"Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu, yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum, ölmeden hatırlamak."
- Sezen Aksu
İnsanoğlu, yaşı kaç olursa olsun önünde hep uzun bir yol olduğunu düşünür. Bilhassa gençler için bu yol tarifi mümkün olmayan yerlere ulaşacak kadar uzun, geniş ve parlaktır. Oysa hayat, içinde barındırdığı dertlerle insanı karşılar. Ta en başından bu böyledir. Doğarız ve sanki nice dertlerle çevrili bir hayat dairesinin içinde hapsoluruz. Başımıza gelenler karşısında şaşkınlığa uğramamız hep bundandır. Halbuki biraz kalp gözüyle bakıp da görebilsek, bu dert denen şeylerin bizi olgunlaştırmak, yürüdüğümüz yol boyunca istikametimizi korumak için verilmiş birer fener olduğunu yakalayabiliriz. Böylece sürekli şikayet etmek yerine şaşırmanın vadisinde biraz dinlenip, kendimize hayat dersleri çıkarabiliriz. Hani Sâmiha Ayverdi, Ateş Ağacı'nda "Hayatta olan şeylere 'neden' diyen kimse acemidir" diyor ya, eh, durum biraz böyle bizler için. Çoğu zaman dersimizi hayatın ta kendisinden alıyoruz.
Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey soru sormak. Çünkü sormadıkça, birilerinin bizim adımıza çoktan hazırlayıp sunduğu cevapların üzerine düşüveriyoruz. Ancak hazır cevaplarla ayağa kalkabilen kimseler olduğumuzda düşeceğimiz bir sonraki istasyon da hazır biçimde bizi bekliyor. Oldukça velud bir yazar olarak oldukça düşündüğü her hâlinden belli olan Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'ta kendisinin uzun yıllar evvel sorduğu besbelli olan sorulara şimdiki tecrübesiyle cevaplar veriyor. "Anladık ki ağlamadıkça bize bir şey vermiyorlar, anladık ki sızlamadıkça bizi gören yok; ama işin gerçek fasıllarını kavramak için yaşımızın bir hayli ilerlemesi gerekiyormuş" demesi de bundan olsa gerek. "Sosyolojiye ilgim vardı, psikolojiye uzak değildim, dinî inançlarım tartışma dışıydı, pazarlığa tabi olmayacak kabullerim, kimseye ödünç verilmeyecek hayallerim ve henüz bir Allah'ın kuluna açılmamış itiraflarım vardı. Sırtımda binbir meşakkatle taşıdığım yüklerin semeresi hayatın denklerini çözmeye yetiyor muydu?" sorusu, okurları henüz ilk sayfalardan itibaren 'tebessümünü koruyan bir ciddiyet' halkası içine alırken, onunla hemdert olacağını da belli ediyor. Zira Subaşı'nın kendisini yaktığını söylediği soru, bu kitapla buluşan tüm okurlar için de önemli bir başlangıç istasyonu: "Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?"
Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'taki her makalesine sıradan bir konu başlığı değil, hayatımıza yön veren ve dolayısıyla bizim de sık sık yönümüzü belirleyen meseleleri seçmiş. İmtihan, zaman, coğrafya, masumiyet, fıtrat, irade, ruh, nefis ve beden, kalp, idrak, anne, cinsiyet, dil, din, zamanın ruhu, kökler, kültür, tarih, göç, kabile, kuşak, gelenek, ahlak, düzenlilik, yetişme süreçleri, müfredat, muhit, güvenlik, anlam arayışı, bilme biçimleri gibi meseleler; farkında olarak ya da olmayarak hayata bıraktığımız izi belirlerken aynı zamanda bizde iz bırakmış meseleler. Subaşı belki de bu başlıkların sık sık yapıldığı gibi birbirinden ayrı olarak değil, yekpare biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kendi fıtratımızdan bahsederken üzerinde doğup büyüdüğümüz coğrafyadan bahsetmemek mümkün mü? Ailemizden bahsederken köklerimize, oradan da kültür ve tarih mirasımıza değinmemek olur mu? Bir düzenlilik arıyorsak bu aynı zamanda güvenlik ve muhit arayışımızla da ilgili değil mi? Ruh, nefis ve beden; kalpten ayrı düşünülebilir mi? Zamanın ruhunu anlayabilmek için tarihle ilgilenmemiz gerekmiyor mu? İşte tüm bu soruların peşine düşüyor Subaşı. Derdi bir cevap aramak, net bir sonuca ulaşmak değil. Ne kestirme ifadeler ne de buyurgan bir dile yanaşıyor. O, okuyucuyu bir dost bilerek, oldukça dostane dille ve "iki keklik bir derede su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar" misali bir anlam çemberi kuruyor.
Yaşı kaç olursa olsun, nasıl bir geçmişe ya da geleceğe sahip olursa olsun insanların sık sık başladığı yere döndüğü bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar gün olur hayatımıza coşku, tutku, neşe, huzur ve kuvvet katar, gün olur; durgunluk, bezginlik, yorgunluk, anlamsızlık, bedbahtlık verir. İki arada bir derede kaldığımız gibi iki ileri bir geri gidişimiz de hayatın en olağan hâlidir. Asıl mesele şekilden ziyade derttedir. Mesele durmak değil, neden durulduğudur. Gitmek değil, neden gidildiğidir. Anlam boşluğuna düşmek herkes için mümkündür ama bu boşlukta olduğunu dahi bilmemek büyük gaflettir. Feraset, yediğini içtiğini bildiğin kadar kendini ve hatta çevreni de iyi gözlemlemektir. İnsan bir şey bilecekse eğer bu her şeyin kendinde dağıldığı ve kendinde toplandığı olmalı. Anlam peşine düşmek kadar anlam boşluğuna düşmek de değerlidir ama mesele nereye düştüğünü bilmektir. Yeryüzü kaymak gibi yollar, manzaralı köprüler ve tertemiz konaklama yerlerinden ibaret değildir. Bataklıklar da vardır yokuşlar da, kuyular da vardır karanlıklar da. Dimdik durup dümdüz yürümek her insan için erdemli yahut havalı görünebilir ama her şey göründüğü gibi değildir. Hayat derdi içinde yeniden ayağa kalkıp daha isabetli fikirler edinmek, güzeli ve iyiyi tespit edip kuyudan su çıkarmak, bir çeşmede yüz yıkayabilmek için eğilmek de vardır, düşmek de, yuvarlanmak da. Nihayetinde "insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır". Şair sözüdür ve elhak doğrudur.
"Bir anlam arayışının içinde doğarız ve ömrümüz bizi mütemadiyen tatmin edecek güçlü bir açıklama trafiğinin peşinde geçer. Hayat, bizi bulan sorularla ve bunları karşılayacak cevaplarla her dem yeni bir anlam kazanır" diyor Subaşı. Çoğu zaman insan, varoluşunu fiziki ve maddi yapısıyla kurduğunu, sürdürdüğünü düşünür. Oysa manevi yapı her şeydir. Din, ahlak, kalp günümüzde her ne kadar burun kıvrılan, dudak bükülen, 'bu çağa bir şey söyleyemeyen' duruma indirilse de insan için evet, her şeydir. Fakat bu her şey olan meseleler kolay cevaplanabilir sorular sunmaz. Samimiyet ister. Kimileri felsefeyle kimileri dinle "ben neden varım?" sorusunu cevaplamaya çalışır. Bir yandan da ahlak gelir, "gel de bana bir anlam ver ve hayatında bir yere koy!" der. Zordur ama şarttır bu kavramlarla dost olmak. Bir de kalp vardır ki o bozulunca her şey bozulur. Bu yüzden bir kalp taşıdığının bilincinde olmak ne kadar kıymetliyse o kalbi korumaya çalışmak da o kadar kıymetlidir:
"Kalbi kararmış bir dünyada değerli kalabilmek önemlidir ve aklı başında olan biri için iyi bir kalbe sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Kalbimiz varsa insanızdır, ondan yana rahatsak ancak o zaman hakiki bir öze ve sahici bir cevhere sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi mutlu hissedebiliriz. Onu taşımakla yüreklenir, onu korumakla kendimizi mutlu ve huzurlu hissederiz" diyor Subaşı ve bu önemli konuyu şöyle derinleştiriyor: "İyi, güzel ve doğru olana erişmek ve bütün bunları varlığımızla bütünleştirmek için sahip olmamız gereken tek şey sağlam ve canlı bir kalbe sahip olmaktır. Aklımız bize yol gösterir, gönlümüz bir şeylere meyleder, vicdanımız bizi adil kılar ama bunlarla bir ömür yol alabilmenin ön koşulu sağlam ve diri bir kalbe sahip olmaktan geçer. Kalbi kara olanın da kalbi fesat olanın da insan için iyi gelecek hiçbir yanı yoktur. Rezillikler orada pompalanır, bilumum kargaşalar onunla hayat bulur. Kötü kalp kendini dışarı vurduğunda ortada sadece fitne ve fesada bir yol bulunur. Oysa temiz ve hassas bir kalple biz, insanlığımızın her daim sınandığı bir imtihan alanında kendimizi bulmanın, fıtratımıza yönelmenin imkân ve ihtimallerini sürekli yoklar, iyi, doğru ve güzele karşı her daim hareket hâlinde olan bir duyarlılıkla hayatta yerimizi alırız."
COVID-19 pandemisiyle birlikte yediden yetmişe büyük bir boşluğun içine düştük. Cinsiyet, dil, din, ırk gözetmeden insanları ölümle burun buruna getiren ve sırf bu yüzden en insani, en demokratik virüs olarak gösterilen koronavirüs bazı şeyleri gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek için belki de bir imkân yarattı. Yine hepimiz; dinle, felsefeyle, kişisel gelişimle, psikolojiyle bir şeylere cevap aramaya başladık. Derdimiz Hayat, bana derdimizin her zaman hayat olacağını yeniden hatırlattı. Kitabı okurken, 'herkes bin bir şey yazıp söyledi şu süreçte, esas böyle kitaplar üzerinde durulmalı' diye düşündüm. Bunca zaman okuduğum binlerce kitap arasında çok ayrı bir yere koydum. Tıpkı Engin Geçtan'ın İnsan Olmak'ı, Hermann Hesse'nin Siddhartha'sı, Kuşeyrî'nin Risâle'si gibi. Özellikle hayata böyle farklı gözlüklerle bakmayı sevenler için bu örnekleri veriyorum. Derdimiz Hayat, Necdet Subaşı'nın bu coğrafya insanına ve bilhassa gençlere çıkardığı, günlük yaşamla iç içe geçmiş, oldukça samimi bir harita. Bir haritayla hayatın anlamına kavuşulmaz ama güzel bir hikâye kurulabilir. Tıpkı tam tersinin de olabileceği gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder