SAYFALAR

27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir zihin açıcı olarak İsmet Özel

1944 yılında Söke'li bir polis memurunun altıncı oğlu olarak Kayseri'de doğan İsmet Özel, memleketimizin hem şiir hem de fikir alanında namlusu her daim sıcak bir silah gibi. Fikirlerini kurşun, şiirlerini yara olarak kabul edersek, belki canımızı kurtarabiliriz. Kalemini bir yakın dövüş ustası gibi sert kullanan İsmet Özel'in hem şiirlerinin hem de fikriyâta dayalı yazılarının kafa kurcalayan bir yapısı olduğu kadar, kafa açıcı bir tarafı olduğu da, bu ülkenin başkentinin Ankara olması kadar hakikatli bir durumdur.

"Itrî dinlemekten sıkılan bir adamın Süleymaniye'nin mimarisinden tad alabileceğini mümkün sayamayız. Hâfız Post'a yaklaşamamış olan birisi Doğu medeniyetinin (daha da daraltalım: Osmanlı Medeniyetinin) övgüsünü yapıyorsa ne yaptığından habersiz bir kimsedir şüphesiz."

"Zor Zamanda Konuşmak", ilk baskısı 1984 yılının ocak ayında Çıdam Yayınları tarafından yapılmış bir fikriyât kitabı. Bendeki, 1990 yılının mart ayında yapılan ve bir sahafta bulup aldığım 4. baskısı.

İlginçtir, ilk sayfasında arapça "Bismillahirrahmanirrahim" yazılmış. Ya okuyan bunu yazdı ya da kitabı İsmet Özel bu şekilde imzaladı. Bilmek isterdim, bilmiyorum.

Bu kitap İsmet Özel'in gazete yazılarından oluşuyor dersem çok yavan olur, izah etmek isterim. Bu kitap bir denemeler kitabıdır. Doğu ile batı sorunsallarının karşılaştırmalarından tutun da, bireyin tavrı, aydının zihin yapısı, şu anda yaşadığımız güncel veya geçmiş, gerek konuşma gerekse ifade etme sıkıntılarının sebepleri, müthiş akıcı bir üslupla yazılan önermelerle okuyucunun önüne seriliyor.

"Basit gözlemlerle anlaşılacaktır ki, insanın bağlı olduğu ahenk hangi seviyede ise o insanın düşünme seviyesi de aynı seviye çevresindedir. Bağlı olduğu ahenk dolmuş şarkıları, gazino müziği seviyesinde olan insan dünyayı aynı seviyeden kavrayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir. Türkiye'de arabeskin zaferi ile bankerlerin zaferi birbirine paraleldir."

Görüşlerine ister katılın ister katılmayın, İsmet Özel'in zihin açma konusunda öyle bir üstünlüğü vardır ki her yeni veya eski kitabında bunu kesif biçimde fark edersiniz. Kitabı okurken bazen yorulabilirsiniz, sakın okumaktan vazgeçmeyin. Gerçekten kaybınız olur. Çünkü bundan tam 29 yıl önce yazılmış bir kitabın nasıl olur da hala güncel meselelere ışık tutabildiğine hayretli gözlerle ve meraklı zihninizle şahit olacaksınız. Bir el fenerinin pili bitebilir, ama bu, aydınlatma özelliğini yitirdiği anlamına gelmez.

"Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınıflandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır... Eğer okuyucu yazardan okuyucunun istediği türde ve düzeyde bir metin bekliyorsa, aslında o yazıyı okumuyor, teftiş ediyordur."

Meselenin ve kitabın özü şu ki; İsmet Özel okumak bu vatan toprakları için de, bu vatan topraklarında kitap okuyan insanlar için de nimettir. Dolayısıyla kitap için "okumaya değer" dersem terbiyesizlik yaparım. Okunması gerek(t)ir, okuyun. Bir zihne sahip olduğunuzun farkına varmak için, tahayyül gücünüzü artırmak için, nitelikli bir üslubun tadına varmak için okuyun.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Şubat 2013 Pazartesi

İsmet Özel'i anlamak isteyenler için kılavuz

"Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi, "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden ondört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson, telâşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşanın cereyan ettiği anlatılır:

- Henry, neden buradasın?
- Waldo, sen neden burada değilsin?"

Kitaptan aktardığım iki dava arkadaşının şu kinaye yüklü konuşmasına bakılırsa öncelikle okunması gereken kitapların İsmet Özel’in Henry, Sen Neden Buradasın 1-2 olduğu düşünülebilir. Ancak hem yazarın Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabını daha önce yazdığı hem de kendisine şu tür soruların yöneltildiği düşünülünce ilk olarak bu kitabın okunması daha yerinde olacaktır:

İsmet Özel neden Mülkiye’de sosyalist öğrencilerden müteşekkil Fikir Kulübüne üye oldu?
Mülkiye’yi neden bıraktı?
Neden İşçi Partisi’ne üye oldu?
Neden Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmasın diye başlatılan imza kampanyasını destekledi?
Neden İslâmcı oldu?
Neden Türkçü oldu?

Bu ve benzeri soruların tümü "Henry, sen neden buradasın?" babındadır. İsmet Özel kitaba "Waldo, Sen Neden Burada Değilsin" ismini vererek kendisine yöneltilen onca "İsmet Özel, neden oradasın" sorusuna adeta cevap vermiş ve biz okuyuculara "siz neden oradasınız?" diye sorarak düşünce dünyamıza bir kama sokmak ve mütecessis tarafımızı uyandırmak istemiştir.

Yukarıda sorulan soruların cevapları birleştirildiği takdirde bir İsmet Özel masalı oluşturulmuş olur. İsmet Özel de zaten bu kitabı kendisi üzerine kurulan bir masalı yıkmak istediği için yazdığını söyler:

"Herkes kendi masalını yıkmalıdır. Ben burada kendi masalımı yıkmaya çabalayacağım. Bunu başarabilirsem hem kendi insanlığım karşısında sahip olduğum sorumluluğun gereğini yerine getirebileceğime hem de başkalarıyla insanca ilişkiler kurmanın zeminine katkıda bulunabileceğime inanıyorum. Benim bu çabamı izleme zahmetine katlanan kişilerin (belki dostların) de kendileri hakkında uydurulmuş masalları yok etme yolunu benimseyeceklerini umuyorum."

İsmet Özel’in masalı ise kısaca şöyledir:

"Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet bir gün komünist olmuş. Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış ve hatta böylelikle yıldızı parlamış. Gel zaman git zaman, İsmet Özel’in duyguları, düşünceleri, inançları değişmiş (masalın her varyasyonunda bu değişmenin sebepleri muhtelif) ve Müslümanlığı bir hayat yolu olarak benimsemiş. Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş. Eh, o erdiyse muradına, biz de çıkabiliriz kerevetine."

Her masalın gerçeklik tarafı vardır. Yoksa bir masalın içinde olduğumuzu anlayamayız. Biliyoruz ki gecenin varlığı gündüzün varlığı ile mümkündür. Bu masalın gerçeklik tarafı ise İsmet Özel’in her zaman iyi şiirler yazıyor oluşudur. "Bir şairin düşünce dünyasındaki değişmeleri en iyi şiirlerinden anlayamaz mıyız?" diye bir soru sorabilirsiniz. İsmet Özel de bu soruyu soracağımızı bildiği için bize bir yol çizmiş, masalları yıkmak için:

"Eğer şiir anlatılamayan bir şeyin anlaşılır kılınmasında bir görev üstlenmişse, Kötü Şiirler’den başlayarak yazdıklarım tarih sırasıyla, yani Sevgilime İftira (hayata iftira demektir bu), Kanla Kirlenmiş Evrak, Karlı Bir Gece Vakti, Propaganda, Tahrik, Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü, Esenlik Bildirisi, Amentü sırası gözetilerek okunursa yaşadığım geçiş sürecinin işaretleri fark edilebilir."

Ben illaki İsmet Özel ne demek istiyor anlayalım demiyorum. Ancak üzerine konuşulmasın diye hep bir kenara itilmeye çalışılan ancak, şairin bunun için özel bir gayreti de olmamasına rağmen, hep göz önünde bulunan İsmet Özel’in ne demek istediğini anlamamız belki kişisel olarak problemlerimize çözüm üretmeyebilir (sonuçta kaçımız şair hastalığından muzdaribiz?) ancak meselelere bakarken beynimizin kullanılmamaktan ve havalandırılmamaktan rutubetlenmiş ve örümcek ağları ile dolmuş arterlerinin açılması bakımından faydalı olur. Uzun lafın kısası, İsmet Özel cins bir kafadır, okuyucunun kafasını açar ve bu kitabında da neden kafa açtığını anlatmaktadır. Mademki bir masaldan uyanmanın en kolay yolu uyanmaktır, herkesin diline pelesenk olan İsmet Özel masalından uyanmanın yolu da bu kitabı okumaktır.

Muhammed Faruk Özcan

Acil neşe ihtiyaçlarında

Rahmetli dedemin evin geniş salonundaki sohbetleri, rahmetli pederiminse talebelerine sık sık verdiği vaazları, beni hep bir hikaye anlatıcısı olmaya öykündürmüştür. Mustafa Kutlu ve enfes kitapları ile bu öykünmemi içten içe tatmin etmişimdir.

Sanki ben onun kitaplarını okurken, Mustafa Kutlu, o babacan tavrıyla bir Anadolu kasabasında yanında ufak bir dere geçen uluca bir çınarın altında oturmuş hikayeyi hem yazmakta hem de bana anlatmaktadır.

Mutluluk yoktur bence hikayelerinde kalender bir neşe vardır, kahkaha değil mesela gülümseme, üzüntü değil hüzün, her neyse efendim Kutlu hikayelerinde yüreğimize dokunan parçalar var hep, okudukça sevindirik olduğumuz parçalar.

Mavi Kuş, Mustafa Kutlu’nun bahsettiğim çınarın altında yazdığı hikayelerinden biri galiba, 50’li 60’lı yılların Anadolu’sunda küçük bir kasaba ve o kasabanın insanları ana karakterleri hikayenin, bu karakterleri şehre, devlete, belki de dünyaya bağlayan istasyon ile kasaba arasında taşıma görevi yapan minibüsün hikayesi.

Minibüsün adı Mavi Kuş.

Mavi Kuş’un şoförü Deli Kenan’dan başlayan hikaye minibüsün yolcularından amerikan çiftin hikayelerine uzanıyor ve tüm yolcuları, yolda karşısına çıkanları dahi içine alıyor. Hikayelerden ufak parçalar:

Mavi Kuş’un ön koltuğunda oturan Ağa , kahyasına adab-ı muaşeret dersi veriyor: "Yavrum şimdi tankotlukta adet budur. Bayanlara çiçek verilir."

Yolculardan arkeoloji öğrencisi Gül ile şoför Deli Kenan arasında çok şey anlatan şu diyalog geçer, Kenan’ın kedisini sevme şeklini garip bulan Gül şöyle der:

"- Kediyi çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Ama ne biçim sevgi bu. İki de bir ‘lan’ diyorsunuz.
+ Biz sevdiklerimize ara-sıra böyle deriz.
- Ya sevmediklerinize.
+ Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır."

Deli Kenan’ın ömürlük can yoldaşı Avcı Bilal’i anlatırken enfes sözcükler dizisi dökülür yazarın kaleminden: "Hani gülse bile gözlerinin hüznü ebedi yerinde duran bazı felek vurgunu adamlar vardır; onlardan biri."

Anadolu kasabası deyip geçtiğim yeri ise nasıl anlatmış yazar:

"O yıllarda taşra böyledir.
Küçük ve sıcak.
Yoksul ve samimi.
İçedönük ve derin."

Hikayenin hikayesini anlatmak için dil döktüm ama bunun arkasındaki gizemi yine Kutlu’ya bırakalım diyorum: Aslolan ayna camının ardına sürülen sırda. O sır olmasa kendimizi adi bir camın karşısında bulacağız ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Sır bize bir kapı aralıyor, işte diyor sen busun.

Acil neşe ihtiyaçlarınızda en az 5-6 sayfa okuyun, karşılayacaktır ihtiyacınızı, kapının ardındaki sırrın sizi de bulması dileğiyle.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

20 Şubat 2013 Çarşamba

Delirmekten korkmak ya da korkudan delirmek isteyenlere

2009’un yavan geçen sonbahar günlerinde biz yerimizde zıp zıp zıplıyorduk. Bunun nedeni Hakan Günday’ın yeni romanının çıkacağını haber almamızdı. Adı Ziyan olan roman bir türlü gelmiyordu. Sonunda roman geldi, romanla birlikte korku da geldi, korkuyla birlikte “delirme” fikri kafamızdan aşağı boca edildi.

Marifetli kalemin sahibi kitabın arka kapak yazısında, “Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim. Ama hepinizi” diyordu. Aklımızı başımızdan alıyordu.

Takdir edersiniz ki, Azil’den sonra nasıl bir romanla karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Romanlarının birbirini izleyiş sırasında herhangi bir çıkarım yapmak mümkün olmuyordu. Zaten Günday romanlarının en büyük heyecanı da bence burada yatıyordu. Öngörülemezlik!

Azil’de bolca artistik felsefe patinajları yaptıran yazarımız, Ziyan’ın kapağında yüzümüze haykırıyordu. Başarılı bir kapaktı, çünkü okurların zihinlerinde ilk beliren düşünce “asker” oluyordu.

Doğu’da askerlik yapan bir gençle tanıştırdı bizi Günday. Sonra onun tek başına çok yalnız olduğunu düşündü ve o nöbet tutarken bir oyun arkadaşı daha çağırdı: Atatürk’e suikast girişimden yargılanarak idam edilen Ziya Hurşit. Bu beklenmedik karşılaşma beraberinde bir kamyon dolusu olaylar getirdi. Issız, soğuk ve farklı dilleri konuşan bir toplumda yaşayabilmenin, her şeye rağmen varolabilmenin mücadelesine tanık olduk.

Hakan Günday’ın roman yazmaktaki temel nedeni sorular sormaktır. O kadar çok soru işaretsiz soru sordu ki Ziyan’da, nefesler keskin bıçaklarla kesildi. Olayın kurgusu, bireyin toplum içinden toplum dışına nasıl da alelade kayabildiği gerçeğiyle örülmüştü. Peki bu durumda öfkesiz bir Hakan Günday karakteri düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Askerin öfkesinin ayyuka çıktığı noktada Günday şu alıntıyla terk edilmiş bir duvar dibinde tekmeliyor insanoğlunu: “Bireyin halka duyduğu nefret daim olmalıdır.” (Georges Darien)

Romanı sadece askerlik yapan erkeklerin dramı diye düşünenler varmış. Yazık. Asker olmak burada basit bir motiftir aslında. (Tüm roman askeri bir kışlada geçse de…)

Ziyan, herkesin korku karşısındaki çaresiz delirmelerini konu ediniyor kendisine. Ziyan’daki delirmek fikri alışılmışın biraz daha dışında, Gündayca bir fikir; bıçağın kemiğe dayanmasıyla ilgili bir fikir, nefretle yoğrulmuş bir fikir. Korkmakla delirmek arasındaki dengeyi tutturan bir fikir!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

16 Şubat 2013 Cumartesi

Geçdi Gâlib Dede candan yâhû

Beşir Ayvazoğlu’nun Kapı Yayınları'ndan çıkan Kuğunun Son Şarkısı kitabı Allah’ın bir lütfu olarak aynı zaman aralığında yaşayan ve her biri alanlarında mihenk taşı niteliğindeki Şeyh Gâlib, Dede Efendi ve Mustafa Râkım Efendi’yi ele almaktadır. Elbette konu Gâlib olunca III. Selim’den de bahsetmeden geçilemezdi. Kitabın Yansımalar bölümünde çeşitli şairlerin (Muallim Naci, Ziya Paşa, F. N. Çamlıbel, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç…) Hüsnü ü Aşk’tan ve Şeyh Gâlib’den etkilenerek yazdıkları şiirler yer almaktadır. Ayrıca Tanpınar’ın Huzur, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanlarından Gâlib ile ilgili bölümler bu kitaba aktarılmış. Muallim Naci ve Ahmet Hikmet’in Gâlib ve Hüsn ü Aşk ile alâkalı yazdıkları makaleler de kitabın sonunda yer almaktadır. Son olarak 1491 Galata Mevlevîhanesi’nin kuruluşundan 1997 Yenikapı Mevlevîhanesi’nin üçüncü defa yanışına kadar geçen sürede konu ile ilgili kayda değer olayları veren kronolojik bir cetvel de kitabın sonunda yer alıyor. Adeta Şeyh Gâlib ve Hüsn ü Aşk haritası diyebileceğimiz geniş bir bibliyografya ve yine aynı genişlikte bir dizin ile kitap sona eriyor. Gâlib’i araştıracak kişilerin bu kitabı rehber olarak kullanmasını tavsiye ederim.

Efsaneye göre kuğular öleceklerini anladıkları zaman öyle bir şarkı söylerlermiş ki bu ömrü hayatları boyunca söyledikleri en güzel şarkı olurmuş. Kuğunun son şarkısı ifadesi sanatçıların verdikleri en son ve eşsiz nitelikteki eserler için de kullanılırmış. Bu anlamda Hüsn ü Aşk genel anlamda ömrünü tamamlamış bir medeniyet birikiminin son şarkısı, özelde ise Gâlib Dede’nin eşsiz bir terennümüdür. Öyle ki üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bu esere nazireler yazılmaya devam etmektedir.

Gâlib henüz çok genç iken evvel Divan şairlerine ‘bir iki hoş benzetme ile şair olunmaz’ diyerek kafa tutar ve etrafı tarafından ‘madem bunlar şiir değildir sen yaz da görelim’ tepkisi ile karşı karşıya kalır. Gâlib bunun üzerine çağları aşacak Hüsn ü Aşk’ını 23 yaşında iken altı ay gibi kısa bir sürede tertip eder. Gâlib Hüsn ü Aşk’ı yazdığı esnada İstanbul adeta Marmara çırası gibi tutuşur. Ancak onca yangına ve devletin onca uyarısına rağmen aziz halk, şehri yine baştan ayağa ahşap yapılar ile dolduruyor ve kâgir yapı yapanları da ‘dünyaya kazık kakmak mı istiyorsun?’ diye ayıplıyordu. Bu yangınların Gâlib üzerindeki etkilerini Hüsn ü Aşk üzerinden görmek mümkündür:

Bir nâr ki dûdı dud-ı Nümrûd
Gûlan-ı siyeh-nümûd-ı Nümrûd
-HA 1686

Gâlib, Hüsn ü Aşk’ı tertip ettikten bir yıl sonra kimselere haber vermeden çileye soyunmak içün Mevlevîlerin "Ka’betü’l-uşşak" dedikleri Konya’ya gider. Ancak Gâlib anne ve babasının ısrarlarına dayanamaz ve çilesini Yenikapı Mevlevîhanesinde tamamlamak üzere İstanbul’a geri döner. Bu ocakta Itrî, Dede Efendi ve Şeyh Gâlib’in yetiştiği düşünülür ise kuğunun son şarkısı Yenikapı Mevlevîhanesinin duvarlarında yankı bulmuştur diyebiliriz.

Gâlib ile III. Selim’in dostluğu dillere destandır. Hatta söylenir ki bir defasında Gâlib şiir okurken III. Selim başını onun dizine koymuş ve öyle dinlemiştir. Gâlib, III. Selim ile beraber sultanın kardeşleri olan Beyhan ve Hatice Sultan’lardan da büyük yakınlık görmüştür. Beyhan Sultan ile Gâlib arasında bir gönül ilişkisinden bahsedilir ancak bu rivayetlerin doğruluğunu kestirmek zordur.

Gâlib Dede 1791 yılında, Mozart’ın öldüğü yıl, Galata Mevlevîhanesi’nin postnişini olur. Gâlib postnişin olduktan sonra hayatına adı gibi kendisi de esrarlı olan Esrar Dede girer. Esrar Dede ile Gâlib’in arası çok iyidir hatta küçük kırgınlıklar yaşarlar ve birbirlerini çok sevdikleri için bu tür kırgınlıkları büyütürler. Ancak bu kırgınlıklar çok çabuk sona erer. 1796 yılında Esrar Dede’yi, 1798 yılında ise annesini kaybeden Gâlib Dede derin bir hüzne kapılır ve kabuğuna çekilerek Mevlânâ’nın eserlerine gömülür.

Art arda gelen bu ölümler Gâlib’i bilinmedik bir hastalığın içine çeker ve 3 Ocak 1799 yılında sakalında bir tek beyaz tel yok iken teneşir tahtasına yatırılan Dede’nin babasının şu sözleri insanın içini burkar "Ah oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor."

Heccav Surûrî, Şeyh Gâlib’den epeyce rahatsızdır ve bu şiddetli kıskançlığını hicivleri ile dışa vurur:

Bilmem ey menhûs adın Es’ad mıdır, Gâlib midir
Zâtını ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun
Gerçi dersin şâirâne ben tegallüb eyledim
Pîş-i erbâb-ı sühanda Gâlibâ mağlûbsun

Gel gelelim Gâlib Dede’nin vefatı onu da hüzne boğar. Şiirde o kadar da başarılı olmayan Surûrî’yi bu zamana taşıyan belki de Gâlib’in ölümü ile dilinden dökülen şu mısradır:

Geçdi Gâlib Dede candan yâhû
-1213 (1799)

Kitap devamında büyük bestekârımız Dede Efendi’yi, şu an türbesi Karagümrük’te bir harabe hâline gelen, çektiği yeni tuğra ile III. Selim’e sikke değiştirten, IV. Mustafa, II. Mahmud ve şehzadeliğinde Abdülmecid’in tuğralarını çeken, "eğer Hafız Osman yaşasa idi ‘Lâyık oldun âferin bizden ziyâde hürmete’ sözüne mahzar olurdun" diyerek şairler tarafından övgüler dizilen büyük hattat Mustafa Râkım Efendi’yi ve devrinin derin devleti olan "saraydaki tuvaletlerde bile hafiyesi var" diye söylentilere sebep olan Halet Efendi’yi anlatıyor.

Muhammed Faruk Özcan

15 Şubat 2013 Cuma

Kalbinin kuytusunda şiirler saklayanlara

Ömrüm kitap sayfaları arasında geçsin diye çırpınmama rağmen, söz konusu şiir olunca tanıyamadığım bir seçicilik giyiyorum üstüme. Hem ben çok şiir ezberledim, anladım ki yağmur her şeyi biliyor.. Ama önemli olan yağmuru bilebilmektir diyerek seçiciliği bir kenara bırakıp yeni şairlerden de okuyarak yola devam ettim.

Yolum tozlu kitap raflarından geniş kitabevlerine düştüğünde; gencecik, sıcacık bir şairle tanıştım sapsarı ve incecik bir kitap sayesinde. Henüz 30’larında olmasına rağmen kısa denilebilecek bir yazın sürecinde kendi şiir çizgisini oluşturabilmiş bu kadından bahsedeyim ilkin. Adı Gonca Özmen. Şiirle haşır neşir çoğu başarılı yazar gibi (bkz: Nilgün Marmara). İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Ama günümüzdeki yazar/şair tayfasının çoğunluğuna göre, harekete geçmek için demlenmeyi beklememiş, ve ilk şiiri bir edebiyat dergisinde henüz 15 yaşındayken yayımlanmış.. Elime aldığım “Kuytumda” adlı ilk kitabını da 18 yaşındayken çıkaran Özmen’in içindeki küçük kızın birkaç satırla nasıl bu kadar dolu bir hüzünden bahsedebildiğini gördüğümde, bunca yıldır içimde tutup da erteleyip yazamadıklarıma hayıflanmadım değil..

Çoğu incecik şiir kitabına bir heves para döküp alıp okuduktan sonra çok pişman olmama rağmen, bu kadının cümleleriyle tanıştığımda içimden o his uçtu gitti. Hem “Her şiir yeni bir sancıdır” diyor haklı olarak benim o en sevdiğim şiirinde. Ve şair, bize o sancının üç katmanını gösteriyor bu kitapta. İlk bölümde ay’dan bahsederken hafif bir sitemi dokunduruyor yüreğimize, “Kimin kıyısında dursam, bir rengin usul usul dağılışı gibiyim..” diyerek. Bazen boyundan büyük laflar etmeye yeltense de şiirleri, işte benim sevdiğim o ‘kadın şair’ duygusunu çocuk yönünü de hatırlatarak şaşırtabiliyor:

"Hangi kabuğa sığar şimdi
Hiç durmadan dizlerini kanatan bu aşk?.."

İkinci bölümde, renklere değinirken, son kısımda kısa kısa cümlelerle ‘imgeleri’ kitabına katan Özmen, taş, duvar, göl, zaman, uzak kelimelerini günlük hayattan cümlelerle şiirleştirmeyi tercih etmiş. 18 yaşının heyecanına vererek, bu kısım şair için belki de sonradan toparlanmak üzere ucu açık bırakılmıştır diyorum. Yine de son dönem şairlerinin edebiyatın kalbine atacağı çiziğin biraz farkında olmak isterseniz, ve kalbinizde gizlediğiniz şiirleri, en önemlisi de o hiç kimseye diyemediğiniz sitemleri bir genç kızın kaleminden okumayı tercih ederseniz, bu kitabı öneririm.

"Öyle daralttık ki içimizi
Bir saksılık toprağa yer yok.
Herkesin kendini gösteriyor pusulası
Ağaç kendi göğünü biliyor sadece."

Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim

14 Şubat 2013 Perşembe

İçine atmaktan vazgeçmeyenlere

"Çok kaprisli bir sazdır! Gazın vardır çalamazsın, miden kaynar çalamazsın, çok sigara içersen çalamazsın, tokken çalamazsın. Klarnet nazlıdır."
- Ata Demirer

Enstrümanlar arasında nefeslilerin her zaman farklı bir rolü vardır. Gerek solo gerek grup halinde fark etmez, nefesliler gerçekten affetmiyor. Neşeliyken, kederliyken, nefesli bir enstrüman size ortak olabilir, ona kendinizi gönül rahatlığıyla emanet edebilirsiniz. İşte nefeslilerin arasında bir enstrüman vardır ki, onu diğerlerinden ayıran şey de bu saydıklarımı hakkıyla yerine getirmesidir. "Klarnet görsen flüt zannedersin" demeyin, zira 4 yıla yakın bir süredir sol klarnet çalıyorum. 4 yıldır üflediğim klarnet, bazen 40 yıllık dostum gibi oluyor. Siz klarnete nefesinizi verirsiniz, o sizin için sevinir de üzülür de, güvenebilirsiniz.

"Babasının kadim dostu olan amca bir gün, "Bak Osman!" demişti tatlı sert bir tavırla, "esasen, sol gırnata çalmayı, etrafa da pek belli etmeden, gittiğim meyhanelerdeki Trakyalı Çingenelerden öğrendim. Zannımca, iki iyiliğin üst üste gelemediği bu topraklarda, dertlerimizi anlatmaya, içimizi dökmeye bu klarnet daha uygun."

2012 yılı Everest İlk Roman Ödülü kazanan "Gırnatacı", Ercüment Cengiz'in ilk romanı. Oldukça sade bir üslubu var. Kurgu, beyninizi yormuyor ve sürekli merak ettiriyor. Kitap tıpkı Beşiktaş-Kadıköy vapuru gibi temkinli bir şekilde başlayıp güzel bir ritimle devam ediyor. Vapurlar iskeleye yanaşırken küçük çocuklar genellikle çok heyecanlanırlar. İşte bu kitabı da bir vapurmuş gibi düşünmeye devam edersek, sonuna doğru ve en sonunda çok tatlı bir heyecan yaşıyorsunuz. Bu lafımı unutmayın.

"İnsanı ağır bir hastalığa sürükleyen sevda mikrobu, vücuda hep böyle mi zerk oluyordu? Birine sevdalanmak, önce onu merak etmek demekti belki de."

Galata'nın Küplü Meyhane'sinde, "sol gırnata"sıyla tüm dinleyenlerin ciğerlerini söken "üç kulaklı" genç Osman, Sultan II. Abdülhamid'in emriyle 1893 yılında Chicago Jackson Park'ta açılan Colomb Sergisi'ne gönderiliyor. Musiki heyetinde görevli olan Osman'ı jazz efsanesi Scott Joplin keşfediyor. Caz grupları arasında tüm dinleyenlere klarnet nedir gösteren Osman; İstanbul'u, orada bıraktığı annesi ve sevgilisi Meline'yi, kan kardeşi Kevork'u unutamıyor. İçindeki bu tüm yaralara klarneti merhem oluyor, belki de olamıyordur. Kim bilir. Çünkü öyle bir üflüyor ki nefesini, dinleyen herkes "bu adamın büyük yaraları var" diyor.

"Klarnet kadına benzer aslında adamım! Bir yandan kamışa üflerken bir yandan da dillemen lazım onu, yani dil atman lazım.. Sen hiç kurbağa dili gördün mü? İşte, klarnetçinin dili, kurbağa dili gibi kıvrak olacak, hatta kamçı gibi savrulacak. İşte o zaman yataktaki kadın gibi haykırır klarnet de. Hatta çığlık bile attırırsın istersen.. Bizim oralarda, bu tekniğe "kurbağalama" derler Çingene çalgıcılar."

Kitabın kapak tasarımı için daima başarılı kapaklar tasarlayan Utku Lomlu'yu kutlamak gerek. Tek kusur, klarnetçinin elindeki klarnetin "si bemol" olması. Oysa sol klarnet olmalıydı. Bu ayrımı yapmak için biraz da müzikle ilgilenmek ve hatta klarnetle baya içli dışlı olmak icap ettiğinden, çok da üzerinde durulacak bir kusur değil.

Bu kitap, bir vefa borcunun nasıl romana dönüştürülebileceğini gösteriyor. İçindeki aşk, musiki ve tarih ise adeta romana yakışıyor. "Gırnatacı", her şeyiyle yaşayan bir kitap. Siz bakmayın 1890'lı yıllardan 1955'lere uzanmasına. Yaşıyor...

Unutmadan; hemen hemen bütün enstrümanistler, enstrümanlarını çalarken şarkı da söyleyebilirler. Nefesli enstrüman kullananlar, özellikle de klarnetçiler, içlerine atarlar...

Yağız Gönüler

13 Şubat 2013 Çarşamba

Yazarların "sıradan insan" yönlerini
merak edenlere

Dünyanın birçok ülkesinde büyük ilgi gören Yazınsal Yaşamlar, çağımızın yaşayan en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Javier Marias’ın sempatik; kimi zaman saygılı kimi zaman da alaycı bir şekilde, edebiyat tarihinde izini bırakmış yazarların birkaç sayfalık biyografilerini sunuyor okurlara.

James Joyce’un bir koprofil olduğunu öğrenince ister istemez yaşadığınız hayal kırıklığını, Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle’un sert mizacını ve meşhur yumruklarını okuyunca unutabiliyorsunuz.

Ya da Rilke’nin Tolstoy’u ziyarete gittiği bir gün, Tolstoy “Bugünlerde ne ile uğraşıyorsun?” diye sorduğunda, gayet tabii ve içten bir şekilde “Şiirle” cevabını veren Rilke’ye Tolstoy’un şiire yönelttiği acımasız cümlelerden sonra üzülürken, bu cümlelerin Rilke’nin bir kulağından girip ötekinden çıktığını öğrenince gülüyorsunuz. Üstelik bütün yaşamını şiirin her formuna harcamış biri olan Rilke’nin Duino Ağıtları’nı on yılda tamamladığını öğrenince, iyi ki Tolstoy’u dinlememiş diye seviniyorsunuz.

Malcolm Lowry’nin iflah olmaz bir ayyaş, aynı zamanda çok sevilen bir arkadaş olmasını okuduğunuzda şaşırırken, Nabokov’un memleket hasreti çektiğini öğrenince derinden sarsılıyorsunuz. Faulkner’ın atlara olan sevgisi yüzünden “para için yazdığını” iddia ettiği kitabın Kutsal Tapınak olduğunu öğrenince, bir kez daha Faulkner’ın mizahi yönünü beğeniyorsunuz.

İriyarı ve katı bir adam olan Henry James’in zarafet ve şıklık takıntısını tam yerinde bulurken, bir gün Turgenyev’le birlikte Flaubert’i ziyarete gittiğinde, Flaubert onları aslında bir çalışma kıyafeti saydığı sabahlıkla karşılayınca Henry James, Flaubert’i hiç affetmemiş. Yazdıklarını bile kayda değer görmemiş bir daha. (Madam Bovary hariç). Örnekleri artırmak mümkün, kendi adıma diyebilirim ki ben en çok şaşırtan yazınsal yaşam Arthur Rimbaud’nun hayatıdır. Fena, çok fena…

Javier Marias birçok özel yazarın hayatını didiklerken okurunu sıkmadan sadece birkaç sayfada işin özetini anlatıp geçiyor. Uzun uzun biyografi okumaktan sıkılanlardansanız “Yazınsal Yaşamlar” ideal bir seçenek. Kitabın yeni baskısı Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinden mavi kapağıyla çıkmaktadır.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki bu kitap; birçoğumuzun ilah gözüyle baktığı yazarların “sıradan insan” oldukları tarafına ağırlık veriyor ve sırf yazmak için ne zor şartlar altında yaşadıklarını okuyunca ister istemez yüreğimiz burkuluyor. Gerçi şunu söylemeden geçmeyeyim: Birçoğunun hayatı boyunca maddi açıdan hiçbir kaygısı olmamış, benim kastettiğim “zor şartlar” tamamen sıfırdan bir eser üretebilmek adına katlandıkları ya da katlanamadıkları olaylardır.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

12 Şubat 2013 Salı

Ölür gibi sevmek isteyenlere

Alper Gencer, romantik ruh doktorlarımızdan.. Ah’la başlayan, Garibin ve Mestane’yle devam eden çok güzel bir tanışıklığım vardı ki kendisiyle, elime incecik naif mi naif bir şiir kitabı geçti birden.

Ölmek Gibi Sevmek, sevgiyi iliklerinde hissetmek isteyenlere, tam çaya şeker tadında bir şiir kitabı. 64 sayfalık bu duygu patlamasının ilk ve tek baskısı hem şekli itibariyle hem de içindeki şiirlere “Devrim ve Çay”dan gelen aşinalığım dolayısıyla rafta dikkatimi çekti. Kitabın kapağındaki yanmış kibrit çöpüyse kelimelerin doluluğunu özetler nitelikte..

Birkaç sayfa arayla fotoğraflar da kullanmayı tercih eden Gencer’in “Tahrir Günlerinde Aşk” şiiri beni tam onikiden vurdu diyebilirim.

"ama yağmurun sana yağmayacağı belliydi göğe bakışından.
berraktı, bulutsuzdu, silme maviydi gök.."

Şairin kimi zaman içine küçük diyalogları, kimi zaman günlüğünden kopan birkaç hüzün dolu cümleyi, ve en çok da ağlamanın tasvirini serpiştirdiği bu kitabı okurken günümüz şairlerinin ayrı ayrı verdiği, hatta bazen bundan bile sakındığı birçok şeyi bir arada bulundurmaktan korkmadığını fark edeceksiniz.

"Devrimiçi Sosyal Paylaşım" şiirinde muzipçe sosyal medyaya değinen adamın, birkaç sayfa sonrasındaki "sana dönünce lunaparkta bir çocuğun ölümünü seyreder gibiyim azizem.." deyişindeki hıçkırığı bir defa fark edin, kitabı elinizden bırakamayacaksınız zaten..

Ölmek gibi sevmek, adı gibi kendini sevdirirken içten içe öldüren de bir kitap. En iddialı yerinizden vurulmak istiyorsanız bu yağmursuz günlerde, sıcacık bir bardak çayla beraber okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Şiirle..

Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim

10 Şubat 2013 Pazar

Yaşadıklarınızı ve gördüklerinizi
anlatmaktan korkmayın

"Gördüklerime inanmam gerek ama nasıl olacak bana biri bunu anlatsın. Külahıma anlatsın!"
- Yunus Özyavuz (aka Sagopa Kajmer)

Bir dönem Open City gazetesinde yazı yazmış olan Charles Bukowski'nin köşesinin adıdır: Notes of A Dirty Old Man. Bunların toplandığı kitap da aynı isme sahiptir. Çevirisini Parantez Yayınları'na ve elbette Avi Pardo'ya borçluyuz.

"Pis Moruğun Notları", tabiri caizse "gırgır" bir kitap. Mizah kalitesi de çok yüksek. Görüp geçirdiği işleri ve insanları kaleme almış pis moruk. Hafif roman tadında ama fazlasıyla anı gözüyle bakmakta da fayda var.

"Bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar. Ben hiç beceremedim. Çok sıkıcı bir şey ilişki, bittiğinde gerçekten düzülmüş hissedersin kendini."

Dikkat çekilmesi gereken bir nokta, bu kitaptaki yazıların Bukowski'yi yeraltından yerüstüne çıkarmaya başlamasıdır. Artık böyle bir adam olduğunu, bu adamın süratli ve gırgır yazılar yazdığını, bazen kendine has üslubuyla şiirler kaleme aldığını ve hüzün konusunda da eksik kalmadığını kitaplarla yatıp kalkanlar görmüştür.    "Pis Moruğun Notları"nda en çok altını çizdiğim cümleler genellikle ahlaksız iş hayatına, aşırı duygusallığa ve yazma sevdasına yönelik cümleler olmuştur. Bukowski ne hissediyorsa onu söyler, çekinmez, çünkü çekinmesi için ortada bir sebep yoktur. Bahsettiğim bu cümlelerden üç kurşun:

"Benim onda dokuzum ölü, ama yaşayan onda birimi silah gibi kullanırım."

"Hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!"

"İş insanın değerli saatlerini yiyip bitiriyordu."

Serin, yağmurlu ve rüzgarlı bir pazar günü, çay veya kahve eşliğinde pencerenizin kenarına oturup sayfaları çevirmeye başlayın. Kitabın nasıl bittiğini anlamayacaksınız. Zaten hayat da böyledir, nasıl bittiğini hiçbirimiz anlayamayız. Anlayamadan da ölürüz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Şubat 2013 Cuma

Ev'in rüzgarını özleyenlere

Bejan Matur’un ilk şiir kitabı rüzgar dolu konaklar. Kitabı elime ilk 99 basımı haliyle, sayfaları safransarı olmuş bir şekilde alıp kokusunu içime çektiğimde evimden çok uzaktaydım, ve aklıma ilk gelen annem oldu.

Kitabı açıp birkaç sayfa çevirdiğimde ise şiirlerde anne, rüzgar, ay ve masal kelimelerinin ne sık tekrarlandığını fark ettim. Bu kitap, Bejan’ın küçük bir kız çocukkenki rüyalarının şiiriydi şüphesiz..

Diğer şiirlerini de okuyanlar bilir eğer, Rüzgar Dolu Konaklar’da sık sık adı geçen gümüş kemer, kilimler, dövmeli kadınlar, kadifeler, avlular gibi kullanımlar, şiirin hikayesinin doğuda geçtiğini iliklerinize kadar hissettiriyor bu kitapta..

Şairin kadınlığı, özellikle "Yol Ağıdı" kısmındaki dizeleriyle hissetsem de hiç umulmadık yerde karşıma çocuk yanıyla "evimizi bağışla tanrım n’olur. dokunma sofamıza. orada gülebiliyoruz ancak"  tarzındaki dizeleri çıktığında masumiyet ve saflıkla birdenbire karşılaştım..

Babasız bir ev, savaştan dönecek oğlunu bekleyen bir anne, ve evden çıkıp rüzgâr dolu konaklara giden dört kız kardeşin hüznü de saklı bu 114 sayfalık şiir kitabında.

"Ayın sevgili tanrıçası Sin”  deyişindeki gibi kimi yerde kullanılan dinsel göndermelerde çok ince bir çizgide mitolojik inançlar görülse de "bozkırın iyitanrısı rüzgâr" derken bozkır özlemi saklıyor kitapta şair. Şiirleri okurken kendinizi Mardin’de ya da doğudaki herhangi bir şehrin büyüsünde hissetmemeniz mümkün değil. Özellikle orayı benim gibi hiç gitmeden çok özleyenlere tavsiyedir bu şiir kitabı.

Ama her kadın şairde; Didem’de, Birhan’da, Nilgün’de olduğu gibi Bejan’da da belirgin bir hüzün ve yarım kalmışlık söz konusu.

Kitap sayfalarının hızla çevirip yüzüme tutmayı ve kokusunu içime çekmeyi çok severim. Ama bu şiirlerin tadına baktıktan sonra kitaptan gelen kokuda yüzünüze esen hafif bir rüzgar, avluda abisi ve kız kardeşleriyle oynarken şarkılar söyleyen bir kız çocuğunun göğe kilitlenişi, ve annesinin yollara uzun uzun bakakalmışlıklarını sakladığı dualar var..

"şu batan gün bile,
gideceği zamanı bildi
biz neyi bekliyoruz
ne kadar sürecek daha.."

Bu kitabı kesinlikle orta şekerli sütlü bir türk kahvesi ve yanında hafif bir etnik doğu müziğiyle naçizane tavsiye ederim, şimdiden afiyet olsun..

Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim

5 Şubat 2013 Salı

Hatıralarında yaşayanlara

Ben kalem kullanmadan kitap okuyamayanlardanım. Bazı cümlelerinin altını çizerim, bazılarının altını çizdikten sonra kenarına tik ya da yıldız atarım, bazılarını çerçeve içine alırım; bazen sayfaların üst ve alt boşluklarına notlar yazarım; bazı yarım sayfalık boşluklara karalama yaparım... Kitap okurken yaptıklarım tamamen doğaçlama olsa da ilk aklıma gelenler bunlar.

Peki bunları neden yazıyorum? Şu yüzden: Hayatımda bir daha başıma geleceğine ihtimal vermediğim bir şey başıma geldi ve ikinci kez bir romanın ilk cümlesinin altını çizdim. Yanına tik de atmışım. Bahsi geçen olaylı cümleyi aynen aktarıyorum:

"Gençliğimde, genç insanların çoğu gibi ben de genç ölmem gerektiğine inanmıştım."

Çat! Monika Maron’un buz gibi kuzeyli ve kaba eliyle suratıma çaktığı tokat beni 17. yaşıma “neden ölmüyorum ki” diye sayıkladığım günlere şutladı. Hayat boştu, hatıra biriktirmek gereksizdi, başarılı olmak çaresizlikti; yapılacak işler bitmek bilmez bir ıstırap ezgisiydi. Bunları düşündüğümden beri aradan on koca yıl geçmişti, neyse ki.

"Uğruna dünyadan el çektiğim son sevgilim beni terk ettiğinde gözlüğünü bende unutmuştu. Yıllar boyunca bu gözlüğü kullandım ve ona yakın olmak için son bir fırsat olarak, sağlıklı gözlerimi onun göz kusuruyla sembiyotik bir bozukluk halinde kaynaştırdım. Günün birinde gözlük tam da tavuklu şehriye çorbası pişirdiğim sırada, mutfağımın taş zeminine düşüp camları kırıldığında, gözlerim doğuştan gelen keskinliklerini zaten unutmuş bulunuyorlardı; dolayısıyla artık gözlüğün eksikliğini hissetmiyordum. Gözlük, o günden beri yatağımın yanındaki küçük masada duruyor; kimi zaman, giderek daha nadir olsa da, sevgilimin onu taktığında hissettiklerini hissetmek için takıyorum onu."

Olaylar olaylar... Neden hâlâ yaşadığına anlam veremeyen kadın kahramanımızı yaratırken Monika Maron kendisini ne kadar dahil etti bilmiyorum; ancak gerek inanılmaz yaşlı baş karakterimizin duygularını gerekse de bu yaşlı kadıncağızın bölük pörçük hatırladıklarını aktarırken cinselliğini de apaçık vurguluyor yazarımız.

Ne kadar yaşarsak yaşayalım hayatla ilgili tespitlerimizin ve iç hesaplaşmalarımızın da hiç bitmeyeceğini biteviye söyletiveriyor Maron:

"Hayatta, en az yapabildiğimiz şeyin kendimizi tanımak olduğunu kabullendim."

"Kendimle tesadüfen karşılaşsaydım, kendime sempatik gelir miydim, bilmiyordum."

Animal Triste’de çokça hüzün var. Saplantılı bir şekilde terk eden sevgilinin arkasından kendince ağıtlar yakan bir kadın var. Unutmadan söyleyelim, roman adını Latince bir deyişten alıyor: "Omne animal triste post coitum...". Her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür, anlamına gelmekteymiş. Kitabın çevirmeni Mustafa Tüzel’e şükranlarımızı sunarken, Alef Yayınevi’ne de titiz işçiliği dolayısıyla teşekkürlerimizi iletelim.

Yazıyı bilerek kısır tuttum, gerisini merak edenler ve hatıralarında yaşayanlar kitabı mutlaka edinmeli. Bu yüzden yazıyı bitirirken birden aklıma "Bu kitap neden okunmalı?" sorusu geldi. Cevaplıyorum; okuduğumuz hiçbir şeye benzemediği için.

(Not: Daha ilk cümleden altını çizdiğim ilk roman: Tolstoy – Anna Karenina)

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

Ve söyleyemediğimiz sözler nasıl da oynuyor kaderimizle?

"Ama anlatmak anlatılan her ne olursa olsun, neşeli, aydınlık bir eylemdir."

Kolay değil, hiç kolay değil elimde tuttuğum. Sevdiğim yazarın okumadığım son kitabıydı. Nasıl okunur nasıl anlatılabilir hiç bilmiyorum. Sevenleri bilir, onu okumak müzik dinlemek gibidir. gerçekten, sevdiğiniz bir melodinin akşama kadar dilinize takılması gibidir. Hiç bitmesin istersiniz.

Barış Bıçakçı, romanında, sıradan insanların bir radyo programında hayatlarını kesiştiriyor. Sıradan diyorum, çünkü onun asıl zoru; günümüzün modern ve hareketli hayatına bir türlü ayak uyduramamış insanın öyküsünü anlatmaktır. Ben çokça Oğuz Atay’a insanlarının doğallığıyla da biraz Sait Faik’e benzetirim Bıçakçı’yı. Sevdiğini söyleyemeyen, yaşamı hep eksik kalan insandır onun insanı.

Radyo programının adı “Veciz Sözler” tahmin ettiğiniz üzere. Her akşam bir kelime ile cümleler kuruluyor farklı mesleklerden dinleyiciler tarafından ve Türkiye’nin her yerinden. Romanın kahramanı ise; serbest bir muhasebecidir. Çocukluk, gençlik ve otuzlarındaki hayatından kesitler, anılar ve anlar anlatılıyor.

"Sulhi’nin yerinde olmayı kimse istemezdi herhalde. Ben mesela, sabun yemeyi tercih ederim. Böyle bir duruma ancak Oğuz Atay ve kahramanları dayanabilir."

Eğer en çok kullandığımız kelimelerin; aşkın, yalnızlığın vb... farklı insanların ağzından nasıl çıktığını merak ederseniz, alıp okuyun hatta bunu merak etmenize bile gerek yok, onun öyle güzel ki cümleleri okumak için hiçbir nedene gerek yok. Hayat başlı başına bir sebep.

"Her türlü din insanın kendisini önemli bir varlık olarak hissetmesi için uğraşmalıydı. Arkadaş toplantılarında şiir okumak yasaklanmalıydı."

Kitabı okurken bir neşelenip bir üzüleceksiniz, çünkü o “hem neşeli hem kederli”, tıpkı sizin gibi.

"İnsanoğlu beklerken nefes almaz, yutkunur."

"Sevgililerin üçüncü şahıslar için, geniş bir araziyi dikenli telle çeviren, sonra da bir sürü eli silahlı adam yerleştiren çokuluslu bir şirketten ne farkı var?"

Ve söyleyemediğimiz sözler nasıl da oynuyor kaderimizle? Nefesinizi tutun ve içinizdeki en sevdiğiniz cümlelerin melodisini dinleyin.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

2 Şubat 2013 Cumartesi

İncelik, ince bir konu değildir

İncelik, şu zamanda beden ölçüsünden başka bir şey ifade etmiyor. Ayna karşısında inceyseniz, incesinizdir. Ama öyle değil, izah edeyim. İncelik kişinin kalbiyle başlayan, hayatın her noktasına bakışıyla devam eden, bazen sözle bazen de kalemle netice bulan bir yaşama biçimidir. İnce insanın yaptığı her işte mutlaka bir incelik vardır. Yer yer çok kırılgan, yer yer de aşırı öfkeli olması, kalın insanlar karşısında aldığı bir önlem, yahut koruma kalkanıdır.

"Anlamak dururken söylemek, bilmem ama sanki biraz iğretidir."

Niye incelikten bahsederek yazıya başladım? Şule Gürbüz, seçtiği kitap isimlerinden ve karakterlerinden tutun da, kurduğu uçsuz bucaksız cümlelere ve dolayısıyla öykülerine kadar ince insan timsalidir. Tanımıyorum, kapı komşum da değil, ama öyledir. Buna eminim. Bu paragrafı bitirirken eklemek isterim; "Coşkuyla Ölmek" kitabının kapak fotoğrafı da yazara aittir. Başta ne demiştim tekrarlayayım; ince insanın yaptığı her işte mutlaka bir incelik vardır.

"Dünya, kendi hakikatleri hakkında tamamen yalancı ve ikiyüzlüdür."

Geçtiğimiz ay kitap hakkında Şule Gürbüz'ün bir söyleşisini okumuştum. "Öğrendiğim her şeyi yalnızlıktan, ıssızlıktan, sessizlikten ve çok fazla bakmaktan öğrendim." demişti. Yazarın karakterini döken bu cümle, kalemini de anlatmak için önemli olabilecek bir giriş cümlesi. Şule Gürbüz'ün son romanı olan "Coşkuyla Ölmek", dört bölümden oluşuyor. Henüz giriş bölümünün adı: Ruhuna Fatiha. Derin bir boşluğa girer gibi giriyorsunuz kitaba, ikinci bölümde daha haylaz metinler karşılıyor sizi: Akılsız Adam. Üçüncü bölüm olan Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi ise sizi hazin ve mahcup bir hikayeye sürüklüyor. Son bölüm Rüya İmiş, coşkuyla öldürüyor. Çünkü artık harflerle neler yapılabileceğini, kelimelerle dünyayı dünya yapan veya yap(a)mayan şeylerin nasıl anlatılabileceğini toptan görmüş oluyorsunuz. Tek biletle çok yolculuk gibi bir roman.

"Ah ilim, ah irfan, Çin'de misin, şu ihtiyar kadının dizinde misin, teneffüs zilinin ipinde misin, okul bahçesinde duvarın dibinde misin, farz mısın, sünnet misin, domatesli pilavın tutmuş dibinde misin, şu karaçamın dikeni misin, tespih çekerek yük taşıyan hamalın eli misin, kar yağarken gülen simitçi misin, eski bir otomobil lastiği, süresi dolmuş ilaç şişesi, o şairin durup durup bahsettiği misin?"

"İçinde ne ararsanız var" demek istemiyorum bu roman için. İçinde incelik var, ince ince işlenmiş...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Sence de öyle değil mi Kıtmir?

"Düşüş sert oldu"

Düşüşler hep sert olur. Eski ilişkilerden, yeni başlangıçlardan, düşünülmüş suçlardan, yersiz suçlamalardan...

Yaratıcı yazarlık derslerinden de tanıdığımız Murat Gülsoy'un sadece ders notlarının değil romanlarının da ders niteliğinde olduğunu kanıtlar nitelikte bir roman "Baba, Oğul ve Kutsal Roman".

İçinde Gollum'dan, çok sevdiğimiz Olric'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Nabokov'a kadar herkes toplanmış bir şey arıyor, bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Kitaplarında "ihlâl edilebilir" diye betimlediği bütün kuralları ihlâl etmiş yazar. Ve bu ihlâlden nasıl ustalık yaratılabileceğini göstermiş. Bir edebiyatçı hastalığı olarak her zaman okuduğum kitapların üslubunu çözmeye, başka yazarlara benzetmeye çalışırım. Bu defa başarılı olamadım. Her sayfada yeni bir sürpriz, yeni bir tarz çıktı karşıma. Kitabı benim için "eşsiz" yapan da buydu sanırım. Tabi bir de okurken bende yarattığı kahkahalar.

Kitabın anlatıcısı bir yazar. Bir gün bir üniversitede bir konferans veriyor ve bir rastlantı sonucu hayatı karışıyor.

Kitapta benim en sevdiğim kahraman ise yazarın köpeği "Kıtmir". Bazen bir psikolog olarak bazen de hiçbir şeyi umursamayan bir İngiliz olarak karşımıza çıkan Kıtmir kitabın en güzel motifi.

Zaman içinde tesadüflerle, rüyalarla, hayallerle, yeni başlangıçlarla her şey değişir mi? Yoksa değişen sadece kelimelerimiz ve isimler midir?

Edebiyat diğer yazarların dünyasına hapsolmak mıdır, yoksa kendine hepsinden oluşan ve onlarınkine hiç benzemeyen bir dünya yaratmak mı?

Peki bu kadar ağır ve derin sorulara bu kadar keyifli bir romanla karşılık vermek her yazarın yapabileceği bir şey midir?

Baba ve Oğul'un kim oldukları size kalmış ama Kutsal Roman'ın bu olduğuna emin olabilirsiniz.

"Onlar. Merve'nin yaşındayken içip içip allahhepinizinbelasınıversin, diye bağırdığım onlar! Oğuz Atay'dan ödünç aldığım, ama asla şefkatle yaklaşamadığım onlar. Gençlik her zaman acımasız oluyor."

Ümran Kio