SAYFALAR

17 Temmuz 2024 Çarşamba

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Zaman zaman sahaflarda kıyıda köşede kalmış, kitaplar dikkatimizi çeker. Asıl niyetimiz basımı bitmiş bir eseri bulma çabasındayken, köşede kalmış bir kitabın; minik gözyaşlarının, damla damla yere düşen sesini duyarız. İşte o an, niyetimizi unuttuğumuz andır. Boynu bükük kitabı elimize alır, usulce okşar, teselli etmeye başlamışsak, câzibesine kaptırmışız demektir. Merhamet ve şefkat duygusundan çok gülün bülbüle vurulması gibidir. Kitap sevenler için hayat; saralmış yaprakların arasında yaşanmışlıklardır. Sahafa uğramayan, onun cezbesine kapılmayan, gerçek bir kitapsever değildir kanaatimce. O binlerce üst üste yığılmış kitaplar, ezelden ebede şâhitler silsilesidir. Eski diye bir şey yoktur orada, mâzînin içindeki derûnî sırlar vardır. Ve oradan eli boş dönülmesi mümkün değildir. Yeni yârenlerle evin yolunu tutarız. Evinizin içi kitap mültecî kampı gibidir, her yerden size sığınmış kelimeler, sözler, hikâyeler, çıkar. Belli bir zaman sonra adlarını, varlıklarını, unuturuz. Onlar bize tozların arasından bakar, ardımızdan “vefâsız bir yâre düştüm” diye türkü okurlar da, duymayız. Bir akşam keskin bir çığlıkla uyanırız. En dertlisi, ellerini açmış, yalvarır size, ruhunuza seslenir. “ Oku” der.

“Beni oku ki sana sırrımı açıklayayım. Çünkü bu sır bana, Midas’ın kulağı gibi ağır geliyor, benim kuyum ol!” diye fısıldar durur. Dayanamaz, sesin geldiği küçük kırmızı kaplı kitaba elinizi atarsınız ve sayfalar arasındaki sırlara vâkıf olursunuz.

İşte benim için onlardan biri, Adalbert Stifter’ın Brigitta romanıdır. 1956 Ankara Maarif Basımevi'nden çıkmış, oradan yolu; 1957 yılında öğretmen Şükriye Argun tarafından Maltepe İlkokuluna hediye etme vesilesi ile düşmüş. Sonrası mı? Yaklaşık 70 yıldır bilinmeyen ellerde, evlerde, yollarda okunmuş, aşınmış durmuş. Kütüphânede olunca bir kâtip gibi okundukça, hayatları not etmiş. En son durağı şimdilik bizim ev. Lâkin kitap basıldığı târih îtibâriyle Ankara’dan dışarı çıkmamış, hep bu civarda dolaşmış. Kaç kişinin gözyaşına şâhit, kaç kişinin neşesine tâlip olmuş. Yetmiş yıllık Ankara târihinin gizli tanığı. Darbeleri yaşamış. Kıbrıs Barış harekâtın da; Ayşe’nin nasıl tatile çıktığını görmüş.31 Ocak 1968 yılında Maltepe’de saat 19.30’da ki TRT açılış anonsunu dinlemiş. Renkli televizyonla evlerimizin renklendiğini, sinemalarda Adile Naşit - Münir Özkul ikilisinin, turşunun; sirke mi? yoksa limonla mı? Olacağı tartışmalarında cevabı aramış, bizim gibi o’da bulamamış. Star Wars’da, Han Solo ile prensin aşkı ile Darth Vader ve Luke Skywalker’ın baba oğul çıkmasını, hayret ve heyecanla izlemiş. Mavi Boncuk'ta Ferit ile Emel’in şarkılar eşliğinde, yaşadıkları aşka özenirken, Metin Erksan’ın Mesnevî’den etkilenip çektiği, Müşfik Kenter’in oynadığı Sevmek Zamanı filminde ki gibi, sevdiğinin resmini yanında taşımak istemiş. Laurel ile Hardy ve Zeki Alasya - Metin Akpınar’ın kabarelerinden “yasakları” izlerken, gülmekten kırılmış. Hatta ailece Devekuşunun kabarelerini, dayısının getirdiği kasetten dinlemişler. Zeki Müren’den “Adım Mesut Soyadım Bahtiyar” şarkısını dinlerken, beklenen şarkının, ne olduğunu bir türlü keşfedememiş. Cem Karaca ve Barış Manço mu? polemiğinde “hep bir halli Turhalıyız biz bize benzeriz” demiş. Onu en çok derinden etkileyen türküler olmuş.

İspanyol paçalar, Vatkalı kıyâfetler, elektro danslar, moon walker yürüyüşler,… Neler neler, görüp geçirmiş? Kültürün gittikçe nasıl yozlaştığına, eli kolu bağlı şâhit oldukça, kelimelerinden bir harf düşmüş durmuş.

70 yıldır düzene oturmayan maârif sisteminin parçası olmuş, Anadolu lisesi sınavlarından, Lgs sınavlarına, cumartesi şapkalı eğitimden, dört - dört sistemine, tebeşirden , akıllı tahta kalemine.. Kaç hükümet devirmiş, kaç başbakan eskitmiş? Koskoca yetmiş yıla neler sığdırmış.

100 sayfalık cep boy romanım ama her bir sayfam 70 yaşında” diyor.

Eskinin o mis ağaç kokusu burnunuza geliyor, yaşlanmıyor, her gün yeniden canlanıp hayata tutunuyor. Cebinize sığacak kadar bir ebatta, kırmızı sapsade bir kapağın ardında hayat hikâyesi. Macaristan’ın dağları, ovaları, balta girmemiş ormanları, çölleri bir ressamın kaleminden çıkmış betimlemelerle dolu. Balzac: Goriot Baba eserinde ki tasvir sanatının daha derin halini görebiliriz. İlk bölümü Macaristan ovasını gezen bir seyyahın defteridir. Sadece bir betimleme yapılmamış, manzaranın iç âlemi ile konuşulmuş, sırları açığa çıkarılmış. İlk okumaya başlandığında, bir seyahat kitabı sanılabilir. yavaş yavaş romanın içine bir yolculuk başlar. Asıl türü roman olsa da, kendinden kendine anlattığı, gerçek kimliğine nasıl ulaştığının muhâsebesidir. Konuyu işleyiş tarzı edebiyat terimi olarak; Birinci tekil şahıs anlatısıdır.

Tabiat - saadet, sadelik -güzellik arasındaki sıkı bağı ifşâ eder. Macaristan’da toprağına ve halkına âşık bir binbaşının etrafında dönen, kimlik bulma hâdisesidir. İtalya’da, herkesin hayranlık duyduğu, modern kıyafetler içinde bir anıta benzeyen arkadaşını, kendi topraklarında hayallerinin ötesinde bulan, bir adamın gözlemleridir. Uçsuz bucaksız bir yolculuğun ardından Binbaşının Uwar çiftliğine varır. Saygınlık temsilcisi arkadaşının, Roma’da ki halinden eser yoktur. Onun vakur duruşunu görünce, millî kıymarabafetleri içinde bile Paris ve Viyana da saygınlığını kaybetmeyeceğinden emindir. Anlatıcı, arkadaşının her yerde ve her kıyâfet içinde, konumundan taviz vermediğini anlar. Onun gizeminin; tabiatta ki gibi yüreğinde olduğunu görür. Sosyal ve sosyete dünyasından neden elini ayağını çekmiş, toprakla uğraşmaktadır? Köylülerle, maraba ile sofra paylaşımını anlamaya çalışır. Binbaşının komşusu, güçlü, zeki, olgun, erkek gibi bir kadın olan Brigitta’nın ortaya çıkmasıyla, olaylar sadelik ve olağan bir halde gelişir. Anlatıcı bu güçlü kadının, Uwar yolunu bulması için yardım eden kişi olduğu görür. Binbaşı ve Brigitta’nın arasındaki garip ilişkinin, ardındaki gerçeği bulma yolculuğunda, Macaristan doğası vardır. Artık romanın ana merkezi Brigitta’dır. Bir kez olağanın dışına çıkar ki o da düğümün çözüldüğü andır. Kurtların saldırısı aslında nefsimizin bize olan son saldırısıdır.

Bir insanın, sadelik içindeki gāyesi ve saadetinin nedeni, nedir? Anlatıcının; hayat ve binbaşı ile ilgili aklını kurcalayan suallerin cevabını, çevreye gösterdiği uyum ve gözlemleriyle bulur. Bir Macar gibi oturur kalktığında ve düşündüğünde, onları anlaması kolaylaşır. Her millet mayalandığı toprağın, coğrafyanın özelliğini taşır. Macaristan’ın bozkırı aynı zamanda bizim içimizde mânâ âlemimizdir. Köylüsü, çobanı, kurtları, köpekleri, bizlere eşlik eder. Menziline ulaşmak isteyen insanın içinde olan, kara ve beyaz yoldaşlarıdır. Sisli puslu havalar, sıcak havada giyilen kürkler, dünyanın en güzel delikanlısı, bizim saadet menzilimizin yapı taşlarıdır. Erkek kıyâfetleri içinde akıllı ama çirkin Brigitta’nın hayat hikâyesinde, güzelliğin nerde saklandığını anlatır. Onun hakîkatinin aşkta gizlendiği söyler.

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Kitabın sayfalarında yazarın kendi nazarı hakîkatini görürüz.

• Keza, esas îtibâriyle hiç tanımadığımız bir kimsenin bazen bizi kendisine çektiğini hissederiz; hareketleri, tarzı, hoşumuza gider; bizi terkettiği zaman üzülürüz; çoğu zaman, uzun yıllar sonra bile onu düşününce kendisine karşı âdeta hasret ve sevgi duyarız.
• İlkönce ruhum manzaranın azametine kapılmıştı; sonsuz bir hava tabakası etrafını sarıyor, bozkır güzel kokular neşrediyor ve inzivânın ihtişamını her tarafa yayıyordu.
• Alnında izlerinin bulunduğu söylenen matem hakkında hiçbir bilgi edinemedim.
• Kırlarda herşey gelecek zamanları gösterir; zeval bulmakta olan her şey yorgun, yeni vücuda gelen her şey de ateşlidir; bu sebepledir ki, sonsuz köyleri, tepelere doğru yükselen bağları hoşlanarak seyrettim.
• Sonra uykuya daldım ve hayatımda olanlar da, hayatımı girmesini büyük bir özleyişle istediklerim de, hepsi öldü.
• Bir memleketin toprağı ile böyle uğraşmak lâzımdır, zannederim. Anayasamız, tarihimiz çok eski, fakat daha pek çok yapacak şey var; bir hâtıra defterinin içinde muhâfaza edilen bir çiçek gibi biz de tarihin içinde saklı kalmışız.
• Üzerlerinde tasavvur ettiğinizden daha fazla hakkım olan adamlarımın arasında yaşadığımdan, onlara intibak ettiğimden, onların âdet ve ananelerini paylaştığımdan, takdir ve hürmetlerini kazandığımdan beri, bana evvelce şurada burada uzak yerlerde boşuna yere aramış olduğum saadete nihâyet kavuşmuşum gibi geliyor.
• Sadelik ve çeşitliliği içinde çiftçi hayatı, her türlü ihtirastan uzak tabiatla kucaklaşırken, cennet için söylenenlere yaklaşır.
• Çok gezen, insanların hislerine hürmeti öğrenir ve onları hayatlarının, kendileri istemeden açılmayan iç âleminde yalnız bırakır.
• Ekseriya güzellik görünmez; çünkü işlenmemiş bir vaziyettedir yâhut onu görebilecek göz yoktur. Ekseriya da kendisi ortada olmadığı halde ona tapılır ve ilâhî bir mevki verilir: Fakat, bir kalbin ateşli bir heyecanla, sihirlenmiş olarak çarptığı veya iki ruhun birbirini iştiyakla istediği zamanlar güzellik olmamazlık edemez; aksi takdirde kalb durur ve ruhların sevgisi ölür.
• Hayatta zevk ve saadet veren ne varsa, hepsini güzellik yalnız başına vecd içinde çarpan kalbe sunar.
• Sevginin fakat ancak en büyük sevginin en temiz ve en güzel tecellisi aftır, onun içindir ki daima Allah’ın ve annelerin affettikleri görülür.

Son kapağını kapatmadan önce yaşanmışlıklarımı derkenar ettiğim, eserin yazarına birkaç söz vermek istiyorum. 1805 yılında Çekya’da doğup 1869 yılında Avusturya’da hayatını kaybetmiş. Manastır eğitiminin ardından, hukuk, matematik ve doğa bilimleri eğitimi almış. Belki de eserlerinde ki o metafizik düşüncelerin ardında yatan neden, onun sıkı bir din eğitimi almış, olmasındandır. Bir eğitimci olarak hayatına devam ederken, 1868 yılında uzun zamandır çektiği sirozun acılarına dayanamayıp, boynunu usturayla kestikten, üç gün sonra, hayata veda etmiştir. Avusturya edebiyat târihinin en önemli isimleri arasındadır. Doğa betimleyicisi olarak bahsedilen fakat o tabiatın içinde varoluş sorguların içinde bir sanatçıdır. Ve sanat onun için, ”bir nerden gelip nereye gittiğimizin” aracısı, derinliğine inmek için kullandığımız bir metefor, yolumuza devam etmemize yarayan en lüks araçtır. Sâdece yazan değil aynı zamanda ressam olan Stiffer, resimlerinde, kitaplarında ki betimlediği tabiatı çizmiştir. Die Teufelsmauer adındaki tablosunu, Brigittta eserinin sayfaları arasında bulmak mümkündür. Thomas Mann onun için; en derin, cüretkâr, şaşırtıcı, sürükleyici, yazar olduğunu düşünmektedir. Nietzche de onun edebî değerini farketmiştir. Kendi dönemi değil ama çağdaş yazarlar tarafından anlaşılmış olması ise büyük yazarların kısmetidir. En tanınmış eseri Brigitta’dır ve 1993 yılında Dagmar Knöpfel tarafından filme çekilmiştir.

Stiffer hepimize sorduğu güzellik nerede saklıdır? Sualine hepimizin cevabı farklıdır. Kimimiz bir çift ela gözde, kimimiz bir mor menekşe de, bazılarımız ise hâlâ arayıp durmaktadır.

Son söz: Güzellik nerede midir? Sizin gönlünüzdedir. Sevginin, muhabbetin ikametgâhı olan gönlünüzdedir, sizin onu görmenizi değil duymanızı bekler. Duymak için tabiatı koklamak, aynada kendi sûretinize bakmak yeterlidir. Neydi şifremiz: “güzel bakan güzel görür”.  Stiffer’ın dediği gibi vecd içinde bir çarpan kalbiniz varsa güzellik sizi bulur.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder