SAYFALAR

29 Aralık 2013 Pazar

Var olmak: istemek ve sevmek

"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu

Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.

Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.

"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."

"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"

"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."


İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.

"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.

"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."

"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."

İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.

"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."


Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.

Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler

26 Aralık 2013 Perşembe

Dokunmaktan korkmayanlara

Öykücülüğün doruklarında gezinen Yalçın Tosun’dan "ince kesiklerle dolu "ötekilere" ışık tutan metinler" şeklinde tanımlayabiliriz son kitabı "Dokunma Dersleri"ni...

Tosun bu defa lezbiyen, gay, transseksüel, fahişe… hikayelerine eğilmiş. Aralarına ise "normal" öykülerinden serpiştirmiş. Kime, neye ve hangi değerlere göre normal olduğunu sorgulatmak için belki de. Dört ana bölümden oluşuyor kitap. Her bölümde daha sertleşen, daha açılan, daha kesinleşen bir anlatım hakim. Yavaş yavaş artırılan bir doz okuyucuyu doz aşımının sınırlarına dek götürüyor. "Arzuyu Örtüsünden", "Tanıdık Yabancılar Makamı", "Bilindik Sırlar Makamı" ve "İnce kesikler". İlk Hikaye "Damdaki" adını taşıyor. Bir erkeğin bir erkeğe olan sevgisini, telaşını anlatıyor yazar satırlar boyunca. Ailenin cinsel kimlik konusuna yaklaşımını iyimserce açıyor. Bir köy evinin damında yan yana yatan iki adamdan birinin diğerine aşkı lirizmin tüm imkanlarından faydalanılarak ilmek ilmek işleniyor.

Merak ve hayat ikilisini irdeleyen "Sıcak Sandalye"de yalnızlığın yarattığı yıkım ve çekim aktarılıyor. Bir oyunculuk kursu ve o kursta bir araya gelen farklı insanların birbirlerine olan merakından güç alıyor öykü. Durup önce kendine bakmayı öğütlüyor.

"Hayatın bazı dönemleri olur ya; durup soluklanıp kendinize bir kez daha bakmanıza mucizevi bir şekilde zamanınızın olduğu, öncesini yada sonrasını düşünmeyerek ruhunuzda ufak da olsa bir kazı yapabilme şansını zorladığınız… İşte öyle bir süreçten geçiyordum."

"Firari Parmağın Ucu" ismini taşıyan öyküde hayattan sıkılmış genç bir insanın duygu dökümüne götürüyor Yalçın Tosun okurunu. "Onlar bu yaşa kadar yaşamayı nasıl başarmışlar?" diyor bu insan. "Ben ve nafile ümitlerim" diyerek beklentisizliğini dışa vuruyor. Kendi zavallılığına acıyan ve rol yapan insanlardan nefret ediyor.

"Zavallılığın, diye geçiriyorum içimden, ne çok giysisi var."

Hikaye hayata sunduğu ikili bakış açısıyla da önem taşıyor; depresif ve bıkkın bir genç ile onu hayata tutundurma çabasındaki ailesinin rahatsız edici iyimserliği. Annenin gölgesinde kalmış bir baba. Sıradan arkadaşlar ve sıradan bir çevreden sıkılan, dünyanın sıradanlığında çorabını her seferinde yırtıp kaçan, baş parmağı kadar isyan edememesine üzülen bir gencin dünyasına ustaca analizlerle ilişiyor.

"Kibritçi Kız" kitabın sonlarına doğru en ilgi çeken hikayelerden. Eş cinselliği yüzünden babası tarafından kapı dışarı edilen sığınacak bir liman bulamadığı için vücudunu pazarlayarak parasını kazanmaya çalışan bir adamın öyküsü. Biraz acıklı, ama bilindik anlamın çok ötesinde bir acısı var hikayenin. Yazar mağdur edebiyatı yapmaktan olabildiğince uzak kalıp gerçekliğin çıplak tarafından vuruyor okuru. Anlamak içinse bir paragraf okumak yetiyor.

"Memelerimden, mini eteklerimden, allılarımdan, tıraşlı bacaklarımdan kurtulmak isterdim. Kıllı göğsümü, sakallarımı eski kavruk yüzümü tekrar isterdim. Sadece istediğim adamlarla yatmak isterdim. Bir kez olsun, canım istediği için sevişmek isterdim. Biri beni sevsin isterdim. Ama en çok da, aynada kendimi görebilmek, belki onu yeniden sevmek, sevebilmek..."

Hisler ve gerçeklerle anlamlandırılmış öyküleriyle "Dokunma Dersleri" bir üçüncü kitap olmasına rağmen önceki ikisini geride bırakmayı başarıyor. Pek çok yazarın cesaret edemediği karanlıkta bırakılanlara eğilmesi ise Tosun’un metinlerini farklı kılıyor.

"Onlara dokunmaktan korkmayın, dokunmaktan çekinmeyin." diyor yazar. Dokunmaktan korkanlara ise kendi doğruları ile yeniden yüzleşme fırsatı sunuyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

19 Aralık 2013 Perşembe

Bir mütercimin ıstıraplarına tanıklık etmek

"Ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi
Metal tadı olsa da ısırdığı herşeyde
Çevirip durur kendi dilince."

- İbrahim Tenekeci

Modernleşme, sanat kuramı, edebiyat, sinema ve kitap tanıtımı yazılarına meraklı olanlar Alper Gürkan ismine aşinadırlar. Aksiyse şayet, takip etmeli ve okumalılar. Bakış açısı ve üslubuyla yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran yazarın geçtiğimiz haftalarda Hece Yayınları'ndan ilk romanı çıktı: Mütercim. Kitap, hocasının ölümüyle birlikte yarım kalan bir tercümesini tamamlamak için 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya gelen bir çevirmenin değişen ruh halini ve bununla birlikte gözlemlerken değişmesine de tanıklık ettiği dünyasını barındırıyor. Yazarın eski dile demeyelim -kime göre eski, neye göre eski?- unutulmuş kelimelere olan yatkınlığı, bu kelimeleri kullanım becerisi, şiirsel dili ve dönemin siyasi atmosferini hiç sıkmadan aktarması oldukça dikkat çekici. Bir okuyucunun sayfaları hızla çevirmesi için sadece tekniğin yetmediği su götürmez bir gerçek. Alper Gürkan anlatım tarzıyla ve yakın dönem tarihini aktarmasıyla da okuyucuyu ilk sayfalardan etkileyebilmiş.

"Sanki geçmiş denilen şey hiç olmamıştı ve o, içine bir sürü şey doldurulmuş bir hafızayla şimdi denilen bir anda var oluveriyordu sürekli. Anne, baba, akraba, ev, bahçe, sokak ve dünya ve hayat... Her şey köksüz, tek boyutlu ve yapmacık bir sûrete bürünüyor ve zihninden akıp gidiyordu düşündükçe. Dokunduğu her kırıntı, sanki başka bir şeye dönüşüyor ve hemen binlerce hatırayla dolup kendisiyle ilişkileniveriyordu."

Birbirlerinin içine ve yerine geçebilen duyguları anlatmak zordur. Henüz ilk sayfalardan mahcup, ağırbaşlı ve oldukça "dolu" bir üslupla başlayan roman, mütercimini, iktidarı ve Takrir-i Sükûn kanunuyla birlikte dağılan muhalifleri önce toparlayan sonra da tekrar dağıtıp birbirlerine kin gütmelerine sebep olan bir kitabı okuyucuya tanıtıyor. Romandaki bu kitabı tanırken okuyucu taze cumhuriyetin ağrılarını, iç savaşlarını, toplumdaki maddi ve manevi çatışmaları da siyah beyaz bir şekilde izleyebiliyor. Bir edebiyat tutkunuysanız dili kullanıma, bir tarih tutkunuysanız dönemi aktarıma hayran kalabilirsiniz.

"Hayaller, anılar; olanlar, olmayanlar; ümitler, ıstıraplar; planlar, düş kırıklıkları ve yani içinde dolaşan tüm detaylar öyle çetrefil ve yorucu bir hâl almıştı ki kendisini tam olarak bunların hangisine daha yakın konumlandıracağını bilemiyordu."

Bir mütercim düşünün ki korkuyla dolu metinlerin süzgecinden kendisiyle birlikte çıkarıyor anlamları. Alper Gürkan'ı özellikle, yaşanan zorluklara katlanmanın yolunu kelimelerde ve kitaplarda arayanlar tebrik etmeli. Bir yazarı tebrik etmenin en kolay(?) yolu ise kitabını okumak, okumak ve okumak...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Aralık 2013 Çarşamba

Jerusalem'de eskimeyen bir çığlık:
Baba, beni neden terk ettin?

İspanyol yazar Michel del Castillo, “Terk edilmiş çocuklar masallar uydurmaya yazgılıdırlar.” der. Şu bir gerçektir ki çocuğun yalnız ve küçük yüreği, dünyanın ıstırabıyla ancak masallar sayesinde mücadele edebilir. Dünyanın dört bir yönünden akan coşkun ıstıraba set çekemeyeceğini bildiği için çocuk, onun coşkunluğuna bırakır kendini ve büyümeye akar. Bunu beceremeyip de barajlar kurmaya çalıştığındaysa anlar ki büyümüştür artık. Ve artık hayat, içinde akılan bir mecra değil, “mücadele edilen” bir şeydir: Sürükleyen, sürüklerken acı veren ve nihayet bir izbede terk eden, öldüren.

Bu kader yüzünden küçük planda kurgular, kahramanlar, canavarlar ve arkadaşlar arasında yaşarken büyük planda aile, toplum, din gibi güçlü aidiyet bağları kurmak için çabalar insan. Hepi topu bu iki plan arasındaki gerilimde yolunu bulmaya çalışan bir cambazdan başka bir şey olmadığını, Nietszche’in tanrıyla maymun arasında gördüğü kadar olduğunu öğrenir zamanla…

Markar Esayan’ın Jerusalem’i de bunu öğrenmenin hikâyesidir. Bu küçük ve büyük planlara aynı anda odaklanarak geçmişle geleceğin, çocuklukla büyüklüğün, hayalle gerçeğin bir arada sunulduğu postmodern bir hikâye. Terk edilmiş ve meçhul olduğu kadar meşhur bu çocuğun anlattığı, sevdiği ve bildiği tek dünyadan bambaşka bir gerçekliğe geçişinin hikâyesi.

Roman boyunca kumruların bile kendinden daha yerleşik olduğunu hisseden, “esmer, çelimsiz, sessiz, dikkat çekmeyen” bu çocuğun işlediğinden emin olduğu günahların bedeli olarak gönderildiği yolculuğuna çıkarılıyor okur. “Bir paket gibi” teslim edilip teslim alınırken sadece kendisinin bildiği ve duyduğu bir dille içine kapanıp onun yalnızlığını yaşayışında zamansal ve mekânsal yolculuğu… Diğer taraftan da toplumların, cemaatlerin ve ülkelerin görünmeden kaynayan kazanlarının fokurtusu da her daim satır aralarında.

Piçliğin” ve “gâvurluğun” batıni temerküzünden ibaret saydığı varlığından başka bir şeye sahip görmüyor kendini. Üstelik her zerresine sirayet etmiş olan terk edilmişlik hissi yüzünden bir sürgün, bir tecziyeden ibaret hayat ona göre. Kudüs’te, Golgotha tepesinde insanlığın günahlarının kefaretini ödemek için yine insanların sebep oldukları acılarla yüzleşirken kovulduğu Cennet’e, “Beni neden terk ettin?” diye seslenen tüm çocukların müşterek kahırları var sırtında. Roman boyunca kahramanın özdeşleştirildiği Mesih’in Göklerdeki Baba’nın çocuğu olması inancıyla paralel olarak o da koparıldığı anne ve babasının bir çocuğu neticede.

Annesinden koparılan sıradan bir çocuk mu? Yurdun koparılan bir Ermeni mi? Babası tarafından terk edilen küçük İsa mı? Âdem’in cennetten kovulmasıyla başlayan sergüzeştini hatırlayan bir âdemoğlu mu?

”Bütün çocuklar yalnız doğar… Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can yanmasının adı sonra korku olur. O korku hep ayrılığı hatırlatır. Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun Cennet’i… “

Esasen bu yolculukla gideceği yerde bir sürgün değil, öğrenci olacaktır. Türk olan annesinin gönülsüzlüğüne rağmen Ermeni olan babasının maksadı, onun Ermeniceyi ve inançlarını düzgünce öğrenmesini sağlamaktır. Dörde bölünmüş Kudüs’teki bir manastırda yatılı okuyacak ve kendini, aslını, özünü tanıma imkânı bulacaktır. Nitekim okuldaki öğrenciler 1915′teki Ermeni soykırımı nedeniyle İran, Irak, Lübnan, Suriye gibi ülkelere dağılmış olan Anadolu Ermenilerinin çocukları, torunlarıdır. Tıpkı romanın kahramanı gibi yurtlarından koparılan bu çocukların da mirası onunkiyle aynıdır. Zaten bu miras sayesinde Esayan, savaşların ve cennet dışı zamanların yürekleri törpüleyip nasırlaştırdığı bir dönemde yaşayan kahramanı üstünden çağa tanıklık da ederek, Kudüs’teki keşmekeşi, İsrail-Filistin davasını, Türkiye’deki siyasi karışıklıkları da sığdırır Jerusalem’e. Hemen hepsi Ortadoğu’nun ıstırabıyla kavrulmuş kahramanların çevrelediği, korkuları nedeniyle saldırganlaşan toplumların döngüsel şiddete saplanıp kaldıkları ve belki bu yüzden “Allah Baba’nın hiçbir duayı işitmez olduğu” bir dünyanın metaforik başkenti olan Kudüs’ün hikayesidir hepsi.

Roman boyunca sekiz yaşında bir çocuğun “müjde”sini okumaktan ötürü üslubun da naif bir libasa büründüğünü söylemek mümkün. Buna ilaveten bütünsel manadaki sağlam kurgusu, çok katmanlı ve çoklu okuma imkânı veren akıcı anlatımı Jerusalem’i iyi bir roman yapıyor. İnsanlığın umumi hislerinin müşahhas vurguları bazan öyle noktalara ulaşıyor ki, hikâyenin tamamı olmasa bile hissettirilen gerçeklikten ötürü ciddi bir otobiyografik ağırlığın olduğu düşünülüyor. Ama yazarı bunu inkâr ediyor. Beyan esastır…

Günlük yazılarındaki rikkat ve hassasiyetiyle de tanığımız Markar Esayan kendi suretine de yansımış olan duyarlılığını, edebi bir lezzet ve evrensel imgeler eşliğinde sunuyor okura bu romanla. Kısa süreli bir ayrılıktan sonra “Lema şabaktani”den “Ve’dduha”ya açıyor insanı. Böylece masallar uydurmaya yazgılı varoluşumuzla yeniden yüzleşme ve özlediğimiz masallarda yeniden dirilme ümidi de vererek…

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

17 Aralık 2013 Salı

Cemil Meriç’in düşünceye uzanışı: Saint-Simon

"On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok. Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım. İlim aşkı, insanlığı mutluluğa kavuşturmak, Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hale düşürdü. Niçin yüzüm kızarsın, eserimi tamlamak için yardım istiyorum…"

Çaresizlik içinde yazılmış bu satırlar fakirlikten boğulan bir mütefekkirin, Saint-Simon’un kalemindendir. Ömrünü adadığı fikirlerini, yazılarını, kitaplarını bastırmak için çabalamış durmuştur. Tıpkı, Türkiye’de bir asır daha yazılmayacağına inandığı bu düşünürü anlatma ihtiyacı hisseden Cemil Meriç’in uğraşları gibi. O da kitabını yayımlayabilmek için benzer sıkıntılar yaşar: Ümit Meriç’ten öğrendiğimize göre kimse kitabı basmak istemez, kendisi bastırmaya niyetlenir, sonra Vedat Günyol talip olur, dili tırpanlar, üslûbu yok eder, epeyi uğraşır velhasıl…

İlham verici bir fikir adamı olan Lütfi Bergen, belki de buradan hareketle bir yazısında Meriç’le Saint-Simon arasındaki bazı benzerliklere değinir. “Sefalet, işsizlik, ilim adamı yalnızlığı…” [1] Bu durum, esasında bu iki önemli düşünürün kaderlerinin ve eserlerinin menfî ve müşterek paydasıdır. Nitekim ümitsizlikten intihar eden ve bir gözünü kaybeden Saint-Simon’un çıkardığı Endüstri Sistemi için Meriç şöyle yazar: “Hep aynı düşmanca sessizlik, hep aynı rezil ilgisizlik…

İlginç birisidir Saint-Simon: Bir Malta şövalyesiyken geleneklere meydan okuyup liberal öğretilere sarılır, asker olur, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılır, yaralanır, dönüşte Meksika’da iki okyanusu birleştirecek bir proje hazırlar ama ilgi görmez, 1789′da köylülerden yana devrim safındadır, kontluğundan feragat eder, satın aldığı toprakları köylülere dağıtır, ömrü boyunca aç biilaç yaşar, dergilerini çıkaran liberal finansörlerle sosyalist fikirleri yüzünden arası açılır, sosyolojinin ilmî temellerini atar, fikirleri uğruna karısından ayrılır.

”Bütün velîler gibi tanınmadan yaşadı, küçümsendi ve ölünce ışık oldu…”

İlk sosyolog
Sosyoloji Notları’nda Cemil Meriç’in “Araplarla gelen müsbet ilimlerin kilisenin duvarlarında gedikler açması“na dayandırdığı Fransız Devrimi, Giddens tarafından çağımızın politik dönüşümlerinin bir sembolü olarak kabul edilir. Çünkü Devrim’le beraber toplum baştan aşağı yeniden şekillenmektedir. Batı, feodalizmden kapitalizme ya da gelenekselden moderne doğru bir evrim geçirmektedir.

Tarihte ilk defa olarak “sanayi” vasfıyla tesmiye ettiği bu toplumu, içinde bocaladığı anarşiden kurtarmak ister Saint-Simon. Bunu yaparken, Durkheim’e göre XVIII. asrın filozoflarının hayalî, ütopik sistemleri yerine hakikati inceleyip geleceği sezmeye çalışır, devrimden sonra Fransa’yı hangi sosyal düzenin huzura kavuşturacağını araştırır. Metafizik felsefenin şekilci genellemeleriyle bilimlerin dar uzmanlık alanları arasında yeni bir düşünceye yer açılabileceğini ilk olarak Saint-Simon’un öne sürdüğünü yazar. Umumî kültürle, manevî düzeni tesis etmek, sonra pozitif metodu kullanarak, toplumu doğa bilimlerinin bir nesnesi gibi ele alarak yeniden inşa etmek amacındadır. Böylece madde ilimleriyle insan ilimleri arasında fark kalmayacaktır. Bu yüzden Durkheim’e göre, sosyolojinin kurucusu olarak pozitif sosyoloji yönteminin Comte’a atfedilmesi bir hatadır: “Yeni bir tarihî metod, pozitif felsefe, sosyalizm… Hepsini tek kelimede toplamıştı Saint-Simon: Endüstriyalizm.” O, bu yeni ilme “sosyal fizyoloji” der. Sonra talebesi Comte tarafından adı sosyoloji diye ilan edilir.

Meriç’e göre Saint-Simon Endüstri Devrimi’nin ve sosyalizmin ideologu olmakla beraber sosyolojinin kurucu düşünürleri olan Comte, Durkheim ve Marx’ın da hocasıdır. Bazıları tarafından Saint-Simon’un gerçek devamcıları olarak Proudhon ve Marx anılır yalnız. Onlar Comte’u pek hayrla anmazlar: Birisinin “okudukça midemi bulandıran hayvan“, ikincisinin “ilmine saygım yok” dediği Aguste Comte da hocasını saygıyla anmaz. Saint-Simon için “hiçbir borcum yok o adama, kendisinden hiçbir şey öğrenmedim” diye yazar. Ama bu Meriç’i tatmin etmez. Ona göre, düşünce tarihinde Ödip kompleksinin en şaheser örneği ya da bir Yahuda İskaryot olan Comte, ölünceye kadar aynı vehmin kurbanı olarak kalır: Orijinal değildir, belki üslûp onundur ama fikirler Saint-Simon’undur.

On dokuz yaşında mühendislik okulundan kovulan Comte, ümitsiz ve işsizken sığınır Saint-Simon’a. Önce sekreteridir, sonra yazı arkadaşı olur, üstadın yıllardır tekrar ettiği fikriyatını geliştirir, beraber yeni bir felsefe geliştirmeye gayret ederler, ceza mahkemesinde beraberce müdafaa hazırlarlar. Yolun başındayken yazdığı mektuplarda, “tanıdığım en olgun insan, tutarlı, âlicenap, er geç anlaşılacak bir düşünür” diye metheder hocasını. Sonraları, “hayâsız cambaz, her türlü değerden mahrûm bir şarlatan” diye yazar…

"Tarihin çökmeye mahkûm ettiği müesseseleri yerle bir eden Fransız Devrimi” ve endüstriyle ilgili incelemeler yapan Saint-Simon, çağdaş toplumu endüstriye dayanarak yorumlayan sosyal bir felsefe kurmak amacındaydı. Tüm hedefi, ilmî metod olarak kabul ettiği pozitivizmi sosyal hayata uygulamak ve bu ilme dayanan bir politika kurmaktı.

Meriç, Saint-Simon’u incelerken onun sosyolojinin de çekirdeğini oluşturacak araştırmalarının odağına bakar, ütopik sosyalistlere. Yani en iyimser yaklaşımla, Saint-Simon kadar ütopist olan ve çağdaş Batı düşüncesini belli bir sınıfın belli bir dönemdeki ihtiyaçlarına göre ayıklayan ve aktaran bir fikir adamı olan Marx’tan önceki tüm sosyalistlere…

İlk sosyalist
Saint-Simon da diğer sosyalistler gibi doğuştan gelen hiçbir imtiyazı kabul etmez; endüstriyel eşitliği savunur, herkesi topluma kattığı değer ölçüsünde kıymetlendirir. Marx’tan evvel “mülkiyette değişiklik yapılmadan toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz” diye yazar. Mülkiyet çalışanların olacaktır ve herkes çalıştığı kadarıyla yetinecektir. Vatandaş kavramını soyut bulur, bunun yerine toplumu üreticilerden müteşekkil görür. Toplum, bal arıları ve eşek arılarından oluşmaktadır ona göre. Çalışan sınıfı ön plana çıkarır ve aylaklar olarak nitelediği toprak sahipleri ve askerleri mülkiyetten mahrûm eder. Rekabetin yerine işbirliğini koyar, tüketimi üretimin emrine verir. Bu sebeple iktisada yeni bir vazife yükler ve fakirleri göz önünde bulundurarak toplumu yeni baştan düzenlemek ister.

Toplumun her yönden yenilenmesi icap etmektedir ona göre. Önceki asrın filozoflarının inançları yıkmaktaki aceleciliği manevî temeli çökertmiş ve toplum darmadağın olmuştur çünkü. Endüstriyalizmin manevî bir arka plana da ihtiyacı vardır. Bu sebeple modern ilimlerle çatışan Hıristiyanlığın çökeceğini söyleyip toplumu etik temelinde yeni bir Hıristiyanlık anlayışına davet eder, hümanist bir panteizmdir bu aslında…

Meriç’e göre, kendi tarihiyle hesaplaşan Batı’nın derslerine kulak verilen iki hocası vardır, Proudhon ve Saint-Simon. Çağımızın gerçek habercisi dediği Saint-Simon’un yaşamı ve düşüncelerine odaklanma sebebiyse, onu bir asrı dolduran düşünce olarak nitelemesidir, çünkü çağımız onunla başlamaktadır. Ona göre, “Saint-Simon’a kadar hiç kimse insanın iktisadî ve sosyal faaliyeti üzerinde böylesine ısrarla durmamış, emeği öylesine yüceltmemiş, aylaklığı yermemiştir.

Ki kendisi de Kırk Ambar’da Saint-Simon’la ilgili bu eseri, devrim sonrası Fransası gibi bir fetret dönemi yaşayan Türkiye’nin alt üst olmuş değerler levhasına bir katkı, bir aydının Batı düşüncesine, düşünceye uzanışı olarak niteler.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
[1] Lütfi Bergen; “Cemil Meriç’in Endüstriyalizmi: Saint Simon”

9 Aralık 2013 Pazartesi

Türk şiirinin alacaklısını tanımak

"Metin üzerine çok şey yazılacak. Sapına kadar şair. Delikanlı. Ödünsüz. İstanbullu."
- Cemal Süreya

"Türk şiirinin bıçkın, hırçın ve külhan ağızlı uçarı şairi."
- Vedat Günyol

"Dili ve yaşamın dilini tepe tepe kullanan şair."
- Doğan Hızlan

"Metin Eloğlu Modern Türk Şiiri’nin zirvesidir."
- İsmet Özel

Bir şiirinde Metin Eloğlu, "Leman Hanım / size bir şiir borcum vardı ya / onu ödüyorum" diye yazmıştı. Leman Hanım'ı bilmeyiz, lakin bilmemiz gereken bir şey var. O da, Türk şiirinin borçlu olduğu, yani Türk şiirinin alacaklısı Metin Eloğlu'nu tanımak, daha iyi tanımak, şiirini kavramak, kavramak, kavramak...

Türkçenin nimetlerini sadece kullanmakla kalmayıp, ele güne de göstermiş bir şairdir Metin Eloğlu. Bu sebeple hakkında yapılan yorumlardan en dikkat çekeni modern Türk şiirini, zirveye taşıdığıdır. Türkçeye olan hakimiyetini bazen argoyla, bazen yaratıcılığıyla, bazen de haylazlığı-huysuzluğuyla birleştirmiştir. Ressamdır. Garip akımının da etkisiyle şiirlerinde özgün bir dil oluştururken düzensizliği ve dengesizliği hırçınca ele almıştır. Selahattin Özpalabıyıklar'ın en başta genç şiir okuyucularını düşünerek hazırladığı "Nedircik Yavrusu", Eloğlu'nun seçme şiirlerinden oluşuyor. Onu tanımak için çok yerinde bir ilk adım.

"Karnınız tokmuş, sırtınız pekmiş gibi,
Şöyle güler yüzle bir resminizi çekelim;
Gülün yahu,
Adamı sinirlendirmeyin!

Kusura kalma resimci bey! 
Gülmesini bilmiyoruz ki..."
- Hazır Kasabaya İnmişken Bir De Resim Çektirelim Dedik

"Memurluk bana gelmez,
Ticaret falan da yapamam, yaradılışım böyle;
Çelimsizim, taş kıramam.
Ben yazarak, çizerek geçinmek zorundayım;
Diyeceksin ki; ölme eşeğim ölme!"

- Aşk Mektubu

"Henüz yaşarken, bu efendi umut
Karanlık günlerin aydınlığa döneceği
Sakın tavsama sakın yüksünme
İnsanın yarası sağken iyileşir
Sağken omuz silkersin bunca engele."

- Varken

Şiirlerinin de kitaplarının da adları son derece ilginçtir. Düdüklü Tencere, Sultan Palamut, Odun, Horozdan Korkan Oğlan, Türkiye’nin Adresi, Ayşemayşe, Dizin, Yumuşak G, Rüzgâr Ekmek, Hep, Ay Parçası, Önce Kadınlar; yayımlanış kitaplarının isimleri. Hepsi toplu hâlde "Bu Yalnızlık Benim" adıyla mart 2003'te YKY'den çıktı. Doğru bir isim değilmiş gibi geliyor bu isim, diğer kitaplarına bakıldığında. Üstelik kitap, 3. baskısının yapıldığı mart 2010'dan sonra tükendi. Bulmam imkânsız hâle geldi. Umarım YKY gelecek zamanda yeni baskı yapar, insanlar da Eloğlu okur. Fakat Özpalabıyıklar'ın hazırladığı "Nedircik Yavrusu" gerek ismi gerekse seçilen şiirler bakımından oldukça faydalı. Faydalı diyorum çünkü Türkçenin Türk şiirinde

"Anlamam o kadar incesini
Sen yanımdayken yaşamak güzeldi işte

Bana maşallah derlerdi ne iyisin derlerdi
Neysem neyim kime ne."
- Sen Gideli

"Ispanakta demir var
Havuçta B vitamini
Bende bir paket cıgara
Tadına doyulmaz bir aşk
Üç günlük bir ömür var
Daha ölmedik yani."

- Kerem Evi

"Beni uslandır beni yüreklendir
Beni deli edip bırakma
Bilsen nereleri var kalk gidelim
Beni hep buralarda bırakma
Beni aç bırak evsiz urbasız bırak
Beni sensiz bırakma
Beni ne yap biliyor musun

Beni yont beni arıt beni ayıkla."
- İnce Elek

Elif ismi ve imgesi de Eloğlu'nun şiirinde önemli bir yer tutar. Elif ismine derin bir sevgisi olan bendeniz bundan daima etkilenmişimdir. Bu şiirlerinden hiç örnek vermeden, sizi Eloğlu şiiriyle -eğer hâlâ tanışmadıysanız- buluşmaya davet ediyorum. Türk şiirindeki en hırçın Türk şairi Metin Eloğlu, Türkçeye hakkını verirken, okuyucuya ve şairlere de bir ders veriyor aslında. İşte diyor, şiirde Türkçe böyle kullanılır, Türkçe şiirde budur. Okuyalım arkadaşlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Aralık 2013 Çarşamba

Kendi yaşamının iç mimarı olmak

"Kendi yolunu izlemek her zaman en kârlı iştir; çünkü bu yolun bizi yanılgılardan yeni benliğimize geri getirmek gibi bir uğuru vardır."
- Goethe, Tag - und Jahreshefte 1816

"Ne kadar kendi oldu insan
O kadar başka."

- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, 1. Bab: Şivekârın Çıktığıdır

İnsanın kendisini tesadüflere ve rastlantılara bırakması, kendiliğinin ve biricikliğinin mahvına sebep olur. Mahvolmak insana mahsustur. Yemek bayatlar, demir paslanır, insan mahvolur. Kısa bir yoklama yapalım hep birlikte. Arada bir kendine "Ben neredeyim ve ne yapıyorum?" diye soranlar el kaldırsın! Tamam, indirebilirsiniz. Şimdi de arada bir kendine "Ben neredeyim ve ne yapıyorum?" diye sormasına rağmen, bir şeyleri değiştirmeyenler el kaldırsın! Pekala, indirebilirsiniz. Bu soruyu hiç sormayanlar varsa onlar da ayağa kalksın! Oldu, oturabilirsiniz. Her şeyi gördük; değişen bir şey yok. Demek ki hâlâ taktığı saatin pahasına göre değerlenen erkekleriz ve yüzündeki makyajın gramajıyla kıymetlenen kızlarız. Hepimize koca bir aferin. Oturalım, sıfır.

"Var olmak bir ödevdir / isterse bir dakikalık olsun."
- Faust, II P, III

"Kendine en yakın kişi olarak kendini görenlerin kusuruna bakmam."
- Wanderjahre, III, 13

"Bir şairi tabiatın ona verdiğinden başka bir şey yapmak imkânsızdır. Onu başka biri olmaya zorlarsanız mahvetmiş olursunuz."
- Eckermann, 14.02.1830

Yaşamı tüm anlamlarıyla yaşama ve kavrama ustası bir şair, Goethe. Onun bahçesinden meyve toplamak için iyi okumak ve anlamak gerekir. Okumadan ve anlamadan da, yaşama ve kavrama eksik kalır. Ne eksiği? Bitik kalır. Hiç kimse bitik olarak ölmek istemez dersek birilerini kurtarmış olabiliriz lâkin er ya da geç kurunun yanında yaş da yanacak. Yani bitikler bitikleri bitirecek. Bitik olmayanlar kendi saflarına kimleri alabilirlerse daha saf bir yaşam mümkün. Bundan mütevellit kendi yaşamının iç mimarı olmamız gerekiyor.

"Sanatın en yüksek amacı güzelliktir ve en son etkisi de zarafet duygusudur."
- Schriften zur Kunst. Der. Sammler und die Seinigen

Yaşamı da bir sanat olarak görmek gerekir. Şimdi gördüğümüz yemek yapma sanatı, uyuma sanatı, aldatma sanatı, yatak sanatı, aşk sanatı, iş sanatı gibi saçmalıklar elbette ne kadar sanat, Ortada. Güzelin ve iyinin peşinde olması gerektiği, Ademoğlu'nun tek yol haritası. Ademoğlu olmakla herifçioğlu olmak arasındaki fark, insanla bitki arasındaki farkta: fotosentez yapmıyoruz. Güneşi (para) görmek ve suya (makam) kavuşmak bir takım bitkilerin aramızdan ayrılmasını sağlıyor çok şükür. Oysa doğanın dilinde insana ait ne çok şey vardır ve insan kalabilmek için.

"Dağlar, dilsiz ustalardır ve suskun öğrenciler yetiştirirler."
- Wanderjahre II, 9

"Gül hep imkânsız görünür / bülbülse akıl almaz."
- Divan. Buch Suleika, Suleika

"Tabiat Tanrı'yı saklar. Ama herkes için değil."
- Max. und Refl. 811

Weimar'lı bilgeyi er ya da geç demeden en yakın zamanda okumak ve yaşama bir de onun ufkundan bakmak lâzım. 25 yaşındayken yazdığı Genç Werther'in Acıları'ndan sonra birçok insan Werther gibi giyinip dolaştı, sonra da birçok intihar vak'ası oldu. Goethe'yi bundan yola çıkıp elbette övemeyiz ama nasıl bir etki alanı olduğuna en basit örnek olarak sunabiliriz. Divan'ı ve diğer tüm eserleri çığır açmıştır. Hâlâ çığırımızdan çıkmadıysak çukurdayız demektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Aralık 2013 Pazar

Gören kim görünen kim, kaldım gümân içinde

Dünya edebiyatı denildiği zaman aklımıza Amerika, Avrupa, Rusya, Güney Amerika ve son olarak Latin edebiyatı gelebilir. Bunu doğal karşılamak gerekir, çünkü dünya edebiyatı başlığı altında yayına hazırlanan serilerin çoğunluğu bu coğrafyaların eserlerinden oluşmaktadır. L&M Yayınları ise batı edebiyatı yazarlarından Andre Gide, Goethe, Chartier Alain, Gala Galection gibi yazarların yanı sıra, doğu edebiyatına girip girmediği tartışmalı olmakla birlikte, Meşa Selimoviç ve son olarak Hıdır Amangeldi’ye de yer vererek dünyanın batıdan -hele ki edebiyat anlamında- oluşmadığını göstermektedir. Şüphesiz doğu edebiyatı ürünlerinin dünya dillerine çevrilmesi okurda yeni ufukların açılmasına neden olacaktır. Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade, Meşa Selimoviç, Hıdır Amangeldi ve diğer doğu edebiyatı isimlerinin dünya edebiyatı başlığı altında işleniyor oluşu, dünya edebiyatı sahasında batı tekelleşmesine kâni olmaya başlayan okurların zihninde olumlu değişikliklerin fitilini ateşleyecektir diye umut ediyorum. Türkmen, Kırgız, Azerî ve diğer Türkî ve Kafkas eserlerinin Türkçe’ye kazandırılması ise bizim için ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Türkçe düşünen, Türkçe konuşan, Türkçe yazan ve Türkçe yaşayan bu sanatçıların eserleri bize hem kullanılan deyimler bakımından hem de eserlerde geçen yerel âdetler bakımından hiç de yabancı gelmeyecektir. George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli romanında örneklerini gördüğümüz, devletin bireyi kontrol altında tutma isteği, bu romanda da karşımıza çıkmaktadır. Ancak biliyoruz ki devlet, bireyleri fiziksel mânâda bir yerlere hapsedebilme kudretine sahip olsa da insanların zihin dünyasına müdahalede bulunması sanıldığının aksine kolay değildir.

Yunus Emre’nin ‘’Gören kim görünen kim, kaldım gümân içinde’’ mısrası ile başlayan kitap, hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir baltayı sap olamamış Şammat’ın ailesi ve çevresi tarafından hor görülmesinin verdiği ezilmişlik ile bir köye imam olması sonucu yakayı SSCB hafiyeliğine kaptırması ve varoluşsal sorgulamaları arasında cereyan etmektedir. Kitap aynı zamanda SSCB’nin Müslüman halkın kontrolünü elde tutmak için neleri göze aldığını da göstermektedir.

SSCB, Müslüman köylerde olan biteni en iyi köy imamlarının bileceğini ve köylünün imamın sözünden dışarı çıkmayacağını düşünmektedir. Bunun için görevlendirilen ajanlar köy köy gezip ağzı laf yapan, az buçuk mürekkep yalamış ve paraya gerçekten ihtiyacı olan Şammat gibi insanları köylünün yaptığını ettiğini jurnallemesi için imam olarak tayin etmiş, hatta kimi köylerde Mescid-i Dırar’ın örneklerinden açıp dini yaygınlaştırmayı ve din aracılığı ile halkı kontrol altına almayı amaçlamıştır. İnsanları bir arada tutan yegane düzenin din olduğunu SSCB de bilmektedir. Ayrıca köyde molla diye çağrılan ancak dini yalnız para kazanmak ve halk arasında itibar görmek için kullanan ihtiyarlar da vardır. Şammat bir bu insanların dini sömürmelerine bakar, bir kendisinin dini kullanarak hafiyelik yapmasına bakar. Kendisi bu durumdan aşırı derecede rahatsızdır ancak mollaların dini sömürmelerinden hiç de rahatsız olmadıklarını görür. Yanlış olanın hangisi olduğu konusunda kararsız kalır. Onlar gibi olamaz bunun yanlış olduğunu bilir ancak hafiyelikten de kurtulamaz. Şammat parasızlıktan ötürü giriştiği bu hafiyelik işini Allah inancını sorgulayan ve dünyadaki varlığının ne anlama geldiğini anlamaya çalışan, içine dönmüş bir garip olarak devam ettirir. Şammat, görenin kim ve görünenin kim olduğunu anlamaya çalışır.

Velhasılı kelam Şammat’ın yaşadığı bu varlık problemi Kierkegaard'un felsefî sorunsalına benzemektedir. Hıristiyanlık içinde ve hatta karşısında nasıl iyi bir Hıristiyan olunacağı temeline dayanan Kierkergaard, felsefesinde kavram olarak; saçma, bunaltı, korku ve kaygıyı kullanır. Şammat da köyde mevcut Müslümanlığa karşı doğal Müslümanlığın nasıl olacağı kaygısı ve bunaltısı ile bir ruhsal çatışma içerisindedir. Bu sebeple eser aynı zamanda ontolojik olarak duruşunu sorgulayan bir insanın Varlık’ın Biricikliği’ni görmesi sonucu çıkacağı noktayı da göstermesi bakımından varlık felsefesi okumalarında yardımcı olacak niteliktedir. Şammat’ın içinde bulunduğu bunaltı ve kaygı varlığı ile yokluğunun hiçbir anlamı olmadığını (mümkin-ül-vücûd) anlamasına neden olmuştur. Evrende cismen yer kaplamanın varlık olarak değil mümkün olarak gerçekleşebileceğini kavramış ve mutlak olan Varlık’a ulaşmanın insan için tek doğru olduğunu görmüştür. İnsan o Varlık’ı bulduğu takdirde kendisini bulmuş olacaktır. Çünkü dünya bir misafirhanedir ve insanın evi gibisi yoktur.

Bu noktada Parmenides’in Varlık ile alâkalı önermelerine de değinecek olursak ontolojik olarak Şammat’ın sırrına erdiği Varlık’ı daha iyi tanımış olacağız: Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey yoktur. Gerçeklik, yani Varlık mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur. Şammat’ın ‘’’’Allah yok.’’ diyebilsen, bütün dertlerinden kurtulacaksın gibi. Ben kıyametten, hesap gününden mi korkuyorum acaba? Gerçekten de ‘’yok’’ demekteyken ‘’var’’ demek kolay, fakat ‘’var’’ dedikten sonra ‘’yok’’ demek öyle kolay değil. Ama o kadar ‘’yok’’ demek istiyorum ki… Neyse, hesapsız bir şey yoktur.’’ İtirafı Parmenides’in Varlık hakkındaki önermeleri ile daha iyi anlaşılır. Tek, değişmez, sürekli bir Varlık’a ‘’var’’ dedikten sonra ‘’yok’’ demek için bütün bunların açıklamasının olması gerekir. Şammat dahil hiçbir mümkün ise bu yokluğun açıklamasını getirmeye muktedir değildir. Tek ve mutlak olan Varlık’ı mümkün ve kısıtlı deliller ile ispat etmeye çalışmak mantıksal olarak garabettir. O Var olan Bir’dir. Mümkün olan her ‘şey’e ise kendinden üflemiştir. İnsan ‘şey’ içinde yer alan ve Varlık’a ulaşması için akıl verilen bir mümkündür. İnsanın mümküne sığamayışı Varlık ile arasında ‘kâlû belâ’ ile kurulan ‘’din: deyn: borç’’tan ötürüdür. İnsan borcuna sadık kaldığı ölçüde kaygı ve bunalımlarının sebebi Varlık’a ulaşmadaki gayreti ile alâkalı olacaktır. Şammat’ın yaşadığı bunalımın seyri borcuna yakınlaşması ile şiddetlenmiştir. Dilce susup bedence konuşmaya başladığı rüya sonrası ise Şammat Sıbğatullah’a bürünmüş bir derviş olmuştur. Doğu edebiyatının hikmet ve bilgelik kokan satırları bu kitapta da hissedilir derecededir. Bu sebeple Türk edebiyatının doğu edebiyatı eserleri ile tanışması bir nevî ‘öze dönüş’e vesile olmuştur, olacaktır.

Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri.

Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri..

Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür îmandan içeri..

- Hz. Yunus Emre

Muhammed Faruk Özcan
twitter.com/mfarukozcan
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

19 Kasım 2013 Salı

Hiç kimselerin hikâyesi

Nurdal Durmuş’un “Hiç Sesler” kitabı kasım ayının üçüncü haftasından itibaren raflardaki yerini alıyor. Hem kitabın tüm aşamalarına şahitlik etmiş biri olarak, yanlı birkaç kelam etmek isterim. Çünkü bir yazını sevdiysek zaten oradan bize ilham olunan bir hakikat kırıntısının yandaşı da olmuşuzdur.

“Yazmak, aslında bilmenin değerini başkalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icattı.”
(Önsöz’den)

Hiç Sesler”, dostun dostla yankılanışı ile açılıyor… Nurdal Durmuş’un “Hiç Sesler”ini, Gökhan Şimşek’in kaleme aldığı önsöz yazısı ile yahut diğer bir değişle “Hiç Kimselerin Hikâyesi”yle görüyoruz önce. Bu ön gösterim ile bir insanın yaşamak parçalarına hazırlanıyor okuyucu. Kendinin aynadaki siretine…

İnsanın yaşamak macerası parçalardan müteşekkilken ve her bir parçası, bir başkasının alakalı-alakasız herhangi bir parçasına değiyorken bir bütün anlatıdan bahsetmek mümkün müdür? Hiç kimseliğe hangi yalın tecrübeden geçiyor yazar, nasıl bütün sesleri Hiç’likle bir kılıyor. Bu, bilinçsiz tecrübenin yazmakla bilinçlendiği, yeşerdiği, göğerdiği sayfalar boyunca pek çok sesin çokluktan Hiç’lik bardağına boşaldığına şahit oluyoruz…

Bilinçsiz tecrüben kasıt, misal böyle bir hakikati söyleten kudretler bütünüdür:

“Nuh son anda bileğimi kavrıyor:
- Çok dünya yutmuşsun! Ama oldu işte. Kurtuldun!”
(Hiç Sesler’den)


Kalbin bin bir gözden oluşan varlığını, insanî olanla hayretle doldurmaktır:

“Ayrıca sen bilmezsin sevgilim: Ben senin ardından çocuk parkının yanındaki çocuk mezarları içinde çok ağladım.”

Belki de deneme türünün tüm nankörlüğü; insanı bir kış günü, hızlı akan bir ırmağa hem susuzken hem de üşürken sokması… Nurdal Durmuş, ikinci kitabı olan “Hiç Sesler” ile aslında sesini gayet yükselterek ruhumuzu titretmeye kaldığı yerden devam ediyor. Tanıklığına, rahatsızlığına, mutluluk ve endişesine kendi yansımamızdan şahit ediyor bizi.

İlk kitabı “Hayata Başlık Atamadım” ile başlayan yazma-okuma serüveni, dünyayı gezdikçe ve aslında dünyadan geçtikçe artarak öyle hiçleşiyor ki -sanırım- bütün seslerin intiharına dönüşüyor. Hakikat karşısındaki suskunluğumuza gönderme mi yoksa dedirtiyor bize misal “Her şeyden önce insandım, unuttum” diyerek…

Geçen sadece zamanmış meğer geçmeyen her şey” derken yaralarımıza doğru gidiyor parmaklarımız.

Kısaca, bir şahit -Nurdal Durmuş- bir başka şahide hiç seslerden bir bohça sunuyor… Deneme raflarında… Orada burada… Okumak isterseniz…

Okumak isterseniz, seslerden kalkar aramızdan, tüm cevaplar aslında her gün okuduğumuz Kâinat kitabında.

Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan

18 Kasım 2013 Pazartesi

İçindeki merak duygusunun peşi sıra sürüklenenlere

Hikâyeleri içinde saklayamayan karakterler, bu hikâyelerin kahramanı olan kayıp şahıslar ve kalbini saran merak hissiyle o kayıp şahısların ardından giden bir garip adam. Matbaa işçisi Cezmi Kara, sessiz sedasız, kendi halinde çalışan ve yaşayan bir adamken çalıştığı yerin bir kuytu köşesinde bulduğu Kayıp Şahıslar Albümü'ndeki yüzlerin peşinde düşünce, bu yüzlere ait birbirinden tuhaf hikâyelerin de girdabına kapılır. Kendisini hakimiyeti altına alan merak canavarının nasıl tehlikeli olduğunun farkına varmaksızın sıradan hayatından sıyrılarak bu hikâyelere ortak olur.

"Yeryüzünde yalnız kalmış ölümlüler arasında şifası olmayan yegâne hastalık, hikâyeleri içinde saklayamamaktır."

Sinemacı ve ressam kimliğini, metinlerine de yansıtan Tayfun Pirselimoğlu, "Kayıp Şahıslar Albümü" isimli romanında içiçe geçmiş hikâyeler, birbirine teğet geçen hayatlar ve kaderleri birbirine bağlı ama bundan haberi olmayan insanları anlatıyor. Kitap ara öykülerle ilerlerken ana öykü de ayrıntılı ve ağır anlatımıyla ön plana çıkıyor. Bu arada sayfalar ilerledikçe ara öykülerin birbirleriyle zincirleme bir şekilde bağlantılı olduğu fark ediliyor. İsimler, şahıslar, olaylar arasındaki kesişmeler okuyucuyu "acaba kaçırdığım bir detay var mı?" hissiyatıyla ara ara önceki sayfalara geri dönmeye zorluyor.

"Meryem" adında bir kadına duyulan akıl ve mantıkla açıklanamayacak tutkulu bir aşk ve u aşkın peşinde kendini kaybeden şahıslar var her öyküde. O yüzden her öykü "Meryem"de birleşirken, ona aşık karakterler de öyküler arasında geçiş yapıyorlar. Bol ara cümleli, bol tesadüflü ve isimli bu öykülerde detaylar zaman zaman yorucu olabiliyor. Bazen kurgunun zorlamaya kaçtığını da düşündürebiliyor. Özellikle kitabın sonuna kadar merak duygusunu dalga dalga artırırken finalde beklenen patlamayı yapamıyor. Ama yine de bir sürü tesadüfi olayı en ince ayrıntısıyla kurguya adapte etmeyi başarmış Pirselimoğlu.

"Sonuçta hayat gereksiz gibi görünen ayrıntıların toplamından başka bir şey değil midir zaten?.."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

15 Kasım 2013 Cuma

İstanbul'u anlamak ve ona inanmak

"Hak yerine getirdi en büyük niyazını: 
Kıldı Ayasofya'da ikindi namazını.
İşte o günden beri Türkün malı İstanbul,
Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul."

- Nâzım Hikmet, Sekiz Yüz Elli Yedi

"Deniz, kubbe ve minare denildiği zaman İstanbul demektir. Bunu dünyanın hiçbir yerinde başka türlü anlamlandıramazsınız."
- İsmet Özel, 31 Mayıs 1995, İstanbul Kimin?

Yakın zamanda İstanbul'da yaşanılan hadiselere, gösterilere, eylemlere ve şovlara baktığımızda yine gördük ki, "biliyorum" diyenlerin hiçbirinin bir şeyden haberi yok. Bunu sadece halk nezdinde değil elbette "âlimulema" nezdinde de belirtmek lâzım. Konu İstanbul olunca, İstanbul'un tarihini son 50 yıla yayanların, ne yazık ki İstanbul hakkında konuşacak şeyleri kısıtlı ve dolayısıyla boş oluyor. Konuşmasalar da olur. Yeni bir fikirleri olmadığı gibi, yeni bir söylemleri de yok. Modernizmle postmodernizm arasında sıkışmış ruhları, başlarında kalmamış akılları ve muhtemelen cüzdanlarında kalmış olan vicdanlarıyla İstanbul'un tüm dünyanın bir kriteri olduğunu -bak sen!- hâlâ anlamamış birine İstanbul'u anlatmaya başlamak çok zordur. İbrahim Paşalı bu kitabıyla şunu söylüyor: Kopenhag kriterleri diye bir şey yoktur, İstanbul kriterleri vardır ve kıyamete kadar da olacaktır.

En baştan söylemek gerek, bu kitapta ekonomik, finansal, mimari yahut sanatsal verilerin içine gömüleceğini zanneden ve bu yüzden hâlâ okumayan pişman olur. Paşalı'nın İstanbul Kriterleri'nde aşk da var, buhran da var, neşe de var, hüzün de var, mizah da var. Yani İstanbul var. İstanbul varsa kıymetlidir bu duygular.

"İnsanın sevdiklerini uyurken seyretmekten, saçlarını öpmekten, açılmışsa şayet üstünü örtmekten mahrum olması, doğrusunu Allah bilir, günahlarına kefaret sayılsa yeridir."

"Süleymaniye’nin karşısında, tarihin üstünde bağdaş kurup oturdum tespih çekiyorum: seni seviyorum. seni seviyorum. seni seviyorum."


Bu tip cümleleri yazılarının sonuna mutlaka serpiştiren İbrahim Paşalı'yı daha önce okuyanlar bilir ki kendisi ciddi bir Bosna ("Gençler, evlenmeden önce Bosna'ya gidin!" de demiştir), harikulade sesler seçen ve dinleten bir müzik (Yıllarca radyolarda program yapmıştır) ve eski otomobil (Makam Arabası) âşığıdır. Aşık ile âşık kelimeleri arasında biyolojik, fizyolojik ve ruhsal farklılıklar olduğunu bilmeyen de bu tip aşkları pek önemsemez. Çünkü aşık bir kemik adıdır; âşık ise sevgi duyma hâlidir. İstanbul sevgidir, sevgilidir. Bu yüzden batının da ilgi(!) gösterdiği tek yerdir.

"Meydanlar ve bütün köşeler, doğruları söylediği için dokuz köyden kovulduğunu söyleyen insanlarla dolu. Can sıkıntısından Fransızca kursuna gidenlere, dişlerine tel taktırmış olduğu için utanan ve mecbur kalmadıkça konuşmamaya çalışan genç kızlara, kahvehane köşelerinde her gün evlatlarının hayırsızlığını konuşmalarına azık yaparak günü akşam eden yaşlı babalara, "başkan"ın konuşmasını yazmaya çalışırken tıkanan ve belki bir fikir verir umuduyla kitapları karıştıran danışmanlara, yazardan ilk ismiyle bahsedip yazarın bir cümlesini eleştiren ve böylece kendini iyi hissedenlere..."

İstanbul'u anlamak aynı zamanda Saraybosna'yı, Kudüs'ü, Bağdat'ı, Halep'i, Şam'ı, Musul'u ve Kıbrıs'ı da anlamak Paşalı'ya göre. O bir gece yürüyüşçüsü. El feneriyle değil yüreğinin feneriyle yazmış İstanbul Kriterleri'ni, besbelli. Yazarken hangi derdi esas aldığını da şöyle özetlemiş

"Herkese ama herkese şunu anlatmaya çalıştık her yazıda: Dokuz köyden kovulmasına rağmen, hâlâ şehri bulamamış olanlar "doğruyu söyleyen" olamazlar. Doğruyu bulamamış, şehirli olamamış kişi doğruyu nasıl söylesin? Olsa olsa, kendince, yanlışları söyleyebilir "onuncu köy"ün sakinleri. Köylüler sadece yanlışları, şehirliler hem yanlışları hem de doğruları bilirler. Şehir bir çözümlemedir ve sorunları nasıl ve ne kadar çözdüğümüze şahitlik eder."

İster katılın ister katılmayın. Ortada bir değil bin İstanbul kriteri var ve bu kriterler hem kendimizi, hem vatanımızı hem de dünyayı anlamamız, ama dünyaya uymayıp kendimiz kalmamız için oldukça önemli. Geç kalmadan. Çünkü bir tane İstanbul var, bin değil.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Kasım 2013 Cumartesi

Edebiyata edeple yanalım ki, yanılmayalım

"Delilsiz gidilmez yollar yamandır
Göçtü kervan kaldık dağlar başında."

- Yunus Emre

"Derd ile hursend olan derdine dermân istemez
Zevk-i mihnet bulsa, âşık rahât-i cân istemez"

- Fuzûlî, Hadikat es-Süeda

Edebiyat, hayat ve inanç. Üç kritik hassasiyet. Nurettin Topçu'ya göre insan, üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: Hakikatin, hayrın ve güzelliğin. Eğer bir bağ kuracaksak; edebiyatta hakikat, hayatta hayır ve inançta güzellik aramak, onların peşinde olmak lâzım. İnancı veya değerleri ne olursa olsun edebiyat okuyucusunun, edebiyatı hayatının neresine koyduğu yahut koyması gerektiğine dair bu "ortak" kitabın temel vasfını T. S. Eliot açıklıyor: "Edebi yargı yahut değerlendirme için aynı anda kesin biçimde iki şeyin birden farkında olmamız gerekir: "Neyi sevdiğimizin (veya neden hoşlandığımızın) ve neyi sevmemiz gerektiğinin. Çok az kimse her ikisini bilecek kadar dürüsttür."

Şûle Yayınları'ndan nisan 2011'de çıkan ve şimdiye dek 2 baskı yapan kitabı Kemal Konuşmaz yayına hazırlamış. Üç bölümden oluşuyor, sunuş bölümünde kitabın derdi özetleniyor: "...Bütün bu olup bitenler karşısında tarihinin bu nazik döneminde bu ülkenin insanlarına düşense bir an evvel cehaletten, aymazlıktan, budalalıktan, kurtulmaktır. Eğer bu topraklar üzerinde kalacak ve sendeleyerek, sağa sola yalpalayarak da olsa ayakta kalmayı sürdüreceklerse hiç olmazsa başlarına çorap örenlerin ördükleri çorapları, kurdukları tezgâhları sezecek olgunluğa, çözecek ferasete kavuşmaları gerekir."

İlk bölümün açılışında Honere Daumier'in "Resmi sergiye kabul edilmeyen ressam haykırıyor: İşte bunu geri çevirdiler, cahiller!" anlatımlı, 1859 tarihli bir çizimi var. Charles D. Warner bu bölümde edebiyat ile hayat arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Dolayısıyla çizim, daha yazıya başlamadan zihni kurcalıyor. Eğer "kitaplarla yaşıyorum" romantizmi(?) yapıyorsak, yani kitapların dünyasında soluyorsak oksijeni, aradığımız ve bulduğumuz şey gerçekten oksijen mi buna bakmak gerekiyor. Hayatın kıymetini anlayabilmek, ufku genişletebilmek, daha iyi olmak ve iyi şeyler yapabilmek için edebiyatın konumu her sahada yorumlanıyor Warner tarafından. Siyasette, psikolojide, dinde ve geleneklerde. Özellikle Platon'un (Eflatun, İÖ 427-347) "Yasalar"ı ve Sokrates'in (İÖ 469 - 399) "Devlet"inden gelen yorumlarla birlikte yazı, oldukça güçlense de en büyük gücünü okuyucuyu yormayan üslubundan alıyor.

İkinci ve üçüncü bölümde dönemine damgasını vuran İngiliz şair T. S. Eliot (1888 - 1965), önce "Din ve Edebiyat" sonra da "Edebiyat ve Çağdaş Dünya" konularını sorguluyor. Birinci konudan önce Kathe Kollwitz'in "İhtiyaç", ikinci konudan önce de Pieter Bruegel'in "Ressam ve Müşterisi" adlı resimleri görünüyor. Yazılarla olan uyumları, bu resimler üzerine düşünmek için okuyucuyu zorluyor ve iyi de yapıyor. Eliot özellikle ilk yazısında yazıda ahlâkı arıyor, aranması gerektiğini savunuyor. Bu da okuyucu olarak bizlerin aklına -kaldıysa o kadar aklımız- Mehmed Âkif Ersoy'un "Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter" sözünü getiriyor. Eliot, şu üç yorumuyla hem zihne hem kalbe aşı yapıyor:

"Edebiyatımızı dini yargılarımızdan ne kadar eksiksiz, ama yine de ne kadar akıl almaz biçimde ayırdığımızı kavrayamadığımız konusunda kati bir kanaate sahibim. Eğer tam bir ayrılma yahut kopma olabilseydi belki bu bir mesele teşkil etmeyebilirdi: fakat bu ayrılma (edebiyattaki sekülerleşme) tam bir kopma değildir ve asla da olamaz."

"İleri sürmek istediğim şey çağdaş edebiyatın bütününün, Dünyevileşme (Secularism) dediğim şeyle çürümüş olduğu, tabiatüstü hayatın anlamının, tabii hayata üstünlüğünün farkında olmadığı, bunu anlayamadığıdır: esas ilgimizin, öncelikli kaygımızın bu olması gerektiğini düşünüyorum."

"Türünün en iyilerini vaktimiz elverdiği nispette okumayı sürdürmeliyiz; fakat bunu bıkıp usanmaksızın kendi ilkelerimize göre eleştiri süzgecinden geçirmeliyiz ve sadece yazarlar ve basında eleştiri yazıları kaleme alan eleştirmenler tarafından ilkelere göre değil."


Eliot ikinci yazısında günümüzü yere seriyor, üzerinden geçiyor, gerektiği yerde çiğniyor. Çünkü konu "Edebiyat ve Çağdaş Dünya". Aman ne çağdaş. Çağ ve daş. Ne kadar arkadaş?

"İnancımız en ince noktalarına kadar sarsılmıştır: sözgelimi artık hiç kimse bilimsel keşiflerin kendiliğinden insanlığın yararına olduğuna kani değildir. İcat yahut buluşlar yaratıcı etkinlikten ziyade yıkıcı etkinlik için zemin teşkil edebilir; insanları işlerinden eder ve tüketimi düşürürken üretimi artırır. Bununla beraber ilerleme öğretisinin özünü muhafaza ediyoruz: içinde yaşadığımız zaman dilimine ihtiyacımız yok."

Şahıs olmanın, ayakta kalmanın ve çamura batmamanın şiirle mümkün olduğunu şair, yeniden belirtiyor:

"Sürekli yeni şiir üretiminden daha önemli meseleler vardır, her ne kadar yeniyi üretmekten kesilen bir halkın eskiyi değerlendirecek gücü de kaybedeceği kaçınılmaz ise de. Önemli olan şiirin yaratımının şahsiyetin muhafazasına, kişinin başka kimselerle, Tanrı ve toplumla ilişkisinin korunmasına dayandığıdır."

Bu sayfa sayısınca incecik ve konusu gereğince oldukça kalın olan kitaptan çıkan sonucu okuyucu belirleyecek şüphe yok ki. Ancak her kafada -neredeyse o kafalarımız- edebiyatın hayatımızın merkezinde olması ve oradan ne olursa olsun ayrılmaması gerektiği de yankılanacaktır. Yankılanmıyorsa, yandık demektir. Edebiyata edeple yanalım ki, yanılmayalım.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Kasım 2013 Cuma

Bir daha denemekten korkmayanlara

"Bana hayatımı unutturan bir şey vardı üstümde… Fazladan bir şey… Aşk." diyor Hakan Günday’ın son romanı "Daha"nın kahramanı "Gaza". Ama ne bir aşk öyküsü ne de gülümseten tatlı anların anlatıldığı bir roman. Daha’dan başka söyleyecek sözü olmayanların öyküsü. Daha az ve daha fazla arasında kalmışların hikayesi... Dahaları üzerlerine yıkılanların anlatısı… Ve Daha, bir daha denerken öğrenen, bir daha çabalarken ölüp dirilen Gaza’nın hayatı. Günday, kitabını Rönesans resminin dört temel ögesini baz alarak bölümlendirmiş. Hikayenin açılma, kapanma, tıkanma, durma, ilerleme ve bitişini bu tekniklere bağlı kalarak anlatmış.

Gaza henüz 9 yaşındayken insan kaçakçısı olmayı öğrenmiş bir çocuk. Her fırsatta kendisine "Babam bir katil olmasa… ben doğmayacaktım" diyen, babasından ölesiye nefret eden ve bu nefreti yıllar geçtikçe katlanarak çoğalan bir çocuk. Hiç küçük olamadan, hiç temiz halini göremediği bir dünyada kendince kendi mücadelesini veren bir çocuk.

Doğudan-batıya umut taşıyan bir köprünün yavaş yavaş yıpranıp hasar alan ve sonunda kopan iplerinden biri Gaza. Kaçakları sırtında, kalbinde, ruhunda taşıyan bu köprünün kendisi aslında.

Daha, Gaza karakterinin nefretinden beslenen bir roman. Pek çok paragrafta kişiler, düzen, toplum ve işleyişe indirilen acımasız giyotinler görmek mümkün…

"Sokağında savaş mı var? Ha? Evinin önünde insanlar birbirini mi öldürüyor? Git, çık, savaş sen de o zaman! Öl, yaralan, sakat kal! Açlık mı var sizin orada? Çocuk yap, onu ye! Kendini ye! Ama kalkıp da dünyanın öbür ucuna gideceğim diye benim hayatıma sıçma!"

Hikaye boyunca Gaza, Hakan Günday’ın eleştirmek istediği ne varsa bunları kırmak, yıkmak ve öldürmek yöntemiyle yapmasını sağlayan bir makine görevini üstleniyor. Hayatının kumandası babasının elinde olan ve tüm çocukluğu boyunca kumandayı ele geçirmek için direnen ve neticede deliren bir makine. Deliren ve önüne gelen her şeyi yerle bir eden…

Anlattığı olaylarda ani çıkışlar ve kırıklar yaratmasıyla tanınan Hakan Günday Daha’da da okurun bu beklentisini karşılıyor ve olaylar kitabın ortalarında bir anda bambaşka bir hal alarak değişime uğruyor. İlk iki bölüm boyunca Gaza, babası, yaptıkları iş ve içinde bulundukları koşullara yoğunlaşan Günday kalan iki bölümde Gazayı yapayalnız bırakıyor ve hikaye Gazanın öfkesine karışan yalnızlık, korku ve delilikle birlikte her bir ara bölümde hızla değişip dönüşerek finale ilerliyor.

"Nefretimi bu dünyadan çıkarınca geriye ne kaldığını bulabilsem, bitecekti bütün bu hikaye."

"Biyolojik gerçekler bir günde değişse ve insan yalan söylediği anda, beyin kanamasından ölse, dünya öyle boşalırdı ki dinozorlara yeniden yer açılırdı."

"Maddenin olmayan bir haliydim, olmaya da niyetim yoktu."

Son kertede yaşı ilerledikçe öfkesi de ilerleyen, öfkeyi doğurup onu yiyen ve bu sayede hayatta kalan bir insan haline geliyor Gaza. Ancak öfkeyle birlikte umudu da doğuruyor. Belki bilinçli, belki bilinçsiz tecavüz ettiği tüm kaçak hayatlardan umuda gebe kalıyor ve Daha bir umudun bir amacın romanı halini alıyor. En önemlisi Kaybettikçe daha çok hırslanan, delirdikçe daha çok akıllanmak isteyen, uzaklaştıkça daha çok uzaklaşmayı dileyen ve bir ölünün peşinden sürüklenerek hayattaki tüm insanları yeniden sevebileceğine inanan bir adamın romanı oluyor Daha…

Günday’ın Daha’sı bu noktadan bakıldığından geçmişin hayaletlerine kezzap dökmeyi, ama o kezzaptan önce döken kişinin içip hayatta kalmayı öğrenmesi gerektiği mesajını veriyor.

"Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, geleceğe doğru yeterince hızlanamamış ve geçmişime yakalanmıştım."

Gaza kurtuluşu simgelerken kurtulamamayı, başarırken başarısız olmayı, insanlardan tiksinirken onlarsız yapamamayı ve salt yalnızlığı resmediyor.

"Sokaktaki hayat fazla kişiseldi. En küçük şey için bile insanlarla yüz yüze konuşmak gerekiyordu. Ancak dünya bensiz de dönebilirdi."

Daha, bir baba oğul öyküsü olması bakımından da önem taşıyor. Aile ilişkileri, babanın oğula sorumlulukları, oğulun babaya görevleri, bunların günümüz aile yapısında nasıl işlediği ve önem sıralaması yapıldığında neyin nerede durduğu gibi soru işaretleri yaratıp okurun kendi kendisini yanıtlamasını sağlıyor.

Hepsinden ayrı düşünüldüğünde Hakan Günday’ın bir diğer farklı özelliğine bu romanda da rastlamak mümkün Hemen hemen tüm kitaplarında eşcinsellik ve ötekileştirilen bireyin sorunlarına dikkat çeken anlatımlara veren Günday Daha’da da büyük ölçüde bu duruma dikkat çekiyor.

Son olarak Daha için Gaza'nın babası Ahad’ın adının tersinden, altüst ettiği bir hayatın altında kalanların anlatısı denilebilir. Bir çocuğun çocukluğuyla bir yetişkinin yetersizliğinden doğan travmanın değiştirdikleri… Gaza’nın dahaları… bir daha bin daha milyon dahalar… Ama bir türlü silinmeyen geçmiş yüzünden hep aynı sona açılan Daha kapıları…

Daha Hakan Günday’ın müthiş edebi zekası ve kusursuz bakış açısıyla taçlanan melankolik ve karanlık bir kitap. Tam da karanlık kış günlerinde okunacak türden.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Kasım 2013 Pazartesi

Neyi kaybettiğini hatırla

"Fırsat el vermiş iken vakti ganimet bilelim
Ömrümüz hâsılını mihr ü muhabbet bilelim."
- Cemâleddîn-i Ezherî

"Zaman: solgun ve gri bir koridordu
Orada çok üşüdüm."

- Birhan Keskin

Geçen zamanın ne kadar farkındayız? Neredeyiz ve ne yapıyoruz? Nasıl bir sahnede rol oynadığımızı biliyor muyuz? Yoksa rolleri reddedip kendimiz olmak, kendimiz kalmak için bir şeyler yapıyor muyuz? Neyin farkındayız? Sorular, sorular ve sorular. Bir şeylerin farkına varabilmek için önce sorulacak sorulara, sonra da verecek cevaplara ihtiyacımız var. Farkındalık değil bu, farkında olmak. Yani önemsemek. Kendimizi.

Tevazu, alçak gönüllü olmak değil; nerede ne yaptığını bilmekten gelir. Biz daha durduğumuz yerin bile farkında değilken, nereye varacağımızı kestirmemiz de mümkün olmuyor. Tüm bu koşullarda, gördüklerimizi anlatacağımız ve derdimize "dertdaş" bulacağımız bir ortam arıyoruz. Arıyor muyuz? Bu arayış bir bela aramaya dönüşebilir mi aynı zamanda? Derdine ortak arayan, belasını da arıyor olsa gerek. Farkında olan, belki de belasını bulmuş olandır. Bunu Şule Gürbüz'e sormak lâzım.

"Bir şairin anlattığı ve yansıttığı dünya benim sürekli bakışımdı. Üstelik onların çoğu bu bakışı zorla satın alırken ya da bir kere şiir yazmayı öğrendikten sonra aynı zehri farklı şekil ve hallerde sadece uyguluyorlardı. onlar, içmeyen uyuşturucu satıcıları gibiydiler. Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Şiir yolundan da sağlam geçmiş bir yazarın kalemi bu kez bir şeylerin farkına varabilme yolunda kılavuz olma derdinde. Devayı bulup bulmamak da okuyucunun elinde. "Kambur" ve "Coşkuyla Ölmek" kitaplarından farklı olarak bu kez Şule Gürbüz, canımızı sıkıyor. Çünkü bakıp geçtiklerimizi, gözümüze sokuyor. "N'oldu?" diyor, "Hadi!" diyor, "Buyurun!" diyor. Halil İbrahim sofrası değil bu, dert sofrası. Yerseniz.

"Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok sayamadığımı, geri çekilip çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli vermeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. "Peki şimdini görüyor musun?" diye sormayın, onun da var en az bir on beş senesi. insanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş senede bir anlamasından."

Her ne kadar içinde birkaç hikâye varmış gibi görünse de ilk bakışta; bir hikâye, öykü ya da romandan çok deneme-inceleme tavrı var "Zamanın Farkında"da. Kendisinin viyolonselci, mekanik saat ustası ve şair olduğunu biliyoruz. Saat tamirciliğinin bir insanı "zamanı görme" konusundaki ustalığa taşıyacağını da yine bu kitabından rahatlıkla görebiliyoruz. Sanılmasın ki kitap rahatlıkla okunabiliyor. Tam aksine, zor koşullara sokuyor okuyucuyu. Türkçeyi ustalıkla kullanırken, günümüz gençliğinin ağzındaki lakayt üslubu da alaşağı ediyor. Yerin dibine sokuyor, iyi de yapıyor. Ellerine sağlık. Şu cümleye bakarsak da, yine günümüzün rahatlarının rahatını bozacak güzellikler yakalayabiliriz.

"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye'den Tünel'e kadar yürüseydim."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mezar taşında yazan şiiri, "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir anın parçalanmaz akışında" dizelerini hatırlayarak, zamanın farkına varmak gerek. Bir an önce. Dolayısıyla bu yazının başlığı için en uygunu, bir İsmet Özel kitabının adıydı. Mazur görülür inşallah. Hayat, koca bir mazeret zira...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Kasım 2013 Pazar

Elbet aydınlanacaktır günlerimiz

Anlamadım! Ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi?
 Fikret karanlıklar içinde bir nur görüp halkı o nura doğru götürmeye çalışırken siz nerelerde idiniz?

Demiş Mustafa Kemal onun hakkında. Kendisiyle tanışamasa da bütün eserlerini okumuş olduğunu söyleyen Atatürk, “Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.” diye de eklemiş. Sahiden de sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda eşine az rastlanır bir adammış Tevfik Fikret. Öğretmen maaşları kesintiye uğradı diye Galatasaray Lisesi müdürlüğünden istifa eden, oğlunun mürebbiyesine karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duysa da karısına olan sadakatinden ödün vermeyen, yalnızca ona şiir yazmakla yetinen, zulmün karşısında, hiçbir gruba ait olmadan tek başına özgürlük mücadelesi veren bir şairmiş.

Hıfzı Topuz’un Elbet Sabah Olacaktır kitabını okuyana kadar bu kadar saygıdeğer bir şairimiz olduğunu bilmiyordum. Elbette ki daha önce Tevfik Fikret şiiri okumuş, kelimelerinden beslenmiştim fakat sansüre karşı olan mücadelede en önde yer alan, yalan ve haksızlığın olduğu yerde karşısındaki kim olursa olsun tepkisini esirgemeyen, meşrutiyet ilan edildikten sonra herkes İttihatçıları alkışlarken,  Padişahın zulmünün bitmesine sevinmesine rağmen İttihatçıların iktidarda nasıl baskıcı bir hale bürüneceklerini öngörebilen bir şair olduğunu bilmiyordum. Atalarının Sakız Adası’ndaki katliam sonrası İstanbul’a getirilerek bir Türk ailesi tarafından yetiştirildiğini de...

Şiir okumak insanın ruhunu besler, evet. Ama bu besin kaynağının içindekileri özümseyebilmek için dizelerin nasıl bir düzen içinde akıtıldığını bilmek gerekir. Ancak o zaman insan o şairle bir olabilir, kullandığı noktalama işaretlerinin bile neden orada olduğunu anlayabilir. Şair aracılığıyla da dönemin sosyolojik analizini yapabilir.


Tevfik Fikret’i ister, ister sevmeyin; eğer II. Abdülhamit döneminde halkın durumunu, aydınların bu baskıcı yönetimde yerini ve II. Meşrutiyet sonrasında değişen güçleri, gazete ve dergilerin sansürle nasıl savaştıklarını merak ediyorsanız,
Elbet Sabah Olacaktır kitabını okumanız gerekenler listesine ekleyin derim. Sonra belki hep birlikte o zamanlarla bugünler arasındaki benzerlikleri görüp bu savaşı vermiş şairlerden, yazarlardan feyz alma vaktinin geldiğini fark ederiz.

Elbet aydınlık olacaktır günlerimiz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio             

23 Ekim 2013 Çarşamba

İyiye doğru, umutla, her zaman

"Gerçeği aramasını ve söylemesini bilememek, gerçek olmayanı söylemesini bilmenin örtemeyeceği bir kusurdur."
- Boris Pasternak

Sahaf gezmek, kitap okuyucusuna yahut tutkununa türlü sürprizleri de beraberinde getiren, adrenalini yüksek bir hareket. İstediğiniz kitaba ulaşıp ulaşmama endişesinin yanında bir de hiç beklemediğiniz kitaplarla karşılaşma güzelliğini yaşayabiliyorsunuz. İlk baskısı 1968 yılında Ant Yayınları'ndan, ikinci baskısı ise 1985 yılında Su Yayınları'ndan yapılan bu kitapla karşılaşmamın özeti şu: sahaf talihi.

Kitabın üzerine tükenmez kalemle "Bunu Oku" yazılması kabul edemediğim şey, fakat en az on yıldır aradığım bu kitabın önemini bildiğim için ses etmedim. Şairin yaşamını görmek, okumak istiyordum çünkü bir an evvel.

"Bir şairin yaşamı şiiridir. Gerisi ancak dipnot olabilir. Şair, ancak, okuyucu onu avucunun içinde tutuyormuşçasına, her şeyiyle -duyguları, düşünceleri ve eylemleri ile- görebiliyorsa, şairdir... Şiir aldanmaz. Şiir sahtekarları ortada bırakır. Şiir yalanı asla bağışlamayan bir kadındır."

Yevgeni Aleksandroviç Yevtuşenko, Rusya'nın (doğduğu 1933 yılını düşünürsek SSCB demeli) en büyük şairlerinden biri. Özellikle Stalin'in son dönemleri sonrasına etki ediyor. Derdi ise şu, tüm gerçekleri korkmadan ama biçim kaygısı gütmeden, özgürce haykırabilmek. Bu yolda çok çile çekmese de türlü badireler atlatıyor. Şiirleri başlarda küçük ve önemsiz görülürken kısa bir süre sonra on binlere hitap eden konuşmalarla ve okuduğu şiirleriyle "Yevtuşenko şiiri" tüm dünyaya nam salıyor. İlk devrimci şairler Vladimir Mayakovski ile Sergey Yesenin'in etkisini, kendi üslubundan geçirerek çoğaltıyor. Böylece dünya Rus şiirine iyice dikkat kesiliyor.

"Erken Yazılmış Bir Yaşam Öyküsü", Yevtuşenko'nun kendi ellerinden çıkan kısa hayat hikâyesi. Sadece şiir üzerine değil, özellikle siyasal ve toplumsal olarak gördüklerini, yaşadıklarını, çok detaya inmeden aktarıyor. Bazı anlarını okurken bir taraftan da Alexander Scriabin ve Sergey Rahmaninov‎ dinlerseniz; okuduğunuz ânın içine daha rahat yerleşebilirsiniz.

"Annem şair olmamı istemiyordu. Şiiri sevmediğinden değildi bu. İnandığı bir şey vardı. Şair işkence çeken, durulmamış, güvensiz, tedirgin bir yaratıktı. Çoğu Rus şairin sonu pek trajikti. Puşkin ve Lermantov düelloda öldürülmüşlerdi. Blok deliler gibi çalışarak kendini tüketmiş, sonunda intihar etmişti; Yesenin kendini asmıştı; Mayakovski kendini vurmuştu. Bana hiç söz etmemekle birlikte pek çok şairin de Stalin'in toplama kamplarında öldüğünü biliyor olmalıydı. Bütün bunlar benim geleceğimden endişelenmesine neden oluyor, defterlerimi yırtıyor ve kendi deyimiyle "daha ciddi" bir şeyler yapmam için beni sıkıştırıyordu. Ama bence dünyadaki en ciddi şey şiirdi."

Bu kitabı bitirirken, okuyucuda önce Pasternak ve Mayakovski okumaları yapma içgüdüsü oluşuyor ki okunmalı. Peşinden önce klasik müzik sonra da resim beğenisi oluşturmak ve keşfetmek geliyor. Böyle güzel şeylerin de peşinden gitmeli elbette. O hâlde Mayakovski'den bir dörtlük paylaşmak elzem oldu:

"Hayatın en hüzünlü anı,
Mevsimine kapıldığın kişinin
Bahçesinde açabilecek bir çiçek
Olmadığını anladığın andır."


İnsanın öyle bir ânı vardır ki, canına şiirden başka bir şey değemez. Bazı şiirler bu yüzden can simididir. Şiir, can simididir...

Bazen de bezginlik uykusundan uyanmak için koca gerçekler patlar gözlerimizde. Sonra uyanır ve umudu ararız onlarca kötülük içinde. İyiye doğru, umutla, her zaman.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Ekim 2013 Pazar

Yürüdüğü yolda, gölgesi öfke olanlara

"Yola çıkmak, haklı çıkmaktır diyorum 
Halis muhlis Bursa çakısı gibi zihnim
Keskin sirke, ekşitiyor kalbimi
İyi olacak, biliyorum."

- Yağız Gönüler, Dergâh, 273, Kasım 2012

Bu yazıya kendi şiirimden bir bölümle başlama densizliğini gösterdiğim için öncelikle kitap dostlarından özür dilerim. Bu hadsizliğim, yola çıkmak ve yürümek üzerine olan tutkuma telakki edilirse bir nebze ferahlarım.

Kitaplar üzerine yapılan önermelerde, "kişisel gelişim", "baş ucu", "yol" yahut "konsantrasyon" kategorileriyle, insanları adeta veritabanı tablolarına bölen sermaye aşkına inat, Birhan Keskin neşeli ve endişeli şiirlerinden oluşan bu kitabıyla okuyucuya bir yol yapıyor. Bu yol 2006'da yapılmış olup önce "Taş Parçaları"yla başlıyor, ardından da "Eski Dünya"ya ulaşıyor.

Kadın şairlere ve yazarlara, öfke çok yakışıyor. Bu minvalde Şule Gürbüz'ü anmadan olmaz. "Kambur"daki öfke, tüm suskun tamburları hareketi geçirebilir zira. Birhan Keskin'in "Y'ol"u da çok sert açılıyor. "Sunu ya da bir parça matematik" isimli giriş taksiminde şair uyarıyor:

"Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm... Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü... Her gün bir taş parçası söktüm içimden... Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim... Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm."

Derken şiirler peşi sıra akıyor, bol sarsıntılı bir yol gibi. Elinizde sıcak bir içecek varsa şayet, dökebilirsiniz. Neden mi? Bakalım.

"Hava aldıkça sızlayan bir diş var içimde.
Susmam bundan, konuşmam bundan.
Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata.
İnsan olmuştum ilk o zaman.
Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan.
Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım,
Ölünmüyordu, hatırladım."


Sıradaki eser ise tam bağımsız ve daima öfkeli "akrepler" için geliyor:

"Hani adalet?
Bir kasım'dan öteki kasım'a
Bir yanım kör bir yanım sağır."


Bir aşkta vuku bulan tüm yenilgileri, yeniden ve değneksiz ayağa kaldırabilecek ağırlıkta şiirler. Kimi zaman taş, kimi zaman kum yutkunuyor okuyucu. Çok mu duygusal oldu bu? Hayır, çünkü:

"Bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan
Anlıyor musun?
İçimde uzağa bakan bir zürafa var
Hayat orda burda her yerde kaynıyor."


Modernizme de türlü türlü tokatlar var Birhan Keskin şiirlerinde. Mesela kitabın "Eski Dünya" bölümünden "Öteki" adlı şiir şöyle bitiyor:

"Siz "It was very amazing" derken "and fun"
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.

Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."


Yolu çok fazla uzatmadan, kestirmeden ama "Keskin" gösteren şiirler...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Ekim 2013 Cumartesi

Gerçeklik soyutluğunda gizli öyküler arayanlara

"Taş Bina ve Diğerleri" Aslı Erdoğan’ın 2009 yılında on yıl aradan sonra çıkarttığı son öykü kitabı. Öykü denmesi güç, şiirsel bir anlatımla örülmüş olan kitap, roman-öykü karışımı deneysel bir tür olma özelliği gösteriyor.

"…Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi." diyor yazar hikayelerinin birinde ve bu cümle üzerinden giderek 134 sayfalık anlatısında yenilenlerin sesini duyurmaya çalışıyor. Erdoğan’ın Taş Binası kitaptaki öyküleri birbirine bağlayan ütopik bir öğe. Her karakter, her olay Taş Bina ya gidiyor. Ona çekiliyor. Binanın kapılarınca yutulup, parmaklıkları tarafından hapsediliyor.

Bu binanın içinden, kendisine çektiği duvarlar ardından öyküler anlatan karakter ise ‘’A.’’ Bu karakter Yusuf Atılgan’ ın C. sinden izler taşıyor.

"İnsan üzerine upuzun bir şiirdir A. Uzun, anlaşılmaz, duraksız bir şiir. Belki tek bir dize, vaktinden önce konmuş bir virgülle yarıda kesilen…"

A.’nın yalnızlığı, kendini içine hapsedişi, Taş Bina’nın taş duvarları ardında yaşadıkları, oradan görüp yaptığı çıkarımlar üzerinden giden öyküler yer alıyor kitapta. Başı ve sonu ayrı, ortasından birbirine bağlanan olaylar şeklinde kurgulanmış okunması zor öyküler bunlar.

Bu yönüyle de felsefi ve sosyolojik yönü oldukça ağır basan bir kitap "Taş Bina ve Diğerleri"... Dolayısıyla bu doğrultuda kazanılmış ortalama bir birikim gerektiriyor. Yoksa metinlerin büyük çoğunluğunda meydana gelen dağılmalar ve parçalanmalar okur için anlamsız ve sıkıcı bir hal alabiliyor. Ancak bu parçaları toplayıp saklamayı beceren okur anlatının gerekli yerlerinde eksikleri görüp, biriktirdiklerini devreye sokarak öykülerin tam anlamıyla içinde yer alabiliyor.

Öykülerin tümü yokuş yukarı gidiyor. Dik ve zor çıkılan yokuşlar bunlar. Kaybolmuş karakterlerin kaybettiklerini yokuşlar ardında bulabilme umutları. Yokluğun yokuşları.

Farklı memleketlerden farklı kadınların Taş Binası hastane, Tek başına çılgınlığıyla konuşanların Taş Binası hapishane, Kendini toplumdan soyutlayanların taş binası insanlar, serseri çocukların Taş Binası sokaklar… Kitapta onlarca taş bina var,bir o kadar da başka imge. Çoğalıp azalması kanaati okura bırakılmış. Erdoğan’ın karakterleri sorunlu karakterler. Kendileri ve çevrelerine karşı karanlıkta kalmayı seçmiş bunu da anlatım ve düşüncelerine yansıtan tipten insanlar. "Elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. Bavuldan taşan giysiler, masaya yığılan kitaplar sararıp solmuş, yırtılmış, lekelenmişti. Bardaklar saydamlıklarını yitirmiş, kalemler de, küflü ekmekler de iç karartıcı duvarlar gibi orasından burasından kemirilmişti…" Yazarın anlatımında karamsarlığı yoğun bir lirizmle beslediği gözlemleniyor. Dili anlatım tarzı olarak değil anlatım yöntemi olarak kullanıyor. Parçaların dış görünümlerini olabildiğince ruhanileştirip, gerçekliğini içlerine yerleştiriyor. Bu nedenle gerçeğe ulaşmak dikkat konsantre ve çaba gerektiriyor.

Taş Bina’ya ve onun karanlığına çekilen insanları anlatan A.nın kendi hikayesini de okuyoruz kitapta ‘’Gözlerini ona bırakan bir melek’’ var aşık olduğu. ‘’Gözlerini bende unuttun. Al onu, lütfen. Al onu benden’’ diyor sık sık.. Kızgın bir karakter A. Bir türlü yalnızlığıyla barışamamış ‘’Duvarlar kalınlaştıkça düşlerin genişler.’’ diyerek her şeye rağmen umudunu kaybetmediğini haykırıyor. Taş Bina dan kurtulma umudu var hikayesinin başlarında. Parmaklıkları insanların kendi yaratısı olarak görüyor. Bir taraftan ise alışmış taş binaya. Duvarlara, parmaklıklara ve havasızlığa… kurtulsa bile pek bir şeyin değişmeyeceğini içinde bir yerlerde biliyor. Tüm bunları şöyle dile getiriyor hikayesinin sonlarında:

"Hayat: iliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu."

"Oysa ne bir başlangıç bekliyordu bizi, ne de baştan başlamakta bulunabilecek bir teselli. Hiçbir sihirli değnek alnımıza dokunmak istemeyecekti, bıçaklar vazgeçemezdi yaralarda bilenmekten, hiçbir kapı yarına doğru açılmayacaktı gelecekte, kimse hazır olmayacaktı işitmeye…. İhanet ederek, ihanetine uğramıştık yazgının, sağ kalarak, yaşar kalarak, biricik, korkunç zaferimizi kazanmış sonsuza dek yenilmiştik."

Aslı Erdoğan dilinde bir araya getirdiği zıtlıkları anlatıma yedirerek başlarda verdiği umutlu mesajı kitabın sonlarına doğru "kimse değişmez hayat değişmez" şeklinde dönüştürüyor ve okurun beklediği mutlu sonun kolay elde edilir bir şey olmadığını vurguluyor.

Taş Bina ve Diğerlerin’de yer alan "diğerleri" ise aslında kaybedenler A. Filiz, Somalili Çingene, Rus Pornocu, Dijana, Nadezda, Arjantinli Graciella, cüzdan çalan çocuklar ve diğerleri… Tüm bu karakterler aslında içinde bulunduğumuz toplumun kümesi olan Taş Binayı oluşturan yapı malzemeleri.

Aslı Erdoğan Taş Bina’nın tüm tuğlalarını kitap boyunca söküp çıkartıyor, binayı yıkıp yeniden inşa ediyor ama asla değiştiremiyor ve A. nın finalinde durumu kabul edip ‘’Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların arasında değil. Ellerim benden daha iyi anlar hayatı, belki bunun için hep susarlar, kabuk kabuk susarlar…’’ diyerek A.nın mücadelesini noktalıyor. Yazar Taş Bina ve Diğerlerin’de karanlıkta kalanları aydınlatmaya çalışıyor, onların var olma mücadelelerini, toprağın altında kalanları hızlıca çekip çıkartıyor. Gerçeğe soyutla dokunmak istiyor. Sonbaharın son günlerini yaşadığımız şu zamanlarda kendi Taş Binalarına dair kafa yormak isteyenlerin ilgisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

8 Ekim 2013 Salı

İnsanı anlamak isteyenlere

"1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler."

O baskında kimsesiz kalan Yusuf’un hikâyesini anlatmış Sabahattin Ali. Yusuf, kaymakam Salahattin Bey tarafından evlat edinilir; kaymakam bey, eşi Şahinde Hanım ve kızları Muazzez ile yaşamaya başlar. Salahattin Bey, Yusuf’u oğlu yerine koysa, Edremit’te, şehirde, yetiştirse de Yusuf’un yabancılığı, tedirginliği ve o kimselere benzemez halleri değişmez.

“Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi büyüyor, gelişiyordu.”

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin 1937 yılında yayınlanan ilk romanı. Oldukça güçlü ve anlattığı dönemin toplumsal dinamiklerini de ortaya koyan bir hikâye. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta, dili kullanmanın yanı sıra karakter yaratma konusundaki ustalığını da çok net bir şekilde göstermiş. Roman boyunca, toplumsal geri planı; karakterlerin gözünden, karakterlerin derinliğince veriyor.

"Hayat, birbirinden ayırdıklarını, kısa bir müddet için tekrar yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu. Geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi.”
Ve elbette, aşk. Yusuf’un Muazzez’e duyduğu saf, güçlü ve özenli aşk…

"Konuşmaya ne lüzum vardı? Bütün güzel laflardan ve hoş insanlardan sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti, yorgunluk verecek kadar doyuruyordu."

Hikâyenin, gerilim noktaları Yusuf ve Muazzez’in aşkı üzerinde yoğunlaşıyor. Güçlü, saf ve naif bir bağ var aralarında.

"Bir zamanlar birbirinden ayrılmak, birbirlerini kaybetmek ihtimalinin korkusunu çekmiş olmasalar, belki de birbirleri için ne kadar kıymetli olduklarını hala bilmeyeceklerdi. Hayatları o kadar birbirinin içinde kaybolmuş, birleşmişti. Belki o zaman evlenmeyi de düşünemeyeceklerdi; çünkü buna birbirlerini kaçırmak için en son çare diye müracaat etmişlerdi."

Kuyucaklı Yusuf, küçük bir kasabadaki insanların hikâyesi. İyilerin, kötülerin, zalimlerin ve âşıkların iç içe geçmiş, sahici ve dokunaklı anlatısı.

“Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hâkim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten...”

Kitap bir tamamlanmamışlık hissiyle sona eriyor. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'u bir üçleme olarak tasarlamış; ancak ömrü bu hikâyeyi tamamlamaya vefa etmemiş.

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali'yle tanışmak veya tanışıklığını güçlendirmek isteyenlere; insanı anlamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmektir.”


Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

6 Ekim 2013 Pazar

Bir çocuk gibi umutlu ve tutkulu şiirler

"Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman 
Mangalın küle mahcubiyeti artar."
- İsmet Özel

Aşkın ve sevginin kadınlarda daha farklı işlediğini söylemek, doğal olanı tekrar etmekten öteye geçmez. Kadınlarda bu tip durumlarda tezahür eden şey derinlik oluyor. Kimileri bu derinliğe hüznü, kimileri tutkuyu inşa ediyor. Fatma Şengil Süzer şiirleriyle aşka dalarken, okuyucunun oksijen tüpü tutku olmalı. Bundan mütevellit Söyle Sessizlik en çok erkek okuyucuların elinde olmalı. Özellikle de derine dalmaktan korkan erkek okuyucuların.

Eskişehir doğumlu şair Fatma Şengil Süzer'i özellikle Dergâh, Yedi İklim ve İtibar dergilerinden takip edenlerin gayet iyi bileceği gibi, kendisi aynı zamanda bir hikâyecidir. 2002'de yayımlanan Avlunun Uğultusu adlı kitabını 2003'te bir anlatı kitabı olan Ferhat ile Şirin ve ardından 2006'da bir masal kitabı olan Gelincik Şarkısı takip etmiştir. Şairin ilk şiir kitabı ise 1997'de yayımlanan Su Siyah'tır. Okur Kitaplığı'ndan Nisan 2013'te çıkan Söyle Sessizlik, hem ismiyle hem de kapağıyla derdini açık ediyor aslında. Bir çiçek, simsiyah kesilmiş bir topraktan tutkuyla çıkabiliyor mesela. Üstelik gürültüsünü sadece tutkuyla yaşayanlar, yaşamı tutkuyla kavramaya çalışanlar duyabiliyor, herkes değil. Tutkusuz insan, umutsuzdur. Dolayısıyla da biçare.

"Küçücük işlerime dönüyorum ben / oğlumun ateşi, yastıktaki leke
Tarhananın kokusu, yavru kediler / gibi şeylere."

(Küçük)

"İki gözde bin göz velakin samut / dişlerini gösteriyor çakallar
Bir isim söyle bir büyük isim / gül kadar güçlü gülden yumuşak."

(Yiğit)

"Ağırdım yaralıydım söz bıçak / güneşin çiçekleri
Kırılınca boyunlarından / ekşi elma kokardı / yaşamak."

(Güneşin Çiçekleri)

Kafayı yoran şiirle kalbi yoran şiir arasında seçim yapmak, okuyucunun elindedir. Şairi tanımıyorsak şayet, birkaç şiirini okumak yeterlidir. Çünkü şair, şiir yoluna koyulurken bir derdi seçer. Ya kafayı yorar ya kalbi. Kalp yorgunluğu da kesinlikle kötüye yorulacak bir hadise değildir. Zira kalp yorgunluğunu; mücadeleye çıkmış, aşk savaşında bir şeyleri göze almış, müstahkem mevkiye ihtiyaç duymamış, onurunu parmaklarının ucuyla ezmiş ve inadından çoktan vazgeçmiş şairler iyi bilir, güzel söyler. Fatma Şengil Süzer, daima kalbî şiirler söyler.

"Ben artık çirkinim incindim incinmekten / kalbimin içinde bir fili
Taşıyıp duruyorken / gülümsemekten."

(Migren ve Anksiyete)

"Yine düştüm dünyaya kımıl kımıl huzursuz
Bir kemal et, gülümse, yeniden bir kelam et
Yine ayrıl kenara çürük elma bu elma
Herkes gibi hizada duramıyor merhamet."

(Çürük Elma)

"Parkın ışıkları yanmıyor mirim
Herkes evinde
Düşeceğim, bu defa sessizce üstelik
Büyülü bir gelin gibi yosunların üstüne."

(Köprünün Büyülüsü)

Söyle Sessizlik hakkında yazdığı bir yazıda Suavi Kemal Yazgıç ağabey, "Acemiliğini/naifliğini kaybeden şair daha önce ulaştığı şiirin ötesine geçemez" demişti. Fatma Şengil Süzer'in ilk şiir kitabı çıktığında henüz 11 yaşındaydım ve şiire olan ilgim "Cimbombomum benim / biricik sevgilim"den öteye geçmezdi. Ne zaman ki şiirle uğraşmayı göze alır insan, o zaman tanır yorgun ama tutku dolu şairleri. Fatma Şengil Süzer şiirlerini ilk okumaya başladığım zamandan şimdiye kadar, miyop gözlerimin ve kalbimin gördüğü şey şudur ki; şair, naifliğinden ve o ince ince işlediği acemiliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, daima üzerine eklemiş. Darısı, şiire merak sarmayan ve fakat şiirle yaşayan herkesin başına. Çünkü okumaktaki acemilik ve yazmaktaki acemilik aynı şeydir: tutku doludur.

Okuyan çocuk kalır: Sobe!
Okuyan âşık kalır: Aşk olsun!

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler