SAYFALAR

28 Ağustos 2021 Cumartesi

Gündelik hayatın edebiyatı - II

Hayatı o denli hızlı, yoğun ve ciddi ve yaşıyoruz ki, adeta yaşamayı ıskalıyoruz. Hepsi, ‘bize göre’ olan derin analizler, kocaman anlamlar, tumturaklı gerekçeler arasında boğuluyoruz. Oysa hayat, onu cazip kılan, güzelleştiren hatta rehabilite eden ‘basit’ detaylarla dolu. İncelik, nahiflik, letafet çoğu zaman o basit detaylarda gizli. Onları görmek, hissetmek, hayatın içine katmak için ne yapmak gerekir tam olarak bilemiyorum fakat, genelde sanatın ama özellikle edebiyatın bu konuda önemli bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum.

Gündelik hayat içindi yaşadığımız lakin fark edemediğimiz detayları bir şiir, öykü ya da romanda görmek, hissetmek, anlamak iyi geliyor. Her ne kadar fıtrî eğilimimiz gereği algıda seçicilik yaşadığımız gerçekliğin yıkıcı ve yakıcı yönlerini öne çıkarsa da, görmekten imtina ettiğimiz hayatı yaşanabilir kılan güzellikler orada; hayatımızın içinde.

Edebiyat, yaşamın sıkışıklığı içinde hayatı yavaşlatan, soğutan, hafifleten detaylara açılan bir kapı oluyor. Kendi hâlinde bir okur olarak kurgudan ziyade kuram kitaplarıyla haşır neşir oluyorum lakin kurgu kitapları olmayınca okuma serüveninin yavanlaştığını, tatsızlaştığını hissediyorum. O sebeple arada kaçıp bir roman, öykü ya da şiir kitabıyla yola devam ediyorum. Öyle ki, elime aldığım meselesini kendi hâlinde anlatan asude bir kitapsa verdiği dinginlik bir başka oluyor.

Emre Şahin’in Hurdacı Lirası onlardan biri. Benzer yaşanmışlıklar nedeniyle beni alıp maziye götürdü lafı hafif kalır. Dolayısıyla daha fazlasını verdi diyebilirim. Şule Yayınları’ndan çıkan yüz üç sayfalık eser yukarıda değinilen o ‘basit’ detaylar üzerine inşa ediliyor. Bu durum arka kapak yazısında, “Gözün değil sezginin yakalayabileceği sahnelerdi bunlar.” şeklinde ifade edilmiş. Şahsen, o sahneleri -ya da detayları- yakalamak için sezgi kadar gören gözün ve düşünen zihnin de elzem olduğu kanaatindeyim. Emre Şahin iyi bir gözlemci.

Bir okur; öyküden ya da romandan, genel olarak bir kurgudan ne bekler, ne beklemeli? Hurdacı Lirası’nı okurken zihnimde sık sık bu soru belirdi. Ayrıca yukarıda değinilen konunun, yani hayatı yaşanabilir kılan detay ve onların ortaya çıkmasına vesile olanların dışında nostalji meselesine de düşündürdü. Belirli bir yaşa gelen birey istemese bile nostaljiye duçar oluyor. Muhtemelen çocukluk ya da ilk gençlikteki pek sorumluluk gerektirmeyen dönem özleniyor. Eskiler yad edilerek yaşanılan günle karşılaştırma yapılıyor. Sonucunda ise geçmişteki yaşam daha mutlu ve daha huzurlu bulunarak şimdiye kem gözle bakılıyor. Çocukluğun ya da gençliğin serde, bütün sorumluluğun elde olduğu zamanı yücelten nostaljiyi kim sevmez? Oysa, bir yetişkin bugünü ne kadar yaşanılmaz görüyorsa, geçmişte de aynı düşünceye sahip yetişkinler bulunmaktaydı. Zira o ân’a kem bakan yetişkin de kendi çocukluk ve gençliğine özlem duyar. İlginçtir, Hurdacı Lirası bunu yapmıyor. Evet, alttan alta melankolik bir esinti geliyor lakin ‘nerede o eski…’ dedirtmeyen nostaljik bir rüzgâr bu. Hasılı, Emre Şahin geçmişi nostaljik bakışla yad ediyor fakat kesinlikle ne idealize ne de romantize ediyor. İnsan için yaşanan her ân’ın kendine ait güzelliği var dedirtiyor.

Hurdacı Lirası, Anadolu’dan İstanbul’a göçüp kentleşme duvarına çarpan taşralıyı anlatıyor. Her ne kadar öyküler birey özelinde ele alınsa da, hiçbir zaman kentli olamayan ama köylü de kalamayan bir toplumsal gerçeklik göze çarpıyor. Bu bağlamda öykülerin genelinde -belirli bir dönemin- mahalle kültürünü görmek mümkün.

Birey demişken, öykülerdeki asıl önemli nokta, toplumda öne çıkan figürler yerine gündelik hayatın gölgede kalmış karakterlerinin boy göstermesi denilebilir. Okurken, toplumun o ‘önemsiz’ üyesinin çekingenliğini, tedirginliğini, burukluğunu hissediyorsunuz. Yazar o anlarda, günlük hayatı yaşarken aklımıza gelen ama kendimize bile söylemekten imtina ettiğimiz şeyleri söyleyebilen bir iç ses oluyor. Yüzleşme de diyebileceğimiz bu durum, dışına taşıp geri yatağına dönen bir anlatımla karşı karşıya bırakıyor. Tüm bunların yanında, öykülere sirayet ederek genel çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun din olduğunu söyleyebiliriz.

Emre Şahin, Hurdacı Lirası’nda çocukluk ve gençlik döneminde biriktirdiği görüntüleri edebi bir üslupla (ve yazdığı ân’ın ruhuyla) seslendiriyor. Bazen iç ses olup kendiyle konuşurken, bazen cansız varlıklara kişilik kazandırıp konuşturuyor. İçinde yaşadığı kültürü, sosyal ortamı, zamanı ve mekânı sündürmeden aktarıyor. Nihayetinde anlatımını nahif bir mizahla birleştirerek keyifli bir okuma sunuyor. Kurguyu hayatın gerçeklerine yaklaştıran bu üslubun ortaya çıkardığı ironi tebessüm ettirirken düşündürüyor. Hurdacı Lirası’nda hayatın içindeki detayları damıtarak aktaran ince bir ruh var.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir mürşidin içimizi ısıtan mektupları

"Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir?"
- Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye

Ten kafesine giren insan, göğsündeki ateşin ocağını harlayıp yangınların içinden geçmek pahasına özündeki cevheri de bulabilir, kafesin demir parmaklıklarına kafasını vura vura kendini helâk da edebilir. Kulun imtihanı bu seçimle başlar. Gönlünde İlâhî bir nur olduğunu idrak eden insan, bu nurun kaynağını aramaya başlar. Bu arama ve bulma yolculuğunda mürid ve mürşid ilişkisi oldukça mühimdir. Bu hususta tasavvuf büyükleri, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” buyurarak menzile varmanın rehbersiz olamayacağını vurgulamışlardır. Bir mürşidin kapısına varmak, nasibince o kapıdan feyz ve bereket almak, bir mürşidin sözlerine kulak misafiri olmak ve yine nasibince o sözlerden ibret almak gönüllerdeki aşk ateşinin harlanmasına vesile olur.

Şeyh el-Arabî ed-Darkavî’nin eşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara dair cevapları ve izahı istenen konularla ilgili açıklamalarını bir araya getiren Bir Mürşidin Mektupları adlı kitap İnsan Yayınları arasından çıkmış. İlk baskısı 1996’da yapılan kitap 2020’de yedinci baskıya ulaşmış. Açık ve anlaşılır bir dille çevrilmiş olan eser, taliplilerine nice sırları açacak derin bir anlama sahip sanatlı bir dile de sahip. Takdir olunmalıdır ki mektup dahi niyete göre okunur. Niyeti salih olanın gönlüne aydınlık dolar. Kitaptaki mektupların bir nevi sarhoşluk hâli içinde okunması, mektuplardan alınacak lezzeti artıracaktır. Kuşeyrî Risalesi’nde sarhoşlukla ilgili yapılan şu açıklama ne demek istediğimizi daha iyi açıklar: “Kul, sarhoşluk durumunda hâli, uyanıklık durumunda ise bilgiyi müşâhede eder. Dolayısıyla sarhoşluk, manevî halin kişiye tamamen hâkim olması, onu bütünüyle ele geçirmesidir.” Manevî sırlara vakıf olmak isteyen kişinin iradesini Allah’ın iradesine teslim etmesi gerekir. Bu konuya dair Darkavî şunları söylüyor: “Kim Allah’ın olursa Allah da onun olur. Ne mutlu ona ki o Allah’ın, Allah da onun olmuştur.” Burada “Allah’ın olmak” ifadesiyle kastedilen, iradesini Allah’ın iradesine teslim etmektir. Ayrıca Sîdî Atâullah’tan yaptığı bir alıntıda şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın kendisini arzularından kurtaracağını ve gafletten uzaklaştıracağını uzak gören kişi, ilâhî kudreti küçük görmüş olur; Allah ise her şeye muktedirdir.” Darkavî bir başka örnekte Ebu’l-Abbas el-Mersî’nin şöyle dua ettiğini belirtiyor: “Allah’ım! Basiretimizi aç, sırlarımızı aydınlat, bizi bizden geçir, bizi kendinle baki kıl, bizimle değil.” Mektupların bu idrak ile okunması okuyucuda da nice sırların açılmasına vesile olacaktır.

Tasavvuf ehli zikre ayrı bir ehemmiyet vermiş ve sohbet halkalarını, ilim halkalarını ve zikir halkalarını daima canlı tutmuştur. Mürşidin sohbeti ustanın çekiç darbesi gibi tatlı ama kararlı bir biçimde çivinin tahtaya sabitlenmesi gibi sırrın dervişin gönlüne sabitlenmesini sağlar. Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk, “Ben, beni zikredenin dostuyum.” buyuruyor. Darkavî de mektuplarda sıklıkla Allah’ı zikretmenin ehemmiyetine değiniyor. Sufilerin şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Sen sadece tek kapıyı çal, sana kapılar açılır! Tek bir efendiye boyun eğ, sana bütün boyunlar eğilecektir!

Mektuplar, hem kişinin iç dünyasını hem de sosyal ilişkilerini şekillendirebileceği öğütleri barındırıyor. Bir mektupta şunları söylüyor: “Düşmana gerçekten düşmanlık etmek, dostun sevgisiyle meşgul olmakla olur. Eğer sen düşmanına düşmanlık etmekle uğraşırsan o seninle ilgili muradına ermiş, sen de dostun sevgisinden mahrum olmuş olursun.” Bir başka mektupta ise Tâceddin b. Atâullah’a ait şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın halkın eliyle sana ezâ ettirmesi senin onlarla oturup kalkmaman içindir. Seni her şeyin rahatsız etmesini istiyor, ta ki hiçbir şey seni meşgul edip ondan alıkoymasın.” Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu akıldan bir an bile çıkarmamak gerek. Bir anlık gaflet, gönülde bir şüphe tohumunun filizlenmesine neden olur ki bu filiz büyür ve kökleşir. Bir bahçıvan titizliğiyle bu filiz gönül bahçesinden temizlenmezse zamanla bütün bahçeyi mahveder. Darkavî bir mektubunda dünya sevgisine dair şunları söylüyor: “Kalbinden dünya sevgisini atmadıkça hiç kimse, geceleri namaz kılsa, gündüzleri oruç tutsa, dediğimiz gibi, yine de dosdoğru olamaz.

İnsanın manevî sırlara ermesi benliğinden sıyrılmasıyla mümkün olabilir, bu da nefsi öldürmeyi gerektirir. Hikem-i Atâiyye’den şöyle bir alıntı yapıyor Darkavî: “Vücudunu bir tek araziye göm! Gömülmeyenden bir şey yetişmez ve sonuç alınmaz.” Sahabilerden bazılarının şöyle dediğini belirtiyor Darkavî: “Bütün amelleri izledik, ahiret işi için dünyadan zühd etmek kadar tesirli olanını görmedik.” Dünyadan el ekmek, nasibini Allah’tan istemek olacağı için Allah böyle kullarına kendi sırlarının kapılarını açacaktır. Sîdî Bûsrî’nin şu dizeleri de nefse karşı koymanın ehemmiyetini gösteriyor: “Nefsine, isteklerini mübah gören / hevasını ilahlaştırmış olur.

Her cübbe giyip sarık saran derviş olamayacağı gibi her öğüt de dinleyene ya da okuyana tesir etmez. Darkavî’nin mektuplarının manevi gücü sözün sahibinin gönül paklığından geliyor. Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye’de şöyle söylüyor: “Söylenen her sözün üzerinde içinden çıktığı kalbin kisvesi, elbisesi vardır.” Nitekim tasavvuf büyüklerinin de şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Zahirine itina göstereni gördün mü? Anla ki bâtını haraptır.” Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. Kulluk imtihanından geçmenin yolu da Muhammedî bir ahlâka sahip olmaktır. Hikem-i Atâiyye’de, “Kim ilâhî rahmetle ahlâklanmadan kulların sırlarına muttali olursa bu bilgisi onun için bir fitne ve vebal kazanma sebebi olur.” denilmektedir. Kulların sırlarına dahi ilâhî bir ahlâka sahip olmadan erişilmemesi gerekirken ilâhî sırlara mazhar olmak için nasıl bir ahlâka sahip olunması gerekir, iyice bir düşünmek lazım.

Mektupların özünde, Hikem-i Atâiyye’den alıntılanan şu ifadelerinin yer aldığını söylemek mümkün: “Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir? Senin dışındaki bir şeye razı olan kesin kaybetmiş, senin yerine başka bir şey isteyen de kesin hüsrana uğramıştır.

Allah kaybedenlerden değil, bulanlardan eylesin cümlemizi.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

22 Ağustos 2021 Pazar

Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?

"Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu, yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum, ölmeden hatırlamak."
- Sezen Aksu

İnsanoğlu, yaşı kaç olursa olsun önünde hep uzun bir yol olduğunu düşünür. Bilhassa gençler için bu yol tarifi mümkün olmayan yerlere ulaşacak kadar uzun, geniş ve parlaktır. Oysa hayat, içinde barındırdığı dertlerle insanı karşılar. Ta en başından bu böyledir. Doğarız ve sanki nice dertlerle çevrili bir hayat dairesinin içinde hapsoluruz. Başımıza gelenler karşısında şaşkınlığa uğramamız hep bundandır. Halbuki biraz kalp gözüyle bakıp da görebilsek, bu dert denen şeylerin bizi olgunlaştırmak, yürüdüğümüz yol boyunca istikametimizi korumak için verilmiş birer fener olduğunu yakalayabiliriz. Böylece sürekli şikayet etmek yerine şaşırmanın vadisinde biraz dinlenip, kendimize hayat dersleri çıkarabiliriz. Hani Sâmiha Ayverdi, Ateş Ağacı'nda "Hayatta olan şeylere 'neden' diyen kimse acemidir" diyor ya, eh, durum biraz böyle bizler için. Çoğu zaman dersimizi hayatın ta kendisinden alıyoruz.

Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey soru sormak. Çünkü sormadıkça, birilerinin bizim adımıza çoktan hazırlayıp sunduğu cevapların üzerine düşüveriyoruz. Ancak hazır cevaplarla ayağa kalkabilen kimseler olduğumuzda düşeceğimiz bir sonraki istasyon da hazır biçimde bizi bekliyor. Oldukça velud bir yazar olarak oldukça düşündüğü her hâlinden belli olan Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'ta kendisinin uzun yıllar evvel sorduğu besbelli olan sorulara şimdiki tecrübesiyle cevaplar veriyor. "Anladık ki ağlamadıkça bize bir şey vermiyorlar, anladık ki sızlamadıkça bizi gören yok; ama işin gerçek fasıllarını kavramak için yaşımızın bir hayli ilerlemesi gerekiyormuş" demesi de bundan olsa gerek. "Sosyolojiye ilgim vardı, psikolojiye uzak değildim, dinî inançlarım tartışma dışıydı, pazarlığa tabi olmayacak kabullerim, kimseye ödünç verilmeyecek hayallerim ve henüz bir Allah'ın kuluna açılmamış itiraflarım vardı. Sırtımda binbir meşakkatle taşıdığım yüklerin semeresi hayatın denklerini çözmeye yetiyor muydu?" sorusu, okurları henüz ilk sayfalardan itibaren 'tebessümünü koruyan bir ciddiyet' halkası içine alırken, onunla hemdert olacağını da belli ediyor. Zira Subaşı'nın kendisini yaktığını söylediği soru, bu kitapla buluşan tüm okurlar için de önemli bir başlangıç istasyonu: "Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?"

Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'taki her makalesine sıradan bir konu başlığı değil, hayatımıza yön veren ve dolayısıyla bizim de sık sık yönümüzü belirleyen meseleleri seçmiş. İmtihan, zaman, coğrafya, masumiyet, fıtrat, irade, ruh, nefis ve beden, kalp, idrak, anne, cinsiyet, dil, din, zamanın ruhu, kökler, kültür, tarih, göç, kabile, kuşak, gelenek, ahlak, düzenlilik, yetişme süreçleri, müfredat, muhit, güvenlik, anlam arayışı, bilme biçimleri gibi meseleler; farkında olarak ya da olmayarak hayata bıraktığımız izi belirlerken aynı zamanda bizde iz bırakmış meseleler. Subaşı belki de bu başlıkların sık sık yapıldığı gibi birbirinden ayrı olarak değil, yekpare biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kendi fıtratımızdan bahsederken üzerinde doğup büyüdüğümüz coğrafyadan bahsetmemek mümkün mü? Ailemizden bahsederken köklerimize, oradan da kültür ve tarih mirasımıza değinmemek olur mu? Bir düzenlilik arıyorsak bu aynı zamanda güvenlik ve muhit arayışımızla da ilgili değil mi? Ruh, nefis ve beden; kalpten ayrı düşünülebilir mi? Zamanın ruhunu anlayabilmek için tarihle ilgilenmemiz gerekmiyor mu? İşte tüm bu soruların peşine düşüyor Subaşı. Derdi bir cevap aramak, net bir sonuca ulaşmak değil. Ne kestirme ifadeler ne de buyurgan bir dile yanaşıyor. O, okuyucuyu bir dost bilerek, oldukça dostane dille ve "iki keklik bir derede su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar" misali bir anlam çemberi kuruyor.

Yaşı kaç olursa olsun, nasıl bir geçmişe ya da geleceğe sahip olursa olsun insanların sık sık başladığı yere döndüğü bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar gün olur hayatımıza coşku, tutku, neşe, huzur ve kuvvet katar, gün olur; durgunluk, bezginlik, yorgunluk, anlamsızlık, bedbahtlık verir. İki arada bir derede kaldığımız gibi iki ileri bir geri gidişimiz de hayatın en olağan hâlidir. Asıl mesele şekilden ziyade derttedir. Mesele durmak değil, neden durulduğudur. Gitmek değil, neden gidildiğidir. Anlam boşluğuna düşmek herkes için mümkündür ama bu boşlukta olduğunu dahi bilmemek büyük gaflettir. Feraset, yediğini içtiğini bildiğin kadar kendini ve hatta çevreni de iyi gözlemlemektir. İnsan bir şey bilecekse eğer bu her şeyin kendinde dağıldığı ve kendinde toplandığı olmalı. Anlam peşine düşmek kadar anlam boşluğuna düşmek de değerlidir ama mesele nereye düştüğünü bilmektir. Yeryüzü kaymak gibi yollar, manzaralı köprüler ve tertemiz konaklama yerlerinden ibaret değildir. Bataklıklar da vardır yokuşlar da, kuyular da vardır karanlıklar da. Dimdik durup dümdüz yürümek her insan için erdemli yahut havalı görünebilir ama her şey göründüğü gibi değildir. Hayat derdi içinde yeniden ayağa kalkıp daha isabetli fikirler edinmek, güzeli ve iyiyi tespit edip kuyudan su çıkarmak, bir çeşmede yüz yıkayabilmek için eğilmek de vardır, düşmek de, yuvarlanmak da. Nihayetinde "insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır". Şair sözüdür ve elhak doğrudur.

"Bir anlam arayışının içinde doğarız ve ömrümüz bizi mütemadiyen tatmin edecek güçlü bir açıklama trafiğinin peşinde geçer. Hayat, bizi bulan sorularla ve bunları karşılayacak cevaplarla her dem yeni bir anlam kazanır" diyor Subaşı. Çoğu zaman insan, varoluşunu fiziki ve maddi yapısıyla kurduğunu, sürdürdüğünü düşünür. Oysa manevi yapı her şeydir. Din, ahlak, kalp günümüzde her ne kadar burun kıvrılan, dudak bükülen, 'bu çağa bir şey söyleyemeyen' duruma indirilse de insan için evet, her şeydir. Fakat bu her şey olan meseleler kolay cevaplanabilir sorular sunmaz. Samimiyet ister. Kimileri felsefeyle kimileri dinle "ben neden varım?" sorusunu cevaplamaya çalışır. Bir yandan da ahlak gelir, "gel de bana bir anlam ver ve hayatında bir yere koy!" der. Zordur ama şarttır bu kavramlarla dost olmak. Bir de kalp vardır ki o bozulunca her şey bozulur. Bu yüzden bir kalp taşıdığının bilincinde olmak ne kadar kıymetliyse o kalbi korumaya çalışmak da o kadar kıymetlidir:

"Kalbi kararmış bir dünyada değerli kalabilmek önemlidir ve aklı başında olan biri için iyi bir kalbe sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Kalbimiz varsa insanızdır, ondan yana rahatsak ancak o zaman hakiki bir öze ve sahici bir cevhere sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi mutlu hissedebiliriz. Onu taşımakla yüreklenir, onu korumakla kendimizi mutlu ve huzurlu hissederiz" diyor Subaşı ve bu önemli konuyu şöyle derinleştiriyor: "İyi, güzel ve doğru olana erişmek ve bütün bunları varlığımızla bütünleştirmek için sahip olmamız gereken tek şey sağlam ve canlı bir kalbe sahip olmaktır. Aklımız bize yol gösterir, gönlümüz bir şeylere meyleder, vicdanımız bizi adil kılar ama bunlarla bir ömür yol alabilmenin ön koşulu sağlam ve diri bir kalbe sahip olmaktan geçer. Kalbi kara olanın da kalbi fesat olanın da insan için iyi gelecek hiçbir yanı yoktur. Rezillikler orada pompalanır, bilumum kargaşalar onunla hayat bulur. Kötü kalp kendini dışarı vurduğunda ortada sadece fitne ve fesada bir yol bulunur. Oysa temiz ve hassas bir kalple biz, insanlığımızın her daim sınandığı bir imtihan alanında kendimizi bulmanın, fıtratımıza yönelmenin imkân ve ihtimallerini sürekli yoklar, iyi, doğru ve güzele karşı her daim hareket hâlinde olan bir duyarlılıkla hayatta yerimizi alırız."

COVID-19 pandemisiyle birlikte yediden yetmişe büyük bir boşluğun içine düştük. Cinsiyet, dil, din, ırk gözetmeden insanları ölümle burun buruna getiren ve sırf bu yüzden en insani, en demokratik virüs olarak gösterilen koronavirüs bazı şeyleri gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek için belki de bir imkân yarattı. Yine hepimiz; dinle, felsefeyle, kişisel gelişimle, psikolojiyle bir şeylere cevap aramaya başladık. Derdimiz Hayat, bana derdimizin her zaman hayat olacağını yeniden hatırlattı. Kitabı okurken, 'herkes bin bir şey yazıp söyledi şu süreçte, esas böyle kitaplar üzerinde durulmalı' diye düşündüm. Bunca zaman okuduğum binlerce kitap arasında çok ayrı bir yere koydum. Tıpkı Engin Geçtan'ın İnsan Olmak'ı, Hermann Hesse'nin Siddhartha'sı, Kuşeyrî'nin Risâle'si gibi. Özellikle hayata böyle farklı gözlüklerle bakmayı sevenler için bu örnekleri veriyorum. Derdimiz Hayat, Necdet Subaşı'nın bu coğrafya insanına ve bilhassa gençlere çıkardığı, günlük yaşamla iç içe geçmiş, oldukça samimi bir harita. Bir haritayla hayatın anlamına kavuşulmaz ama güzel bir hikâye kurulabilir. Tıpkı tam tersinin de olabileceği gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Bir köy özelinde toplumsal değişme

1960 yılında, bir programda Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın bir araya gelmiş ve “Beş Romancı Köy Romanı Üzerine Tartışıyor” başlığı altında, hem genel roman anlayışları hem Türk ve Dünya romanı hem de daha çok olmak üzere köy romanı üzerinde tartışmışlardı (Yakup Kadri ve Yaşar Kemal davet edilmelerine rağmen katılmamıştı). Bu tartışmanın metni de bir kitapçık halinde o yıllarda Düşün Yayınevi tarafından basıldı (İsteyenler sahaflardan zor da olsa bulabilir). Bu tartışmada diğer yazarlar Kemal Tahir’e, köyü bilmeden köy romanı yazdığı gerekçesiyle, deyim yerindeyse saldırmış ve onu, hayatında hiç köyde yaşamamış, köyü görmemiş, köye dair sadece hapishanelerde köylülerden duydukları nispetinde romanlar yazdığı gerekçesiyle eleştirmişti. Hatta Mahmut Makal düşüncelerini “köylüyü mahpushanede tanıyan ve izlenimlerini roman şeklinde, memleket aydınına, millete sunan bir romancının, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlayışında bir romancı olmaması gayet olağan” şeklinde dile getirmişti. Kemal Tahir ise “Suç ve Ceza’daki adamı anlayabilmek için katil mi olacağız?... Allah Allah, gidip adam mı öldüreceğiz, katil romanı yazmak için” şeklinde ironik bir cevap vermişti. Tabiî ki kitapta her yazarın değerli düşünceleri olsa da bu konuda Mahmut Makal’ın zırvaladığını kabul etmek gerekir. Eğer herkes yaşadığı yeri veya hayatı yazsaydı, yazabilseydi öykü veya roman diye bir tür olmazdı. Kitapta, kurgu üzerinden bir kariyer edinen insanların kurguyu dışarıda bırakacak şekilde düşüncelerini savunmaya çalışmalarını okuduğumda komik bulmuştum. Çünkü o tartışmadan altmış yıl sonra birçok kişi görüyor ve savunuyor ki Kemal Tahir bu toprakların en büyük köy romancılarından biridir. Köy insanını en iyi anlatan, köye dışarıdan değil köy insanını bir yığın olarak değil insan teki olarak görebilen ve anlatabilen büyük bir yazardır. Bunun en büyük ispatı Sağırdere ve Körduman romanlarıdır. İkinci olarak da Yediçınar Yaylası üçlemesidir.

Körduman, Sağırdere’den iki yıl sonra neşredilir (1957) ve onun devamı niteliğindedir. Dört ana bölümden oluşur. İlk bölüm olan Dönüş’te, Sağırdere’de Ankara’ya çalışmaya giden Kulaksızın Mustafa’nın (bu kitabın da başkahramanıdır) Yamören Köyü’ne dönüşünü görürüz. Bu dönüş, köy şartlarında baktığımızda kudretli bir dönüştür. Çünkü parayla dönmüştür Mustafa ve bu para köy yerinde, bilinenin aksine her şey demektir: “…Para getirmedik sandı herif… Parayı sen bilir misin? Para, dünyanın çivisi…”. Bu açıdan köyün bazı dinamiklerini göstermesi açısından önemlidir.

Sağırdere’de köy-kent arasındaki ekonomik işleyişi ön plana almıştı Kemal Tahir. Tabiî sosyal yapı da bununla birlikte yer bulmuştu kendine. Bu kitapta özellikle ilk bölümde bu tür tezlerini çok fazla ön plana çıkarmamış Tahir. Köydeki gündelik yaşam ve Mustafa üzerinden köylünün “aşk” hayatı daha doğrusu cinselliği işlenmiş yoğun olarak. Bu durumu Kemal Tahir’in romanlarında çok görürüz. Onun özellikle köy romanlarını okuyanlar, köyün özellikle gençlerinin aklının her an cinsellikte olduğunu düşünür. Belki de onun hapishane gözlemleri bu yöndedir ki Namuscular kitabına baktığımızda pek haksız da değildir. Mustafa’nın da kafası karışıktır. Aşkı (Fadik) ve babasının küçük bir hesap için intikam uğruna “ayartmasını” istediği Ayşe arasında kalmıştır. Köyde intikam sadece mala zarar vermeyle olmaz çünkü. Babası Yakup ağa böyle buyurmuştur: “…Cana değmek salt vurmakla olmaz. Sözgelimi karısını kızını baştan çıkarırsın, alırsın öcünü tatlıca. Köy yerinde barınamaz olur, karıyı boşar, evlenir yeniden… Bunlar hep masarif! Bir de şaşar, karıyı vurursa, yallah mahpusa… Anladın mı?” Kitabın Mustafa açısından başka bir ayırt edici vasfı, onun Sağırdere’de daha çok gördüğümüz batıl inançlara olan bağlılığının bu romanda biraz daha gerçekçi bir hâl almasıdır. Kitapla birebir örtüşen bir durumdur bu. Ne de olsa Körduman, son derece realist bir köy romanıdır. Mustafa da bu şekilde evrilmiştir. Bocalaması da vardır ancak realist bir karakterdir diyebiliriz onun için.

Kitapta ikinci bölümde toplumsal bozulmayı bir nevi bir köy âdeti üzerinden gösterir yazar. Kemal Tahir köyü ve insan tekini anlatır ama toplumsal durumu anlatmaktan kopmaz. Kitabın kötü diyebileceğimiz karakterlerinden Topal İsmail’in köyün büyük başağa’sı (yarenlik kurumu) olabilme durumundan, Yamören’in bazı şeyleri fark etmediğini ve toplumsal çözülmenin başladığını anlayabiliriz: “Millet işin alayında… Güler Allah güler. Yamören’in delikanlısı Topal İsmail’e kalmış. Görürsün, yakında Hırsız İsmail, büyük başağa olur.”. Bu durum 1930’lu yılların sonlarında köyün geçirdiği değişimi ve ahlaki çözülmeyi anlatması bakımından önemlidir.

Bu bölüm de yine Mustafa’nın intikam peşinde koşup Ayşe’yi ayartmaya çalışması üzerine işlenir. Köy adetleri, folklorik yapı, köyün ekonomik işleyişi, köyün sosyal hayatı ön plana çıkan diğer şeylerdir. Ezanın Türkçe okunmasına atıf yapan Tahir, zaman konusunda da bize bilgi verir. Ayrıca şu anda köylerde pek hükmü kalmayan ama o zamanların bir nevi küçük devleti olan muhtarlık kurumunun despotizmi ve iktidarlığı net işlenmiş. Anadolu’nun beş yüz haneli bir köyünü de anlatsa Kemal Tahir toplumun üzerindeki Demokles’in Kılıcı olabilecek her şeyi romanlarında işlemiştir zaten.

Kitabın genel akışı ilk iki bölüm gibidir. Diğer bölümlerde de az farklarla aynı konu devam ettirilir. Köylünün adalet anlayışı, tarımda makineleşmeye bakış, okumanın önemi veya önemsizliği (Murat karakteri üzerinden)… Bazı bölümlerde Topal İsmail öne çıksa da Mustafa hep başkahramandır ve hemen her olay 16-17 yaşındaki bu delikanlıya bağlanır. Adalet ve dürüstlük kavramları iyi işlenmiştir romanda. Ahlaki açıdan baktığımızda Mustafa başkahramandır ama salt iyi midir? Topal İsmail nasıl salt kötüyse Mustafa arada kalmış bir karakterdir. Çocukluk arkadaşı Vahit’i kandırır ama iyi yönleri de öne çıkarılır. Hatta Vahit daha dürüsttür Mustafa’dan fakat Kemal Tahir sanki Vahit’i pek sevmemiştir. Okuru da ısındırmaz Vahit’e. Sonunda, toplumsal yapının da çözülmesiyle birlikte bu iki can ciğer dosttan biri ötekini vurur ve elli yıldır öldürme görmeyen köy dirliğini kaybeder.

Hem Sağırdere hem Körduman köylüyü aydınlatma çabası, onu dönüştürüp devletin kendi politikasına yönlendirme çabası, tarımdaki değişimi gösterme, geleneğin çözülmesi, makineleşme, köyden kente göçü gösterebilme bakımlarından önemlidir. Dönemin siyasi durumunu da gösterir ama bu durum saydığım özelliklerden daha az öne çıkar. Evet, dünyayla birlikte köy de dönüşür ama bunu Türkiye genelinde göstermez bize Tahir. Onun dünyası Yamören ve çok az da olsa Ankara’dır bu romanlarda. Ayrı ayrı da okunabilir bu iki roman, ama önce Sağırdere’nin okunması bütünlük açısından önem arz eder.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ağustos 2021 Cuma

Fikrî ve toplumsal sorunları hicveden bir mesnevi

“Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr.”

İnsanlar yüzyıllar boyunca birbirlerini grup grup ayırmışlar, burjuvazi, derebeylik, kast gibi birçok siyasal sistemde bu toplumsal vahdeti bozucu gruplaşmayı görüldüğü gibi, hayatın en günlük ve basit olaylarında bile görülüyor. Meşhur bir sanatçının konserine sahne önünden bilet alabilmek için neredeyse bir aylık maaş ödenirken, altıncı kategoriden bilet alabilmek için daha cüzi meblağlar ödeniyor. Zenginlik, makam mevki sahibi olmak, yaptığı meslek, mensup olduğu aile kişinin sosyal hayatında sahne önünde mi oturacağını, yoksa en arkadaki kategorilerde mi yer alacağını çok net belirliyor. Maalesef zaman zaman kişilere ehliyet ve liyakate göre değil, sosyal statüye göre ödül veriliyor. Oysa böyle olmamalı. Şeyhî, toplumsal ve bireysel hayatta çok ciddi problemlere yol açan bu ayrımcı sistemi Harnâme adlı mesnevisinde alay ederek, sağlam şekilde eleştiriyor.

Şeyhî’nin Harnâme’yi kaleme alma serüveni edebiyatçılarca iki ayrı hikaye olarak anlatılır; Sultan II. Murad, Şeyhî’yi vezir yapmak ister, fakat birtakım kimseler Şeyhî’ye kıskançlık besleyerek, böyle bir vezaretin ancak Şeyhî’nin Nizâmî gibi hamse sahibi olmasıyla mümkün olduğunu dile getirirler. Şeyhî böylelikle Hüsrev ü Şîrin adlı mesneviyi Farsçadan Türkçeye tercüme eder, yaptığı çevirinin bir kısmını padişaha arz eder, padişah da bu ahvalden memnun kalıp Şeyhî’ye ihsanlarda bulununca, eşkıyâ Şeyhî’nin yolunu çevirir, padişahın verdiği hediyeleri yağma eder, bu kimselerden Şeyhî zor kurtulur.

Diğer hikaye ise şöyle anlatılır: Hekim Sinan olarak bilinen Şeyhî, Çelebi Mehmed’in hakkında pek muzdarip olduğu bir göz rahatsızlığını tedavi ettiği için, şaire Tokuzlar köyü tımar verilir. Şeyhî tımarına doğru giderken bu köyün eski sahipleri şairin yolunu keser, elinde avcunda nesi varsa alırlar.

Her ne kadar Şeyhî yaşadığı talihsizlikler üzerine bu mesneviyi nazmetmiş olsa da, bu mesnevi sadece Şeyhî’yi kapsayan bir konuyu işlemiyor. Teşhis ve intak sanatlarıyla hayvanları konuşturarak, sadece bireyi değil, toplumun tamamındaki statü ayrımını kapsayan bir tenkit yapıyor. Bu tenkit de elbette, statünün değil, gösterilen çabanın ve sarf edilen emeğin karşılık görmesi gerektiği ana fikrini veriyor okura. Mesneviye göre eşek, sahip olduğu zayıf ve çelimsiz bedeniyle gün boyu yük taşımasına rağmen, bunun karşılığında herhangi bir ödül göremiyor. Oysa çimenlikte otlayan öküzler öyle değil. Sabahtan akşama kadar otlayıp uyuyorlar. Bu öküzler gibi yaşamayı, yaptığı işlerin karşılığında hak olarak gören eşek, sahibinin onu saldığı bir gün bir tarlaya girip ekinleri yiyor, öküzler gibi hiçbir iş yapmadan duruyor. Ancak girdiği tarlanın sahibi ekinlerini yenmiş bulunca, öfkesine hakim olamayıp eşeğin kuyruğunu ve kulaklarını kesiyor. Haliyle boynuz sahibi öküzlere özenen eşek, kuyruğundan kulağından da oluyor. Karakterler Şeyhî’nin hikayelerinde yerlerine konulunca taşlar yerine oturuyor. Şeyhî’yi çekemeyenler, onun vezaretini istemediler, hediyelerini yağma ettiler, ya da diğer hikayeye göre kendisine padişah tarafından verilmiş tımarına doğru giderken soygun yapıp elinde avcunda neyi var neyi yoksa aldılar. Oysa, Şeyhî padişah tarafından ona ihsan edilen her şeyi kendi çabası, kendi başarısıyla elde etmişti. Mesnevinin aşağıya aktardığım beyitleri bu konuda okura yüksek bir ilham sunuyor:

76. Niçün oldı bunlara erzânî
Bize bildür şu tâc-ı sultânî
“Bunlara sultan tacı/boynuz neden layık görüldü? (Biz de hayvan isek onlardan farkımız ne?); Bunu bize bildir.”
77. Yok mudur gökde ıldızumuz
K’olmadı yiryüzünde boynuzumuz
“Bizim gökyüzünde (talih) yıldızımız mı yok ki, yeryüzünde de boynuzumuz olmadı?”
78.Çün sığırdan eşek nite ola kem
Çün meseldür ki der benî âdem
“Eşek sığırdan niçin daha kötü olsun; insanoğlu bunu atasözü olarak söyler ki:..”
79.Har eger hor u bî-temiz oldı
Çünki yük tutar ol azîz oldı
“Eşek her ne kadar hor ve anlayışsız ise de, yük çektiği için şerefli ve hürmet hak eden bir hayvandır.”
80.Bâr-keşlikte çün biziz fâyık
Boynuza niçün olmaduk lâyık
“Madem ki yük çekmekte biz sığırdan üstünüz; öyleyse boynuza neden layık olamadık?”
81. Böyle virdi cevâbı pîr eşek
K’ey belâ bendine esîr eşek
“Görmüş geçirmiş ihtiyar eşek şöyle cevap verdi: Ey bela bağına esîr olmuş eşek,..”
82. Bu işin aslına işit illet
Anla aklında yok ise kıllet
“Eğer aklında noksan yoksa anla! Bu işin aslına sebep şu:..”
83. Ki öküzü yaradıcak hallâk
Sebeb-i rızk kıldı ol rezzâk
“Yaratıcı öküzü yarattığında, o rızık verici, onu rızık sebebi yaptı.”
84. Dün ü gün arpa buğda işlerler
Anı otlayup anı dişlerler
“(Öküzler) gece gündüz arpa ve buğdayla uğraşırlar, onu otlayıp dişlerler.”
85.Çün bular oldı ol azîze sebep
Virdi ol izzeti bulara Çalap
“Bunlar böyle bir mukkaddes nimetin(ekmeğin) meydana gelmesine sebep oldukları için, yaratıcı o şeref ve kıymeti bunlara verdi.”

Kitabın başında Enis Batur tarafından yapılan takdimde, toplumsal ayrıksılaşma şu paragrafla dile getirilmiş:

Osmanlıda at, pek çok diyarda olduğu gibi yüksek statülü hayvandır. Buna karşılık eşek, tıpkı amcazadesi katır, alçakgönüllü bir statüyü temsil ediyordu. Çilekeş, dayanıklı hizmetkar. Anırması sevilmemiş, tepmesinden çekinilmiş, inatçılığından yakınılmış, ola ki bu ayrıksılıkları nedeniyle durmadan sırtına yük ve sopa bindirilmiş, yetmemiş, insan kendi hemcinsini aşağılarken onu eşeklikle oklamıştır.

Harnâme küçücük, yarım saat içerisinde bitirilebilecek, ama üzerine düşünmenin çok uzun süreceği bir mesnevi. Fikrî ve toplumsal sorunların incelenmesi yanında şekli ve edebi olarak da üslubun çok sağlam olduğu bir eser. Bazen, bazı metinler manzume şeklinde olduğunda verilmek istenen ana fikir zihinlerde daha kolay yer ediyor.

Canla başla çalışanın hakkını alamaması, alamadığı gibi türlü tahkirlere uğraması ne acı. Harnâme'nin ihtiva ettiği komedyayı gülerek okuyoruz, ancak bu komedyanın altında yatan trajedi içler acısı. Naçizane öyle inanıyorum ki, kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. Muhtevası pek dolu olan bu mesneviyi okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

12 Ağustos 2021 Perşembe

Mustafa Kutlu hikâyelerinden bir toplum okuması

Edebiyata bağlı kalmaksızın sanat eserlerinin tümünde bulunan dört unsur vardır: sanatı ortaya koyan kişi, sanatın muhatabı, sanatın kendisi ve sanatın içinde yer aldığı toplum. Kuramcılardan bir kısmı ortaya çıkan eserin kaynağının izlerini sanatçının hayatında ararken, bir başka grup eleştirmen sanatın okur merkezli olabileceğini savunabiliyor. Antik Yunan'ın Yansıtma Kuramı'ndan itibaren edebiyatın da asıl kaynakları bir muamma halinde günümüze dek gelmeye devam etmiştir. Bu kuramlardan bazıları (yansıtma, Marksizm, sosyolojik) sanatçının mutlak surette içinde bulunduğu toplumdan faydalanıyor olduğunu ileri sürmektedir. Ben de edebiyatın bu dört unsurun hiçbirinden bağımsız olamayacağını düşünmekle birlikte eserin özellikle sanatçının deneyimleri ve kültürel ögeleri olmadan okunamayacağını düşünüyorum.

Bu kapsamda çağımızın en başarılı öykücülerinden biri olan Mustafa Kutlu'nun eserlerinde yaşamının ve içinde bulunduğu toplumun izini tüketim perspektifinden kolaylıkla sürebileceğimizi göreceğiz. Gündelik dilde, konuşmalarımızda sık sık işittiğimiz ya da söylediğimiz durumları Kutlu'nun öykülerinde gözlemleyeceğiz. Yazarın bir tüketim ülkesi olarak gördüğü Türkiye okumalarında; Huzursuz Bacak, Uzun Hikâye, Sıradışı Bir Ödül Töreni ve Rüzgârlı Pazar isimli anlatılarından faydalanacağız.

Yukarıda ismini andığımız bu dört kitabın hepsinde tüketim alışkanlıklarının hayatımızın her yerine imza attığını gösteriyor anlatıcı bize. Geleneklerimiz, vicdanımız, yaşadığımız şehir, globalleşme ekseninde kaybolan hassasiyetlerimiz ve çok daha fazlası. "İnsanlık kapitalizm karşısında teslim bayrağını çekti, tarihin sonu geldi." (Huzursuz Bacak, 162) diyerek noktayı koyuyor yazar bu vahim duruma.

"Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayatı ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerinin, ihtiraslarının peşinden kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey!... Ademoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Etrafına bak. No'luyor. Nedir derdin diye sorar." (Rüzgârlı Pazar, 50)

Günümüz insanı -ki kendisine modern deniliyor- sık sık eleştiriliyor anlatılarda. Her gün bir öncekinin aynını yaşayan, bir robottan farksız canlılardan söz ediliyor. Yaşama amacını, ama öyle hedefinden, hayalinden söz etmiyorum bunu söylerken, esas varacağı yer olan yaratılma gayesini sorgulamadan günleri kovalayanlar. "İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında ademoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor." (Rüzgârlı Pazar, 33)

Bu koşturmacanın içinde yolsul-orta-zengin sınıfların birbirlerine bakış açıları yansıtılıyor kitaplarda. Bu insanların kendi dünyalarından birbirlerine nasıl baktıklarını, ne amaçla yaklaştıklarını, ilişkilerin nasıl tüketildiğini anlatıyor. Ve muhatap tarafından görünce, bu yazılarınları yalanlayamıyoruz ne yazık ki. "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz. Açıkçası havada kaparlar seni. Burada kazandığının on mislini kazanır, bir büyük şirkete kapağı atarak kısa sürede CEO olursun. Dinliyorsun beni değil mi? CEO dedim, CEO!.." (Huzursuz Bacak, 73) diye düşünen ve kimliğini, kazancını, ilişkilerini tamamen kapital üzerinden belirleyen bir akademisyenin sözleri bunlar. Ne varsa parada var. Bu para ile akrabalık ilişkilerinin bile maddiyat üzerinden nasıl konumlandığına şahit oluyoruz başka satırlarda. "Yukarıda ablam var. Ama görüşmeyiz hiç, anca bayramdan bayrama. Yani sokakta görse beni görmezlikten gelir, hani para filan isteriz diye." (Rüzgârlı Pazar, 42) İşte bu zümreler arasındaki farklılık sosyal hayata da hepimizin aşina olduğu bir örnekle yansıtıyor: "Bazen ailece işte mutfakta ne varsa; peynir-ekmek-domates alıp çevre yolu kıyısına gideriz. Bir akasya gölgesi bulursak ne âlâ. Arabalar geçip gidiyor; bakar, oyalanır, güya piknik yaparız. O böyle anlatırken ben de tam bu sırada çevre yolundan arabaları ile geçen işi tıkırında adamların, bunlara baka baka ağızlarında geveledikleri yaveleri hatırlıyorum. 'Yahu yolu gözlemek nasıl bir şey. Yani ne anlıyorlar bundan. Yok arkadaş bu millet pikniğe çıkmayı da bilmiyor. Sığır bunlar sığır.' " (Rüzgârlı Pazar, 81)

"Hâkim sermaye ile hâkim kültürün dümen suyuna girip bir de dışarının acentası oldu mu, hapı yutuyoruz. Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde." (Huzursuz Bacak, 102) Huzursuz Bacak kitabında yer alan bu satırlarda aslında çok net bir kapitalist kültür eleştirisi yer alıyor. Birileri çalışıyor, emek veriyor, alın teri döküyor ancak bu birini çalıştıranın elinde bir tokmak, davul misali çalışana vuruyor da vuruyor. Uzun Hikâye'de cevap veriyor yazar bu duruma, böyle düşünenler nasıl mı karşılık görüyor, buyrun: "Bütün bu işleri yapıp çatan, alın teri döken babam ile hademelere de arada bir 'Buyurun siz de alın' demek gerekmez mi?", "Madem biz bu bahçeyi alın teri dökerek yetiştirdik, ürünü de eşit olarak bölüşmeli değil miyiz", "Eşit bölüşüm de ne demek? Yoksa sen sosyalist misin?" (Uzun Hikaye, 20) Bilindiği gibi toplumuzda adalet ve eşitlik gibi kavramlar çoğu zaman sosyalizm ideali üzerinden eleştirilmiştir ve sosyalist olma etiketinin en azından insanlarımızın çoğunca iyi karşılanmadığını tarih de bize öğretti, günümüz de göstermeye devam ediyor.

Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.

"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)

"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)

"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)

"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)

Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:

"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)

"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)

"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)

Durum tespitleri Rüzgârlı Pazar'dan gelirken bu durumun karşısındaki bir anlatıcının sesi Huzursuz Bacak'tan yükseliyor:

"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)

Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)

İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)

"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)

Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)

Mustafa Kutlu'nun eserlerinin her birinde tüketim eleştirisi yer alıyor. Bazen başrolünde oluyor kitabın bazen figüran ama her daim mevcut. Huzursuz Bacak'taki bir paragrafında sosyal hayata indirgiyor tüketimi ancak biz bunu genele vararak da okuyabileceğimizi biliyoruz.

"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)

Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.

Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Timur'un devlet ve yaşam felsefesi

Çeşitli dillerde Tēmür, Temur, Tömür, Teymur gibi isimlerle anılan, Osmanlıların Timür, Bizanslıların Demir-is dedikleri, tarihin en hiddetli ve otoriter hükumdarlarından biri, Timur İmparatorluğu'nun (Tamerlan, Timour le Boiteux, Timour le Grand) kurucusu olan Timur'dur. Birçok kaynağa göre Çağataylıları meydana getiren kabilelerden biri olan Barlaslar'ın reisi olan Turagay ile Tekira Hatun'un çocuğu olarak 1336'da Semerkant yakınlarındaki bir köyde dünyaya gelen Timur, 1370 yılında Çağatay Hanlığı'nın batısını zaptederek askerî tarihte bir lider olarak kendini gösterdi. 1398'de Delhi Sultanlığı'na, 1401'de Memluklar'a ve 1402'deki Ankara Savaşı'nda Osmanlılara karşı kazandığı zaferlerden sonra Türk-İslâm dünyasında adı en çok anılan isim oldu.

Timur'un Batı Asya üzerine düzenlediği seferler, tarihin en kanlı seferleri olarak geçmiştir. Bu seferlerde ortalığı yakıp yıkan ordusuna sanatkârlara, tarihî eserlere ve âlimlerin kitaplarına asla dokunulmamasını emreden Timur, birçok ilim insanını Semerkant'ta toplayarak şehri bir ilim merkezi hâline getirmeye çalışmıştır. En büyük seferi 1399-1404 yılları arasında gerçekleşmiş, asayişi temin etmek için ön Asya taraflarına yapılmıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Irak topraklarında ciddi yerler zapteden Timur; Malatya, Kâhta, Divriği, Sivas ve Antep'i topraklarına katmıştır, 30 Ekim 1400'de Halep şehrini de almıştır. Halep'i aldıktan sonra kadıları ve âlimleri bir mecliste topladı.

İbn-i Şahne, Ravzât’ûl-Menazır adlı eserinde bu mecliste yaşadıklarına dair şunu anlatır: "Bizi çağırttı, huzuruna geldik ve oturmamız emredildi. 'Size Semerkand, Buhara, Herat şehirlerindeki ulemaya sorduğum ve cevap veremedikleri soruyu soruyorum. En iyiniz ve en bilginizden başkası cevap vermesin ve ne konuştuğunu bilsin' dedi ve 'Dün sizden ve bizden ölenler oldu, peki hangileri şehittir? Sizden ölenler mi, bizden ölenler mi?' diye sordu. Herkes susmuştu ki Allah bana cevabı hemen gösterdi. 'Dün sizden ve bizden kim Allah adını yüceltmek için savaşıp öldüyse o şehittir' dedim. Bunun üzerine Timur 'güzel, güzel' dedi. Son sorusu 'Hz. Ali, Muaviye ve Yezid hakkında ne diyorsunuz?' şeklinde oldu. Kadı Alemuddin el-Kufsî, 'üçü de müctehiddir' deyince Timur çok kızdı ve 'haklı olan Hz. Ali’dir, Muaviye zalim, Yezid ise canidir. Siz Halepliler Hüseyin'i katleden Şamlılar kadar suçlusunuz' dedi."

Halep'ten sonra Şam üzerine yürüyen Timur, Mart 1401'de şehrin yağmalanmasını emretti, şehir harabeye döndü. Bir Timur tarihi olan Zafernâme'de Nizamüddin Şamî, Şam'da yaşananları şöyle nakleder: "Timur Şam'a girince devlet erkanına ve emirlere; biz işitmiştik ki bu memleket bir müddet Muaviye ve Yezid'in idaresi altında idi Bunlar daima ehl-i beyt'e ve peygamberin kızı Hz. Fatma ve damadı Hz. Ali'ye ve onların oğullarına zulmettiler. Şam ahalisi bunlarla beraber oldular. Bir taife peygamberlerinin ulusunun ümmetinden olsun, cehennem zindanı olan şirkten kurtulup cennet bahçesi gibi olan İslamiyete kavuşsun sonra da onun ailesine böyle zulümler yapsın. Bunu aklım almazdı. Ama Şam'ı görünce bu hakikat şimdi meydana çıktı. Çünkü böyle büyük bir şehirde sırf hava ve heves uğruna bu kadar büyük binalar, köşkler, bahçeler, semaya serçekmiş saraylar yaptıkları halde burada yatan peygamberin zevcelerinin kabirlerine bir adam çıkıp ta dört duvar bile çekmemiş. Allah böyle bir milletin başına bela vermeyip de kime versin."

Edirneli Oruç Beğ'in Tevârîh-i Âl-i Osman'ında ise ilginç bir konu aktarılır: "Şam’ı alan Timur, üzerlerine derme çatma kulübelerin yapılmış olduğu bazı mezarlar gördü. Kime ait olduklarını sorunca Sahabe'nin yani Hz. Muhammed’in (sav) yanında bulunmuş bazı kişilerin mezarları olduğunu öğrendi. Ama bu mütevazı mezarların hemen ilerisinde, Emevî Camii’nin yakınında bulunan Bâbü’s-sagîr Mezarlığı’ndaki kubbeli ve son derece gösterişli bir mezarın da ilk Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu olan ve Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ile yakınlarının Kerbela’da şehit edilmesine sebebiyet veren Yezid’e ait olduğunu öğrenince hiddetlendi ve 'Sahabe mezarlarının üzerine kulübeler kondurmuş, Peygamber efendimizin torununu katletmiş bu adama saray gibi mezar yapmışsınız' diyerek Yezid’in türbesinin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıldeniz’e dökülmesini buyurdu. Bununla yetinmeyip askerinden binlercesini Yezid’in mezarının üzerine işetti. Muaviye’nin mezarını da ortadan kaldırdı.

1400-1403 yılları arasındaki Anadolu Seferi esnasında birçok çizime, tasvire, minyatüre ve resme konu olmuş hadise ise Ankara Savaşı'dır. Osmanlıları yenip Yıldırım Bayezid'i esir alan Timur bununla yetinmemiş; oğlu Mirza Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin peşine takıp hem hazineye hem de Osmanlı başkenti Bursa'ya göz koymuştur. Neşrî Tarihi'nde Mirza Muhammed'in Bursa'yı talan ettiği ve saraydaki Osmanlı hazinesini aldığı yazar. Mirza, Ulu Cami'yi ahır yapmış, koyduğu adamlara ateş yaktırıp orada yemek yaptırmıştır.

Neşrî, Bursalıların bu hadise karşılığında kahrolduklarını, haftanın günlerini dahi unuttuklarını ve cuma namazlarını da kılamadıklarını belirtir. Timur'un İzmir'i de fethetmesinin ardından bazı rivayetlere göre Bayezid eleminden vefat etti. Ondan birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilan ettiği torunu Muhammed Sultan, 29 yaşında öldü. Timur hem Bayezid hem de torunu sebebiyle hiddetine ara verdi. Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç verip ona Bursa'yı bağışladı, eline yarlıg verdi. Babası Bayezid'in na'şını, Bursa'ya götürmesi için Musa Çelebi'ye teslim etti.

Aile, toplum, devlet gibi meselelerde Moğol kanunlarını uygulayan, gelenek ve göreneklerine son derece bağlı olarak bilinen Timur; hükümdarlar arasında en fazla tarih bilgisine sahip olanlardan biri olarak bilinir. İsmail Aka'nın Timurlular'ında üç dil bildiği (Türkçe, Moğolca, Farsça) yazar. Bazı rivayetlere göre Şam'da İbn Haldun ile görüşmüş ve tarih bilgisiyle onu fazlasıyla şaşırtmıştır. Hocalara, âlimlere ve sanatkârlara büyük hürmeti olan Timur'un bazı kaynaklarda Nakşibendî tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend'in hayır duasını aldığı yazar. İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ında Timur'la ilgili bir bölüm şöyledir: "İşittim ki: Emir Timur Allah Rahmet eylesin; bir gün Buhara sokaklarından geçerken Hace Nakşıbendî'nin dervişleri, dergâhın halılarını temizliyorlardı. Emir burada durdu, dergâhın tozlarını dervişlerin feyizlerinin bereketiyle kendisi için, amber (güzel koku) kıldı. Mümkündür ki bu alçak gönüllülüğü onu iyi bir sonla şereflendirmiştir."

Orta Asya göçebelerinin İslâmlaşmasında büyük bir pay sahibi olan Timur, Bîbî Hanım Mescidi (Semerkant Camii) ve Ahmed Yesevî Hankâhı gibi iki önemli eser inşa ettirmiştir. Seferlerinden fırsat buldukça Şah-ı Nakşibend'in şeyhi Emîr Külâl'ı ziyaretine gittiği belirtilen Timur'un hocası ise Şemseddin Külâl imiş.

İnsan Yayınları tarafından ilk baskısı 2010 yılında yapılan Tüzükât-ı Timur'un (Timur'un Günlüğü), yalnız tarihçilerin değil tarihe meraklı herkesin yoğun ilgisine mazhar oldu. Kutlukhan Şakirov'un ve Adnan Aslan'ın titizlikle hazırladığı kitapta evvela çalışmanın şeceresi ortaya çıkarılmış. Hangi yolla temin edildiği, gerçekten Timur'a ait olup olmadığı açıklanmış. Kitabı tercüme eden Alihan Töre Sağuni, 'tercümandan' diyerek yazdığı kısa girişte şöyle demiş: "Timur'un otuz altı yıllık saltanatında yaşadığı olayları öğrenmek için bu kitap yeterlidir. Şimdi okuyucu kendi kaleminden Timur'u okuyucunda onun hakkında kararını kendisi verecektir."

İki bölüme ayrılan kitabın 'melfûzat' adlı ilk bölümünde Timur, Tuğluk Temir Han'la başlayan saltanat kavgasından Ankara Savaşı'na kadar gerçekleşen olayları otuz bir fasıl (kengeş) olarak yazar. 'Tüzükât' adlı ikinci bölümdeyse devlet kurma ve yönetme ilkeleriyle bazı uygulamaları yer alır.

Farsça metinde geçen bazı kavramların Türkçelerinin dipnot olarak belirtilmesi okumayı zevkli bir hâle getiriyor. Timur yazılarını birinci tekil şahısla kaleme almış ve bazı durumlar karşısında "bunda hata etmedim" diyerek duygusal yaklaşımlarda bulunmuş. Ceta leşkerini kırmada kullandığı tedbirleri anlattığı bir bölümde manevî dünyasını keşfetmek de mümkün: "Ben o gece dağın tepesine çıkarak âcizane Allah'â çok yalvardım. Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm'a salavât söyleyip uyumadan oturuyordum; uyku ile uyanıklık arasında "Timur, fetih/zafer senindir" diyen ses duyuldu."

İkinci bölüm (tüzükât) özellikle devlet yönetimi tarihîne meraklı olanlar için oldukça önemli bir bölüm. "Kahraman oğullarıma, devletli torunlarıma malûm olsun ki Tanrı Teâlâ'dan ümidim vardır; benim evlâd ve nesillerimden çok kişiler uzun yıllar saltanat tahtına oturacaklardır" diyerek başlar Timur. "Bu on iki şey yardımıyla büyük ülkeler fethedip cihangirlik kıldım" sözüyle şunları belirtir:

1. Hudâ'nın dinine, Muhammed Mustafa'nın şeriatına dünyada revaç idim.
2. On iki tabaka kişilerden ordu kurup cihangirlik kıldım.
3. Bütün işlerimi kengeşe bağladım. Dikkat ve uyanıklılık ile tedbirler yürüttüm.
4. Saltanat müessesesini töre ve tüzüğe sıkıca bağladım.
5. Emîrler ve sipahilerime unvan verip, onlardan altın ve gümüşü esirgemeden gönüllerine rağbet verdim.
6. İnsaf-adalet yolunu tutup halkı kendimden razı kıldı. Günahlı ve günahsıza şefkat edip hakla hükmettim.
7. Peygamber evladı seyyidler, ulemâ ve meşâyih, âkil, bilgiç, danişmentler, müfessir, muhaddislerden iyilerini seçip alıp, onların izzet ve hürmetlerini yerine getirdim. 8. Her sözde ve her işte sebat, ciddiyetlilik, yolunu tuttum. Ne işi yapmaya kastetmiş isem, gönlüm ona bağlanıp onu bitirmedikçe ondan elimi çekmedim.
9. Raiye haliyle iyice tanışırdım. Büyükleri ağabeyler safında, küçüklerini çocuklarım yerinde görürdüm. Her yerin tabiatını, her halkın mizaçlarını, adet ve geleneklerini incelerdim. Her yerin, her şehrin ileri gelenleri ve ulularıyla dost ve biraderlik kıldım.
10. Türk-Tacik, Arap-Acem'den herhangi bir taife veya kabile olsun eğer benim devlethaneme girdiyseler, büyüklerine hürmet ettim.
11. Çocuklar, akrabalar, dost biraderler, komşular, benimle bir zamanlar dostlukta bulunan kişileri, bunları devlet nimet zamanında unutmadım. Daima yoklayıp sorup, haklarını eda ettim.
12. Dost düşmanlığa bakmadan her erde sipahilere hürmet ettim. Çünkü bunlar hürmete layık kişilerdir. Değerli canlarından fâni dünya için vazgeçerler.


160 sayfalık Tüzükât-ı Timur sadece bir günlük değil; içinde stratejiden liderliğe, aile yönetiminden devlet adamlığına önemli ilkeler barındıran rehber niteliğinde kitaplardan biri. Timur'un üzerinde sıklıkla durduğu ilkelerden biriyle yazıya son vermeyi münasip buldum:

"Hangi devlet eğer dinî ve ahlâkî temel üzerine kurulmazsa ve onun siyasî işleri töre-tüzük kanunlarına sıkı bağlanmaz ise, öyle devletin câzibesi gider, heybeti yok olur. Böyle devlet çıplak kişiye benzer ki onu görenler iğrenip gözlerini yumarlar. Veya bir eve benzer ki onun üstü açık, kapısı, perdesi yoktur; insanlar, insan olmayanlar sık sık girerek ayakaltı ederler."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Ağustos 2021 Salı

Okuma-yazma eylemine profesyonel bir bakış

Okuma deneyimi, yazma deneyimi, kitaplar, dünyada çeviri sorunu, edebiyat ödülleri vb. konularda yazılan metinler, bana bazen güzel bir roman okumaktan daha çok keyif veriyor. Edebiyatı daha profesyonel bir bakış açısıyla değerlendirdiğini düşünüyorum bu tür metinlerin. Tabiî bu metinleri işi edebiyat kuramcısı, araştırmacı, editör ya da buna benzer, kitaplarla profesyonel ilişki kurabilen kişilerin yazmasını önemsiyorum. Bu tür kişilerin edebiyat veya edebiyat sorunları hakkında yazmasının bir riski var elbette. Bu da kuru, zevksiz bir metnin ortaya çıkması. Ama bu riski ortadan kaldırabilecek bir yazarla karşı karşıya kaldığımızda okunan kitabın keyfi kat kat artıyor. Tim Parks bence bu işi iyi yapanlardan biri. Öznel bakışını zaman zaman bilgilerle donatıp nesnel bir metin ortaya çıkarması, okuma deneyimlerini sık sık yazıya katması, somut olması gereken yerlerde direkt yazar ve kitap ismi vermesiyle Ben Buradan Okuyorum, “kitapların değişen dünyası” alt başlığıyla nefis bir metin olarak karşımızda duruyor.

Metis Eleştiri kategorisinden basılan kitap Roza Hakmen çevirisine sahip. Toplam dört bölüm ve otuz yedi denemeden oluşuyor kitap. Bölümlerin isimleri ise şöyle: Kitabın Çevresinde Dünya, Dünyada Kitap, Yazarın Dünyası, Dünyalar Aşırı Yazmak. Tabiî bu bölümlere ek olarak bir ön söz de yazmış Parks ve bu ön sözde kitabı yazma sebebiyle birlikte “kitap” olgusu hakkında genel bir değerlendirme yapmış.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Denemeler samimi bir dille yazılmış ve birbiriyle ilintili değil. Konu bağlamında elbette genel bir başlık altında toplanmış ama herkes ilgisini çekecek bölümleri önce okuyup diğer bölümleri sonraya bırakabilir. Zaten kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri, herkesin ilgisinin çekeceği yerlerin farklı farklı olması. Kendi adıma bazı “takıntı”larıma da cevap buldum diyebilirim. Okumayla ciddi bir şekilde ilgilenen, okumayı hayatının ortasına koyan herkese bir şeyler söyleyebilecek bir kitap bu. Meraklarımızı giderebilir, okuma hastalıklarımıza bir cevap olabilir ya da sadece iki okur olarak sohbet havası da oluşturabilir. Bu açıdan oldukça samimi. Bu samimiyetle beraber ben de bir kitabı sonuna kadar okuma, başladığım kitabı mutlaka bitirme problemime bir cevap buldum diyebilirim. Gerçi buna Mîna Urgan’ın şöyle de bir söz var: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu? Canım Fethi Naci’nin bu cümlesinden sonra başladığım her ne ise hoşlanmadığım yerde bırakmaya karar verdim. Kitabı da insanı da.” Ama bu söz bana fazla havada ve fazla amatör geldiği için (okuma anlamında Fethi Naci’yle de aram pek hoş olmadığı için) Parks’ın incelemesi daha yerinde geldi. Parks duruma estetik kitaplar açısından yaklaşıyor haklı olarak ve kitap sonlarını denemesinin merkezine koyuyor. Yani estetik bütünlük olması gereken, bu bütüne göre yorumlanması gereken bir kitabın hepsini okumazsak nasıl doğru karar vereceğiz? Bu soru peşinden gidiyor ve denemesine Kafka’yla Schopenhauer başta olmak üzere birkaç yazarın eserlerini de konuk ediyor. Parks ve destekçisi diğer yazarlara göre bir kitap herhangi bir noktada terk edilebilir. Ona göre Kafka’nın birçok eseri böyledir. Ya bir anda bitirilmiş ya da olaylar “bu kadar yeter” denerek alelacele toparlanmıştır ama bu kitaplar değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Dediğinden şunu anlıyorum: Yeşilçam filmleri gibi mutlu veya mutsuz bir sona bağlanmak zorunda değiliz. Herkes alternatif sonlarını oluşturabilir. Hikâyeyi en sevdiği noktada bırakabilir ve bundan sonrasını kendi kafasında yaşayabilir ve böylece o kitap en güzel hâliyle kalmış olur. Çünkü Parks, bir son yazmanın yazar için işkence olabileceğini iddia ediyor: “Bir kez yapı kurulduktan ve anlatı topu yuvarlanmaya başladıktan sonra, bir sonun gerekliliği talihsiz bir yükten, bir utançtan, onca imkânın önünün ne yazık ki kapatılmasından ibarettir. Birçok yazarın romanı sonlandırmak için kendini yaratmak zorunda hissettiği elli sayfalık gerilimi psikolojik bir işkence olarak yaşarım bazen; yarı yarıya da olsa inandığımız sonlar elbette mutsuz sonlar olduğu için hayatı patos ve trajedi üretme makinesi olarak görmeye mecbur ederler beni. … Sonların esiri oluşumuz bir tür zorbalıktır. Bitirmediğim birçok romanı bitirmiş olsam, gözümdeki değerinin daha düşük olacağından kuşkum yok.

İlk bölümdeki denemeler bence kitabın en dikkat çekici denemeleri. Bunun sebebi daha genel okuma problemlerine değinmesi. Örneğin son bölümlerde daha spesifik ve derin konulara değinirken (roman-kültür ilişkisi gibi) bu bölümde daha çok e-kitaplar, okuma mücadelesi, okuma-zaman-teknoloji ilişkisi (ki kitabın en güzel denemelerindendir) gibi konuları işlemesi.

Tim Parks ikinci bölüm olan Dünyada Kitap’ta uzun uzun yerel edebiyat ve evrensel edebiyat karşılaştırması yapıyor ve bunları çatıştırıyor. Yerel edebiyatın dünyanın her yerinde göz ardı edilmeye başlandığından yakınan yazar bunun sebebini ise İngilizceye bağlıyor. Çünkü bir kitap hangi dilde yazılıyorsa aslında o dilin kültürüne göre şekil alır. Bazı yerel olarak İngilizcede açıklanamayan şeyler, İngiliz kültürüne adapte edilerek kâğıda geçirilir. Bu da bizi tektip bir edebiyata götürmeye başlar. Hint yazarlarının İngilizce yazdığı kitapları ne kadar Hint edebiyatı ya da kültürü içerisindedir ya da Orhan Pamuk’un İngilizce yazdığı kitaplar Türk edebiyatına mı aittir? Bu tür sorulara cevap arıyor Parks. Elbette yazarlara da hak ettikleri iğneyi batırarak: “Birbiriyle ilgili ve rekabet halindeki dünya görüşlerinin var olduğu, yazarların da kendi yoğun anlatısal katkılarını eklediği bir toplumun içinde bulunma hissi yavaş yavaş zayıflıyor; bunun yerini evrensel çekiciliği olan bir ürün, kendi kültüründeki insanların doğrudan yaşantısına bağlanmaktan çok dünya karışımında batmadan yüzebilecek bir şey yaratmanın yolunu öğrenmek için eğitim gören yazarlar alıyor.

Elbette bu durum sadece edebiyatta değil hayatın her alanında artık bu şekilde işliyor. Dünyanın kocaman bir köy olduğu gibi ifadelerle yumuşatılmaya çalışılan durumun, maalesef edebiyattaki karşılığı tam olarak. Farklı görüşleri, kültürleri aradan çıkararak tek tip bir Anglosakson dünyaya çevirme işlemi. Edebiyat da bundan geri kalmadı ne yazık ki. Ne diyelim, belki yazarlar da haklıdır. Sonuçta bu iş meslekleri ve mesela Hintçe yazılmış bir eserle İngilizce yazılmış bir eser arasındaki satış sayıları oldukça farklı olacaktır.

Parks’ın denemeleri sadece edebî denemeler değil. Aynı zamanda psikolojik tespitlerin (doğru veya yanlış) yapılmaya çalışıldığı denemeler de var kitapta. Okurlar Niye Fikir Ayrılığına Düşer böyle bir deneme. Dostoyevski, Per Petterson ve Coetzee üzerinden örneklerle oluşturulan bu metinde yazar, beğenilerimizin çocukluk döneminde ailemizdeki değerlere göre oluşturulduğunu savunuyor. Kendi hayatını sık sık yazılarının içine dâhil eden Parks’ göre romanlara verdiğimiz tepki, büyük ölçüde içinde yetiştiğimiz, kendimize içinde bir konum bulup bir kimlik oluşturmak durumda kaldığımız “sistem” ya da “diyalog”la ilgili olabilir.

Bu yüzdendir ki herkesin favori yazarları farklıdır çünkü herkesin arayışı farklıdır. Dostoyevski’yi herkes sevmek zorunda değildir mesela. Türkiye’deki sorun, okurluğun bile fanatikliğini yapmakta aslında. Parks, Türkiye’de biraz gözlem yapabilseydi Dostoyevski-Tolstoy diye bile ikiye bölünebildiğimizi görüp şaşkınlıktan ölebilirdi. Son iki bölüm biraz daha edebiyatın detaylarının kurcalandığı bölümler. İlk iki bölüm genel okuyucuya hitap ederken son iki bölüm okuma eyleminin farklı alanlarına da ilgi duyan kişiler için yazılmış gibi. Genel olarak kitaba baktığımızda ise, Türk okuyucular için bazı bölümlerin ülkemiz şartlarıyla bağdaşmadığını görebiliyoruz. Örneğin e-kitapların incelendiği bölümde yazar e-kitapların basılı kitaplardan daha ucuz olduğunu söylüyor ancak ülkemizde saçma sapan bir şekilde, bir kitabın e-kitabı basılı hâlinden daha yüksek fiyata satılıyor. Üstelik hiçbir mantıklı sebep gösterilmeden. Bu tür ufak, ülkelerin kendine has bazı özelliklerinin dışında, dünya üzerinde her zaman ilgi çekici bir kitap olacaktır Ben Buradan Okuyorum. Tek bir sorun çeviriyle ilgili. Çeviri bana çok akıcı gelmedi. Belki de yazarın üslûbuyla ilgilidir tam olarak bilemiyorum. Fakat nefis bir deneme-inceleme kitabı okuduğum gerçeğini değiştirmiyor bu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Ağustos 2021 Pazartesi

İbrâhim Efendi Konağı'nın kahramanları

Eyüpsultan’da tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya, ibret ve ilham almaya devam ediyoruz. Bugünkü durağımız yaklaşık beş yüz yıllık hikâyesi olan Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi. Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde ve Eyüpsultan Camii Şerifi kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, 1957 tarihinde açılan Eyüp Sultan-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır. Meydan tanzim edilirken sol tarafındaki Eskikavaflar Sokağı kaldırıldığından mescit köşede kalmıştır.

Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii Şerifi olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16. yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı Mehmed Es’ad Efendi tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbe de baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın [bugünkü mescid] Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.

Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde mescidin şadırvanı(!) olarak kullanılmaktadır.

Saçlı Abdulkadir Efendi Mescidi haziresinde 16.-19. yüzyıllara ait devlet ve din büyüklerinin mezarları bulunmaktadır. Bunlar arasında ünlü Türk Atabeyi Şeyhülislâm Hoca Sa’düddîn Efendi’de vardır. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde dört Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı Mehmed Es’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hazirede yer alan devasa boyutlardaki sütun mezar taşları gerçekten görülmeğe değerdir.

Ancak bizim üzerinde durmaya çalışacağımız mezarlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın: Türkçe, ağzımda annemin sütüdür” ifadesine denk düşen bir üslupla, rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kaleme aldığı İbrâhim Efendi Konağı isimli eser ve onun kahramanları ile ilgilidir.

Edebiyat tarihimize haklı olarak damgasını vuran bu şaheser aynı zamanda fakirin de okumayı sevmesine vesile olmuştur.

Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi denen bu hazirede Osmanlı devlet ricalinden İbrahim Ata Efendi’nin kendisi, annesi, babası ve halasının, büyük bir ihtimal ile büyük kızı Şevkiye Hanım’dan olan torunu Ratibe Hanım'ın mezarı da vardır. Hamidi fesli mezar taşındaki yazılardan Kadiri olduğu anlaşılan İbrahim Efendi’nin, komşusu Hattat Aziz Efendi tarafından celi sülüs hat ile yazdığı mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l-Baki
Memuriyn-i Mülkiye Komisyonu Azalığından mütekaid
Kudema-yı memuriyn-i mülkiyeden İbrahim Ata Efendi el-Kadiri
Ruhu içün el-Fatiha 26 Receb 1328 (3 Ağustos 1910)

Merhume Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden bir şaheser olarak edebiyatımıza mal olan İbrâhim Efendi Konağı adlı eserde sözü edilen İbrahim Efendi bu zattır. Bu eserde İbrahim Efendi ve kızları Şevkiye, Şükriye, kardeşi Hilmi Bey ile eşi Halet Hanım başta olmak üzere yerine ve makamına göre daha pek çok kişi fevkalade bir üslupla hikâye edilmiştir. Hilmi Bey’in oğlu Dr. Server Bey ile kızı Meliha Hanım ise bu eserde biraz geri planda kalmış gibidir.

Aslında Server Bey, Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi’nin dayıları, Meliha Hanım ise anneleridir. Zaman zaman mesela I. Dünya harbi yıllarında küçük bir çocuk, daha sonraki yıllarda Şevkiye Hanım'a yardım götüren genç kız ise Samiha Ayverdi’nin bizzat kendisidir [Bkz: Haksan, Mehmet Nermi: Eyüp Sultan Tarihi, Eyüp Bel. Yay. İstanbul, 2009].

İbrahim Efendi’nin babası tüccardan Ali Bey’in celi sülüs hat ile yazılan sütun mezar taşında ise şu ifadeler yer alır:

Hüve’l Hayyü’l-Baki
Merhum ve meğfur el-muhtac İla rahmet-i Rabbihi’l-Gafur
Gedos (Gediz) tüccarlarından El-Hac Ali Bey’in
Ruhiyçün Fatiha 20 Cemaziyelahir 1288 (6 Eylül 1871)

İbrahim Efendi’nin annesi Fatima Hanım’ın celi talik hat ile yazılmış kitabesi:

Hüve’l-Baki
Fenadan beka’ya eyledi rıhlet
Hak ede kabrini ravza-i Cennet, Gediz tüccarı el-Hac Ali Bey zevcesi
Fatımatüzzehra Hanım’ın ruhu için Fatiha
23 Şevval 1275 (26 Mayıs 1859)


İbrahim Efendi’nin kız kardeşi Hatice Atiye Hanım’ın mezar taşı kitabesi:

Hüvel’l-Baki
Beni kıl mağfiret ey Rabbi Yezdan
Bi Hakkı arşı azam-ı nur-u Kur’an
Gelip kabrimi ziyaret eden ihvan
Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan
Gediz tüccarlarından el-hac
Ali Bey Efendi hemşiresi
Merhum ve Meğfur leha
Hatice Atiye Hanım
Ruhiyçün el-fatiha H.1282 (M.1865/66)


İbrahim Efendi’nin mezarının baş ve ayak taşlarının ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş bir mermer levha daha bulunmaktadır. Tepesinde iki dal çiçek motifi bulunan bu levhanın üzerinde celi talik hat ile şu ifadeler yer almaktadır:

Tabib Miralay Salih Bey’in kerimesi (kızı)
İbrahim Efendi’nin hafidesi (kız torun)
Ratibe Saliha Hanım’ın ruhiyçün el-Fatiha
Tarih veladeti 1316 (1898/99) Tarih vefatı 1332 (1914)

Eyüp Sultan Tarihi isimli eserde bu kitabeden “Ratibe Hanım’ın kayıp çeşmesinin kitabesi” olarak bahsedilmektedir. Ancak kitabedeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere burada bir çeşme taşını çağrıştıracak unsura rastlanmamaktadır. Bu ifadeler klasik Osmanlı mezar taşı yazısı formunu yansıtmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu kitabe, 16 yaşında henüz bir nazenin iken Rahmet-i Rahmân'a kavuşan Ratibe Hanımefendi'nin mezar taşıdır. Kitabe İbrahim Efendi’nin mezarının üzerine sonradan konulmuş olabilir, fakat orijinal yeri bu çevrili hazirede olmalıdır. İbrahim Efendi Konağı isimli eserde de zaten Ratibe Hanım’ın mezarının Eyüpsultan’daki İbrahim Efendi haziresinde olduğu yazılıdır.

Rahmetli Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı isimli eserinde Ratibe Hanımefendi'yi şöyle tasvir ediyordu:

… İbrahim Efendi ailesinin hiçbir ferdinde bulunmayan müstesna bir cevherin, asil bir ruhun, bir duygu iffetinin, kemalli ve zengin bir yaratılışın bütün saltanatına sahip olacaktı. Bu, doğuştan zarif, mütevazı, müşfik ve gani çocuk, sanki semalardan inmiş bir göktaşı gibi, bu ananın bu babanın bu dedenin hatta bu kürenin malı değildi. Tabii, sade ve rahat bir gönlü, ince bir terbiye kabulüne müsait zengin bir ruh malzemesi olacaktı. Fakat en küçük yaşında bunun ıstırabını çekecek, derinliklerine inemeyen, duygularının zembereğini açamayan muhiti, bu yüzden ona, bilerek bilmeyerek, eza edecekti. Öyle ki nefesine kurban kesen, arzularını emir sayan bir kalabalığın ortasında yapayalnız olduğunu hissetmeye başlayacak, kendisine arz edilen debdebenin azabını çekerek varlıktan da dirlikten de bir çeşit utanç duyacak, lakin en kötüsü, bu duygusunu etrafındakilere anlatamayacaktı…

Nidayi Sevim 

6 Ağustos 2021 Cuma

Her hâliyle İstanbul

İstanbul’un ülke için anlamı büyük. Yaşanan acılar, başarılar, zenginlikler, yükselişler çöküşler bu şehirde hep büyük yaşanır bu yüzden. Kendini ülkenin üzerinde gören şişkin ve şımarık bir yanı da hep olagelmiştir. Anadolu ne denli muzdarip bir çehreyse İstanbul da bir o kadar zevk düşkünüdür, denebilir.

Dinen de anlamı şüphesiz büyüktür. Kutsal bir mabet gibi üzerindeki gök kubbe salt bu şehre özgüymüş gibi bir hava verir ve bu şehrin Müslümanlığı da her zaman Anadolu’dakinden epeyce farklı bir hırsla yüklüdür. İslam burada daha İslamcıdır. İçinde yaşayanlar onunla özdeşleşmek, onu kendilerine mal etmek ve bu sayede taşralılıklarını unutarak bu kutsal havadan biraz daha fazla beslenmek -ve de böbürlenmek- istemişler, dahası bunun böyle olduğunu her halleriyle göstermekten çekinmemişlerdir. İstanbul süslü bir şehirdir. En kutsal mekânlar İstanbul’dadır o halde insanlar burada daha Müslümandır!

Dünyanın en güzel şehri olduğunda birleşenler de çoktur. Entrikaların başkenti olduğu da söylenir. Bizans oyunlarının hâlâ geçerli olduğu bir soyut mekân gibidir. Hiç şüphesiz ayakta kalması daha zor bir zemindir. Ve ülkenin kaderinde değilse bile siyasetinde hep etkili olmuş bir şehirdir İstanbul. Doğasına, kültürüne ve medeniyetlerle yüklü tarihine zıt bir şekilde fazlaca siyasidir. Her şey burada siyasi bir hüviyete bürünür. Şairi bile daha siyasidir. Belki de ülke gerçeklerini tam olarak yaşayamama aşırı siyaset olarak kendini göstermektedir.

Nihayet bitirdim Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unu (Oğlak Yayınları) ve bu şehrin inişli çıkışlı tarihinden süzülüp gelen iç karartıcı bir yanının olduğunu düşündüm. Konaklar, halayıklar, uşaklar, paşalar, bitmek bilmez bir kendi kendiyle meşgul olma halindeki gösterişli ve sefaletlerle dolu, okurken içimi sıktıkça sıkan içi boş süslü hayatlar…Hareket kabiliyetini ve tevazusunu kaybettiği için kendi kendine dönerek kendinden yemenin tüketici zevkiyle sarhoş, kendisi dışındaki dünyayla ilişkisi hayli kopuk bir yerin insanlar üzerindeki ağır etkisi… Ülkenin genel kaderinin uzağında bir konfor alanından yazılan, ortalama insanlarda neredeyse hiç karşılığı olmayan tuhaf -ve hicranlı tabii!- aşkların anlatıldığı, canlılığı hep eksik, benzi soluk kahramanlı romanlar. Sıkıcılığını azaltmak için habire şiirlerle tamamlanan Boğaziçi gezintileri, mehtap güzellemeleri ve elbette Avrupa seyahatleri. Tam da Tanpınar’ın Huzur’unda olduğu gibi bir “huzursuzluk şehri”.

Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.

Mithat Cemal belli ki büyük bir yazar. Ruh tahlilleri, ince gözlemleri ve insanların zihninden geçenleri kağıda dökebilmesi zamanının çok ötesinde. Gerçek anlamda hiç roman yazmamış olsa da iyi bir roman yazarı olduğu belli. Üç İstanbul da tam anlamıyla bir roman sayılmayabilir. Dönemin gerçek karakterlerine fazlasıyla gerçekçi bir biçimde yer verir çünkü. Kimilerine göre bu kitap kendi biyografisidir. Bir dönemin tarihsel bir anlatısı gibi de düşünülebilir. Normalde altı yüz sayfalık böylesi bir kitabın işin uzmanı ve meraklısı değilseniz oldukça sıkıcı olması beklenir ama öyle değildir çünkü tam da burada bir roman yazarı Kuntay çıkar karşımıza ve her gerçeğin arasına kattığı sanatıyla ve sayısız kez yaptığı ince yazar dokunuşlarıyla metnin ağırlığını alarak onu bizim kılar. Hiç bu şehirde yaşamamış ve hayatında hiç halayık görmemiş insanlar dahi kendini kitaba katabilecek bir kapı aralar. Ülkeyi yönetenlere getirdiği sert eleştirileri estetik bir hicve dönüştürerek düşünmemizi sağlar.

İşinden bezmiş ama bulunduğu makamın, vasıflarının üzerinde sağladığı payelerden hayli memnun sayısız örnekten bildiğimiz, tipik bir devlet memuru olan Tapu Müdürü Senih Efendi işi yoğun değilken elbette ki şiirle ve zaman içinde edindiği başkaca -mutlaka işiyle ilgisiz ve de gereksiz!- zevklerle meşguldür. Odacı kapıda belirir. “Fuzuli’nin bir beytini başkâtibine anlatacakken odacının elindeki mektubu gördü, keyiflendi. Misafirler, mektuplar…Şahsını makamlaştıran bu iki şeye Senih Efendi bayılırdı…odaya katip resmi bir yazıyla girdi. Senih Efendi resmi şeyleri aşağısından okurdu; bunun da son satırlarını görünce işi anladı.

Abdülhamit döneminin baskılarına, politikalarına ve hükümet etme tarzına bütünüyle karşı olan muhalif baş karakterin, yazdığı bir kitap nedeniyle bir gün kapısına polis gelir ve Adnan taslak halindeki kitabını sayfalar halinde ölüm döşeğindeki anasının koynuna saklayarak durumdan güç bela kurtulur. Kuntay polisin gelişini ise şöyle anlatır: “Sokak kapısı çalındı. Hizmetçi Şefika kapıyı açınca fenalaştı: Polis!..Bir tek adamın devlet olduğu memleketlerde küçük evlerin kapısında gece ve polis, hizmetçi Şefika için de korkunçtur. Kadın korktu.

İktidarın nimetlerinden faydalanmakta pek mahir, her dönemin adamı olmaya hayli yatkın kesimin haline şaşıran Adnan bir keresinde hayret eder. “Hüsrev, Erkânıharp Müşiri’nin damadıydı, Bahriye Müşiri’nin oğluydu; yirmi üç yaşında miralaydı, Hünkâr yaveriydi; memlekete acımayı Adnan’dan iyi biliyordu. Abdülhamit’e Adnan’dan daha temiz bir ağızla sövüyordu. Rütbeden, nişandan, paradan, konaktan, güzel kadından sonra hükümete sövmek saadeti de bunlarındı.

Adnan, iktidarı ele geçirince her şeyin değişeceğine inanan, tam bir İttihatçıydı. Gücün her şeyi çözebileceğine inanan her insan gibi iktidara gelince kendini yeterince güçlü hissedemeyen ve her defasında gücünü hissetmek için onu denemesi gereken de biriydi. Bir keresinde Dağıstanlı Hoca’yla Adan arasında şöyle bir konuşma geçer: “Adnan: ‘Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar.’ Hoca: ‘Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir; vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici ‘fikir’ zümreleri var. Bizim memlekette hakiki ‘fikir’ yok; bizde üç yüz seneden beri ‘fikir’ diye bir tek şey var: Taassup!

İttihatçılar iktidara gelince Adnan da tez zamanda zenginliğe ulaşacaktır fakat bu hiç de kenar mahallede hayal ettiği gibi zevkli bir zenginlik hali değildir. Daha çok, hak edilmemişlik duygusuyla yüklü bir korku ve keyifsizlik içermektedir. Hak edilmemiş olan kolayca kaybedilebilir hissi zevkine baskın gelmektedir: “Gözlerini kapamazsa, kimse hayatta güzel rüya göremezdi. Adnan da servetine dikkatle bakmaktan vazgeçiyor, çok zengin adamlar gibi onun da gündüzleri, gece vakalarıyla doluyordu: Uyku, içki, oyun, kadın. Bazı günler servetinden başka türlü korkuyordu: Bir gün parasız kalırsa, kaybedecek saadetleri olmayan orta halli insanlara imreniyordu. Çeksiz erkek, incisiz kadın, Suvaresiz konak, kumarda para kaybedemeyen insan…Parayı bu kadar yakından tanımasaydı, ne kadar bahtiyar olacaktı. Para [tıpkı iktidar gibi] başkasında anlaşılmıyordu: Parayı insan kendinde anlıyordu. Paraya, anlamayarak uzaktan baktığı eski günlerine imrendi.

Adnan, İttihat ve Terakki’nin zirvede olduğu dönemde gücünün zirvesine ulaşır ve bir süre sonra vaktiyle bir sığıntı gibi girdiği ihtişamlı konakta ders verdiği evin erişilmez kadını Belkıs’la evlenir. Belkıs fiziken İstanbul’da olsa da kafaca hep Avrupa’da yaşamaktadır. Giyimi, konuşması, zevkleri ve insanları görme şekli hiç fark etmeksizin bir İngiliz, bir Rus, bir Macar gibidir (yeter ki buralı olmasın!). Avrupa’ya gidemiyorsa bile sefaretlerde verilen davetlere Adnan’la birlikte gidebilmek ayaklarını yerden kesmek için yeterlidir. Adnan’la zaten biraz da bu yüzden evlenmiştir. Bir keresinde yine böylesi bir davette Belkıs adeta kendinden geçer: “Kadın her adımda ‘arz-ı mev’ud’a basıyordu. Adnan’ı unuttu; tek başına koridorlarda hızlı hızlı ilerliyordu: Sefarethane’ye girmişti, Adnan artık lüzumsuzdu, bilet gibi. Dans salonunda sevincinden bayılacaktı. O kadar çok bayılacaktı ki Adnan’ın kollarına düşebilirdi. Bu salondaki bütün insanlar onun elmaslarına, ipeklerine lazım olan kalabalıktı. Burada onun incileri anlaşılıyordu.

Adnan artık bir zamanlar istibdata karşı içinde hissettiği davayı tam olarak duyamıyor, zenginleştikçe yapay kaygılardan besleniyordu: “Zengin olduğu günden beri, Adnan, on üçten -tıpkı Hidayet gibi- korkuyordu: Büyük refahların yapma ıstıraplara ihtiyacı vardır.”. Oysa bu, yapma bir ıstıraptan çok içten içe duyulan bir korkunun kehanetiydi. Çok geçmeden İttihatçı ülke büyük topraklar kaybedecek, Abdülhamit’e rahmet okutacak bir baskının altına girecek, iktidarın her türlü yozlaşmasının acı örnekleri İstanbul’un her yanında görülecekti. Adnan da payına düşeni fazlasıyla alacak, yıkımı en dibine kadar yaşayacaktı. Her ikbal görmüş ve düşmüş insan gibi yeni gelecek ikballerin hayaliyle yaşamaya başlayacak, bu kez Milli Mücadele’ye yardım eden ‘Gizli İstanbul’un parçası olmaya çalışacak, Cumhuriyet’le birlikte fesini fırlatıp kalpağını giyerek mebusluk bekleyecek, Ankara’dan gelecek her seste mebus oluyorum sanacak ama sarık-fes-kalpak’tan hiçbirini bir daha takamayacaktır. Ve sonuçta tıpkı Osmanlı gibi uzun süre veremden çekmiş, zayıf düşmüş bir vücutla direnemeyerek ölecektir.

Mithat Cemal için onun Mehmet Akif biyografisini okumadıysanız Mehmet Akif’i tanımış sayılmazsınız denir hep. Bu kitabı okuyunca bunun ne denli doğru olabileceğini de hissediyor insan. Gerçeğin sanatla birleşmesinin verdiği teselli için de okumak istiyor.

Kitabın ruhuna uygun olması bakımından fazlaca tarihsel gerçekliklerle başlayıp bir roman gibi bitirmek gerekirse, sonlara doğru her şeyden umudunu kesen, hayatını boşuna yaşadığını düşünen Adnan, Belkıs’dan sonraki eşi Süheyla’ya şöyle der: “Hiçbir şey yapmamak için otuz beş sene çalışmak, buna derler Süheyla!’ Gözleri doldu. Şimdi her şey gibi ‘sanat’ı da inkâr ediyordu. ‘Sanat’, ‘hayat’ dediğimiz yalanı gerçek sanmak için uydurduğumuz ikinci bir ‘yalan’dı.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca