorum ben. Bu nedenle dedesi ile beraber yaptığı yolculuk, orta okul zamanında sohbetlere katılması ve Arapça'yı öğrenerek, Osmanlıca'ya hâkim bir şekilde, literatüre girmesi gibi... Ben Erol'la konuşmaya başladığım zaman unuturdum bir insanla konuştuğumu, sanki bir kütüphaneye girmişim de kütüphane konuşuyor gibi gelirdi bana. Hiçbir zaman bana bilmişlik taslamazdı. Sadece ısrar eder, sorarsam birkaç cümle söylerdi. Onun çok önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum ve yazdığı eserlerden dolayı ona çok müteşekkirim. Çünkü tarihine, toplumuna, kültürüne, dinamiklerine, insanına, bir bilim insanının kafasıyla bakabilmek önemli. Buna çok ihtiyacımız vardı ve hala da var. Bundan dolayı kitaplarının yeniden basılmasına ön ayak olmak çok önemli.

Doğan Cüceloğlu henüz doğmadan evvel, annesi bir rüya görmüş. Onun deyimiyle “ak sakallı bir pir”, annesine doğacak olan evladının “özel” biri olduğunu bildirmiş. Nitekim babası da, tuttuğu günlüklerinde oğlu Doğan için “diğerlerinden farklı, sezgileri kuvvetli” kabilinden cümleler yazmış. Şunu net biçimde görüyoruz ki Cüceloğlu hoca insanların hayatına dokundu çünkü onun hayatına dokunan, çok önemli hikâyelere sahip kimseler vardı. Annesi, çok sonraları affedip anlayabildiği babası, ağabeyleri, öğretmenleri… O, her şeyin kadim bilgelikte olduğuna inananlardandı. Nitekim şöyle der: “Kitap yazıyorum, ismim var ama içten içe, bir dağ başında, okuma yazma bilmeyen bir köylüden daha önemli olmadığımı biliyorum.

Kıymetli Mahmud Erol Kılıç hocama “Oedipus kompleksi için tasavvuf bize ne söylüyor?” diye sorduğumda, “creative suffering” diye bir kavramdan bahsetti. Acılarını birer elem, keder, gam meselesi hâline getirmeyip onlarla yaratıcı bir sürece giren, hayatı boyunca da üreten kimselerin beslendiği kaynak: yaratıcı acı. Cüceloğlu da bu kimselerden gibi gelir bana hep. “Ben çocukluğumun eseri değilim. Şu andaki Doğan olarak çok daha karmaşık bir sürecin eseriyim. Hâlâ devam eden bir süreç… Olmuş bitmiş değilim. Irmak akmaya devam ediyor” der. Kızılderili bilge Don Juan Matus’un “Eğer sen kendini bir kurbağadan veya bir kuştan daha önemli görüyorsan, bu sadece senin bilgelikten uzak olduğunu gösterir” sözünü benimsemiş bir yürek o. Ve o yürek hâlâ aramızda, hep aramızda olacak. İşin içinden çıkamadığımız anlarda bize yol gösterecek, içimizi ferahlatacak, ışık olacak. Var oluşumuzu anlamlandırma yolunda kuvvet verecek. “Sen insansın” diyecek, “kadrini kıymetini bil ve varlığının hakkını ver, güzel gör, güzel söyle, güzel yaşa” öğüdünü fısıldayacak. Daima şükretmeyi hatırlatacak. Ne mutlu ki seni tanıdık Doğan hoca, şerefyâb olduk. Ne mutlu…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.

30 Temmuz 2021 Cuma

Yüzyılda değişmeyenlere dair

Dünya bir salgınla boğuşuyor uzunca süredir. Yeni birçok kavram da hayatımızı şimdiden işgal etmiş durumda: Pandemi, salgın, bulaşı, karantina vd. Elbette bu süreç bir salgın edebiyatını da beraberinde getirdi. Evvela geçmiş salgınları konu edinene eserler yeniden gündeme alındı. Camus’nün Veba’sı, London’ın Kızıl Veba’sı, G.G. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ilk akla gelenler. Bir anda herkes kendi döneminin bu ünlü anlatılanlarını okumaya başladı. Kendince dersler çıkardı ya da mevcut durumun vahametini anlamak için bu eserleri vesile kıldı. Elbette bu türün bizde de örnekleri vardı. Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinde, Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sinde verem ve yine Reşat Nuri’nin uzun öyküsü Salgın’da da başka bir pandemik dönem anlatılıyordu. Bunlar da yakın dönemde bir kez daha hatırlandı elbette. Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli eser ise bu eserler arasında müstesna bir yere sahip.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Hüseyin Rahmi hem Meşrutiyet dönemlerinin, hem Servet-i Fünun döneminin hem de Cumhuriyet döneminin yazarı. Bugün ortalıkta gezen sadeleştirilmiş/günümüz Türkçesi’ne aktarılmış metinleri sizi yanıltmasın oldukça zor da bir kalem. Eğitimli bir ailenin mensubu olarak yetiştiği ortamın da etkisi ile zengin bir anlatım ve dil gücüne sahip. Kendi dönemi söz konusu olduğunda nicel olarak da fazlaca eser verdiği düşünülebilir. Son Osmanlı vakanüvisi Abdurahman Şeref Efendi’nin himayesi ve Ahmet Mithat ile olan irtibatı da bu zenginliği besler zamanla. Bu ara bilgiler de verilmeli zira bizde Hüseyin Rahmi çoğunlukla korkulan ve uzak durulan bir yazar.

Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli roman Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık’ı bir kenara bırakırsak bence en tesirli metni. Hem bir dönem eseri hem de bugün halen güncelliğini koruyan bir konuya değinmesi sebebi ile de halen çok canlı.

Hakk’a Sığındık yüzyılın başında Dünya’yı kasıp kavuran bir salgını konu alıyor öncelikle: İspanyol Gribi. 1918-1919 arasında Dünya nüfusunun üçte birini etkileyen büyük bir yıkım. İnsanlara domuzlardan geçtiği düşünülen virüsün savaş şartlarında ismini veren İspanya dışında İtalya ve Fransa’daki etkisi dehşet verici o dönem. Özellikle her yaş grubunu etkilemesi, çocuk ve yaşlılarda ağır seyir etmesi ile yıkım çok daha ağırlaşır. Dünya, savaş şartlarında zaten yeteri kadar büyük bir yıkım yaşarken virüsün etkisi meseleyi çok yönlü bir sosyo ekonomik düzleme taşır ki Hüseyin Rahmi’nin eseri tam da bu yönü ile bugün yeniden hatırlanmaya ve okunmaya muhtaç. Hakka Sığındık (1919) öncelikle İspanyol gribi çerçevesinde kurgulanır. İnsanlar arasındaki gelir adaletsizliğinin giderek arttığı, birçok insanın yoksulluk içerisinde kıvrandığı İstanbul’da Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin başından geçenler polisiye kurguyla aktarılır. Dünyayı kasıp kavurmakta olan İspanyol gribi zengin fakir demeden her haneden insanın ölümüne neden olur. Hafız İshak Efendi’nin on gün içinde önce torunu sonra da onun annesiyle babası vefat eder. Bu arada Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarına Abdal Veli imzalı mektuplar gelir. Kendisini ermiş kişi ve din büyüğü olarak tanıtan Abdal Veli, ilk mektubunda Hafız İshak Efendi’nin konağından ölecek üç kişiyi bilir. İkinci mektubunda ise Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi kendisine 500’er lira göndermezse Hacı Ferhat Efendi’nin konağından İspanyol gribi nedeniyle iki ölümün olacağını söyler. Birinci mektuptaki bilgilerin doğru çıkması ve ailelerinden yeni insanların öleceğini öğrenen iki arkadaş Abdal Veli’ye parayı gönderirler. Ne var ki parayı götürenler soyularak geri dönerler. Bunun üzerine adli bir vaka halini alan olayın iç yüzü romanın sonunda anlaşılır. Nüzhet Ulvi isimli genç bir adam yangında anne babalarını, yoksulluk nedeniyle de kardeşlerini kaybetmiş iki çocuğa bakabilmek için İspanyol gribini bahane ederek Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’yi dolandırmıştır.

Hakka Sığındık İspanyol gribi vesilesi ile toplumun farklı yönlerine ışık tutar. Bunlardan ilki, salgının ciddiyetini anlamayan bu nedenle de hastalığın yayılmasına ön ayak olan cahil insanlardır. “Hastalık, sağlık Allah’tan… Rabbimin takdiri ne ise o olur. Hekimler ne biliyormuş? Kelin medarı olsa kendi başına olur. Onlar ölmeyecek mi? Bu sene İspanyol’dan az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz. O cahillere uyup da öyle söylemeyiniz. Rabbimin gücüne gider… Ona şirk koşmuş gibi olur’ diyorlardı” gibi aktarımlar olayın bu yönünü vurgularken Hastalığı Tanrı’nın takdiri olarak değerlendiren bu insanlar, hasta insanları ziyaret etmekten, onların eşyalarını kullanmaktan da çekinmezler.

Romanda İspanyol gribinin, gelir adaletsizliğin giderek arttığı bir dünyada zengin fakir ayırt etmeksizin insanların ölümüne neden olduğu vurgulanır. Eserin başında betimlenen mahallede, birçok ailenin günde tek öğün beslenebilmesi bile olanaksızken, Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarında her gün türlü yemekler pişirilir ve ziyafetler verilir. Bu adaletsizliğin devamı olarak ebeveynlerini kaybeden dokuz ve on bir yaşlarındaki iki çocuğun dilencilik ve fuhuş yaparak yaşamlarını sürdürmeye çalıştıklarından bahsedilir.

Eseri okurken hastalıkla mücadelede suç kavramının tanımlanması, hastalıkla mücadelede gösterilen kifayetsizliklerin toplumsal bir suç olarak tanımlanması hayli ilginç. Ki Gürpınar’ın eserde sık sık ifade ettiği ahlaksızlık, yozlaşma, cehalet gibi kavramların hastalık döneminde yarattığı travma bugüne dair de çok fazla tanıdık şey söylemekte. Gürpınar nerede ise hastalıkla değil cehaletle mücadele edilemediğine dair güçlü bir hayıflanma ile anlatmakta derdini. Zaten bir kez daha ifade edilmelidir ki bu eser bir polisiye kurgu. İmkân var ise sadeleşmemiş halinden okumak her zaman tercih olmalı ama yine de günümüz Türkçesi ile okunmasında da sorun görülmemeli. Hülasa Hüseyin Rahmi’nin güçlü kalemi, bugün aradan geçen 100 yılı aşkın süre sonunda, salgın gibi ölümcül bir vakanın, toplumsal bilinç ve bilimin ışığında aşılması gereken bir sorun iken, bugün yaşananlar çerçevesinde ciddi bir mesafe kat edilemediğini göstermekte. Bu manada eserin, belki de bu tecrübenin bir kez daha aktarılması ve anlaşılması açısından okunması zaruri. Elbette edebi lezzet ve anlatımın gücü de asla göz ardı edilmemeli ancak, muhtemelen okuyucu için kitabın bu kısmı gerçekliğin şiddetine kurban gidecektir.

Galip Çağ

Algı her şeydir! - IV

Hakikat çok yönlüdür lakin çoğul değildir. En yalın ifadeyle, o meşhur anektodda olduğu gibidir: Filin farklı yerlerine dokunan görme engellilerin fili tarif etmesi istenir. Dokundukları her bir uzuv onlar için fildir. Tarifler tek başına yanlış gibi gözükse de, bu hâlleriyle eksiktir ve fakat büyük resimde hepsi de doğrudur denilebilir. Burada sorun çıkaran nokta, tariflerden herhangi veya her birinin tek doğrunun, yani hakikatin kendi tarifi olduğu iddiası olacaktır. İster dini, ister seküler olsun insanın meselesi de bu duruma benziyor. Tarih boyunca hakikat olgusunun insanı içine alan ama insanüstü (aşkın) bir duruma/güce işaret ettiğini söyleyebiliriz. Modern dönemde de etkisini sürdüren bu anlayışa göre hakikate sahip olmak güce sahip olmakla eşdeğerdir. İnsanın, hakikatin sahibiymiş gibi davranmasının sebebi de muhtemelen bu.

Bu kabul postmoderniteyle birlikte etkisini kaybetmeye başlamışsa da anlamsal açıdan konumunu sürdürdüğü bir gerçek. Öyle ki, hakikat denildiğinde, postmodernitenin çoklu gerçekliğe yol açan tüm rölativizmine rağmen insanların zihninde ‘gerçek olanın kendisine’, ‘tüm gerçekliklerin üzerinde bir gerçeğe’ işaret eden anlam kaybolmamıştır. Oysa bugünün dünyasında hakikat olgusunun geleneksel konumu ve işlevini yitirmesi nedeniyle etki alanının ortadan kalktığı görülüyor. Post-truth çağ olarak tanımlanan bu dönemde hakikatin önemsizleştiği, değersizleştiği, anlamsızlaştığı yeni bir yaşam biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu evrede her şey doğru, her şey gerçek, her şey hakikat. Her şeyin doğru, gerçek veya hakikat olduğu bir ortamda nihai anlamda gerçek, doğru ya da hakikatin hükmü kalmıyor.

Bir süredir Batı’da kapsamlı bir tartışma konusu olan post-truth olgusu Türkiye’de kısmi bir etkileşime sahip. Konu, hem bireysel hem de akademik açıdan ilgi duyanların dışında tüm sosyal bilim konularında olduğu gibi yüzeysel bir geçiştirmeye tabi tutuluyor. Yapılan değerlendirmeler, iyi bir çevirmene denk geldiyse nitelikli çeviri dışında Batı düşüncesi ekseninde yapılan birkaç teknik analizden öteye gidemiyor. Maalesef yine tiren kaçıyor ve biz oralı değiliz.

Tüm teorik ya da kavramsal çalışmalarda olduğu gibi post-truth konusunda da Batılı düşünce evrenini hâkim ama o evrenden azade, özgün bir bakış açısına ihtiyaç var. Devamının gelmesi şartıyla, Mahya Yayıncılık’tan çıkan Post-Truth Durum’u bu kaygının küçük bir adımı olarak nitelendirebiliriz. Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’da değer ve anlam kaybına uğrayan hakikat olgusunu tarihsel açıdan ve multidisipliner bir bakış açısıyla ele alıyor. Felsefeden siyasete, sosyolojiden teknolojiye, bilimden kültüre kadar geniş bir alanı iletişim süreçleri bağlamında irdeleyen çalışmaya temel teşkil eden metin master tezi olduğu için akademik bir üsluba sahip. Sosyal Medya Çağında Bilgi ve Doğruluk alt başlığını taşıyan kitap yüz altmış altı sayfadan oluşuyor. Postmodernizm olgusunu felsefi tartışma alanına taşıyan Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum’undan mülhem kitaba verilen isim aynı zamanda konunun önemine de atıf yapıyor. Post-truth olgusu planlı bir sürecin değil, modernite ve postmodernitenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum.

Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’u üç ana bölümde ele almış. Birinci bölümde moderniteden başlayarak post-truth duruma yol açan sürecin felsefi arka planı üzerinde duruyor. Bu anlamda, Kartezyen düşünceden başlayarak Aydınlanma ile en üst seviyeye çıkan akılcı/bilimci paradigma irdelenerek postmodeniteye nasıl geçildiği izah edilmeye çalışılmış. Akıl ve bilim takıntısının aşırı yorumu olan pozitivist anlayış yerine rölativist anlayışın ikamesi felsefi açıdan özetlenmiş diyebiliriz. Yazarın özet değerlendirmesinde Batı düşüncesindeki varlık/varoluş felsefesinin modern biçiminden postmodern biçimsizliğe evrilişinin izleğini sürmek mümkün. Sonuç itibariyle, modernden postmoderne geçen tarihsel sürecin post-truth anlayışı ortaya çıkaran faktörleri doğurduğu vurgulanıyor. Dahası, Oruç’a göre post-truth olgusu anlaşılmak isteniyorsa modernite ve postmodernite süreçlerinin anlaşılması şart.

İkinci bölümde konu biraz daha spesifik hâle getirilerek post-truth olgusu iletişim süreçleri ve medya bağlamında ele alınıyor. Diğer yandan buradaki kapsam daralması konunun anlamsal uzamını daraltmıyor. Zira konu medyanın etkileşim içinde olduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel açılımlarla birlikte ilerliyor. Bu bölümde özellikle teknolojinin determinist etkisine ve bu görüşü eleştiren teorik çalışmalara değinilerek kültürel değişim bu zaviyeden değerlendiriliyor. Ayrıca bir önceki bölümde felsefi zemininin nasıl oluştuğu anlatılan post-truth durumun kalıcılığını sağlayan ve etkisini arttıran teknik/teknolojik altyapı tartışılarak ortaya çıkan tekno-kapitalist kültürün çerçevesi çizilmeye çalışılıyor.

Oruç, tekno-kapitalizm bağlamında post-truth olgusunun neoliberal politikalarla derin bir ilişkisinin bulunduğunu belirtiyor. Ona göre genelde medya ama özellikle yeni medya uygulamaları neoliberal politikaların hem kitlelere yayılmasını hem de kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Sürece en önemli katkıyı zaman ve mekân olgusunu ortadan kaldıran internet ve iletişim teknolojilerinin sağladığını söyleyebiliriz. Sosyal medya sayesinde görünür olmanın cazibesine kapılan bireyin, bu konumu kaybetmemek için herhangi bir kıstas gözetmeden her yola başvurması post-truth kültürün doğal bir yansıması olarak değerlendiriliyor. İnsanların gönüllü olarak bu kültüre eklemlenmesi sonucunda kontrol ve yönetim mekanizmasının işleyişi kolaylaşıyor. Diğer yandan her anını internete yazı ve görsel olarak yükleyen birey sayesinde mahremiyet olgusu tamamen yok oluyor. Toplumu veri hâline getiren sistem her şeyi kâr malzemesine dönüştürüyor ve elbette bu süreci en iyi yöneten ve asıl kazananı ekonomik ve siyasi yapılar oluyor.

Üçüncü bölümde ABD başkanı Donald Trump örneğinden hareket edilerek post-truth durumun pratikteki yönüne dikkat çekiliyor. Böylece ilk iki bölümde analiz edilen teorik tartışmaya hayatın içinden somut bir karşılık verilmeye çalışıldığı görülüyor. Bu bölüm aynı zamanda günümüz insanının hakikat ile kurduğu sorunlu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Gerçek olmadığı bilinse bile yalana duyulan ilginin tutarlı bir izahı bulunmuyor. Modernite ve Aydınlanma sonrası metafiziksel anlayıştan materyalist anlayışa dönüşen dünya görüşünün postmodernite ile eskiyi redde dayalı radikal yorumunun yanında rekabete dayalı kapitalist sistem ve onu destekleyen neoliberal felsefenin oluşturduğu değer aşındırıcı kültürel ortam en mantıklı açıklama gibi gözüküyor. Diğer yandan post-truth durumu anlamak için bu kültürel anlayışın amiral gemisi diyebileceğimiz ABD’nin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Zira dünyayı ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan mobilize eden Amerikan devleti ve toplumunun siyasi ve sosyolojik analizi diğer toplumlara kolaylıkla teşmil edilebilir. Sağduyulu bir değerlendirmeyle içinde yaşadığımız toplumun da benzerliklerini görmek mümkün.

Post-Truth Durum, postmodernitenin geldiği son evreyi anlaşılır kılmayı deneyen bir çalışma. Diğer yandan postmodernitenin anlaşılması aynı zamanda modernitenin anlaşılmasına bağlı. İster modernitenin devamı olarak görülsün, isterse başka bir paradigma olarak değerlendirilsin, bütün bir tarihsel süreci anlamanın yolu meselenin arka planını görebilmekten geçiyor. Post-truth’u doğuran Batı medeniyetinin felsefe açıdan geçirdiği aşamaları, yani meselenin arka planını görmeyi kolaylaştırıyor. Kitapta, hayatın vazgeçilmez bir parçası olan iletişim olgusunun amacı dışında kullanıldığı ve siyasi ve ekonomik güç odakları tarafından araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.

Oruç, çözüm bahsinde, farkındalığın ötesinde post-truth durumu ortaya çıkaran felsefi, siyasi, sosyolojik ve kültürel süreçleri ıslah edecek İslami bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp