SAYFALAR

30 Temmuz 2024 Salı

“Allah sıkıntı hissettirmesin”

Her şeyi yapıyoruz. Gün geliyor sabahtan akşama sadece bir konu için kendimizden geçercesine uğraşıyoruz. Gözümüz de bir şeyi görmüyor üstelik. Gerçi, en doğal haliyle bile ne kadar görüyor, ayrı bir muamma... Didik didik ediyoruz. Yeter ki şöyle olsun, böyle olsun. Sonunda oluyor yahut olmuyor ama bir şey var ki onu hiç hatırlamıyoruz. O'nu hatırlamıyoruz. Etmemiz gereken bir dua, her şeyden önce bir dua. Yapılacak işin hayra karşı olması için. Bizim hayra karşı yürümemiz, hayırdan ayrılmamamız için. Dua etmiyoruz. Sonra neden olmadı diyoruz. Bir de olunca, hiç böyle olacağını düşünmemiştim, istediğim gibi olmadı diyoruz. Dua, niyetin içeriden dışarıya taşan köprüsüdür. Zaman vardır dildeki kalbe inmesi gerekir, zaman vardır kalpteki dile çıkması gerekir. Dua böyle bir şeydir.

Bazen yazarken çizerken ya da konuşurken rasyonel aklı eleştirdiğimiz oluyor. Halbuki biz, belli bir inanış dairesi içinde olmaya çalışanlar, duayı ilk adımla beraber hatırlamıyorsak, o da rasyonel akılla yoldaş olduğumuz için olsa gerek. Yani diyorum, biz de rasyonel akılla yaşıyoruz. Bazen bu sadece şık görünen ama giderek insanı hakimiyetine alan ceket, bize duanın açtığı kapıları unutturuyor. Ondan sonrası kapı duvar. Peki rasyonel akılla dua edilmez mi? Elbette edilir. Ama mesela şöyle edilir: Allah sıkıntı göstermesin. Böyle bir dua kabul edilebilir mi? Bunun cevabını Esmâ-yı İlâhiyye ile meşgul olanlar bilirler. Hakk'ın esmalarıyla devri daim eden insan, gah neşeye gah sıkıntıya meyillidir. Zira Hakk, kulunun gayret etmesini istediğinden küçük ya da büyük bazı sıkıntıları onun omzuna konduruverir. Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet... Demek ki omzuna konana biz sıkıntı diyoruz. Oysa Hakk'ın omzumuza koyduğu şey, bizim vazifemizdir. Ve her insan, pek çok vazifenin peşinde koştursa da yalnız bir vazifeyi hakkıyla yerine getirebilir. Bunun için rasyonel akıl sessize alınmalı ve bahse konu ettiğim dua şöyle edilmelidir: Allah sıkıntı hissettirmesin. O nasıl olacak ki? Bu soruyu da rasyonel akıl sorar ama zaman zaman yoldaş olduğumuz bu aklı çok da örselemeyip, cevaba geçelim.

Yolda gidiyoruz, yetişmemiz gereken bir yer var, hava yağmurlu, deniz dalgalı. Adım adım giden yol sanki sürekli kabarıyor, trafik devamlı artıyor. Dışarıdaki fenalık yüreğimize de çöküveriyor. Kozmik dram. Esasında her şey merkezindedir ve olan hayırlıdır ama bunu hangi akıl kabul edebilir? Hele ki bu zamanın aklı… Bu anlattığım durum bir yerde dursun, biz bunun öncesine gidelim. İster yataktan kalkarken, ister yüzümüzü yıkarken, ister evden çıkıp arabaya, otobüse doğru yürürken insan kendine, hatta mümkünse çevresindekilere de şöyle içten bir “Allah sıkıntı hissettirmesin” deyiverse, ne değişir? Çok şey değişir. Mesela anlattığım o fevkalade trafikle yetişilmesi gereken yer arasındaki durak -ki insan o duraktadır daima- hafifleyiverir. Hafiflemiş olarak hissedilir. Ulaşacağımız yere ulaştıktan sonra şöyle bir durulup ya hu ne trafik vardı ama çok şükür yetiştik, otomobil düğümünü söktük attık, işte yerimize ulaştık denir. Hani bazen yine bir yerden bir yere giderken dost sohbeti açılıverir yanımızdaki kimseyle. Aslında yol bitecek gibi değildir, üstelik metrobüs de rahat değildir ama iki kişi O’ndan konuştuğu vakit üçüncü olarak hakimiyetini kuruverir Lâtif ve Kerim Olan. Sonra insan sıkıntı mı hisseder, yolu mu fark eder, getirirler, götürürler, her şey ferahfeza…

Kozmik dram demiştim, şimdi bu ifade üzerinden devam edelim. Nedir bu kozmik dram? Toshihiku İzutsu’nun İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler adlı kitabında, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz adlı eserindeki nûr-zulmet paradoksuna dair oldukça kuvvetli metinler mevcut. Neyi neyden ayrı görmek, neyi neyle bir görmek noktasında önemli açılımlara vesile olabilecek bu metinde önce Izutsu’nun dediklerini bir okuyalım: “İnsan aynı zamanda kelimenin gerçek anlamında bir ‘birey’dir (şahs). Tıpkı Mutlak’ın ‘Bir’ olduğu gibi oda ‘bir’dir. Dolayısıyla, bu bakımdan insan ile Mutlak arasında gözle görülür belli bir yapısal benzerlik vardır. Zira Mutlak, özü ve zâtı itibariyle bir, sıfatları itibariyle ise çoktur. Aynı şekilde insan da kişisel bireyselliği itibariyle bir, nitelikleri, fiilleri ve işlevleri itibariyle ise çoktur. Bu gerçek -yani, insanın kendisinde hem ‘vahdet’ hem de ‘kesret’i birleştirmesi gerçeği- ona, kendi yapısı aracılığıyla, ‘vahdet’ olması bakımından vahdetin kesret olduğu ve kesret olması bakımından kesretin de vahdet olduğu kozmik paradoksunu sezgisel olarak kavrama imkânı verir.

Daha sonra Izutsu, Mefâtîḥu’l-iʿcâz fî şerḥi Gülşen-i Râz adlı eserden bir alıntı aktarır. Eser, İranlı mutasavvıf-şair Muhammed b. Yahyâ Lâhîcî’ye ait. Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ına yapılmış bir şerh. Diyor ki Lâhîcî: “İnsanın farkına vardığı ilk şey, aynı zamanda hem varoluş çemberinin ‘aşağıya doğru inen yayında’ yer alan tüm ontolojik safhaların en sonuncusu ve hem de aynı çemberin ‘yukarıda doğru çıkan yayında’ yer alan tüm safhaların ilki ve birincisi olan ‘kendi kişisel belirlenimi’dir. Bu nedenle, ‘insan’ ontolojik safhasına, ‘günün ilk ışığının göründüğü yer ve zaman’ (matla’ı’ l-fecr) adı verilir; çünkü insan, gece karanlığının sonunu (nihâyet-i zulmet-i şihâb) ve vahdet gününün ışığının başlangıcını (bidâyet-i nûr-i rûz-i vahdet) temsil eder.

Yani diyor Izutsu, insan denen varlık nûr ile zulmet arasında bir berzahtır. Böylece bir şeyi anlamamız gerekiyor ki nûr ile zulmet arasındaki paradoks, oyun, dram, her ne dersek diyelim, insanın zihninde oynanıp durur, oynanıp gerçekleşir, oynanıp biter ve devam eder. Bunun farkına varmış olan kişidir sufi. Merttir, fetâdır, gözü karadır. Üstelik bu gözü kara olma durumu mecazi değil. Diyor ki Lâhîcî, “Allah’a aşırı derecedeki ruhânî yakınlığı nedeniyle sufinin iç gözü kararır ve hiçbir şeyi göremeyecek şekilde güçsüzleşir”. Burada güçsüzleşen akıldır. Esasında kendi gücünün farkına varır, ‘buraya kadarım’ der tabiri caizse. Buradan sonrası O’nun işi. Yani Kalb’in işi. Kalp olanın bitenin farkına vardığında dünya durulur, sufi dünyanın merkezine kurulur. Bu hakikati de Bâyezid-i Bistâmî’den okuyalım yahut hatırlayalım: “Eğer İlâhî Arş ve onun ihtivâ ettiği tüm şeyler sonsuz bir şekilde çoğalsa ve ârifin kalbinin bir köşesinde bulunsa, ârif bunun farkında olmayacaktır.

Bazen televizyonlarda bazen kitaplarda sık sık karşımıza çıkan bir ifade var: Sufi, anın evladıdır. Öyledir fakat biz sufi değiliz. Belki büyüyünce oluruz, bilmiyorum. Ama içinde bulunduğumuz toprakların sunduğu bir lezzet, bir bakış ve bir ufuk olarak onların yaşayışlarından ‘ummandan bir katre’ alıp ömrümüze yerleştirebilirsek ne ala. O hâlde sıkıntı meselesine dönüp bitirelim. Sıkıntı diye bir şey yoktur, yük diye bir şey de yoktur. Biz daha kendimizi taşımayı bilmiyoruz. İnsan taşımayı öğrendiği herhangi bir şey için şikâyet de etmez isyan da. Bir şekilde usul erkan öğrenir, prangalarından kurtulur, Kendi’nden Kendi’ne seyrin lezzetini yaşar. Oysa biz sıkıntıların ve yüklerin, bu ikisinin arasındayız, dolayısıyla berzahtayız. Madem işimiz çok, böyle ilerleyeceğiz, o hâlde ne diyelim? Allah sıkıntı hissettirmesin.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Japon masallarının dönüştürücü gücü

Masallar genel olarak çocuklar için yazılmıştır ve çocuklar için anlatılır. En azından genel kanı böyledir. Oysa masalların çoğu okuduğunda bir yetişkine de dersler verir, farklı bakış açıları sunar.

Ancak masalların çocuklara hitap etmesi onların diline ve hikâyenin işleyişine de etki eder. Masallarda örneğin şiddet sahneleri üstü kapalı veya ayrıntı vermeden anlatılır, böylece çocuğun zihninde oluşması muhtemel tahribatların önüne geçilir.

Japon masalları ise bu konuda genel masal algısının ve genel masal tekniğinin dışına çıkmaktadır. Japon masallarında okur neyle karşılaşacağını hiçbir zaman tahmin edemez. Japon masalları okuyan bir insan beklemediği anda beklemediği şekilde bir şiddet sahnesiyle karşılaşabilir. Veya karşısına korkunç şeytanlar, istilacı ruhlar çıkabilir. Japon masalları büyülüğü gerçekçiliğin zirve temsillerindendir ve barındırdığı bir sınır yoktur. Masalların dili yumuşak olmak zorunda değildir, gerektiğinde sert dil kullanmaktan kaçınılmamıştır.

Japon masallarının farklılığı daha en başından bile kendini göstermektedir. Bir varmış bir yokmuş gibi alışılmış şekilde başlamaz veya bir prensesin, bir prensin, tilki ile karganın hikâyesini vermez. Japon masallarında ana karakter akla gelebilecek her canlıdan olabilir.

En büyük başarısı da kaç yaşında olursa olsun okurda gerçekleştirdiği dönüşümdür. Japon masallarını okuyan birisi o vakitten sonra bir hayvana, bir bitkiye veya yıldızlara, güneşe daha farklı gözle bakar. Masal ile efsanenin kesiştiği noktadadır artık ve anlamlar değişmiştir.

Kunio Yanagita’nın Japon Masalları: Ejder Sarayı’nın Çanı adlı kitabı Peren Ercan çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Anlamların, bakışın değişmesi üzerine kitaptan bir masal vererek yazıyı bitirelim ve sözü masala bırakalım:

"Serçe ile Ağaçkakan
Uzun uzun zaman önce, iki kız kardeş yaşardı. Biri serçe, diğeri de ağaçkakandı. Anne babaları hastalıktan artık onlara bakamayacaklarını söylediğinde, serçenin dişleri yeni çıkıyordu. Fakat o yine de hemen uçup anne babasıyla ilgilendi. Yanakları kirlenmiş, gagasının sadece yarısı beyaz kalmıştı. Ağaçkakan ise kırmızı rujunu ve beyaz pudrasını sürüp özene bezene giyindikten sonra dışarı çıktığı için anne babasının son nefesine yetişememişti. Bu yüzden serçe, üstü başı güzel olmasa da her zaman insanların yaşadığı yerde yaşayıp onların yediği tahıldan ihtiyacı kadar yiyebiliyordu. Öte yandan ağaçkakan müthiş güzelliğine rağmen sabahın erken saatlerinden itibaren ormanda gezip duruyor ve ağacın gövdesine 'Tak tak!' diye vurarak günde ancak üç kurtçuk yiyebiliyordu. Ardından gece olduğunda ağacın kovuğuna giriyor ve 'Ah ah, gagam acıyor,' diye ağlıyordu."

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Direnmeyi "tercih eden" bir kâtip: Kâtip Bartleby

Katip Bartleby'i nasıl bilirsiniz? Herman Melville'nin Bartley'inden bahsediyorum. Yaklaşık bir yıl önce okudum, hala ara ara aklıma gelir, onun için üzülürüm. Bize hikayeyi aktaran patronu için daha çok üzülürüm. İkisinin yerinde de olmak istemediğime karar verir bir süre unuturum bu karakterleri. Sonra ansızın yine aklıma gelirler.

Kahramanımız bizim bildiğimiz kadarıyla önce kendisine fazladan verilen işleri yapmamayı daha sonra çalışmamayı, yer değiştirmemeyi, yemek yememeyi ve en sonunda yaşamamayı "tercih eden" bir katiptir.

Nisan 2021’de Ketebe Yayınları tarafından basılan bu 56 sayfalık klasik, Herman Melville’in Moby Dick’i kaleme aldığı sıralarda yazılmıştır. Bir kapitalizm eleştirisi ve yazarın alter-egosu olduğu söylenir.

Yeni bir kitaba başlamadan önce hakkında yazılanları okurum. Ardından bir süre kapağına bakıp kendimce yorumlar yapar ve en son yazılmış sunuş/önsöz yazılarını dikkatle okurum. Artık kitaba başlamaya hazır hissederim.

Entelektüel yönden çok beslendiğimi hissettiğim kitap tanıtım yazıları, önsözler bizi aynı zamanda birazdan karşılaşacağımız metinlere de hazırlar.

Bu kitap için de Kadir Daniş "İkimiz Birden Sevinebiliriz Duvara Bakalım" başlıklı bir sunuş yazmış. Yazıma buradan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum. "Mesela bu kısa roman daha ilk bakışta bile sözgelimi Albert Camus’nun Yabancı’syla Samuel Beckett’in Godot'u Beklerken’inin en azından bazı açılardan, öncülü gibi görünür. Melville sıra dışıdır, çünkü daha yaşarken edebiyat dünyasından peyderpey çekilmesine ve öldükten sonra uzunca bir süreliğine unutulmasına rağmen bugün tıpkı Ernest Hemingway gibi o da fetişleştirilmiştir."

Devam edelim… Sırada kapak var. Ketebe’den çıkan pek çok kitap gibi bu kitabın kapağı da dikkat çekici, romanı tamamlayıcı nitelikte.

Beyaz zemin üzerinde kara kalemle çizilmiş bir fötr şapka ve takım elbise görürüz. Suret kısmı bizim hayal gücümüze dayanarak boş bırakılmış bir vesikalık fotoğraf gibi. Bu resim benim aklıma hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim Raif Bey’i getirdi.

Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Bey’i ve bizim Bartleby birbirine ikiz kardeş kadar benziyor olsa gerek. Hayatlarının son demlerinde yaşadıkları şeyler neredeyse aynı zira. Fark şurada: Raif Bey ölmeden önce yazdıklarını arkadaşının okumasına izin vererek bizi geçmişinden haberdar ediyor Bartleby ise muammasını da yanında sonsuza dek götürüyor.

Bir kaç saatte bitirebileceğiniz ancak uzun süre aklınızdan çıkaramayacağınız bu kitabı uzun uzadıya anlatıp yazıyı bir özete çevirmek istemiyorum elbette.

Şimdi aktaracağım cümleler "kitabı neden okumalısınız?" sorusuna verilecek en güzel cevap olacaktır diye düşünüyorum.

“Bartleby” dedim “Pötibör bir yere kadar gitti. Postaneye kadar gidip gelsen, (üç dört dakikalık mesafeydi) bana gelen bir şey var mı diye baksan?”

"Yapmamayı tercih ederim."
"Yapamaz mısın?"
"Tercih etmem."


Ve yazımı bir kaç sayfa öncesinden son bir alıntı yaparak merakınızı had safhaya çıkarıp bitiriyorum:

"Aklı başında adamı pasif direniş kadar çileden çıkartan bir şey yoktur."

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

21 Temmuz 2024 Pazar

Rus sembolizminin dahisi: Merejkovski

Reddedilen, ağır sansüre uğrayan, polisin el koyduğu, Rusya’da dergilerin kabul etmediği, buna rağmen Avrupa’da beğenilen, şöhret bulan, akım başlatan, sadece Fransa’da on yılda 23 kez basılan Merejkovski’nin Mürted Julianos romanı Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı.

Tarihi romanlar genelde sembolik bir dil ile kurulmaz, anlatılmaz. Merejkovski sembolik dilin Rusya’da kurucusu olmuş, onun tarihi romanları kendine has düşünceleri ve kullandığı sözcükler ile bir akım başlatmıştır. Yazın dünyasına şiir yazarak başlar Merejkovski. 13 yaşındayken ilk şiirlerini yazar. Şiirlerini babası aracılığıyla Dostoyevski’ye okutur. Dostoyevski şiirlerini beğenmez ve babasına “Zayıf, kötü, hiçbir işe yaramaz. İyi yazmak için acı çekmeli, acı çekmeli!” der. Merejkovski’nin babası ise bu yorum karşısında “Hayır, acı çekeceğine yazmasın daha iyi” der. Ne var ki Merejkovski yazar, hem de öyle bir yazar ki adı tarihe geçer, kendine ait bir yol üretir, eserleri bir akımın öncüsü sayılır.

Onun öncülüğü sembolik dili yönüyle gerçekleşmiştir. Merejkovski üzerine çalışmalar gerçekleştiren İ. V. Koretskaya ortaya çıkan sembolizm akımı üzerine Merejkovski’nin eserlerini “bir tür ansiklopedi” olarak tanımlar. Yani sembolizm üzerine çalışacak veya o türü kullanacak kişilerin başucu eserleri Merejkovski’nin eserleri olacaktır, olmalıdır.

Merejkovski’nin eserlerinde kendi düşünce dünyası kurmacanın imkanlarıyla okura ulaştırılır. Mürted Julianus romanında, Julianus üzerinden okura Hıristiyanlık ile evrensel kültür, kişisel dindarlık ile resmi din adamlığı arasındaki ilişkiyi, bu ilişkinin nasıl ele alınması gerektiğini anlatır, gösterir. Julianus bir kilise ayinine katıldığında sözcüklerin oluşturduğu atmosfer korkudur, okur korkuyu iliklerine kadar hisseder. Merejkovski romanlarında Rus tarihini, dünya tarihini ele almış, burada da insana dair her meseleye değinmiştir. Onda zıtlıkların karşılaşmasından doğan sorunlar ve kazançlar, zıtlıkların ilişkisi, insan ve toplum hayatına etkisi düşünsel düzlemde değerlendirilir.

Eleştirmen Dolinin, Merejkovski’nin romanları için şunu yazar: “Onda her zaman iki eşdeğer gerçek mücadele eder: Semavi ve dünyevi ya da ruh ve beden, Mesih ve Deccal, üst ve alt uçurumlar… Birincisi, insan ruhunun kendini inkar etme, Tanrı’yla birleşme, dünyadan ve dünyevi olandan O’na doğru ebedi çabası olarak kendini gösterir; ikincisi, insan kişiliğinin sınırsız gelişme, aşırı olumlama, Ben’ini tanrılaştırma, Tanrı’dan kendine, semaviden dünyevi olana, tek iradesinin önceliğinin tanınmasına sürekli bir dönüş olarak tersten çabası… Bu iki uzlaşmaz ilke, iki uzlaşmaz akıl ebediyen mücadele eder ve birbirini yenemez.

Ölmekte olan pagan dinini canlandırmaya yönelik umutsuz girişimi nedeniyle tarihe mürted olarak geçen, 361’den 363’e dek hüküm süren Roma imparatoru Julianus’un hikayesini anlattığı, üçlemenin ilk romanı olan Mürted Julianus herkesin iç dünyasında mücadelesini derinden hissettiği iki uzlaşmaz ilkeyle yüzleşmek isteyenlerin derdine reçete mahiyetinde bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

19 Temmuz 2024 Cuma

Şirin yeni maceralar için Göbeklitepe’de

Geçmiş, bugüne yaklaştıkça, yani tarih güncellendikçe mazinin fotoğrafları daha belirgin oluyor. Böylesi bir zaman illüzyonuna hemen herkes bir şekilde dâhil oluyor: kimi antik kentlerin biraz ürkütücü ve uzun sessizliğinde bazısı da yaşadığımız çağa yakın evlerin kapısını çalıp içeri giriyor. Hâl böyle olunca, dijital dünyanın içine doğmuş, tek tuşla kıtalararası sörf yapan çocukların da zihninde kocaman bir sayfa açılıyor. İşte üslubuyla öne çıkan yazarlardan Birsen Ekim Özen, Şirin serisini genişletip, Bu Nasıl Göbeklitepe kitabındaki soruyla ucunu okura uzatıyor. Afra Elif’in çizgileriyle hayat bulan Şirin ve arkadaşları, Şanlıurfa’daki Göbeklitepe’den Asya kıtasında Everest’i içine alan Himalayalar’a değin heyecanlı bir yolculukta Büyük İskender ile tanışıyor.

Kitap, ‘Merak Edilmesi Uygun Konular’ başlığıyla açıyor sayfasını, “Burası, internetteki bilgileri doğru kabul eden bir yapay zekânın, o bilgilerle oluşturduğu bir sanal dünya. İnternette gördüğümüz her şey doğru olsaydı ortaya çıkan sanal dünya da harika olurdu ama ne yazık ki öyle değil.” notu oldukça mühim. Çünkü günümüz çocukları ve gençleri, bilhassa YouTube’da kaydedilen hemen her bilgiyi doğru, güvenilir ve gerçek sanıyor. Oysa bize ulaşan ya da bizim izlediğimiz her malumatı ansiklopedilerdeki maddelerle teyit etmemiz gerekiyor. Bu arada gözünüz korkmasın, çoğunlukla birkaç ciltten oluşan bu ‘bilgilik’lerin de çoğu dijital, tek tık’la itimat edilen bilgiye gidilebiliyor. Yazar, kurduğu ince cümlelerle ‘sanal gerçeklik’ sayesinde ‘bilgili’ olunamayacağını çok anlaşılır ve didaktik olmayan bir tarzda işliyor.

Karakterlerinin ağzından “İnternete yazılanları kontrol eden yok ki. Herkes her şeyi yazabilir. Önemli olan neye inanıp neye inanmayacağına karar verebilmen” diyen Birsen Ekim Özen, bilim insanların da hakkını güzelce teslim ediyor. Yüz yirmi dört sayfalık Bu Nasıl Göbeklitepe; çocuklara internet üzerinde karşılaştıkları bilgilerin doğruluğunu sorgulama ve birden fazla kaynak kullanarak doğrulatma önemini vurguluyor. Bu macera, günümüzdeki bilgi kirliliğine dikkat çekiyor. Her adımda gizemleri çözmek için canla başla çalışan kahramanlarımız, bilgilerimize şüpheyle yaklaşmanın ve doğruluğunu araştırmanın değerini bizlere hatırlatıyor.

Bitirirken; Şirin serisi artık geniş bir repertuvar. Fakat sevimli Şirin’in evde ve okulda yaşadığı eğlenceli olaylara göz atmak, maceraların peşinden gitmek isteyenlere İş Dünyasını Nasıl Karıştırdım, Önemli Numaralarla Başım Dertte, Başkan Olmak Kolay mı, Kimse Bize Hakaret Edemez, Nasıl Ünlü Oldum kitaplarının olduğu diziyi tavsiye ettikten sonra son sözü kahramanımıza verip, size veda edelim: “… Bunları öğrendim ya, artık kül yutmam. Acaba kül yutmam ne demek? Onu da sorup bir dakikada öğrenebilirim. Araba harika bir şey. Çok uzun yolları kısa sürede katetmemizi sağlıyor. Ama kurallara uyarak araba kullanmak lazım. Zaten bu işi yapabilmek için de ehliyet alınıyor. Bence internet ve teknoloji de muhteşem ama kuralları bilmek lazım. Yoksa birbirimize zarar veririz. Kısacası teknolojiye bayılıyorum ama dikkati de el den bırakmıyorum. Süper bir insan olmak bunu gerektirir.

Sevim Şentürk

17 Temmuz 2024 Çarşamba

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Zaman zaman sahaflarda kıyıda köşede kalmış, kitaplar dikkatimizi çeker. Asıl niyetimiz basımı bitmiş bir eseri bulma çabasındayken, köşede kalmış bir kitabın; minik gözyaşlarının, damla damla yere düşen sesini duyarız. İşte o an, niyetimizi unuttuğumuz andır. Boynu bükük kitabı elimize alır, usulce okşar, teselli etmeye başlamışsak, câzibesine kaptırmışız demektir. Merhamet ve şefkat duygusundan çok gülün bülbüle vurulması gibidir. Kitap sevenler için hayat; saralmış yaprakların arasında yaşanmışlıklardır. Sahafa uğramayan, onun cezbesine kapılmayan, gerçek bir kitapsever değildir kanaatimce. O binlerce üst üste yığılmış kitaplar, ezelden ebede şâhitler silsilesidir. Eski diye bir şey yoktur orada, mâzînin içindeki derûnî sırlar vardır. Ve oradan eli boş dönülmesi mümkün değildir. Yeni yârenlerle evin yolunu tutarız. Evinizin içi kitap mültecî kampı gibidir, her yerden size sığınmış kelimeler, sözler, hikâyeler, çıkar. Belli bir zaman sonra adlarını, varlıklarını, unuturuz. Onlar bize tozların arasından bakar, ardımızdan “vefâsız bir yâre düştüm” diye türkü okurlar da, duymayız. Bir akşam keskin bir çığlıkla uyanırız. En dertlisi, ellerini açmış, yalvarır size, ruhunuza seslenir. “ Oku” der.

“Beni oku ki sana sırrımı açıklayayım. Çünkü bu sır bana, Midas’ın kulağı gibi ağır geliyor, benim kuyum ol!” diye fısıldar durur. Dayanamaz, sesin geldiği küçük kırmızı kaplı kitaba elinizi atarsınız ve sayfalar arasındaki sırlara vâkıf olursunuz.

İşte benim için onlardan biri, Adalbert Stifter’ın Brigitta romanıdır. 1956 Ankara Maarif Basımevi'nden çıkmış, oradan yolu; 1957 yılında öğretmen Şükriye Argun tarafından Maltepe İlkokuluna hediye etme vesilesi ile düşmüş. Sonrası mı? Yaklaşık 70 yıldır bilinmeyen ellerde, evlerde, yollarda okunmuş, aşınmış durmuş. Kütüphânede olunca bir kâtip gibi okundukça, hayatları not etmiş. En son durağı şimdilik bizim ev. Lâkin kitap basıldığı târih îtibâriyle Ankara’dan dışarı çıkmamış, hep bu civarda dolaşmış. Kaç kişinin gözyaşına şâhit, kaç kişinin neşesine tâlip olmuş. Yetmiş yıllık Ankara târihinin gizli tanığı. Darbeleri yaşamış. Kıbrıs Barış harekâtın da; Ayşe’nin nasıl tatile çıktığını görmüş.31 Ocak 1968 yılında Maltepe’de saat 19.30’da ki TRT açılış anonsunu dinlemiş. Renkli televizyonla evlerimizin renklendiğini, sinemalarda Adile Naşit - Münir Özkul ikilisinin, turşunun; sirke mi? yoksa limonla mı? Olacağı tartışmalarında cevabı aramış, bizim gibi o’da bulamamış. Star Wars’da, Han Solo ile prensin aşkı ile Darth Vader ve Luke Skywalker’ın baba oğul çıkmasını, hayret ve heyecanla izlemiş. Mavi Boncuk'ta Ferit ile Emel’in şarkılar eşliğinde, yaşadıkları aşka özenirken, Metin Erksan’ın Mesnevî’den etkilenip çektiği, Müşfik Kenter’in oynadığı Sevmek Zamanı filminde ki gibi, sevdiğinin resmini yanında taşımak istemiş. Laurel ile Hardy ve Zeki Alasya - Metin Akpınar’ın kabarelerinden “yasakları” izlerken, gülmekten kırılmış. Hatta ailece Devekuşunun kabarelerini, dayısının getirdiği kasetten dinlemişler. Zeki Müren’den “Adım Mesut Soyadım Bahtiyar” şarkısını dinlerken, beklenen şarkının, ne olduğunu bir türlü keşfedememiş. Cem Karaca ve Barış Manço mu? polemiğinde “hep bir halli Turhalıyız biz bize benzeriz” demiş. Onu en çok derinden etkileyen türküler olmuş.

İspanyol paçalar, Vatkalı kıyâfetler, elektro danslar, moon walker yürüyüşler,… Neler neler, görüp geçirmiş? Kültürün gittikçe nasıl yozlaştığına, eli kolu bağlı şâhit oldukça, kelimelerinden bir harf düşmüş durmuş.

70 yıldır düzene oturmayan maârif sisteminin parçası olmuş, Anadolu lisesi sınavlarından, Lgs sınavlarına, cumartesi şapkalı eğitimden, dört - dört sistemine, tebeşirden , akıllı tahta kalemine.. Kaç hükümet devirmiş, kaç başbakan eskitmiş? Koskoca yetmiş yıla neler sığdırmış.

100 sayfalık cep boy romanım ama her bir sayfam 70 yaşında” diyor.

Eskinin o mis ağaç kokusu burnunuza geliyor, yaşlanmıyor, her gün yeniden canlanıp hayata tutunuyor. Cebinize sığacak kadar bir ebatta, kırmızı sapsade bir kapağın ardında hayat hikâyesi. Macaristan’ın dağları, ovaları, balta girmemiş ormanları, çölleri bir ressamın kaleminden çıkmış betimlemelerle dolu. Balzac: Goriot Baba eserinde ki tasvir sanatının daha derin halini görebiliriz. İlk bölümü Macaristan ovasını gezen bir seyyahın defteridir. Sadece bir betimleme yapılmamış, manzaranın iç âlemi ile konuşulmuş, sırları açığa çıkarılmış. İlk okumaya başlandığında, bir seyahat kitabı sanılabilir. yavaş yavaş romanın içine bir yolculuk başlar. Asıl türü roman olsa da, kendinden kendine anlattığı, gerçek kimliğine nasıl ulaştığının muhâsebesidir. Konuyu işleyiş tarzı edebiyat terimi olarak; Birinci tekil şahıs anlatısıdır.

Tabiat - saadet, sadelik -güzellik arasındaki sıkı bağı ifşâ eder. Macaristan’da toprağına ve halkına âşık bir binbaşının etrafında dönen, kimlik bulma hâdisesidir. İtalya’da, herkesin hayranlık duyduğu, modern kıyafetler içinde bir anıta benzeyen arkadaşını, kendi topraklarında hayallerinin ötesinde bulan, bir adamın gözlemleridir. Uçsuz bucaksız bir yolculuğun ardından Binbaşının Uwar çiftliğine varır. Saygınlık temsilcisi arkadaşının, Roma’da ki halinden eser yoktur. Onun vakur duruşunu görünce, millî kıymarabafetleri içinde bile Paris ve Viyana da saygınlığını kaybetmeyeceğinden emindir. Anlatıcı, arkadaşının her yerde ve her kıyâfet içinde, konumundan taviz vermediğini anlar. Onun gizeminin; tabiatta ki gibi yüreğinde olduğunu görür. Sosyal ve sosyete dünyasından neden elini ayağını çekmiş, toprakla uğraşmaktadır? Köylülerle, maraba ile sofra paylaşımını anlamaya çalışır. Binbaşının komşusu, güçlü, zeki, olgun, erkek gibi bir kadın olan Brigitta’nın ortaya çıkmasıyla, olaylar sadelik ve olağan bir halde gelişir. Anlatıcı bu güçlü kadının, Uwar yolunu bulması için yardım eden kişi olduğu görür. Binbaşı ve Brigitta’nın arasındaki garip ilişkinin, ardındaki gerçeği bulma yolculuğunda, Macaristan doğası vardır. Artık romanın ana merkezi Brigitta’dır. Bir kez olağanın dışına çıkar ki o da düğümün çözüldüğü andır. Kurtların saldırısı aslında nefsimizin bize olan son saldırısıdır.

Bir insanın, sadelik içindeki gāyesi ve saadetinin nedeni, nedir? Anlatıcının; hayat ve binbaşı ile ilgili aklını kurcalayan suallerin cevabını, çevreye gösterdiği uyum ve gözlemleriyle bulur. Bir Macar gibi oturur kalktığında ve düşündüğünde, onları anlaması kolaylaşır. Her millet mayalandığı toprağın, coğrafyanın özelliğini taşır. Macaristan’ın bozkırı aynı zamanda bizim içimizde mânâ âlemimizdir. Köylüsü, çobanı, kurtları, köpekleri, bizlere eşlik eder. Menziline ulaşmak isteyen insanın içinde olan, kara ve beyaz yoldaşlarıdır. Sisli puslu havalar, sıcak havada giyilen kürkler, dünyanın en güzel delikanlısı, bizim saadet menzilimizin yapı taşlarıdır. Erkek kıyâfetleri içinde akıllı ama çirkin Brigitta’nın hayat hikâyesinde, güzelliğin nerde saklandığını anlatır. Onun hakîkatinin aşkta gizlendiği söyler.

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Kitabın sayfalarında yazarın kendi nazarı hakîkatini görürüz.

• Keza, esas îtibâriyle hiç tanımadığımız bir kimsenin bazen bizi kendisine çektiğini hissederiz; hareketleri, tarzı, hoşumuza gider; bizi terkettiği zaman üzülürüz; çoğu zaman, uzun yıllar sonra bile onu düşününce kendisine karşı âdeta hasret ve sevgi duyarız.
• İlkönce ruhum manzaranın azametine kapılmıştı; sonsuz bir hava tabakası etrafını sarıyor, bozkır güzel kokular neşrediyor ve inzivânın ihtişamını her tarafa yayıyordu.
• Alnında izlerinin bulunduğu söylenen matem hakkında hiçbir bilgi edinemedim.
• Kırlarda herşey gelecek zamanları gösterir; zeval bulmakta olan her şey yorgun, yeni vücuda gelen her şey de ateşlidir; bu sebepledir ki, sonsuz köyleri, tepelere doğru yükselen bağları hoşlanarak seyrettim.
• Sonra uykuya daldım ve hayatımda olanlar da, hayatımı girmesini büyük bir özleyişle istediklerim de, hepsi öldü.
• Bir memleketin toprağı ile böyle uğraşmak lâzımdır, zannederim. Anayasamız, tarihimiz çok eski, fakat daha pek çok yapacak şey var; bir hâtıra defterinin içinde muhâfaza edilen bir çiçek gibi biz de tarihin içinde saklı kalmışız.
• Üzerlerinde tasavvur ettiğinizden daha fazla hakkım olan adamlarımın arasında yaşadığımdan, onlara intibak ettiğimden, onların âdet ve ananelerini paylaştığımdan, takdir ve hürmetlerini kazandığımdan beri, bana evvelce şurada burada uzak yerlerde boşuna yere aramış olduğum saadete nihâyet kavuşmuşum gibi geliyor.
• Sadelik ve çeşitliliği içinde çiftçi hayatı, her türlü ihtirastan uzak tabiatla kucaklaşırken, cennet için söylenenlere yaklaşır.
• Çok gezen, insanların hislerine hürmeti öğrenir ve onları hayatlarının, kendileri istemeden açılmayan iç âleminde yalnız bırakır.
• Ekseriya güzellik görünmez; çünkü işlenmemiş bir vaziyettedir yâhut onu görebilecek göz yoktur. Ekseriya da kendisi ortada olmadığı halde ona tapılır ve ilâhî bir mevki verilir: Fakat, bir kalbin ateşli bir heyecanla, sihirlenmiş olarak çarptığı veya iki ruhun birbirini iştiyakla istediği zamanlar güzellik olmamazlık edemez; aksi takdirde kalb durur ve ruhların sevgisi ölür.
• Hayatta zevk ve saadet veren ne varsa, hepsini güzellik yalnız başına vecd içinde çarpan kalbe sunar.
• Sevginin fakat ancak en büyük sevginin en temiz ve en güzel tecellisi aftır, onun içindir ki daima Allah’ın ve annelerin affettikleri görülür.

Son kapağını kapatmadan önce yaşanmışlıklarımı derkenar ettiğim, eserin yazarına birkaç söz vermek istiyorum. 1805 yılında Çekya’da doğup 1869 yılında Avusturya’da hayatını kaybetmiş. Manastır eğitiminin ardından, hukuk, matematik ve doğa bilimleri eğitimi almış. Belki de eserlerinde ki o metafizik düşüncelerin ardında yatan neden, onun sıkı bir din eğitimi almış, olmasındandır. Bir eğitimci olarak hayatına devam ederken, 1868 yılında uzun zamandır çektiği sirozun acılarına dayanamayıp, boynunu usturayla kestikten, üç gün sonra, hayata veda etmiştir. Avusturya edebiyat târihinin en önemli isimleri arasındadır. Doğa betimleyicisi olarak bahsedilen fakat o tabiatın içinde varoluş sorguların içinde bir sanatçıdır. Ve sanat onun için, ”bir nerden gelip nereye gittiğimizin” aracısı, derinliğine inmek için kullandığımız bir metefor, yolumuza devam etmemize yarayan en lüks araçtır. Sâdece yazan değil aynı zamanda ressam olan Stiffer, resimlerinde, kitaplarında ki betimlediği tabiatı çizmiştir. Die Teufelsmauer adındaki tablosunu, Brigittta eserinin sayfaları arasında bulmak mümkündür. Thomas Mann onun için; en derin, cüretkâr, şaşırtıcı, sürükleyici, yazar olduğunu düşünmektedir. Nietzche de onun edebî değerini farketmiştir. Kendi dönemi değil ama çağdaş yazarlar tarafından anlaşılmış olması ise büyük yazarların kısmetidir. En tanınmış eseri Brigitta’dır ve 1993 yılında Dagmar Knöpfel tarafından filme çekilmiştir.

Stiffer hepimize sorduğu güzellik nerede saklıdır? Sualine hepimizin cevabı farklıdır. Kimimiz bir çift ela gözde, kimimiz bir mor menekşe de, bazılarımız ise hâlâ arayıp durmaktadır.

Son söz: Güzellik nerede midir? Sizin gönlünüzdedir. Sevginin, muhabbetin ikametgâhı olan gönlünüzdedir, sizin onu görmenizi değil duymanızı bekler. Duymak için tabiatı koklamak, aynada kendi sûretinize bakmak yeterlidir. Neydi şifremiz: “güzel bakan güzel görür”.  Stiffer’ın dediği gibi vecd içinde bir çarpan kalbiniz varsa güzellik sizi bulur.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Türkiye: Tam ortasındayım yahut söyleme bilmesinler

"Nasıl da paylaşıyor insan isterse
Nasıl da birmiş meğer hasretler
Nasıl da mecburmuşuz
Sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye..."

- MFÖ, "Tam Ortasındayım", 1987

Sizinle her yanından başka kokular, tatlar alabileceğimiz bir parka gireceğiz. Milli bir park. Buradaki 'milli' hamaset kaygısıyla değil, sahiden söylendi. Girmeden bir hatırlatma: insanın yakinen tanıdıklarının kitaplarına dair yazması hep 'ılık' bulunur, çünkü kimse yakınlarının kitaplarını okumaz. Bu yazı aynı zamanda bu 'sorun'a karşı da bir reaksiyon, bir aparkat, bir Bursa çakısı olarak görülebilir, görülsün. Şimdi parka dağılalım, çıkışta toplanırız. Unutmadan; giriş ücretsiz, çaylar şirketten ve bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.

Samet Altıntaş her ne yazıyorsa bunu 'tarihçi' formasını üzerine geçirip yapıyor. Ama müzisyen şapkasını, futbolsever atkısını da eksik etmiyor. Böylece ortaya zevkli, zengin bir sofra çıkıyor. Bu sofrada konuşulmayan konu yok, yani "biliyorum kalkılmaz bu masadan kavgasız" denilebilecek bir masa. Şimdiye dek yazıp meraklısına servis ettiği Boğazın Dört MuhafızıBen Şeyh BedreddinÖteki Padişah Cem isimlerinden de anlaşılabileceği gibi birer monografiydi. Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım için bir Mevlid monografisi diyebiliriz. Okumadığım -bu okumayışımı hâlâ ilginç buluyorum- tek kitabı Bursa’nın Daveti bir şehir monografisi. Kısaca bahsedeceğim ve Tara Kitap etiketiyle neşredilen kitabı Bugünün Rüzgârında Türkiye ise milli park.

Ülke gündemine seri biçimde girmiş ve aynı serilikte çıkmış konuların işlendiği bir kitap var elimizde. Makalelerin temelinde bir göz muayenesi yer alıyor. Yakından bakarsan yanılabilirsin, uzaktan bakarsan inanmayabilirsin. Orta bir yol, orta bir güzergah. Yanı akl-ı selim bir duruş ama zevk-i selim muradıyla. Hadi kendi konforlu dilime yaslanayım: bir murada erebilmek için derdin sahihliği şart. Yampiri bir sorunu dert, sersem bir duruşu tavır zannetmek murad sahiplerinin işi değil. Murad, dert, irşad. O hâlde gelsin Tasavvuf-101 sorusu: "Derviş, Allah'ın muradıdır" sözü ne anlama gelmektedir? Bitiren çıkabilir.

Önceden halkiyat, sonradan folklor denilen kavramı önemsiyorum. Kubbealtı Lugatı'nda "Halkın âdet, gelenek ve inançlarını, mûsikîsini, masal ve efsânelerini, oyunlarını, bütün kültür verimlerini inceleyen ve bunlardan sonuçlar ve hükümler çıkarmaya çalışan bilim kolu, halk bilgisi" yazılmış. Yani kabaca ve kısaca; dedikodusuz hamam, falsız kahve bulmak güçtür. Çeşmeler ve mezar taşları nice hikayelerin bekçisidir el'an. Şarkı sözleri bir ülkenin 'underground tarihi'dir. Nice kudretli post sahipleri vardır ama kimileri için "o meczûb-i ilahîyyedendir" dendi mi herkes ceketini ilikler. Hikayenin ardındaki hikayedir folklor. Sadece kazananların yazdıklarını okursak tarih okumuş olmayız, tarih olmuşu okuruz. Mağdurun, gadre uğrayanın, dairenin dışında kalmayı tercih edenin hikayesinde memleketin kaderi sırlıdır. Sırrı ifşa etmek ilm-i ledün bahsinde nanaydır ama geri kalan sahada "söyleme bilmesinler" işlemez. Folklor bahsine bir son: Leyla hemencecik evet deseydi bugün konuşacağımız bir aşk hikâyesi olmayabilirdi ama bu durum Mecnun'un yine umurunda olmayabilirdi. Gözlerimiz Mecnun'un umurunda olanın ne olduğuna çevriliyse, Samet Altıntaş'ın yazdıklarını okuyup hazmetmek daha keyifli olacaktır.

Kitapta neler olduğunu bir paragrafta 'zip'lemeye çalışacağım. Ama onun evvelinde yazarın kimliğine, kinine, künhüne vakıf olmak için onun yazdığı bir cümleyi buraya almak istiyorum. Okurken aldığım zevki buraya aktarırken de yaşayacağım için müsaadenizle sigaramdan bir fırt, oh dear, tam sırası: "Ben Tanpınar gibi gelenekle uğraşana (pek tabi bir çöküş esteti değilim) ilkgençlik zamanlarımdan buyana da itikaden bizim Bayramî-Melamîleri andıran Subcomandante Marcos'un 'tamamlanmayacak devrim'ine gönül vermiş biriyim... Bizim tercihimiz savaş ve barış arasında değil, haysiyetli veya haksız bir yaşam arasında. Çünkü biz Bıçakçı Emir Dede'den böyle gördük."

Neler var kitapta? Popülerliğini(!Nazım Hikmet şiirleriyle diri tutan ve ne gariptir ki bir Osmanlı panteonu olan Çemberlitaş'ta yatan Şeyh Bedreddin'in esasında kim olmadığı var. Ahbap vesilesiyle düzenlediği yardım faaliyetleri alkışlanacağına sürekli gözetim altında tutulan Haluk Levent'in vicdanlı kalbi var. Her seçim döneminde dillere dolanan "Abdülhamid yaşasaydı hangi partiye oy verirdi?' meselesine cevap niteliğinde görülebilecek başka soru(n)lar var. Yazarın diliyle Türk rock müziğinin ikinci yeni şairi Teoman'ın ustalıklı bir mini-haritası var. Etrafımızda Muaviye adında birinin olmayışına dair oldukça dikkate değer bir sorgulama var. Ata Demirer'in Bursa Bülbülü'nde bizlere taht-ı kadime dair neler söylemek istediği var. Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmet İnönü gibi bana kalırsa son derece mayınlı bir arazi üzerinden kısa bir cumhuriyet tarihi okuması var. Katarakt tarihçilerin bir türlü göremediği ve dolayısıyla gösteremediği Cem Sultan gerçeği var. Tarih metodolojisi bilmeyen şairlerin başımıza açabileceği işler, atabileceği taşlar var. Üsküdar'ın 'yobaz bir memleket' olmayışına dair bir tolerans testi var. Türkiye'de şehircilik meselesinin -dert değil mesele- ideolojik değil nörolojik bir mesele -yani hastalık- olduğuna dair acı ama gerçek bir makale var. Samet Altıntaş'ın hem arkadaşı hem okuru olarak ona daima katıldığım, sohbetlerimizin gizli öznesi Tanpınar'ı anlamadan ne Türkiye'yi ne de insanını anlayamayacağımız gerçeği var. Velhasıl, Tanpınar'ın Beş Şehir'inde yaptığı o nefis İstanbul 'analizi'ndeki bir cümle gibi, "Ne kadar hatıra ve insan" var.

Gereksiz kavgalar vermekten önemsenmesi gereken vazifeleri çoktan kuyuya salmış bu memleketin neden yol alamadığını ama alıyor göründüğünü kitapla birlikte daha iyi anlamak mümkün. Bu fiyakalı sona bir zeval gelmemesi için Samet'in cümlesiyle bitirmek istiyorum: "Kemâle ermesem de kırk yaşına gelmek üzere bir adam olarak sormak isterim: Gerçekten yorulmadınız mı?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Temmuz 2024 Cuma

Türk edebiyatının ‘Deli Enişte’si

Bundan dört beş yıl öncesine kadar, yani otuzlarıma girmeden, genelde Dünya Edebiyatını takip etmeye öncelik veriyordum. Hem dünya klasikleri hem de Çağdaş Dünya Edebiyatında, özellikle yeni yayınlar dikkatimi çekiyordu. Türk Edebiyatı da okuyordum elbette ama bu daha sınırlı sayıda kitap demekti benim için. Bir dönem ‘herkesin okuması gereken klasikler’i okudum, bir dönem adı az duyulmuş ülke edebiyatlarına yöneldim. Senegal Edebiyatı da okudum Porto Riko Edebiyatı da. Zaman zaman da Jaguar Kitap gibi butik yayınevlerinin yabancı edebiyatından çıkan her kitabı okumaya çalıştım. Bunlar bana Çağdaş Dünya Edebiyatı hakkında bir fikir edindirdi. Zaman zaman edebî lezzet de buldum bu kitaplarda ancak fark ettim ki aradığım bu değil.

Özellikle otuz yaşımdan sonra, önce yavaş yavaş sonra da keskin bir kararla Türk Klasikleri’ne döndüm. Külliyat okumayı düşündüm ve kendimce belirlediğim sekiz on yazarın hem kurgu hem düşünce kitaplarını okumaya karar verdim. İlk kararım bir yazar bitmeden öbürünün külliyatına başlamamaktı ancak bunun boğucu ve yorucu olduğunu fark edip en azından dörder beşer kitap sonra farklı bir yazara geçme şeklinde bir yol belirledim. Bana göre Türk romanının zirvesi olan Kemal Tahir’in roman-öykü-tefrika kitaplarını zaten bitirmiştim. Tanpınar’ı büyük ölçüde bitirdim. (Tanpınar hiç biter mi?) Peyami Safa’nın romanlarını yüksek oranda bitirdim ve sıraya Abdülhak Şinasi Hisar, Nahid Sırrı Örik ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu aldım. Bu yazarlardan da hiç okumadığım kitabı olan kimse yoktu. Fahim Bey ve Biz’i, Kiralık Konak’ı çok öncelerden okumuştum fakat tekrar külliyat okumaya başlayacağım için bunları da listeye aldım. Şimdi yoğun olarak Abdülhak Şinasi Hisar okumaları yapıyorum ve son okuduğum kitabı da Çamlıca’daki Eniştemiz oldu. Şunu belirtmek istiyorum: Abdülhak Şinasi Hisar edebiyatımızda adı bilinen ama genel okur kitlesince ve edebiyat kanonunca birinci değil ikinci sınıf bir yazar olarak görülüyor. Bunu da hakkında yapılan çalışmaların ve yazılan kitapların neredeyse hiç olmamasından anlıyorum. Bir Tanpınar gibi henüz keşfedilmedi maalesef fakat özellikle kurgu dışı kitapları açısından Tanpınar’dan hiçbir eksiği olmadığını söyleyebilirim. Bu, Tanpınar’ı eksik bulduğum (olur mu hiç) demek değil ama öyle yüksek iki edebiyatla karşı karşıyayız ki, tercihim bunlar arasından Şinasi Hisar olur demek.

Edebiyata ‘cins’ karakterler hediye eden yazarlar hep ilgimi çekiyor. Hayri İrdal, Seniha, Mümtaz vs. Şinasi Hisar’ın diğerlerinden farklı ve en iyi yaptığı şey bence bu karakter (tip değil) oluşturma işinde daha başarılı olması. Bir Fahim Bey bir Ali Nizami Bey bir Hacı Vamık Bey (deli enişte) gibi baskın karakterleri kolay kolay göremiyoruz başka yazarlarda. Tanpınar’da bile örneğin bir yere kadar olay önemli oluyor metinde ancak Hisar’ın romanları tam bir karakter romanı. Özellikle Fahim Bey ve Biz ile Çamlıca’daki Eniştemiz. Bu durum kimi okuru sıkabilir, anlıyorum fakat Şinasi Hisar’ın kaleminde yüksek bir edebî zevke çıktığı da bir gerçek. Çamlıca’daki Eniştemiz’e Fahim Bey ve Biz romanında bir atıf var ama o kadar. Hacı Vamık Bey gibi bir karakterin içini dışını öğrenmek için kitabı okumamız gerekir. Kitap, başından sonuna Eniştemiz üzerinden gidiyor. Anlatıcı Hacı Vamık Bey’in eşinin yeğeni. Önceleri bir çocuğunu gözünden izlediğimiz Vamık Bey’i sonraları bazı duyumlardan ve anlatıcının genç halinden görüyoruz. Bu da okurda iki farklı Eniştemiz portresi çiziyor.

Ben Şinasi Hisar’ın romanlarına öykü veya hikâye denmesini daha doğru buluyorum. Ki zamanında bu kitaplar zaten hikâye diye tanıtılmış. Çünkü roman türünü karşılayacak birden fazla ana damar yok bu metinlerde. Hatta Hisar’ın kurguları klasik bir roman veya hikâye bile olmayabilir bazı kısımları itibariyle. Hatta Çamlıca’daki Eniştemiz’in bazı kısımlarına muhteşem denemeler bile denebilir. Özellikle İstanbul’la ilgili kısımlar tam bir kalem işçiliği ve sanatından oluşuyor. Denemeye yaklaşmayı bırakın, direkt “bu bir denemedir” diyenler bile haklı olabilir: “Çamlıca’nın güzel mevsimleri, gittikçe yaklaşan bir musiki gibi gelen ilkbaharı ile, gittikçe uzaklaşan bir çalgı gibi geçen sonbaharıdır. İlkbahar, Çamlıca’da, bir sabah, daha az serin ve daha ziyade ince bir havada ruhun daha çok sezdiği bir gençlikle ve ötmeyi meşk eden bir kuşun çıkardığı bir iki ses damlasıyla başlar ve sular, yavaş yavaş dönerek, evvelce çekildikleri bir sahili her yanından nasıl kaplarsa, emin bir kuvvetle taşan bahar da, yerleri, ağaçları, gözleri ve gönülleri öylece kaplar.

Çamlıca’daki Eniştemiz’de anlatıcı uzun bir dönemden bahsediyor. Sosyal/güncel ve tarihi olaylardan ziyade, Hacı Vamık Bey’in kişisel hayatı sergileniyor kitap boyunca. Zaman zaman, Vamık Bey’in memuriyetlerinden dolayı, Yıldız, Abdülhamit, saray gibi kelimeler geçse de biz bunları hep Vamık Bey’i ilgilendiren yan olay ve kavramlar olarak görüyoruz. Bu yüzden tam bir karakter romanı diyorum, Çamlıca’daki Eniştemiz için.

Farklı isimli başlıklar altında anlatılan Çamlıca’daki köşk ve Eniştemiz’in hayatındaki iniş çıkışlar, deli eniştenin dışarıdan hoş görülmeyen kendi içindeki ‘çılgınlıkları’, aşırılıkları, çocuklukları, ciddiyeti, ‘saçmalıkları’ önce bir çocuk gözünden sonra da aynı çocuğun genç halinden anlatıldığı için biraz farklılıklar oluşturuyor. Şöyle ki: Okur olarak başlarda sevdiğimiz, samimi bulduğumuz bu deli enişteyi kitabın sonlarına doğru, bütün hayatı boyunca başta eşi olmak üzere herkese zorluk çıkaran ve eziyet eden biri olarak görüyoruz. Çocuklarla çocuk gibi olan bu deli eniştenin daha sonra şehvet düşkünlüğünden muhabbet tellallarına para kaptıracak duruma gelmesi aslında anlatıcının büyüyüp birçok şeyi aklıyla değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Demek ki diyoruz, Eniştemiz hep aynıydı. Sadece kitabın başlarında anlatıcımız çocuktu. Başlarda o yüzden sevdik, en azından sempati duyduk.

Şinasi Hisar Türkçeyi mükemmel kullanıyor. Sık sık çok uzun cümlelere ve betimlemelere başvursa da bu durum ne okuru yoruyor ne de sıkıyor. Okurun zaman zaman nefes almasını sağlayan diyalog eksikliği, sanırım romanın eksilerinden. Ama metine yüksek edebiyat açısından bakarsak bu eksiğin de kapatıldığını görebiliriz.

Hisar, deli enişteyi anlatabileceği bütün psikolojik ve maddi yönden okura sunmuş. Diğer karakterlerde eksikler var ama Eniştemiz’i yolda görsek tanıyabileceğimiz bir durumda resmetmiş. Üstüne de zaman zaman Çamlıca ve İstanbul’u anlatan, tasvir eden denemevari mükemmel bölümler eklemiş. Daha ne olsun?

(Bir eleştirim yayınevine: Evet, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserleri uzun zamandır basılmıyordu ve Everest Yayınları bu durumu çözdü ancak bu küçük boyutlu kitap işinden, bence, vazgeçilmesi lâzım. Hisar’ın bazı eserlerinde normal kitap boy seçeneği var ancak bazılarında yok. Sert sayfa -ciltli sert kapaktan bahsetmiyorum, normal karton kapak ama çok sert- ve kapakla ve bu yazı puntosuyla bu değerli eseri okuması gerçekten çok zor. Bir okur olarak Everest Yayınları’nın yazarın tüm kitaplarını normal boyutta basmasını isterim.)

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

11 Temmuz 2024 Perşembe

Âkif'in meâli

Âkif inanmış adam. Milli bir şiiri de zaten ancak inanmış bir adam yazabilirdi. Ancak inanmış bir adam hadiselerle derin bağ kurabilir, hadiseleri kendinden bir parçaymış gibi hissedebilir. Âkif öylesine inanmıştır ki yanılgıları bile inanmışlığının eseri olduğundan kazançtır. Ancak inanmış bir Arnavut, milli şiirinde ırk kavramından bahsedebilir, ırk kelimesini kullanabilirdi.

Âkif inanmış adam. O nedenle Mısır’a göçtü. O nedenle hayatı boyunca yalnız kaldı. O nedenle sefillik çekti. O nedenle Neyzen’e küstü. O nedenle öldüğünde cenazesine sahip çıkan az daha olmayacaktı.

Kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’i de ancak inanmış bir adam meal edebilirdi. Nitekim öyle de olacaktı. Âkif hem inanmışlığı hem de güçlü şiir sesine sahip oluşuyla meal yazacaktı. Yazmaya başlamıştı da. Ama sonra vazgeçmişti, meal yarım kalmıştı. Elimizde Âkif’in meali, Kuran’ın üçte biri kadarı maalesef.

Böylesine inanmış bir adam meal yazmaktan neden vazgeçmişti?

Âkif'in Kur'an çevirisinin hikâyesi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın gizli belgelerinde yer almış, Amerika'nın Türkiye Sefiri Charles H. Sherrill, Washington'a gönderdiği 10 Şubat 1933 tarihli özel bir raporda, Âkif'in projeden ayrılışını, kendisiyle Diyanet İşleri Riyaseti arasındaki ihtilaftan kaynaklandığını belirtmişse de bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir bilgiye rastlanılmamıştır. Ancak eldeki tarihî kayıtların gösterdiği üzere Mustafa Kemal Atatürk, -bizzat değilse de birtakım yetkililer aracılığıyla- hem Mısır'da iken, hem de hastalanıp İstanbul'a döndüğünde Mehmed Âkif'ten hazırlamış olduğu Kur'an çevirisini kendilerine teslim etmesi ricasında bulunmuş ve fakat Âkif her defasında bu ricayı geri çevirmiştir.

Âkif çeviriye başlamıştı. Çeviriyordu Kuran’ı ancak çevirisi onu bir türlü tatmin etmiyordu. Yakın çevresine sık sık çevirisinin yeterli düzeyde olmadığından yakınıyordu. Sonunda hastalık Akif’i yakaladı. Vefat edeceğini anlamıştı. Mısır’dan tedavi için Türkiye’ye döneceği sırada yakın dostu İhsan’a çevirisini teslim etmiş ve ona “Eğer ölürsem bu çeviriyi yak” şeklinde vasiyet etmişti.

Vasiyete uyulmuştur. Âkif vefat etmiş ve çevirisi yakılmıştır. En azından bu yönde bilgiler mevcuttur. Ancak kâinatta hiçbir şey yok olmuyor. Araştırmalar sonucunda Âkif’in meali bulundu. Bulunan meal az önce de belirttiğim gibi Kuran’ın üçte birini teşkil ediyor. İnancımız ve umudumuz Âkif’in mealinden daha başka bölümlerin de bulunacağı yönünde.

İşte o meâl Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Recep Şentürk ve Asım Cüneyd Köksal hocaların hazırladığı bu muhteşem eser okur tarafından istifade edilmeyi bekliyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

10 Temmuz 2024 Çarşamba

Adım adım kabul etme ve karar alma rehberi

“Kendini aşmaya çalışan bir insanın önünde en büyük engel, o insanın kendisidir: korkuları, endişeleri ve önyargıları.”

Kişisel gelişim ve psikoloji kitaplarıyla ilgili tüm önyargılarımı bir kenara bırakıp bu yazıyı yazmaya çalışacağım. Yıllardır düzenli olarak terapi gören biri olarak, bu konuda bu kadar önyargılı olmamın aslında kendi suçum olduğunu kabul ediyorum. Doktorumun tavsiyesiyle okuduğum birkaç metin dışında, bu tür kitaplardan nedense hep uzak durdum. Oysa ki, kendimle uğraşmayı severim. Bu kitaplara bana yüzeysel ve genellemeci geliyor. Yine de her bireyin yolculuğu farklıdır ve bu kitaplar, kendi deneyimlerine yeni bir bakış açısı katabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un yazdığı Büyük Sorunların Küçük Kitabı - Dokuz Adımda Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) adlı eser, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından yayınlandı. 1976 Türkmenistan doğumlu olan Dr. Nurmedov, 1996 yılında KTÜ Tıp Fakültesi’ni kazanmış, 2003 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda asistanlık eğitimine başlamış ve 2009 yılında uzmanlık eğitimini tamamlamış. 2018 yılında Doçent unvanını kazanan Dr. Nurmedov, şu anda akademik hayatına Üsküdar Üniversitesi’nde devam ediyor. Uzmanlık tezini “Alkol Bağımlılığı ve Bilişsel İşlevler” üzerine yapmış olan yazarın kitabının takdim yazılarını ise Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ve Prof. Dr. Nevzat Tarhan kaleme almış.

Peki, elimizdeki kitap bize ne anlatıyor? Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT, Acceptance and Commitment Therapy), üçüncü kuşak bir terapi yaklaşımı. Bireylerin psikolojik esnekliklerini artırmayı hedefleyen bu yaklaşım, Amerikalı klinik psikolog Steven C. Hayes ve meslektaşları tarafından geliştirilmiş. Bu yöntemin temel amacı, bireylerin olumsuz düşünce ve duygularla başa çıkma biçimlerini değiştirmek. Dr. Serdar Nurmedov, bu terapi yönteminin dokuz adımlık yolculuğunu kitabında detaylandırmış. Okurlara çeşitli ödevler vererek ve sorular sorarak, onları kendi yolculuklarında yönlendirmeyi amaçlamış.

Büyük Sorunların Küçük Kitabı, okuyuculara ACT’nin temel prensiplerini anlaşılır bir dille sunarken, aynı zamanda pratik uygulamalarla destekliyor. Kitap, okuyucuların kendi deneyimlerini anlamlandırmalarına ve hayatlarında daha bilinçli ve kararlı adımlar atmalarına yardımcı olmayı hedefliyor. ACT’nin bireylerin yaşam kalitesini artırma potansiyeli üzerine odaklanan kitap, hem psikoloji alanında profesyonel olarak çalışanlar hem de kişisel gelişimle ilgilenen bireyler için değerli bir kaynak olabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un dokuz adımı, niyet etmek ve hayat hikayenizi yazmakla başlıyor. Niyet kısmı kolay ama hikâyeyi yazmak deyince insan bir anda kitabı elinden bırakmak istiyor. Diğer adımda, bir nevi kendinize ayna tutmaya başlıyorsunuz; kaçınma davranışlarınızın neler olduğunu dürüstçe kendinizle konuşmanız gerekiyor. Hayattaki değerlerimizi belirlemek bir diğer adım; bu, sevdiklerimiz, yapmak istediklerimiz, hayatta durduğumuz yer veya durmak istediğimiz yer gibi konuları özetliyor.

Bir sonraki adımda hedef koymak gerekiyor ve hedef koymanın en başında hayal kurmak var. Doç. Dr. Serdar Nurmedov, kitabında bizi düşünce süreçlerimizi keşfetmeye çağırıyor. Ardından, düşüncelerimizi kabul etmeye davet ediyor. Düşüncelerimizi ve duygularımızı olduğu gibi kabul etmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Kabul aşamasından sonra, esnek bir bakış açısının önemine geçiyor; bu, düşüncelerimize ve duygularımıza daha açık ve esnek bir şekilde yaklaşmamızı sağlıyor.

Ve işte en zorlu adım: an’da kalmak! Neredeyse her kişisel gelişim kitabında, her terapi yönteminde karşımıza çıkan bu kavram, birçoğumuz için gerçekten zorlu bir meydan okuma. An’da kalmak, şimdiki anı yargılamadan ve olduğu gibi kabul ederek yaşamayı gerektiriyor. Ancak, bu pratiğin uygulanması için günlük hayatın koşturmacasında yoğun çaba harcamak gerekebilir.

Ve en son bölüm, belki de en ağır olanı: kayıp ve yas. Bu bölümde, Doç. Dr. Nurmedov önce kaybın ne olduğunu tanımlıyor ve farklı kayıp biçimlerinden bahsediyor. Kayıpların geleceğe olan etkilerini ve geçmişte yaşadığımız kayıplara sürekli dönüp bakma eğilimimizi ele alıyor. En zor olanı ise şu: yasınızı yaşayın, geçiştirmeyin. Çünkü geçiştirilen her yas, ileride daha ağır bir şekilde mutlaka karşınıza çıkar. Doç. Dr. Nurmedov, bu bölümde, yasın doğal bir süreç olduğunu ve bu süreci tam anlamıyla yaşamanın, duygusal iyileşme ve kabul için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Ve bitti. Yazıyı Doç. Dr. Nurmedov’un kitabın başında okurlara yaptığı öneriyle bitirmek istiyorum. Nurmedov, okurlarına bu kitabı önce bir kere okumalarını, ardından tekrar başa dönerek ödevlere tek tek çalışmalarını tavsiye ediyor.

Dilerim bu kitap, okuyan herkese şifa olur.

Feride Şenol

5 Temmuz 2024 Cuma

İnsanın derinliklerine Jung'un haritasıyla bakmak

"İnsan birçok şeye 'sahiptir' ama bunları asla bizzat edinmemiştir, aksine atalarından miras almıştır. İnsan bir tabula rasa olarak doğmaz, sadece bilinçsiz doğar. Ancak organize olmuş ve özellikle insani bir şekilde işlemeye hazır sistemleri beraberinde getirir ve bunları milyonlarca yıllık insani gelişime borçludur."
- Carl Gustav Jung

Dünyaya hitap eden fikirleriyle meşhur olmuş kimselerin ölümlerinden sonra eserlerine olan ilgi artış gösterir. Öyle ki bazen hiç ilgi görmemiş kitapları bir anda başkaca dillere çevrilmeye başlar. İnsan ruhunun dehlizlerine, kıvrımlarına, kendi yolunca ışık tutmaya çabalamış zihinlerden biri olan Carl Gustav Jung'un da hikayesi biraz böyledir. O her ne kadar Freud'la yaşadığı ayrılıktan sonra iyice ünlense de 1961 yılında Zürih'te son bulan yaşamıyla birlikte daha da tanınır olmaya başlamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır ama belki de en haklıca sebep, yazdıklarının her eserinde farklı bir yere oturması, her fikrinin farklı bir arayışa cevap (ya da soru) olmasıdır. Keza, henüz Jung'un hayatta olduğu ve Fried Fordham'a ait Jung Psikolojisinin Ana Hatları kitabının önsözünde bakınız Jung büyük bir samimiyetle ne diyor: "İnsan anatomisinin arkasında uzun bir evrim dönemi olduğu gibi insanın psikolojisi de tarihsel köklere sahiptir ve yalnızca onun etnolojik değişkenleriyle değerlendirilebilir. Bu yüzden benim çalışmalarım okuyucunun dikkatini bu türden düşünceler ile dağıtacak sayısız olasılıklar sunmaktadır."

Hakikaten de Anılar, Düşler, Düşünceler'i okurken başka, Dört Arketip'i okurken başka, Bilinç ve Bilinçdışı'nı okurken başka Jung'lar buluruz. İnsan ve Sembolleri, Rüyalar, Maskülen, Feminen gibi çalışmalar okura hiç hazırlıklı olmadığı ya da dalmak için geciktiği deryalar açar. Psikolojide Tipler ve İnsan Ruhuna Yöneliş gibi oldukça teknik kitapları sadece meraklıların dünyasında bile çok önemli bir yerde durur. Bir hakikat de şu ki Jung, bir kere okunup geçilecek kalemlerden, zihinlerden değildir. Mutlaka tekrar okunması gereken, okundukça söylemek istediği açılacak olan, ancak bu söylediğinin kesin olmadığı da mutlaka bilinmesi icap eden bir bilim insanıdır. Belki de bu yüzden Jung'a dair okunacak kitaplardan en önemlileri, onun fikir dünyasına dair yazılmış giriş kitaplarıdır. Fried Fordham'ın kitabının dışında Jalande Jacobi (C.G. Jung Psikolojisi), David Tacey (Jung’u Nasıl Okumalıyız?), Claire Dunne (Ruhun Yaralı Şifacısı Carl Jung), Carl Alfred Meier (Jung: Arketipler, Rüyalar ve Din), Paul Bishop (Carl Gustav Jung) ve Gary Bobroff (Carl Jung) önemli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Son dönemde bu saydıklarımın dışında dilimize çevrilmiş kitaplardan bir başkası, derleyici toplayıcı yapısıyla dikkatleri çekiyor: Murray Stein, Ruhun Haritası: Jungcu Psikolojiye Giriş, Albaraka Yayınları.

Murray Stein, Jung'un özellikle ruhu dikkate alması üzerine yönelmiş, bu besbelli. Belki de çalışmasının en etkileyici tarafı bu. Jung'un insan ruhunun nihai gizemine dair ömrünü verdiği emekleri, Murray için başlı başına bir merak konusu. Bu merakı daha anlaşılabilir kılmak içinse mutlaka bir haritaya ihtiyaç var. Bu haritanın, Jung'un ortaya koyduğu kavramları yorumlarken, kavramların kendi aralarındaki ilişkiyi de yerli yerine oturması gerekiyor. Diğer çalışmaların da hakkını vererek söze başlayan Murray, "Benim çalışmamın eklediği şey, teori içindeki kapsayıcı tutarlılığı ve onun ince bağlantılar ağını vurgulamaktır" diyor ve asıl amacının "Jung'un tüm eserlerini oluşturan yorum ve ayrıntı yığınının altında yatan entelektüel bütünlüğü ortaya çıkarmak" olduğunu söylüyor. Jung ne yaptığını tam olarak biliyor muydu? Yaptıklarının bir yere varacağını düşünüyor muydu? Kendini hiçbir kalıba, okula, cemiyete ait tutmadan, üstelik bir yol çizmeyi de hiç doğru bulmayan bu insan; yaşarken de öldükten sonra da bu kadar insana, mekana, zamana ulaşacağını tahmin edebiliyor muydu? İlginç olabilir ama bir Jung okuru olarak bu hislere kapıldığını, hissinden kimseye bahsetmediğini ama zaman zaman düşünüp tebessüm ettiğini tahmin edebiliyorum. Jung'un nasıl bir insan olduğunu da mutlaka bilmemiz gerek. Doğrudan fikirlerine dalmadan önce Jung'a dair okumalar yapmak, bu şaşılacak derecede entelektüel insanın özellikle sezgi, analiz ve yorum gücünü görmek açısından bile heyecan verici. Murray şöyle söylüyor: "Jung'un yazılarına hayran kalmaya devam etmemin ve onu yirmi beş yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde okumamın bir nedeni, onun zorlayıcı bir şekilde tutarlı olmamasıdır. Tillich veya Hegel gibi gerçekten sistematik düşünürleri incelediğimde, onların çelik gibi zihinlerinin sıkı çeneleri arasında her zaman kıvranmışımdır. Onların düşünceleri benim için fazla düzenlidir. Peki ya hayatın dağınıklığı, sululuğu nerededir? Bu durum beni bilgelik için öncelikle filozoflara ve teologlara değil, sanatçılara ve şairlere bakmaya yöneltmişti. Katı sistemlere hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Bana paranoyakça görünmüşlerdir. Jung'un yazılarında ise hiç böyle bir izlenime kapılmadım."

Jung, analitik psikolojinin kurucusu olarak hem bazı kavramları yeniden yorumladı hem de kendi ekolünü kurma iddiası gütmeden yeni kavramlar ortaya koydu. Hiçbirinin gündemden düştüğünü, önemini yitirdiğini söyleyemeyiz. Bugün sadece psikoloji sahasında değil, kişisel gelişimden tasavvufa, sosyolojiden edebiyata ve sanatın diğer çok alanına kadar Jung'un üzerinde durduğu kavramlar konuşuluyor: Ego, bilinç, içgüdüler, arketipler, kolektif bilinçdışı, persona, gölge, anima, animus, bireyleşme, beden-zihin birliği, eşzamanlılık. O, insan ruhunun derinliklerinde keşfettiklerini mutlaka mitolojiyle birlikte yorumlamaya çalışmasıyla da hep ilgi gördü. Böyle bakıldığında ruh denen sistemin birçok parçadan oluştuğunu, bu parçaların görünmez ağlarla diğer ruhlara da bağlı olduğunu görmek mümkün. Bu metafizik görüş, ülkemizde Jung'u uzun yıllar, hatta şimdi de hep ayrı bir yerde konumlandırdı. O her ne kadar sufi kaynaklara çok fazla başvurmasa da getirdiği yorumlar din, sufizm, mistisizm kanalından da değerlendirildi. Bugün maneviyat ya da benötesi psikolojisiyle ilgilenen herkes, mutlaka Jung'dan da yararlanıyor. İnsanın alemle olan yakınlığı-uzaklığı, kişisel psikolojimizi, benlik deneyimimizi, ruhsallaşma sürecimizi doğrudan etkiliyor. Bunun için pek çok kalıptan sıyrılmak, kendimize bir ayna bulup oradan bakmak, çetin bir savaşa girmek gerekiyor. Kolay değil, zira Jung da filozofların, teologların, hatta kozmologların topraklarına dalmış, oradan pek çok şey süzüp getirmiştir.

Bir kişinin toplumsal kimliğini oluşturan, birey ve toplum arasındaki arayüzü olarak kabul edebileceğimiz "persona", Jung'un üzerinde durduğu kavramlardan. "Gölge" ise kişiliğin reddedilen ve kabul görmeyen yönleri olarak tarif ediliyor. Persona ve gölge için bütünleşme meselesi ciddi bir mücadele alanı. Egonun zıt kutupları olarak ruhta duran bu ikili birleştirilebildiğinde ortaya ne çıkar? Jung'un eski bir hastasına yazdığı mektuptaki şu satırlar, sorunun en güncel cevabı olarak aramızda duruyor. Birlikte okuyalım: "Şer hayır oldu. Sessiz kalarak, hiçbir şeyi bastırmayarak, dikkatimi koruyarak ve gerçekliği kabul ederek - her şeyi olmasını istediğim gibi değil, olduğu gibi kabul ederek - tüm bunları yaparak, olağandışı bilgiler ve daha önce asla hayal edemeyeceğim olağandışı güçler elde ettim. Her zaman bir şeyleri kabul ettiğimizde onların bizi bir şekilde alt ettiğini düşünmüşümdür. Bunun hiç de doğru olmadığı ortaya çıktı; meğer insan ancak onları kabul ederek onlara karşı bir tutum takınabilirmiş. Şimdi hayat oyununu oynamaya niyetliyim; bana gelen her şeye, iyi ve kötüye, sonsuza dek yer değiştiren güneş ve gölgeye açık olacak ve bu şekilde kendi doğamı da olumlu ve olumsuz yanlarıyla kabul edeceğim. Böylece her şey benim için daha canlı hâle gelecektir. Ne kadar aptalmışım! Her şeyin olması gerektiğini düşündüğüm şekilde gitmesi için nasılda kendimi zorlamışım!"

İnsan ruhunun, yani o uçsuz bucaksız derinliğin bir haritası çıkarılabilir mi? Bu sorunun yanıtını vermek çok zor. Jung da bu zorluğu biliyordu ve yapması gerekenin en iyisini yaptı: bazı kolaylıklar sundu. Üstelik bunu yaparken Murray Stein'in dediği gibi ruhun nihai gizemine saygı duydu. O hâlâ, bir şeyler göstermeye çalışıyor meraklılara. Kendini, insanı, ruhu merak edenlere. Belki de bu yüzden yazdıklarına, düşüncelerine doyum olmuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Hz. Peygamber'in hayatını okumak

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) son peygamber olarak marifetin temsilcisi olmuş, her anlamıyla tam ve mükemmel bir kişilik, ahlak sergilemiştir. Onun hayatının her anı, müminler için bir ders niteliğindedir. Sadece dini anlamda değil, toplumsal anlamda da doğru yaşamak, sevilen ve saygı görülen biri olmak, isabetli kararlar vermek ve adımlar atmak isteyen herkesin yapacağı tek şey Peygamber Efendimiz’in hayatını okumak, sünnetlerini öğrenmek, hadislerini anlamaya çalışmak olmalıdır. Evlilik hayatı, iş hayatı, arkadaşlık, sıkıntılara göğüs germe gibi her olayda Peygamberimizin hayatında müthiş derecede örnekler bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz alemlere rahmet için gönderilmiştir. O nedenle rahmete nail olmanın yolu, O’nun yolunda bulunmak, O’nu örnek almak ve O’na muhabbet beslemektir. O’na muhabbeti zayıf olanın Allah’a da muhabbeti zayıf olur. O’nun yolunda sürçen, Allah’ın rızasına giden yolda da sürçmüş olur. O’nu örnek alamayan O’nun ahlakıyla ahlaklanamaz, dolayısıyla Allah’ın ahlakıyla da ahlaklanamaz. Yunus Emre Muhammed cümleye dindir imandır” derken bir yönüyle de bu gerçeği kastetmiştir. Hakk’a giden yol, Rasulullah’ın izinden geçmektedir. Kişi Peygamberimiz’e yaklaşabildiği ölçüde Allah’a yaklaşmış olur.

Arifler “Salavat, mürşidi olmayanın mürşidi olur” demişlerdir. Peygamber Efendimiz de kendisine çokça salat ü selam getirenin ne büyük mertebelere erişeceğini, ne sevaplar kazanacağını hadislerinde sıkça dile getirmiştir. Salavat, Peygamber Efendimiz’e olan muhabbeti de artırır. Muhabbeti artırmanın bir yolu da Peygamber Efendimizin hayatını okumak, hayatının izini sürmekten geçer. O nedenle kişi siyer okumalı, siyer okumayı kendisine vazife olarak bellemelidir.

Müminler Allah’ın rızasını kazanmanın Peygamber Efendimiz’den geçtiğini bildiğinden dolayı Peygamberimizle alakalı nice eserler kaleme almışlardır. Kaleme alınan eser türlerinden biri de siyer olmuştur. İslam tarihine baktığımızda sayılamayacak kadar çok siyer yazıldığını görürüz. Ne kadar şükretsek azdır!

İşte bu siyerlerden biri de Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Peygamber Efendimiz adlı eseridir. Ketebe Yayınları’ndan çıkan eser, barındırdığı sade dili ve latif yönüyle okuyanların Peygamber aşkını bereketlendirecek türden nadide bir eser.

Son dönem Osmanlısında yetişen Ahmed Cevdet Paşa çok yönlü kişiliğiyle dikkat çekmiş, hem başarılı bir devlet adamı hem de servet niteliğinde eserler kaleme almıştır. İslam hukukunu Mecelle isimli eseriyle çok detaylı bir kitap haline getirmiş, çeşitli kanunların büyük çoğunluğu onun elinden sadır olmuştur. On iki ciltlik Tarih-i Cevdet adlı eserinde Osmanlı tarihini detaylıca, boşluksuz ve eksiksiz biçimde ele almıştır. Devletin resmi tarihçisi olarak görev almış, nadide eserler üretmiştir. Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen Kavâ’id-i Osmaniyye’nin yazarı da yine kendisidir. Kısas-ı Enbiya en ünlü eseridir, tüm peygamberlerin hayatını sade bir dille yazmıştır.

İşte bahsettiğimiz siyer kitabı bu denli büyük bir kişiliğin kaleminden çıkmadır. Yine son derece sade bir dille yazılmış, böylece okuyucunun dikkati Peygamber Efendimiz’in hayatından bir an bile kopmamaktadır. Tarih, mekan ve isim konusunda son derece titiz davranılmış, İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılışı öğretici bir vaziyette yazıya dökülmüştür.

Peygamber Efendimiz kitabı, Peygamber aşığı olmaya talip her Müslüman için fırsat niteliğinde bir ihsan.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

2 Temmuz 2024 Salı

Fani olmanın tesellisi: edebiyat

Türk dilinin üslup zenginliğini kalemine taşıyan, bunu yaparken düşünce dünyasının enginlerinde okuru yolculuğa çıkaran isimler, fazla karamsar bir yaklaşım olmasın ama geçmişin sayfalarında saklı. Son dönemde bazı yayıncılar, editörlerinin titiz gayretleriyle bu sayfaları meraklılara sunuyor. Everest Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın daha evvel raflardan uzak kalan kitaplarını yeniden neşretmiş, bu çaba bir yönüyle de İstanbul âşıklarına müjde olmuştu. Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri bu âşıkların birer ganimetidir. Diğer yandan roman dünyamızın unutulmaz eserleri arasında yer alan Çamlıca'daki EniştemizFahim Bey ve BizAli Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği de yine döne dolaşa okunan klasiklerimiz arasındadır.

Şimdilerde Hisar'ın Edebiyat Yazıları bir araya getiriliyor. Serinin ilk kitabı Mayıs 2024'te raflarda yerini almıştı. İlk başta, tek oturuşta okunup bitirilecek gibi görünen kitap, sayfalarının içine sakladığı hazineleri fısıldarken okur bazı makaleleri yeniden ve yeniden okumak isteyecektir, burası kesin. Özellikle Hisar'ın insan faniliği ve edebiyatımız arasında kurduğu ilişkiyi okurken, içimize çöreklenmeye hazır hüzün, bir anda yerini gayret neşesine bırakabiliyor. Çünkü şairin hayata karşı gösterdiği düşünce aksiyonunu mühim bir yere koyan Hisar, hatıralar arasında kaybolup gitmenin kolay bir yol olduğunu söylerken, esas hikâyenin ruhun ihtiyaçlarını iyice çözümlemek olduğunu hatırlatıyor. Hisar bir taraftan, "Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların, emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkılap eden, zavallı ve perişan dağılan dumanlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa inkılap ettiklerini seyrediyoruz" derken, diğer taraftan edebiyatın hayatımızdaki rolünü de şöyle fısıldıyor: "Şairler ve ediplerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının kâtipleri oluşlarındadır. Bu hüzne ve bu ıstıraba mâkes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü, vazifesi ve diyebiliriz ki asıl kendisidir. Bundan bu fanilik elemini tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addetmemelidir. Bilakis ta eskiden beri şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu gayet eski bir edebiyat ananesidir."

Yani hüzün, evet bir ananedir fakat bunu en samimi biçimde şairler ve edipler ortaya koyabilir, koymalıdır. Faniliğin hüznü, ölüm karşısında duyulabilecek en hakiki duygudur. Ruhun ihtiyacı tesellidir ve bu teselli edebiyatla mümkündür. Batı edebiyatında faniliğin ve ölümün nasıl bir yer tuttuğunu hem romancılardan hem de muharrirlerden örneklerle anlatıyor Hisar. Anatole France, Pierre Loti, Maurice Barres, Maurice Maeterlinck batının misalleri; Ömer Hayyam, Abdülhak Hâmid, Ruşen Eşref doğunun misalleri arasında. Böylece Hisar, iki farklı zihin ve zihniyet yapısını cem edip, edebiyatçıların faniliği nasıl yorumladığını bize sunmuş oluyor o enfes üslubuyla.

Edebiyat Yazıları 1'de, edebiyata ve edebiyatçılara dair bol bol nasihat var. Bir süre, gördüğümüzü mü yoksa hatırladığımızı mı yazmanın kolaylığı bahsi üzerine düşünmüştüm. Hisar, bunun üzerine fevkalade bir paragraf dizmiş: "Gördüğümüz yerine hatırladığımız şeyleri yazmanın sanat bakımından kolaylığı ve üstünlüğü şundan gelir ki hatırladığımız güfteler, hafızamızın eleğinden geçerek, eski bestelere göre kendinden geçmiş, eski aşklarımızın tesiriyle ve daha nice hilelerle, kendi kendilerine, bize göre bir sanat eserine dönüşmüştür."

Hisar bazen de de bir sufi gibi "Batanları sevmem" diyor. Geçici şeyleri dile ve gönle yerleştirmenin kolay ama faydasız, kalıcı şeyleri anlamanın ve yazmanın faydalı ama zor olduğunu şöyle dile getiriyor: "İçimizde fena olan ne varsa fani zamanın malı ve iyi olan ne varsa ebediyetin mirasıdır. Gündelik şeylerin cazibesinden kurtulacak ebedî şeylerin hakikatine dönmeliyiz. Ve bunun içindir ki ne kadar geç yazarsak o kadar iyi etmiş oluruz."

Kitaba dair son bir malumat daha verip öyle bitirmek isterim. Hisar'ın Temmuz 1955'te Türk Yurdu dergisinde çıkan Okumak Tesellisi başlıklı yazısı öyle güzel, öyle güzel ki nice dersler çıkarılabilir. Okumak mesela, çalışmak mıdır? Bir teselliye kavuşmak noktasında okumak nasıl bir rol oynar? Yazmak, okumaktan sonra mıdır yoksa her zaman mıdır? Bir oturuşta okumak kolayken bir oturuşta yazmak neden zordur? İnsanın hangi kitaplara gideceği, ne tür yazılar yazacağı tabiatıyla mı alakalıdır? Kitaplar sahiden de yegane dostlarımız mıdır? Dünyanın en derin sözleri, şairlerin mısralarında mı gizlidir? İşte her biri leziz sorular, bir de düşünün ki cevapları nasıl leziz. En azından şu paragrafı sizlere de şimdiden okutmak niyetindeyim:

"Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir. Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler. İçen hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve şarhoş olsa da yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak ister. Artık kaybedecek bir şey kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır. Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını bitmek üzere olan sigarasıyla yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği dakikada yine bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptiladır."

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Edebiyat Yazıları 1'de toplanan makaleleri, yazmanın ve okumanın felsefesi üzerine bir kılavuz. Hem düşünce olarak, hem üslup olarak kılavuz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bütün ideolojilere karşı: Türkiye'nin Maarif Dâvası

Son haftaların önemli tartışmalarından biri, malum, Bakanlığın yeni önerdiği müfredat konusu; bitmeyen “maarif” davası da denilebilir. Lafın gelişi tartışma desem de, konunun bütün kesimlerce gerçek anlamda ne ölçüde tartışıldığı ya da tartışılabildiği, müfredatın en tartışmaya açık yanı belki de. Tartışmadan çok, karşı eleştiriler ve buna karşı, örtük bir kof ideolojik tavırla bildiğinden şaşmayan bir diretmenin yarattığı çatışma hali, görülen. Bir de, müfredatın adından başlayarak Nurettin Topçu ve Necip Fazıl’a atıfla içeriğin ideolojik yanlarını açık etme çabası var bolca. Yerden yere vurma çabası da diyebiliriz rahatlıkla.

Tam bu noktada, (Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun kolayca aynı torbaya atılmasının safdilliğini şimdilik bir tarafa bırakarak!) eleştirenlerle eleştirilenlerin birleştiği bir ortak yan var. Nurettin Topçu söz konusu olduğunda her iki tarafın da onu yeterince bütüncül ve derinlemesine anlamadan, eserlerindeki çelişkilerin üstesinden yeterince gelemeden, kendi ideolojik görüşlerine kolayca “meze” yapma arayışları, ironik bir biçimde çok benzer. İronik diyorum, zira Nurettin Topçu’nun yazılarının belki de en özgün yanlarından biri, kendi kendini dar ideolojik kullanımlara karşı koruyucu bir içeriğe sahip olması, tam da bu her iki çevreye aynı anda ve çoğu kez aynı nedenlerle karşı çıkmış olması, hem “Batıcı” hem de karşıt kesimleri aynı şeyin tersi ve yüzü olmakla suçlamasıdır.

O nedenle, ister milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, isterse İslamcı ya da sol-sosyalist taraftan olsun fark etmeksizin, Nurettin Topçu’ya göndermelerle yapılan müfredat eleştirileri ciddi şekilde sorunlu ve aynı nedenlerle oldukça malul. Nurettin Topçu’nun bütün bu tartışmalara neden olan kitabı Türkiye’nin Maarif Davası (Dergâh Yayınları) esasında eğitimin her türden ideolojiden bağımsız (ne dediğimi gayet bilerek!), tam bir özgür alan haline getirilmesi için yazılmış bir kitaptır. Kitabın ruhu başından sonuna bu iki tarafın yaptığının farklı biçimlerde aynı olduğunu açıklama çabasıdır. Esas meselesi, eğitimin ve bilimin -ne kadar ulvi olursa olsun- başka hiçbir şey için bir araç olamayacak kadar kendi amacı olan idealler olduğunun anlaşılmasıdır. Hakikat aşkı, her türlü ideolojinin üzerinde insan olmanın ve her türlü inancın en yüce özüdür.

Daha yakından, evet, Türkiye’nin Maarif Davası, özellikle muhafazakâr-milliyetçi camianın çok sevdiği, fazlasıyla önemsediği ve genç öğretmenlere sürekli salık verilen bir eserdir. O nedenle gerçekten de müfredatla ilgili tartışmalara adının karışması ve onun da fikirlerine gidilerek eleştirilere dahil edilmesi oldukça anlaşılır. Ama anlaşılır olmayan, Topçu’nun zannedildiği kadar anlaşılır bir isim olduğu zannına bu derece kolay ulaşmış olan her kesimden entelektüelin, bu denli çok oluşu.

Hayır, Nurettin Topçu, aynı anda Hitler’e ve Gandi’ye hayran, hem sosyalist hem milliyetçi hem de bunların hiçbiri denebilecek görüşlere sahip olmadığı, zannedilenin aksine bugünkü siyasal mânâsıyla İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, neredeyse bütün hayatını buna karşı mücadeleye adamış, dinin siyaset için araçsallaştırılmasından dehşete kapılan, anlaşılması en zor entelektüellerimizden biridir. O nedenle, içi boş küçültmeler en az içi boş yüceltmeler kadar cehalet göstergesidir.

Daha açık bir deyişle, Topçu’yu anlamak için bütün eserlerini dikkatle ve derinlemesine okumak, hayatını, yaşayışını iyi bilmek, çelişkilerinin üzerine giderek görüşlerini bütüncül bir çerçevede berraklaştırmak, ideolojik duygusal tepkileri ve onun ısrarla belirttiği gibi hükmü en sona bırakmak icap ediyor, ama bunun için öncelikle hakikaten hakikatle ilgilenmek gerekiyor galiba ve tam da yine Topçu’nun demeye çalıştığı gibi, ülkemizde bu durum pek nadir gerçekleşiyor.

Söz konusu kitap, iktidar çevrelerince çok seviliyor çünkü “teknik” bir eser zannediliyor (tıpkı İslamcı ve milliyetçi zannedildiği gibi!). Kitapta, Topçu’nun “kendi camiasına” yönelik eleştirilerinin diğer kitaplarındaki kadar yer tutmaması, eğitimle ilgili fikirlerinin çok yakıcı bir ihtiyaca karşılık gelmesi ve onun hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen bir isim olması gibi nedenler de bunda oldukça etkili (Müfredatın ruhunda da zaten milli bir ruhla, kendimiz olarak dünyaya ve evrensele açılalım, tarihi birikimimizi her alanda bugünün çağdaş düşüncesi ve bilimsel gerçekleriyle yeniden üretelim düşüncesi fazlasıyla kendini belli ediyor). Kitabın en etkili yanı ise, Batı’nın ilmini almakla ilmini taklit ederek alıyormuş gibi yapmak arasındaki oldukça ince ve bir o kadar korkunç fark ile her ikisinin kompleksli bir şekilde bütünüyle reddetmekten farklı olmadığını güçlü şekilde gösteriyor olmasıdır denebilir. Bununla da kalmıyor; taklidin en büyük yarayı eğitimde ve müfredatta açtığını, tam da bu yüzden hakikatle bağını yitirmiş bir toplum olarak daha uzun yıllar şu an olduğu gibi gerçek bir fikri tartışma yapamadan ileri geri konuşup, ideoloji yarıştırıp ömür çürüteceğimizi belirtiyor.

Yani kitap aslında zannedildiği gibi bir ideolojik amaç taşımadığı gibi, tam aksine bir ideoloji-karşıtlığını içeriyor. Kitabı okuyan insanların kolaylıkla bu dediğimi çürüten örnekler bulup getirebileceklerini bilerek, ısrarla bunun bir ideoloji kitabı olmadığını ama asla teknik bir el kitabı gibi de görülemeyeceğini ileri sürüyorum. (Bunun için kitabı olduğu kadar Topçu’yu da okumak gerekiyor!) O nedenle, isterseniz ne demek istediğimi kitaptan -insanların her nedense pek göremediği- bazı alıntılarla ve Topçu’ya ait görüşlerle bir ölçüde ortaya koymaya çalışayım.

Topçu daha Önsöz’de siyasetin bir zamanlar olduğu gibi ilme tabi olmaktan çıktığını, cahil insanların alimmiş gibi ulemaya nüfuz ettiğini, hakikati bilme aşkı ve tutkusu demek olan bilimi birtakım ideolojilere, güç arzusuna ve gündelik menfaatlere tabi kılınma çabalarının bizi taklitten öteye götüremediğini belirterek başlıyor. Bütün bunların halktaki gerçeğe ulaşma arzusu ve bu uğurda mücadele etme kudretinde önemli bir tahribata neden olduğunu, taklidi aslıyla karıştıran bir toplum yarattığını söylüyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki her türlü taklit -sonucundan bağımsız olarak- siyasi bir içerik taşır ve esas nedeni kolay yoldan güce ulaşarak zayıflıklarından kurtulma arzusudur. O nedenle Topçu, sadece yeni açılan okulların Batı taklitçiliğini eleştirmiyor; aynı ölçüde eski eğitim sisteminin ve medreselerin de çok benzer şekilde taklitten öteye geçemediklerini belirtiyor: “Son iki asırda birçok müesseseler ve mektepler açıldı. Ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı; Avrupa, körü körüne taklit edilmek istendi. Mektepler açıldı; bunlarda yeni ilimler okutuldu. Lakin ilim sevgisi aşılanmadı; alimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil halinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.” (s.12).

Topçu için, “hakikat aşkı” ve “ilim sevgisi” dediği gerçeği bilme tutkusu, başka bir yerden alınabilir bir şey değildir. Ancak kendi içimizden çıkabilir. Şahsiyetin ayrılmaz parçasıdır. Bilim, sonu nereye çıkarsa çıksın, ucu kime ya da hangi görüşlere dokunursa dokunsun gerçeği olduğu gibi almayı, sonunu düşünmemeyi gerektirir ve bu anlamda tıpkı bir din gibidir. Hangisi olursa olsun din denilen şey, hakikat inancıdır çünkü. Her şeyin bir gerçeği ve ona ulaşmanın en değerli ibadet olduğuna inanmadır. Onun için gerçek anlamda dinin yegâne anlamı ve amacı hakikat sevgisi ve arayışıdır, bilim ve eğitim bunun için olmadıkça içi boş bir insan öğütme mekanizmasıdır. Böyle düşündüğü için dönüp baktığında ilk olarak İslam dininin temsilcilerinin -kendini Müslüman zannedenlerin!- perişan haline, gerçeğin bataklığa dönüşmüş hallerine çatar ve sonra hem eski hem de yeni mektebi aynı nedenlerle reddeder (tel’in eder daha doğru sanki!):

"İslam’ın sahipleri, bugün bu hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dini örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dini vazifelerini yapmamaktadır. Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe, daha doğrusu asırlardan beri İslam dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini, her şeyden evvel, hakikat ihtirasına sahip, fazilet mücahidi, cemaatin beynine ve kalbine girmiş idealist bir münevver zümreye terk etmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir… Milli mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. ” (s.12-13).

Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de, ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:

"Eski taassuba denk bir madde taassubu ortaya çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecileridir… Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı ne felsefe ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dini neşriyat ve çalışmalarla İslam’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istismarcılar, menfaatçi ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerin açık delili olduğu halde, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaati aldatabileceklerdir." (s. 22)

Eskiden kara kaplı kitaplar düşüncenin ve bilimin önündeki en önemli engelken, şimdi de bilimsellik adına içine düşülen ve aşağılık kompleksinin bilime dayanarak giderilmesi olarak kendini gösteren acıklı hallere işaret eder: “Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lakin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi… bizde boğmuş bulunuyor. Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek salahiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.” (s.23).

Kitap, başından sonuna böyle, eğitim alanında Cumhuriyet sonrası yapılanların gerekli bir ihtiyaçtan kaynaklandığını fakat eskiyi yıkarken ruhunu ve felsefi köklerini de yok etmeye çalıştığı için bilime ulaşmak isterken toplumu ondan uzaklaştırdığını ve taklitten başka seçeneği kalmadığını anlatır. Hem eskiyi hem de yeniyi savunanlara karşıdır. Ne Batı satıcılığı yapan seküler inkılapçı ne de eski satıcılığı yapan şeriatçının eğitimde kurtuluş çaresi üretebileceğine inanır:

"Cumhuriyet devrinin inkılapçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacakları bir şey kalmamıştı, ‘Şeriat gidiyor’ diye yaygara koparanlar nikah kaçakçılığına başladılar. Kendilerine din adamı dedirtenlerin kafasında yeni cemiyetin düzenine dair hiçbir fikir yoktu. İslam adalet istiyor, ama adalet nasıl bir düzen içinde sağlanır? İslam eşitlik dinidir, lakin eşitlik hangi rejimin eseri olabilir? Bu meselelerin hiçbiri hocanın kafasında yer almamıştı. Bu sebepten, yeni devrin eskiyi temelden yıkan garpçılığı, serbestçe ve şiddetle hayata hâkim oldu…Bunların karşısında ruhlarının selametini dini yaşayışta arayanların hali daha acıklıdır. Bugün yaşatılan İslam kültürü ruhla bağlarını koparmış bir iskelet, ilme ve hakikat sevgisine düşman, ilkel toplumların yaşattığı dar kaidecilikten başka bir şey değildir." (s.40).

Diğer bir nokta: Topçu için düşüncenin ve bilimin hayat bulması için özgürlük en temel gerekliliktir. Bir felsefeci olarak Descartes’in “hür olmayan düşünce düşünce değildir” sözüne yürekten bağlıdır. Buradan hareketle öğretmenin düşünce özgürlüğünün en ileri savunucusudur: “Diyebiliriz ki hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkumiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (s. 72) İlerleyen sayfalarda daha da ileri gider, dersin içeriğinin ancak ve sadece o dersin hocası tarafından belirlenebileceğini söyler ve muallimin özgür iradesini adeta takdis eder: “Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri ve istiklali olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen da bir darbedir.” (s. 96) İleri giderek şu bile denebilir ki Topçu dar ve dikte edici manasıyla bir müfredat karşıtıdır. Öğretmenin kendi dersinin içeriğini bağımsız biçimde oluşturmasını, hangi dönem hangi konunun okutulacağına kendisinin karar vermesini ister.

Bitirirken diyebilirim ki, yeni müfredatın amacı, eleştirildiği gibi eğitimi “dinileştirmek” veya milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyi eğitim yoluyla tahkim etmek, birtakım yeni kurucu değerler aşılamak mıdır, bilmiyorum; ama çok net bildiğim bir şey var ki Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı, zannedilenin tam aksine özgürce bilim yapan bir nesil için her türlü seküler, dini ve milliyetçi ideolojiyi eşit derecede reddeden, sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayışın ürünüdür.

Ve belli ki bu haliyle hem günümüz iktidar çevrelerinin önde gelenlerine, hem de karşı görüşten eleştiricilere henüz birkaç gömlek bol gelmektedir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca